Stephen King Kara Kule Cilt7 Kule



Yüklə 2,92 Mb.
səhifə17/62
tarix03.12.2017
ölçüsü2,92 Mb.
#33720
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   62

"İkincisi bayıltacak kadar elektrik yüklü," diye devam etti Ted. "Üçüncüsüyse..."

"Sanırım tahmin edebiliyoruz," dedi Susannah. "Ya Roderick'in Evlatları?" diye sordu Roland. "Devar'da olduklarını biliyc-nım zira buraya gelirken yolda biriyle karşılaştık."

Susannah kaşlarını kaldırarak Eddie'ye baktı. Eddie'nin bakışları sonra anlatırım diyordu. Birbirlerini seven insanlar arasındaki kusursuz, sözsüz iletişimin bir örneğiydi.

"O salaklar," dedi Dinky ama sesinde küçümseme yoktu. "Onlar... eski filmlerde o tiplere ne deniyordu? Sadık hizmetkârlar sanırım. İstasyondan üç kilometre kadar ötede, şu tarafta küçük bir köyleri var." Eliyle gösterdi. "Algul'da basit bakım işleri yapıyorlar, üç dört tanesi çatı tamiri yapacak kadar yetenekli... kiremitleri falan değiştiriyorlar. Zavallılar buranın havasındaki bulaşıcı maddelere karşı çok hassas. Sadece onlarda sivilce veya egzama gibi değil de radyasyon hastalığı gibi bir etki oluşuyor." "Bir de bana sor," dedi Eddie zavallı Chayven'li Chevin'in yaralarla şekilsizleşmiş yüzünü ve idrar kokan giysilerini hatırlayarak.

"Başıboş ahali," dedi Ted. "Bedeviler. Sanırım çoğunlukla rayları takip ediyorlar. İstasyonun ve Algul Siento'nun altında yeraltı mezarları var. Rodlar oraları iyi tanıyor. Aşağıda tonlarca yiyecek var; haftada iki kez kızaklarla Devar'a yiyecek taşıyorlar. Yediklerimiz çoğunlukla onlar, hâlâ iyi durumdalar ama..." Omuz silkti.

"Her şey hızla bozuluyor," dedi Dinky, ona yakışmayan hüzünlü bir sesle. "Ama adamın daha önce dediği gibi, şarap harika."

"Yarın yanınızda Roderick'in Evlatları'ndan birini getirmenizi istesem yapabilir misiniz?" diye sordu Roland.

Ted ve Dinky birbirlerine şaşkınca baktı. Sonra ikisi birden Stan-eyye döndü. Stanley omuzlarını silkerek başını salladıktan sonra ellerini ^Ç içleri aşağıyı gösterecek şekilde açtı: Neden, Silahşor?

Roland bir süre düşüncelere dalarak sessiz kaldı. Sonra Ted'e dön. dü. "Beyni az çalışanlardan birini getirin," dedi. "Ona 'Dan sur, dan tur dan Roland, dan Gilead,' de."

Ted hiç duraksamadan söyleneni tekrar etti. Roland başını salladı. "Tereddüt ederse ona Chayven'li Chevin'in gitmesi gerektiğini söylediğini söyleyin. Basit dili biraz olsun konuşabil!, yorlar, değil mi?"

"Elbette," dedi Dinky. "Ama bayım... bir Rod'u buraya getirip sizi gördükten sonra serbest bırakamazsınız. Sır saklamayı bildikleri kesinlikle söylenemez."

"Birini getirin," dedi Roland. "Ne yapacağımıza bakacağız. Ka-mai'ra Eddie'nin dediği gibi içimde bir his var. O hissi bilir misiniz?" Ted ve Dinky başlarını salladı.

"İşe yararsa, ne âlâ. Yaramazsa... buraya getirdiğiniz adamın kimseyle konuşmayacağından emin olabilirsiniz."

"İçindeki his doğru çıkmazsa onu öldürecek misin?" diye sordu Ted. Roland başını salladı.

Ted acı bir kahkaha attı. "Elbette öldüreceksin. Bu bana Huckleberry Finn'de Huck'ın buharlı geminin havaya uçuşunu gördüğü kısmı hatırlattı. Haberi vermek için Bayan Watson'a ve Dul Douglas'a koşar ve kimsenin ölüp ölmediğini sorduklarında, 'Hayır hanımefendi, sadece bir kara derili,' der. Biz de, 'Sadece bir Rod. Silahşor'un hissi doğru çıkmadı,' diyeceğiz."

Roland, ona soğukça gülümsedi, bütün dişleri alışılmadık bir şekilde gözler önüne serilmişti. Eddie bu gülümsemeyi daha önce görmüştü ve hedefi olmadığı için şükrediyordu. "Neyle karşı karşıya olduğumuzun farkındasınız sanıyordum, sai Ted. Yanlış mı anlamışım?"

Ted, ona bir süre baktıktan sonra bakışlarını yere çevirdi. Dinky bu sırada Stanley ile konuşmuştu. Diğerlerine dönerek, "B" Rod istiyorsanız alacaksınız," dedi. "Orası kolay. Asıl sorun buraya gel' mek olabilir. Gelemezsek..."

Roland, genç adamın sözlerini tamamlamasını sabırla bekledi. Bek-diei olmayınca sordu. "Gelemezseniz ne yapmamızı istiyorsunuz?"

Ted omuz silkti. Hareketi Dinky'ninkinin o kadar benzeriydi ki komik olmuştu. "Elinizden geleni," dedi. "Aşağıdaki mağarada silahlar da var Sneetch dedikleri elektrikli toplardan da bir düzine kadar var. Bazı x adamların hızlı ateşleyiciler dediğini duyduğum makineli tüfekler de var. Amerikan ordusundan AR-15'ler. Diğerlerinden emin değiliz."

"Bir tanesi bilimkurgu filmlerindeki ışın tabancalarına benziyor," dedi Dinky. "Sanırım parçalayıcı özelliği var ama ya pili bitmiş ya da ben çalıştıramayacak kadar aptalım." Beyaz saçlı adama endişeyle baktı. "Beş dakika geçti. Hatta daha da fazla. Yapılacak işlerimiz var, Tedster. Haydi yaylanalım."

"Evet. Eh, yarın tekrar geleceğiz. Belki o zamana dek bir planınız olur."

"Sizin yok mu yani?" diye şaşkınca sordu Eddie.

"Benim planım kaçmaktı, genç adam. O sırada son derece parlak bir fikir gibi görünmüştü. 1960 baharına kadar kaçmayı başardım. Dostum Bobby'nin annesinin ufak bir yardımıyla beni yakalayıp geri getirdiler. Şimdi gerçekten gitme..."

"Bir dakika daha, size uyarsa," dedi Roland ve Stanley'ye doğru yürüdü. Stanley ayaklarına bakıyordu ama hafif bir sakalla kaplı yanakları yine kıpkırmızı olmuştu. Ve...

Titriyor, diye düşündü Susannah. İlk kez bir insanla karşılaşan bir orman hayvanı gibi.

Stanley otuz beş yaşında gibi görünüyordu ama daha yaşlı da olabilirdi; yüzü, Susannah'nm zihinsel kusurlarla bağdaştırdığı kaygısız bir pürüzsüzce sahipti. Ted ve Dinky'de sivilceler vardı ama onda yoktu. Roland, tanley'nin kollarını tuttu ve ciddi bir ifadeyle baktı. Silahşor'un gözleri, anley başını eğdiği için önce sadece kıvırcık, gür saçlarla karşılaştı. Dinky konuşmaya yeltenince Ted, onu bir hareketle susturdu.

"Yüzüme bakmayacak mısın?" diye sordu Roland. Sesinde Susan. nah'nın nadiren tanık olduğu bir şefkat vardı. "Gitmeden önce yüzüme bakmayacak mısın, Stanley'nin oğlu Stanley? Daha önce Sheemie olan?"

Susannah ağzının bir karış açıldığını hissetti. Eddie hemen yanında yumruk yemiş gibi homurdandı. Ama Roland yaşlı... çok yaşlı, diye düşün. dü. Eğer bu Mejis'teki tavernada tanıdığı gençse... eşeği ve pembe sombrero, su olan gençse... o zaman onun da yaşı...

Adam başını yavaşça kaldırdı. Gözleri yaşlarla parlıyordu.

"Sevgili Will Dearborn," dedi. Sesi boğuk ve çok uzun süre kullanılmadığı için gıcırtılıydı. "Özür dilerim, sal Tabancanı çekip beni vurursan anlarım. Anlarım."

"Neden öyle diyorsun, Sheemie?" diye sordu Roland aynı şefkatli ses tonuyla.

Sheemie'nin gözyaşları daha hızlı akmaya başladı. "Hayatımı kurtardın. Arthur ve Richard'ın da katkısı oldu ama asıl kurtaran sendin. Gerçekte Gilead'lı Roland olan sen, sevgili Will Dearborn. Ve ben onun ölmesine izin verdim! Sevdiğin kızın ölmesine izin verdim! Onu ben de seviyordum!"

Adamın yüzü acıyla çarpıldı ve Roland'dan uzaklaşmaya çalıştı. Ama Roland, onu bırakmadı.

"Senin bir suçun yoktu, Sheemie."

"Onun uğruna ölmeliydim!" diye bağırdı. "Onun yerine ben ölmeliydim! Çok aptalım! Dedikleri gibi salağın tekiyim!" Yüzüne sertçe iki tokat attı ve yanaklarında kırmızı izler belirdi. Roland bileğini yakalayarak tekrar vurmasına engel oldu ve elini indirmesini sağladı. "Sorumlusu Rhea'ydı," dedi Roland.

Stanley -çok çok uzun yıllar önce Sheemie'ydi- Roland'ın gözlerine sorarcasına baktı.

"Evet," dedi Roland başını sallayarak. "Cöos'un... ve benim suçun1' Onun yanında kalmalıydım. Suçsuz olan biri varsa o da sensin Sheemie-Stanley."

"Öyle mi dersin, Silahşor? Gerçekten mi?"

Roland başını salladı. "Bu konuda ve eski günler hakkında istediğin kadar konuşacağız ama şimdi değil. Şimdi vakit yok. Arkadaşlarınla gitmelisin, ben de benimkilerle kalmalıyım."

Sheemie, ona bir süre daha baktı. Susannah çok uzun bir süre önce Yolcuların Dinlenme Yeri adında bir tavernada telaşla bir o yana, bir bu vana koşturarak boş bira bardaklarını toplayan, Coral Thorin'in itip kakmalarından veya Pettie the Trotter olarak bilinen yaşlı fahişenin tekmelerinden kaçmaya çalışarak yıkanmaları için bulaşık fıçısına bırakan o genci gördü. Roy Depape adında bir adamın çizmelerine içki döktüğü için neredeyse canından olacak olan genci gördü. Sheemie'yi o gece ölümden kurtaran Cuthbert olmuştu... ama hepsini kurtaran, kasabalılarca Will Dearborn olarak bilinen Roland'dı.

Sheemie kollarını Roland'ın boynuna doladı ve ona sıkıca sarıldı. Roland gülümsedi ve eksik parmaklı eliyle Sheemie'nin kıvırcık saçlarım okşadı. Sheemie yüksek sesle hıçkırdı. Susannah, Silahşor'un gözpınarla-rındaki yaşları görebiliyordu.

"Tamam," dedi Roland zar zor duyulan bir sesle. "Çok özel biri olduğunu biliyordum. Bert ve Alain de öyle. Ve şimdi yolun ilerleyen bölümünde tekrar karşılaştık. Karşılaşmamız çok hayırlı oldu, Stanley oğlu Sheemie. Hem de çok."

ALTINCI BÖLÜM MAVİ CENNETİN EFENDİSİ


1

Finli (bazı bölgelerde Sansar olarak tanınıyordu) kapısını çaldığı sırada Algul Siento'nun Efendisi Pimli Prentiss banyodaydı. Lavabonun üzerindeki floresan lambanın amansız aydınlığında yüzünü inceliyordu. Dev aynasında cildi kraterlerle kaplı grimsi bir düzlük gibi görünüyordu. Algul'u saran çorak arazinin yüzeyinden fazla bir farkı yoktu. O an dikkatini yönelttiği sivilce, patlamakta olan bir yanardağa benziyordu.

"Kim o?" diye bağırdı Prentiss kapıdakinin kim olduğunu az çok tahmin etmesine rağmen.

"Finli o'Tego!"

"İçeri gel, Finli!" Gözlerini aynadan bir an bile ayırmamıştı. Sivilcenin etrafına bastıran parmakları kocaman görünüyordu. Sivilceye basınç uyguladı.

Finli, Prentiss'in ofisini geçerek banyo kapısında durdu. İçeri bakmak için hafifçe eğilmek zorunda kalmıştı. Boyu iki metre on santimi!1 üzerindeydi, bir taheen için bile uzundu.

"İstasyondan geldim, sanki hiç gitmemiş gibi," dedi Finli. Çoğu taheen gibi konuşma sesi hırıltıyla cıyaklama arasında kulak tırmalayıcı bir 5etide gidip geliyordu. Pimli'ye göre hepsinin sesi H. G. Wells'in Dr. Mo-au'nun Adası adlı eserindeki melez yaratıklannkine benziyordu ve sü-ekli 'Biz insan değil miyiz?' diye hep bir ağızdan sormalarını bekliyordu. Finli bunu zihninde hemen yakaladı ve ne olduğunu sordu. Dürüstlüğün alt düzey telepatinin sıradan olduğu bir toplumda en iyi politika olduğunu bilen Prentiss açıkça anlattı. Taheenler söz konusu olduğunda bu yegâne politikaydı. Ayrıca Finli o'Tego'yu severdi.

"Demek istasyondan döndün, güzel," dedi Pimli. "Peki ne buldun?" "Bir bakım robotu. Görünüşe bakılırsa 16. Kavis tarafında serbest kalmış ve..."

"Bekle," dedi Prentiss. "Mümkünse, mümkünse, lütfen." Finli bekledi. Prentiss aynaya iyice yaklaştı. Tüm dikkatini aynaya yöneltmiş, kaşları çatılmıştı. Mavi Cennet'in efendisi de uzun boyluydu, yaklaşık bir doksan boyundaydı. Devasa göbeği uzun ve kalın bacaklarla destekleniyordu. Saçları dökülüyordu ve çok içki içenlere has kırmızı bir burnu vardı. Elli yaşlarında görünüyordu. Kendini elli yaşlarında hissediyordu (bir önceki geceyi Finli ve birkaç can-toi ile tartışarak geçirmediği günlerde daha genç hissediyordu). Yıllar önce, en az yirmi beş yıl önce (ki bu da azımsanmış bir tahmin olabilirdi) oraya geldiğinde elli yaşındaydı. Bu tarafta yönler gibi zaman kavramı da güvenilmezdi ve ikisinin de ucunu kolayca kaçırmak olasıydı. Ahaliden bazıları aklını da kaçırıyor-du. Ve gün ışığı makinesini kaybedecek olurlarsa...

Sivilcenin ucu şişti... titreşti... patladı. Ah!

Kanla karışık cerahat aynaya sıçradı ve hafifçe dışbükey olan yüzeyde iz bırakarak aşağı süzüldü. Pimli Prentiss cerahati parmağının ucuyla aynadan sildi, klozete atmak üzere döndü ama sonra vazgeçerek Finli'ye feam etti.

Taheen başını iki yana salladı, sonra her deneyimli diyetisyenin tanı-yacağı bezgin bir homurtuyla Efendi'sinin parmağını ağzına götürdü. İri-1 emdikten sonra parmağı duyulabilen bir plop sesiyle bıraktı.

"Yapmamalıydım ama kendimi tutamıyorum," dedi Finli. "Diğer ta raftaki ahalinin çiğ dana eti yemesinin onlar için iyi olmadığını söyleme. miş miydin?"

"Evet," dedi Pimli hâlâ sivilceden sızmakta olan irini bir kâğıt mendille silerken. Çok uzun zamandır oradaydı ve pek çok sebepten ötürü asla gerj dönüşü olmayacaktı ama son zamanlara dek diğer taraftaki gelişmeleri ta. kip etmişti; önceki yıla kadar (böyle denebilir miydi?) The New York Tünes\ düzenli sayılabilecek bir şekilde alıyordu. Times'ı çok seviyor, günlük bul-maçayı çözmeye bayılıyordu. Evinden küçük bir dokunuştu.

"Ama yine de yemeye devam ediyorlar."

"Evet, sanırım çoğu öyle yapıyordur." Ecza dolabını açtı ve bir şişe Rexall hidrojen peroksit çıkardı.

"Öylece ikram etmen senin suçun," dedi Finli. "Aslında bunlar bizim için zararlı değil; bal veya böğürtlen gibi doğal bir tatlı. Asıl sorun Gök Gürültüsü." Ve Efendi'sini kastettiğini anlamış gibi devam etti. "Tadı ne kadar tatlı olursa olsun ordan çıkan pek çok şey bozuk. Zehirli."

Prentiss bir parça pamuğu hidrojen peroksitle ıslattı ve yanağındaki yarayı sildi. Finli'nin neden bahsettiğini çok iyi biliyordu, nasıl bilmezdi? Oraya gelip başkanlık cüppesini giymeden önce yüzünde otuz yıldan fazla bir süre tek bir sivilce bile görmemişti. Şimdi ise yanaklarında, kaşlarında, şakaklarında sivilceler; burnunda öbek öbek siyah noktalar ve yakında yerleşim bölgesinin doktoru Gangli'nin almak zorunda kalacağı bir kist vardı. (Prentiss Gangli'nin bir doktor için çok talihsiz bir isim olduğunu düşünürdü; ona kangreni hatırlatıyordu.) Taheen'ler ve can-ıoi der-matolojik sorunları pek yaşamıyordu ama ciltleri sıkça çatlardı. Bunun yanı sıra burun kanamalarını sık yaşarlar ve en küçük yaralar bile (bir dikenin veya kaya çıkıntısının çizmesi) hemen tedavi uygulanmazsa mikrop kapabilir ve ölümcül sonuçlar doğurabilirdi. Önceleri antibiyotikler böyle vakalarda etkili oluyordu ama son zamanlarda eskisi gibi sonuç görenu-yorlardı. Accutane gibi farmakolojik mucizeler için de aynı durum soz konusuydu. Çevrenin etkisiydi elbette; etraflarını saran topraklar ve k*'lardan ölüm yayılıyordu. En kötüsünü görmek isteyenin o günlerde ya-değişkenlerden daha iyi durumda olmayan Rodlara bir bakması ye-Hivdi. Elbette onlar ta... hâlâ güneydoğu muydu... oralara kadar gidi--orlai'dı. Gecelen hafif bir kızıl ışıltının görülebildiği yöne doğru gidiyorlardı ve o tarafta her şeyin daha kötü olduğunu herkes söylüyordu. Pimli bunun doğru olup olmadığını bilmiyor ama doğru olabileceğinden şüpheleniyordu. Fedic'in ötesindeki topraklara Discordia denmesinin sebebi turistik beldeler olmasından değildi herhalde.

"Daha ister misin?" diye sordu Finli'ye. "Alnımda iyice olgunlaşmış birkaç tane daha var."

"Hayır, raporumu vermek, video kayıtlarına, telemetreye kısa bir göz atıp kontrol etmek için Çalışma Odası'na gitmek ve sonra mesaiyi bitirmek istiyorum. Ondan sonra sıcak bir banyo yapıp elime iyi bir kitap alarak üç saat okuyacağım. Koleksiyoncuyu okuyorum."

"Ve hoşuna gidiyor," dedi Prentiss hafif bir şaşkınlıkla. "Hem de çok, teşekkürler derim. Bana burdaki durumumuzu hatırlatıyor. Ama hedeflerimizin daha asil, motivasyon kaynağımızın da cinsel çekimden fazlası olduğunu düşünmek hoşuma gidiyor." "Asil mi? Sence öyle mi?"

Finli omuz silkti ve cevap vermedi. Mavi Cennet'te olanlara dair tartışmalardan genellikle kaçındırdı.

Prentiss öne düştü ve kütüphane-Çalışma Odası'na yöneldi. Bu oda, Mavi Cennet'in Çarşı dedikleri bölümüne bakıyordu. Finli, tavandaki lambanın altından geçerken alışkanlıkla zarifçe başını eğdi. Prentiss, ona bir keresinde (birkaç kadeh graf tan sonra) NBA'de çok iyi bir oyuncu olabileceğini söylemişti. "Taheenlerâen oluşan ilk takım. Ucubeler, ama ne olmuş yani?"

"Bu basketbol oyuncuları her şeyin en iyisine mi sahip?" diye sormuştu Finli. Bir sansarın kafasına ve iri, kapkara gözlere sahipti. Pimli'ye s°re bir oyuncak bebeğin gözleri gibi ifadesizlerdi. Boynuna çok sayıda 'n zincir takmıştı; son yıllarda Mavi Cennet personeli arasında çok moda olmuş ve canlı bir pazar yaratmıştı. Ayrıca kuyruğu da kesilmişti. Sarhoş oldukları bir gece Prentiss'e bunun muhtemelen bir hata olduğunu söylemişti. İnanılmayacak kadar büyük bir acı hissetmesinin yanı sıra hayatı sona erdiğinde onu Karanlıklar Cehennemi'ne gönderecek bir davranıştı. Eğer...

Hiçbir şey yoksa. Bu, Pimli'nin tüm kalbi ve aklıyla inkâr ettiği bir fj. kirdi ama bazen gece yarısı bu düşüncenin uykusunu kaçırmadığını iddia etmek (en başta kendisine) yalan söylemek olurdu. Böyle düşüncelere karşı uyku hapları vardı. Ve Tanrı elbette. Her şeyin, Kule'nin bile Tan-rı'nm iradesine boyun eğiyor olduğuna dair inancı.

Her neyse Prentiss basketbolcuların, (en azından Amerikalı olanların) her şeyin en iyisine sahip olduğunu söylemiş, bunlara kahrolası bir klozetin gördüğünden daha fazla kıçın da dahil olduğunu eklemeyi ihmal etmemişti. Bu söz üzerine Finli ifadesiz, tuhaf gözlerinden kırmızımsı yaşlar gelene dek gülmüştü.

"Ve en güzeli," diye devam etmişti Pimli. "NBA standartlarına göre nerdeyse sonsuza dek oynayabilirsin. Örneğin eski ülkemde en değerli bulunan oyuncu -gerçi ben oyununu hiç izlemedim, benim zamanımdan sonra geldi- Michael Jordan adında biriydi ve..."

"Bir taheen olsaydı hangisi olurdu?" diye sormuştu Finli sözünü keserek. Bu oyunu sık sık oynarlardı; özellikle de birkaç kadeh içmişlerse.

"Bir sansar, hem de yakışıklısından," demişti Pimli. Finli, sesindeki şaşkınlığı komik bulmuş, bir kez daha gözlerinden yaş gelene dek gülmüştü.

"Ama," diye devam etmişti Pimli. "Kariyeri on beş yıl kadar sürdü ve bu süreye emekli oluşu ve bir iki kez geri dönüşü dahil. Tek yapman gerekenin otuz metre uzunluğundaki bir salonda bir saat boyunca bir o yana bir bu yana koşmak olduğu bir sporu kaç yıl boyunca yapabilirdin, Fin?"

Finli o'Tego'nun yaşı o sırada üç yüzden fazlaydı. Pimli'nin sorusu üzerine omuz silkerek eliyle ufku göstermişti. Delah. Sayılamayacak kadar çok yıl.

Ve Mavi Cennet -yeni sakinler için Devar-toi, taheen ve Rodlar için ise Algul Siento- adındaki hapishane kaç yıldır oradaydı? Yine delah. Ama pinli haklıysa (ve içinden bir ses öyle olduğunu söylüyordu) delah sona ermek üzereydi. Ve bir zamanlar Rahway, New Jersey'den Paul Prentiss olan, artık Algul Siento'lu Pimli Prentiss bu konuda ne yapabilirdi?

İşini, elbette.

Kahrolası işini.


2

"Demek bir bakım robotu buldun," dedi Pimli pencerenin önündeki iki koltuktan birine oturarak. "Nerde?"

"97. Demiryolu'nun manevra alanından ayrıldığı yerin yakınında," dedi Finli. "O raylar hâlâ sıcak -'üçüncü ray' denenlerden var- ve bu da durumu açıklıyor. Sonra sen ayrılmamızın ardından arayıp ikinci bir alarm olduğunu söyledin."

"Evet. Ne buldunuz peki?"

"Hiçbir şey," dedi Finli. "İkinci seferde hiçbir şey bulamadık. Muhtemelen ilk alarmın sebep olduğu bir arzaydı." İkisinin de bildiği bir gerçeği belirtmek istercesine omuz silkti: her şey cehenneme gidiyordu. Ve sona yaklaştıkça bu süreç hızlanıyordu.

"İyice baktınız, değil mi?"

"Elbette. Herhangi bir yabancı varlığa rastlamadık."

Ama ikisi de yabancı varlıkların insan, taheen, can-toi veya mekanik olduğunu düşünüyordu. Finli'nin arama ekibinden hiç kimse Mordred'i aramayı akıl etmemişti. Etseler bile onu bulamazlardı; örümcek artık orta boyda bir köpek iriliğindeydi. Ana istasyonun çatısının altına ördüğü ağa çöreklenmiş yatıyordu.

"Telemetriyi ikinci alarm yüzünden mi kontrol edeceksin?"

"Kısmen," dedi Finli. "Daha ziyade içimde tuhaf bir his olduğundan." öu kalıbı okuduğu polisiye romanlardan kapmıştı -onu büyülüyorlardı-ve her fırsatta kullanıyordu.

"Nasıl tuhaf?"

Finli başını iki yana salladı. İfade edemiyordu. "Ama telemetri yalan söylemez. Ya da bana öyle öğretildi."

"Sorguluyor musun?"

İnce buz üzerinde yürümekte olduğunu bilen Finli -ikisi de öyleydi-bir anlık tereddütten sonra boş vermiş olacak ki, "Zamanın sonlarmdayız Efendi," dedi. "Artık nerdeyse her şeyi sorguluyorum."

"Buna görevin de dahil mi, Finli o'Tego?"

Finli başını tereddütsüzce iki yana salladı. Hayır, görevi dahil değil-di. Bu, bir zamanlar Rahway'li Paul Prentiss olan Pimli için de geçerliydi. Pimli, eski bir askerin -belki Doug MacArthur'du- "Gözlerim ölümümle kapanırken, beyler, son düşüncem ordu olacak. Ve ordu. Ve ordu," dediğini hatırladı. Pimli'nin son düşüncesi de muhtemelen Algul Siento olacaktı. Artık başka ne kalmıştı ki? Bir başka büyük Amerikalının -Martha and the Vandellas'tan Martha Reeves- sözleriyle gidecek hiçbir yerleri yoktu, yavrum, saklanacak hiçbir yerleri yoktu. Her şey kontrolden çıkmış, frenleri patlamış halde yokuş aşağı gidiyordu ve yolculuğun tadını çıkarmaktan başka yapacak şey yoktu.

"İşini yaparken sana eşlik edecek biri seni rahatsız eder mi?" diye

sordu Pimli.

"Neden etsin?" dedi Sansar. Keskin, sivri dişlerini göstererek gülümsedi. Ve o garip dalgalanan ses tonuyla şarkı söylemeye başladı. "Benimle hayal kur... babalarımın ayma gidiyorum..."

"Bana bir dakika ver," diyerek ayağa kalktı Pimli.

"Dua mı?" diye sordu Finli.

Pimli kapıda durdu. "Evet," dedi. "Hazır sormuşken, yorum yapacak mısın, Finli o'Tego?"

"Belki sadece bir tane." İnsan bedenli, kahverengi sansar kafalı yar3' tık gülümsemeye devam ediyordu. "Dua etmek o kadar yüceyse neden sıçmak için oturduğun yerin önünde diz çöküyorsun?"

"Çünkü İncil'de, yalnız olmadığı zamanlarda kişinin duasını dolabında etmesi gerektiği söyleniyor. Başka sorun?"

"Yok, yok," dedi Finli bir el hareketiyle. "Manniler'in dediği gibi, elinden gelenin en iyisini ve en kötüsünü yap."
3

Paul o'Rahway banyoya girip klozetin kapağını kapadı, diz çöktü ve ellerini birleştirdi.

Dua etmek o kadar yüceyse neden sıçmak için oturduğun yerin önünde diz çöküyorsun?

Belki beni mütevazı kıldığı için demeliydim, diye düşündü. Haddimi bilmemi sağlıyor. Topraktan geldik, toprağa gideceğiz ve bunu unutmanın zor olduğu bir yer varsa o da burası.

"Tanrım," dedi. "Aciz olduğumda bana güç, kafam karıştığında cevaplar, korktuğumda cesaret ver. Hak etmeyenlerin canını yakmama engel ol, hak ettiklerinde de başka seçeneğim kalmayana dek canlarını yakmaktan kaçınmama yardım et. Tanrım..."

Pek yakında Tanrı'sından yaradılışın sonunu getirmeye çalıştığı için af dileyecek (en ufak bir alaycılık olmaksızın) olan adam kapağı kapalı klozetin önünde diz çökmüş dua ederken ona daha yakından bakabiliriz. Fazla uzun sürmeyecek, zira Pimli Prentiss, Roland ve ka-tefinin öyküsünün merkezi değil. Yine de çelişkiler, çıkmaz sokaklar ve farklı katmanlarla dolu ilginç bir adam. Kişisel Tanrı'sına derin bir imanla bağlı bir alkolik, trilyonlarca dünyanın merkezini teşkil eden Kule'yi devirip karanlıkta trilyonlarca farklı yöne göndermek üzere olan inançlı bir insan. Niyetlerini öğrense Dinky Earnshaw ve Stanley Ruiz'i hiç tereddüt etmeden ölüme mahkûm ederdi. Her Anneler Günü'nü gözyaşları içinde geçirir, Çünkü annesini çok sever ve çok özler. İş Kıyamet'e geldiğinde ondan Mükemmel bir adam bulunamaz. Diz çöküp Tanrıyla eski bir dostmuş §'°i konuşmayı bilen biri.

İşin trajikomik yanı şu: Paul Prentiss, "İşimi The New York Times sa yesinde buldum!" reklamlarından fırlamış olabilir. 1970'te, o zamanlar Attica olarak bilinen hapishanedeyken Times'da bir ilan gördü.

ARANIYOR: ÖZEL BİR KURULUŞTA

SORUMLULUK İSTEYEN BİR POZİSYONDA

DENEYİMLİ ISLAH MEMURU

Dolgun ücret! En avantajlı koşullar! Seyahat engeli bulunmamalı!

Dolgun ücret kısmı, sevgili annesinin dediği gibi "hava cıva" çıkmış koca bir yalan olduğu anlaşılmıştı, çünkü ortada ücret falan yoktu, Amerika tarafındaki bir ıslah memurunun bildiği anlamda yoktu ama menfaatler... evet, onlar muhteşemdi. Öncelikle istediği kadar seks, içki ve yemek söz konusuydu ama asıl konu bu değildi, sai Prentiss'e göre asıl nokta şuydu: İnsanın hayatta hedefi neydi? Eğer banka hesabındaki sıfırların artışını izlemekse Algul Siento ona göre bir yer değildi... ve o hedefle Al-gul Siento'da olmak korkunç olurdu zira bir kez gelindi mi geri dönüş söz konusu değildi. Her şey orduydu. Ve ordu. Ve bazen bunu belirtmek için bir iki de ceset gerekirdi.

On beş yıl kadar önce ciddi bir törenle adını bir taheen ismiyle değiştiren ve bundan hiçbir zaman pişman olmayan Efendi Prentiss için hava hoştu. Paul Prentiss, Pimli Prentiss olmuştu. Kalbini, daha önce aklını yaptığı gibi "Amerika tarafına" tamamen kapaması da o zaman gerçekleşmişti. Ve bunun sebebi hayatında yediği en güzel Alaska tatlısını orada yemiş veya en nefis şampanyayı orada içmiş olması değildi. Yüzlerce şahane kadınla simülasyon seks yapmış olması da değildi. Görevi yüzündendi ve sonuna kadar gitmeye niyetliydi. Çünkü Devar-toi'deki görevinin emrinin Kızıl Kral'dan olduğu kadar Tanrı'dan da geldiğine inanıyordu. Tanrı fikrinin gerisinde ise çok daha kuvvetli bir başkası vardı: milyarlarca evrenin bir zamanlar yılda kırk bin dolar kazanan, ülseri ve kotu bir sağlık sigortası olan, Rahway'li Paul Prentiss olan adamın avuçlarında tuttuğu bir yumurtaya tıkıştırılmış olması düşüncesi. Kendisinin de o yıımurtanın içinde olduğunu, kırıldığı takdirde kendi varlığının da sona ereğini biliyordu ama bir Tanrı ve cennet varsa, kudretlerinin Kule'den fazla olacağı muhakkaktı. İşte o cennete gidecek ve tahtın önünde diz çöküp günahları için af dileyecekti. Ve alacağı karşılık, aferin, sadık ve iyi hizmetkârım, olacaktı. Annesi de orada olacak, birbirlerine sarılacaklar ve birlikte İsa kardeşliğine gireceklerdi. Pimli o günün geleceğinden emindi. Hatta muhtemelen Hasat Ayı'nın bir sonraki dönüşünü yapma-slndan önce olacaktı.


Yüklə 2,92 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   62




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin