Stephen King Kara Kule Cilt7 Kule



Yüklə 2,92 Mb.
səhifə19/62
tarix03.12.2017
ölçüsü2,92 Mb.
#33720
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   62

Balkondaki grubu selamladıktan sonra tırabzana yaklaşarak aşağı baktılar. Geniş salonu, Londra'da zengin üyelere sahip özel bir kulübün kütüphanesine benzetmek mümkündü. Yumuşak ışıklı, çoğu hakiki Tiffany abajurlar küçük sehpalara yerleştirilmişti. Ayrıca duvarlarda da (meşe lambri elbette) lambalar vardı. Bir duvara bir Matisse, diğerine bir Rembrandt asılmıştı... üçüncü bir duvarda ise Mona Lisa vardı. Anah-tar-Dünya'daki Louvre'dakinin aksine bu gerçekti. Ellerini arkasında kavuşturmuş bir adam tablonun önünde duruyordu. O yükseklikten tabloyu inceliyor (belki gizemli gülümsemenin sırrını çözmeye çalışıyor) gibi görünüyordu ama Pimli görünüşe aldanmadı. Ellerinde dergiler olan adamlar ve kadınlar da okuyormuş gibi görünüyordu ama yanlarına gidilip bakılırsa sayfalara veya biraz yukarısına yönelmiş gözlerinde boş bakışlar olduğu görülebilirdi. Rodeo Drive'dan bin altı yüz dolara alınmış muhteşem bir yazlık elbise giymiş on bir, on iki yaşlarında bir kız çocuğu, şöminenin önündeki bebek evinin yanında oturuyordu ama Pimli, kızın Dam-li'nin kusursuz kopyasına bakmadığını biliyordu.

Aşağıda otuz üç Kırıcı vardı. Toplam otuz üç. Saat sekizde, yapay güneş yok olduktan bir saat sonra otuz üçlük yeni bir grup gelecekti. Oraya canının istediği gibi gelip giden bir -sadece bir- adam vardı. Çitin altından geçip hiçbir cezaya çarptırılmamış adam. Geri getirilmesi hariç, elbette. Ve bu da onun için yeterince büyük bir cezaydı.

Düşünmek onu çağırmış gibi odanın diğer ucundaki kapı açıldı ve Ted Brautigan usulca içeri girdi. Başında hâlâ tüvit kasket vardı. Daneeka Rostov bakışlarını bebek evinden çekip ona gülümsedi. Brautigan kıza göz kırptı. Pimli, Finli'yi hafifçe dürttü. Finli: (Onu görüyorum)

Ama görmekten ötesiydi. Onu hissediyorlardı. Balkondakiler ve daha da önemlisi, aşağıdakiler, Ted Brautigan içeri girer girmez yükselen enet' jiyi hissetmişti. Brautigan'da ne olduğunu hâlâ bilmiyorlar, test cihazlari yardımcı olmuyordu (yaşlı köpek birkaçını kasten parçalamıştı. Efendi hundan emindi). Onun gibi başkaları varsa bile sığ adamlar çıktıkları yetenek avlarında (yeteri kadar Kırıcıya sahip oldukları için avlara artık son vermişlerdi) öylelerine rastlamamıştı. Bildikleri tek gerçek, Brautigan'ın yetenekli olmakla kalmayıp diğerlerinin yeteneğini arttırabilecek eşsiz bir yükseltici olmasıydı. Finli'nin Kırıcılar için bile okunması imkânsız olan düşünceleri şimdi Pimli'nin beyninde neon ışıkları gibi parlıyordu. Finli: {Olağanüstü bir adam)

Pimli: (Ve bildiğimiz kadarıyla bir eşi yok. Şeyi gördün mü) Görüntü: Büyüyüp küçülen, büyüyüp küçülen gözbebekleri. Finli: {Evet. Neyin yol açtığını biliyor musun) Pimli: (Sayılmaz. Bos ver sevgili Finli boş ver O yaşlı)

Görüntü: Kürküne dulavratotları yapışmış, üç ayaklı, yaşlı bir kırma köpek.

(işini neredeyse tamamladı neredeyse zamanı geldi) Görüntü: Bir tabanca, insan muhafızların Barettalarından biri yaşlı köpeğin kafasına dayanmış.

Sohbetlerinin konusu olan kişi üç kat aşağıda bir gazete aldı (artık bütün gazeteler Brautigan'ın kendisi gibi eskiydi) onu yutacakmış gibi yumuşacık görünen deri bir koltuğa oturdu ve okuyor göründü.

Pimli psişik gücün onların hizasından, içlerinden geçerek çatıya, onu da aşarak Algul'un tam üzerindeki Işın'a yükseldiğini, yıprattığını, kemir-diğini, incelttiğini hissetti. Büyüde delikler açıyordu. Ayı'nın gözlerini oymak için sabırla çalışıyordu. Kaplumbağanın kabuğunu çatlatmak için. Shardik'ten Maturin'e giden Işın'ı kırmak için. Ortalarında yükselen Kara Kule'yi devirmek için.

Pimli arkadaşına döndü ve Finli'nin sivri dişlerinin sansar kafasında °rtaya çıkmış olduğunu görünce hiç şaşırmadı. Sonunda gülümsüyordu! tyah gözleri okuyabilmek de onu şaşırtmamıştı. Sıradan koşullarda tahe-enm çok basit zihinsel mesajlar alıp gönderebilir, ama zihinlerine girilendi. Ama orada her şey değişiyordu. Orada...

...orada Finli o'Tego huzurluydu. Endişeleri

(o tuhaf his)

yok olmuştu. En azından o an için.

Pimli Finli'ye bir dizi parlak görüntü gönderdi: bir geminin pruvasın, da kırılan şampanya şişesi; havaya fırlatılan yüzlerce mezuniyet kepi-Everest Tepesi'ne dikilen bir bayrak; pirinç yağmurundan kaçmak için başlarını öne eğerek kiliseden neşeyle çıkan bir çift; şiddetli bir patlamay-la yok olan bir gezegen-Dünya.

Görüntülerin mesajı aynıydı.

"Evet," dedi Finli ve Pimli, o gözleri okumanın zor olduğunu nereden çıkardığını merak etti. "Evet, öyle. Günün sonunda büyük başarı."

O sırada ikisi de aşağı bakmıyordu. Bakmış olsalardı Ted Brauti-gan'ın -yaşlı bir köpek evet, yaşlı ama belki de bazılarının düşündüğü kadar yaşlı değil- onlara bakıyor olduğunu göreceklerdi. Yüzünde bir gülümsemenin hayaletiyle.
9

Algul Siento'da hiç yağmur yağmazdı, en azından Pimli'nin orada bulunduğu yıllar boyunca yağmamıştı ama bazen, kapkaranlık gecelerinde kuru gök gürültüleri duyulurdu. Devar-toi'nin personelinin büyük kısmı kendini bu şiddetli yaylım ateşi sırasında uyuyabilmek üzere eğitmişti ama Pimli sık sık yüreği ağzında uyanır, bildiği bütün dualar dönen, kırmızı bir kurdele gibi yarı bilinçli zihninde dolaşırdı.

Pimli şimdi çarşının Damli Evi'nin tam aksi ucundaki Shapleigh Evi'ndeki (Kırıcılar için Bok Evi) yatağında yatarken her şeyin yolunda gideceği, başarının sadece zaman meselesi olduğunu hissini hatırladı. Balkonda bu hissi Finli ile paylaşmıştı, ama acaba güvenlik şefi o an onun gibi yatağında uyanık, iş başındaki Kırıcılar'ın etrafmdayken yanlış yön-lendirilmenin ne kadar kolay olduğunu düşünerek mi yatıyordu? Çalışan Kırıcılar mutluluk gazı yayıyordu. İyi akıl titreşimi orada bulunanları etkisi altına alıyordu.

Peki ya... sadece varsayım olarak... biri o hissi kanalize ediyorsa? Bir ninni gibi onlara yöneltiyorsa? Uyu Pimli, uyu Finli, uyuyun iyi çocuklar...

Aptalca bir fikirdi. Paranoyakçaydı. Yine de, Pimli Prentiss hâlâ güneydoğu olması muhtemel yönden -Fedic ve Discordia'nın olduğu taraf-gelen gök gürültülerinin gümbürtüsüyle yatağında doğrulup başucu lambasını yaktı.

Finli hem gözetleme kulelerindeki, hem de çitlerdeki nöbetçilerin sayısını iki katına çıkarmaktan bahsetmişti. Belki bir sonraki gece üç katına çıkarsalar daha iyi olacaktı. Temkinli olmak sonradan üzülmekten iyiydi. Aşırı özgüven sona bu kadar yaklaşmışlarken zarar getirebilirdi.

Üzerinde sadece mavi bir pijama altı olan uzun boylu, kıllı göbekli Pimli yatağından kalktı. Tuvalete gidip işedi, sonra klozetin kapağını kapatarak önünde diz çöktü ve ellerini kavuşturarak uykusu gelene dek dua etti. Görevini hakkıyla yapabilmek için dua etti. Belayı, o onu görmeden görebilmek için dua etti. Jim Jones'un yaptığı gibi annesi için dua etti. Gök gürültüleri hafif bir mırıltıya dönüşene kadar dua etti ve sonra sakinleşmiş halde yatağına döndü. Uykuya dalmadan önceki son düşüncesi sabah ilk iş nöbetçileri üç katına çıkarma fikriydi ve yapay gün ışığıyla dolu odasında gözlerini açtığında ilk düşüncesi de bu oldu. Çünkü eve varmak üzereyken yumurtalara dikkat etmek gerekirdi.

YEDİNCİ BÖLÜM KA-SHUME


1

Brautigan ve arkadaşlarının ayrılmasından hemen sonra silahşorların içini hüzünlü ve tuhaf bir duygu sardı ama önce hiçbiri bundan bahsetmedi. Her biri, melankolinin sadece kendisine has olduğunu düşündü. Bu duygunun (Cort olsa ka-shume olduğunu söylerdi) ne olduğunu bir ihtimal bilmesi beklenen Roland bu hissi ertesi gün için duyduğu endişeye ve günlerin loş, gecelerin ise körlük kadar karanlık olduğu Gök Gürül-tüsü'nün zayıf düşüren atmosferine bağlamıştı.

Brautigan, Earnshaw ve Roland'ın çocukluk günlerinden bir dost olan Sheemie Ruiz'in gitmesinden sonra onları meşgul edecek çok şey vardı elbette. (Hem Susannah, hem Eddie, Silahşor'la Sheemie hakkında konuşmaya çalışmış ama ikisi de becerememişti. Dokunuşta güçlü olan Jake ise denememişti bile. Roland eski günlerden tekrar bahsetmeye hazır değildi, en azından o an için.) Steek-Tete'in yamacından aşağı inen ve etrafından dolaşan bir patika vardı. Yaşlı adamın bahsettiği mağarayı çalılar ve kayalarla zekice hazırlanmış bir kamuflajın gerisinde buldular. Bu mağara yukarıdakinden çok daha büyüktü. Kaya duvarlara çakılmış çiv1' lere asılmış gaz lambaları vardı. Jake ve Eddie her iki taraftan ikişer lam-ba yaktı ve dördü, mağaranın içindekileri sessizce incelemeye koyuldu.

Roland'ın ilk dikkatini çeken, uyku tulumları oldu: sol taraftaki duvarın önüne dört uyku tulumu dizilmiş, hepsi düşünceli bir şekilde içi hava dolu bir döşeğin üzerine yerleştirilmişti. Tulumların üzerindeki etiketlerde AMERİKAN ORDUSU MALİDİR yazıyordu. En sondaki uyku tulumunun gerisinde üzerine havlular açılmış beşinci bir döşek vardı. Dört kişi ve bir hayvan bekliyorlarmış, diye düşündü Silahşor. Öngörü mü yoksa bizi bir şekilde izliyorlar mıydı? Fark eder mi peki?

DİKKAT! CEPHANE! yazan bir varilin üzerinde naylona sarılı bir cisim vardı. Eddie koruyucu naylonu çekince altında bir makaralı teyp olduğunu gördüler. Makaralardan biri doluydu. Roland konuşan makinenin önündeki kelimeyi okuyamayınca Susannah'ya ne olduğunu sordu.

"Wollensak," dedi Susannah. "Bir Alman şirketi. İş bunlara gelince en iyisini onlar yapar."

"Artık değil, güzelim," dedi Eddie. "Benim zamanımda 'Sony! Yoktur ötesi!' derdik. Kemerine takıp üzerinde taşıyabileceğin kasetçalarlar yaptılar. Walkman deniyor. Bahse girerim bu dinozor en az on kilo geliyordur. Pillerle daha da fazla."

Susannah, Wollensak'in yanına dizilmiş, üzerlerinde yazı bulunmayan makara kutularını inceliyordu. Üç kutu vardı. "Bunları dinlemek için sabırsızlanıyorum," dedi.

"Gün ışığı gittikten sonra belki," dedi Roland. "Şimdi ne var, ne yok bir bakalım."

"Roland?" dedi Jake.

Silahşor, ona döndü. Çocuğun yüzünde, Roland'ın ifadesini daima yumuşatan bir şey vardı. Jake'e bakmak Silahşor'u yakışıklı yapmıyor, ama hatlarına normalde orada olmayan ayrı bir hava katıyordu. Susannah bunun sebebinin bakışlarındaki sevgi olduğunu düşündü. Ve belki geleceğe dair zayıf bir umut.

"Ne oldu, Jake?"

'Dövüşeceğimizi biliyorum..."

'"Başrollerini Van Heflin ve Lee Van Cleef in paylaştığı Vahşi Müca-eleye Dönüş'ü izlemek için haftaya tekrar bizimle olun,'" diye mırıldandı

Eddie mağaranın arka tarafına doğru yürürken. Üzeri brandaya benzer bir örtüyle örtülmüş daha büyük bir cisme yönelmişti, "...ama ne zaman?" diye devam etti Jake. "Yarın mı?" "Belki," dedi Roland. "Yarından sonraki gün olması daha muhtemel." "İçimde korkunç bir his var," dedi Jake. "Tam olarak korku değil..." "Bizi yeneceklerini mi düşünüyorsun, tatlım?" diye sordu Susannah. Elini Jake'in ensesine koyup yüzüne baktı. Çocuğun hislerine saygısı vardı. Bazen şimdiki varlığının ne kadarının o dünyaya gelebilmek için karşılaşmak zorunda kaldığı yaratığın, Dutch Hill'deki canavarın etkisi olduğunu merak ederdi. Oradaki robot değildi, paslanmış eski bir oyuncak değildi. Bekçi, Prim'den kalma gerçek bir yaratıktı. "Havada seni tedirgin eden bir koku mu var? Bu mu?"

"Sanmıyorum," dedi Jake. "Ne olduğunu bilmiyorum. Daha önce bir kez buna benzer bir şey hissetmiştim, o da tam..."

"Evet?" dedi Susannah, ama Jake'in bir şey söylemesine fırsat vermeden Eddie araya girdi. Roland memnun olmuştu. Tam ben düşmeden önce. Jake böyle diyecekti. Roland düşmeme izin vermeden hemen önce. "Vay canına! Buraya gelin millet! Bunu görmeniz gerek!" Eddie brandayı çekince altından bir arazi aracıyla dev bir üç tekerlekli bisiklet karışımıymış gibi görünen bir araç çıktı. Üzerinde zikzak şeklinde girintiler bulunan lastikler çok genişti. Aracın kontrolü gidonundan yapılıyordu. Basit konsolun üzerine bir kart yerleştirilmişti. Roland kartın ne olduğunu Eddie daha onlara göstermeden anlamıştı. Kartın üzerinde başına bir şal örtmüş kadın ve dönen bir tekerlek vardı. Gölgelerin Kadını.

"Görünüşe bakılırsa dostumuz Ted senin için bir araç bırakmış, hayatım," dedi Eddie.

Susannah hızla sürünerek o tarafa yöneldi ve kollarını kaldırdı. "Bindir beni! Bindir haydi, Eddie!"

Eddie söyleneni yaptı ve Susannah seleye oturup dizginler yerine gidonu tuttuğunda araç onun için yapılmış gibi göründü. Susannah başparrna-ğıyla kırmızı düğmeye basınca motor çalıştı. O kadar sessizdi ki mınlt'sl

Guclükle duyuluyordu. Eddie aracın benzinle değil, elektrikle çalıştığından emindi. Bir golf arabası gibiydi ama muhtemelen çok daha süratliydi.

Susannah yüzünde parlak bir gülümsemeyle onlara döndü. Üç tekerlekli aracın koyu kahverengi motor kapağına hafifçe vurdu. "Bana Bayan Safltor diyebilirsiniz! Hayatım boyunca bunu aramışım da haberim yokmuş."

Roland'ın yüzündeki korku dolu ifadeyi hiçbiri fark etmemişti. Ed-die'nin düşürdüğü kartı yerden almak üzere eğildi.

Evet, gerçekten de oydu... Gölgelerin Kadını. Şalının altında hem bilgiççe gülümsüyor, hem de ağlıyor gibi görünüyordu. Son görüşünde bu kart, bazen Walter, bazen de Flagg adını kullanan adamın elindeydi.

Kule'ye artık ne kadar yakın olduğunu bilmiyorsun, demişti. Dünyalar başının etrafında dönüyor.

Ve artık hepsinin içini saran duygunun ne olduğunu anlamıştı: endişe veya usanç değil, ka-shume'du. Bu terimin tam bir çevirisi mümkün değildi ama bir ka-tet'in parçalanmasının yaklaştığına dair bir his olduğu söylenebilirdi.

Eski düşmanı Walter o'Dim ölmüştü. Roland bunu Gölgelerin Kadı-nı'nın yüzünü görür görmez anlamıştı. Yakında onlardan biri de ölecekti, belki de Devar-toi'de yer alacak çatışmada. Ve kısa süreliğine lehlerine dönen şanslar yine dengelenecekti.

Ölecek olanın kendisi olabileceği Roland'ın aklının ucundan bile geçmedi.


2

Eddie'nin hemen, "Suzie'nin Gezinti Bisikleti" adını verdiği aracın üzerinde üç marka göze çarpıyordu. Biri, Honda'ydı; biri Takuro'ydu (sü-Pergripten önce çok popüler bir ithal araba olan Takuro Spirit'teki gibi); ve üçüncüsü de Kuzey Merkez Pozitronik'ti. Dördüncü bir yazı ise AMERİKAN ORDUSU MALİ olduğunu belirtiyordu.

Susannah gönülsüzce de olsa sonunda aracın üzerinden indi. Tanrı '■'yordu ya daha görülecek pek çok şey vardı; sanki bir define mağarasındaydılar. Daralan boğazı yiyeceklerle doluydu (çoğu muhtemelen Nj gel'ın sandviçleri kadar lezzetli olamayacak donmuş yiyeceklerdi, ama hic olmazsa karınlarını doyururdu). Ayrıca şişelerce su, kutuda içecekler (bolca Kola ve Nozz-A-La vardı ama alkollü içki yoktu) ve vaat edilen propan ocak vardı. Ayrıca kasalarca silah buldular. Bazılarının üzerinde AMERİKAN ORDUSU yazıyordu ama hepsinin değil.

En temel yetenekleri ortaya çıkmıştı: Cort olsa, gerçek bağ derdi Roland onları bilerek ortaya çıkarmamış olsaydı ömürlerinin büyük bölümünde uykuda kalacak, bazen başlarını belaya sokacak kadar uzun süre kendini gösterip kaybolacak yetenekler ve içgüdüler yüzeye çıkmıştı. R0. land onları derinliklerden çıkarmış... üzerlerine titremiş... ve sonra dişlerini ölümcül bir sivriliğe ulaşana dek törpülemişti.

Roland torbasından geniş bir manivela çıkarıp kasaları açarken hiçbiri konuşmadı. Susannah hayatı boyunca beklediği Gezinti Bisikleti'ni; Eddie espri yapmayı; Roland ise o uğursuz hissi unutmuştu. Bütün dikkatleri kendileri için bırakılan silahlara yönelmişti ve gerek ilk bakışta, gerekse kısa bir incelemeden sonra olsun her birini ustalıkla kullanabileceklerine şüphe yoktu.

Bir kasa, namluları yağla kaplı, ateşleme mekanizmaları muz yağı kokan AR-15 tüfeklerle doluydu. Eddie tüfeklere eklenmiş olan atış düzenleyici mekanizmalarım fark etti ve 15'lerin yanındaki kasaya baktı. İçinde yine plastiğe sarılmış ve yağlarla kaplı tamburalar vardı. White Heat gibi gangster epiklerinde görülen Thompson makineli tüfeklerinin tamburalarına benziyorlardı ama bunlar daha büyüktü. Eddie 15'lerden birini alıp çevirdi ve beklediği şeyi gördü: tamburaları silahlara takmak ve onları ölüm makinelerine çevirmek için bir klips. Her tambura kaç mermi alıyordu? Yüz mü? Yüz yirmi beş? Büyük bir grubu yere sermeye yetecek kadar olduğuna şüphe yoktu.

Her birinin üzerine STC harfleri işaretlenmiş bir kasa dolusu roket kovanı hemen yan taraftaydı. Mağara duvarına asılmış bir rafta yarım düzine el fırlatıcısı bulunuyordu. Roland üzerlerindeki atom simgesini işaret ederek başını iki yana salladı. Ne kadar etkili olurlarsa olsunlar ölümcul olabilecek potansiyel radyasyon yayabilecek silahlar kullanmalarını isliyordu. Işın'a zarar vermelerini önlemek için Kırıcılar'ı öldürmekte reddüt etmeyecekti ama bunu ancak son çare olarak düşünüyordu. Gaz maskeleriyle dolu bir metal tepsinin iki yanında (Jake tuhaf böceklerin kesik kafaları gibi görünen maskeleri iğrenç bulmuştu) iki kasa dolusu tabanca vardı: kabzalarına COYOTE adı işlenmiş kısa namlulu otomatik tabancalar ve Cobra Star adındaki ağır makineliler vardı. Her ikisi de Ja-ke'e çekici gelmişti (aslında bütün silahları beğenmişti) ama Star'lardan birini aldı, çünkü kaybettiği tabancaya benziyordu. Kabzayı tutan klips aynı anda on beş ya da on altı mermiyi tutabiliyordu. Bu sayma değil, bakma ve bilme işiydi.

"Hey," dedi Susannah. Mağaranın ağzına geri dönmüştü. "Şunlara bakın. Sneetch 1er."

"Kasanın kapağına bakın," dedi Jake, Susannah'nın yanına gittiklerinde. Susannah kapağı bir kenara koyunca Jake aldı ve inceledi. Alnında şimşek şeklinde yara izi olan gülümseyen bir çocuğun resmi vardı. Yuvarlak çerçeveli gözlükler takmıştı ve elindeki sihirbaz değneğini havada süzülen bir sneetch'e doğrultmuştu. Resmin altında şu yazı vardı:
449. FİLO MALI 24 "SNEETCH"

HARRY POTTER MODELİ

SERİ NO 465-17-CC NDJKR
"449'a Bulaşmayın!"

"SlytherirTinizi tekmeleriz!

Kasanın içinde, plastik yuvalan içine yerleştirilmiş yumurtalara benzeyen iki düzine sneetch vardı. Roland ve dostlarından hiçbiri Kurtlar'la yaptıkları savaş sırasında bunlardan birini yakından inceleme fırsatı bulama-■roşh ama şimdi meraklarını ve ilgilerini gönüllerince tatmin edebilecekleri kadar bol vakitleri vardı. Her biri bir sneetch aldı. Tenis topu boyunda, ama Ç°k daha ağırdılar. Üzerlerindeki çizgiler, paralel ve meridyenlerle çevrili brelere benzemelerine yol açmıştı. Çelik gibi görünüyorlardı ama yüzeyle-n Çok sert kauçukmuş hissi veren hafif bir esnekliğe sahipti.

Her sneetch üzerinde bir kimlik plakası ve bir de düğme vardı. "BÜ onları uyandırıyor," diye mırıldandı Eddie ve Jake başını salladı. AyrıCa eğimli yüzeyi üzerinde tam parmak ucuna uygun büyüklükte çökük bir alan vardı. Jake patlayacağına veya parmağını koparacak bir mekanizmayı harekete geçireceğine dair en ufak bir korku duymaksızın oraya bastırdı. Çökük alanın altındaki düğme, programlamaya ulaşmak için kullanılıyordu. Bunu nereden bildiğini bilmiyordu ama öyle olduğundan emindi.

Sneetch'in yüzeyinden bir bölüm hafif bir mırıltıyla kayarak açıldı. Üçü sönük, biri yavaşça yanıp sönen dört minik ışık ortaya çıktı. O an 0 00 00 OO'ı gösteren yedi pencere vardı. Her birinin altında, sadece düzeltilmiş bir atacın ucuyla basılabilecek kadar ufak birer düğme vardı. "Bir böceğin kıçındaki delik büyüklüğünde," diye homurdandı Eddie birine basmayı denedikten sonra. Pencerelerin sağında iki düğme daha vardı; K ve B olarak işaretlenmişlerdi.

Jake sneetch'i Roland'a gösterdi. "Bu KUR, diğeri de BEKLE. Sence de öyle mi? Bence öyle."

Roland başını salladı. Daha önce böyle bir silaha hiç rastlamamış -en azından o kadar yakından incelememişti- ama pencereleri görünce ne için olduklarını hemen anladı. Atom-roketi fırlatıcıların aksine sneetch' lerin işlerine yarayabileceğini düşündü. KUR ve BEKLE.

KUR... ve BEKLE.

"Tüm bunları bizim için buraya Ted ve dostları mı bırakmış?" diye sordu Susannah.

Kimin bırakmış olduğu Roland'ın umurunda değildi -oradaydılar ve bu kadarı yeterdi- ama yine de başını salladı.

"Nasıl? Ve nerden bulmuşlar?"

Roland bilmiyordu. Tek bildiği, mağaranın bir ma'sun-savaş sandığı olduğuydu. Aşağıdaki yerleşim bölgesindeki insanlar Eld soyunun mensuplarının korumaya ant içtiği Kule'ye savaş açmıştı. Tefi ile onları gafil avlayacak ve bu silahlarla tüm düşmanlarını hepsinin çizmelerinin burnu gökyüzüne bakana dek avlayacak, avlayacaktı.

Ya da kendileri ölene dek.

"Belki bize bıraktığı makaralardan birinde anlatıyordur," dedi Jake.

Yeni Cobra otomatiğinin emniyetini kapatıp keseye, kalan Orizala-rın yanına koymuştu. Susannah da Annie Oakley gibi parmağında birkaç kez çevirdikten sonra Cobralardan birinde karar kılmıştı.

"Belki anlatıyordur," diyerek Jake'e gülümsedi. Susannah kendini fi. ziksel olarak bu kadar iyi hissetmeydi epey olmuştu. Kendini hamile hissetmediği. Ama kafası rahat değildi. Belki de huzursuz olan ruhuydu.

Eddie'nin elinde yuvarlanıp üç ip parçasıyla bağlanmış bir kumaş parçası vardı. "Şu Ted denen adam bize hapishane-kampının bir haritasını bıraktığını söylemişti. Bahse girerim bu odur. Benden başka bakmak

isteyen?"

Hepsi istiyordu. Jake, Eddie'nin haritayı açmasına yardım etti. Brau-tigan onları haritanın kaba olduğuna dair uyarmıştı ve öyleydi de: bir dizi daire ve dörtgenden ibaret olduğu söylenebilirdi. Susannah kasabanın adını görünce -Pleasantville- tekrar Ray Bradbury'yi düşündü. Haritayı çizenin N harfinin yanına bir soru işareti çizdiği kaba pusula Jake'i güldürdü.

Onlar bu kaba saba haritayı incelerken dışarıda uzun, dalgalı bir çığlık yükseldi. Eddie, Susannah ve Jake huzursuzca etrafına bakındı. Oy başını patilerinden kaldırıp kısaca hırladı ve ardından başını tekrar indirip uyumaya devam etti: Cehennemin dibine kadar yolun var kötü çocuk dostlarımla birlikteyim, sana aldıracak değilim.

"Nedir bu?" diye sordu Eddie. "Bir çakal mı? Kır kurdu mu?" "Bir tür çöl kurdu," dedi Roland. Yere çömelmiş (bu kalçasının en azından o an için iyi olduğunun göstergesiydi) ve kollarını dizlerine dolamıştı. Bakışlarını basit daireler ve dörtgenlerden bir anlığına bile ayırrna-mıştı. "can-toi-tete."

"Dan-tete gibi mi?" diye sordu Jake.

Roland, onu duymazdan geldi. Haritayı alıp arkasına bakmadan mağaradan ayrıldı. Diğerleri birbirlerine kısaca baktıktan sonra battaniyele' rini omuzlarına şal gibi örterek peşinden gitti.
3

Roland, Sheemie'nin (dostlarından biraz yardımla) onları getirdiği vere dönmüştü. Silahşor bu kez dürbünü almış, Mavi Cennet'e uzun uzun bakıyordu. Çöl kurdu arkalarında bir yerde tekrar uludu; loşlukta yalnız bir sesti.

Ve şimdi daha da loşlaşmış, diye düşündü Jake. Gözleri günün sona ermesine uyum gösteriyordu, ama yapay gün ışığı her zamankinden de parlak gibiydi. Gün ışığının ya tam güçle açık ya da tamamen kapalı pozisyonda olduğunu tahmin etti. Arası yoktu. Belki bütün gece açık bırakıyorlardı, ama Jake öyle olduğunu sanmıyordu. İnsanların sinir sistemleri birbirini takip eden gün ve gece kavramına göre ayarlanmıştı; bunu fen dersinde öğrenmişti. Hafif ışığa uzun süre tahammül edilebilirdi (kutup bölgesindeki ülkelerde yaşayanların yaptığı gibi) ama gerçekten ağır hasarlar verebilirdi. Jake aşağıda dizginleri ellerinde tutanların Kırıcılar'ın beyinlerine en ufak bir zararın bile gelmesini isteyeceklerini sanmıyordu. Ayrıca "güneşlerini" idareli kullanmak isteyeceklerdi; burada her şey eskiydi ve bozulmaya yüz tutmuştu.

Roland sonunda dürbünü Susannah'ya uzattı. "Çim kaplı dikdörtgenin iki ucundaki binalara dikkat et." Haritayı parşömen okumaya hazırlanan sahnedeki bir oyuncu gibi açıp kısaca baktı ve, "Haritada 2 ve 3 olarak numaralanmışlar," dedi.

Susannah binaları dikkatle inceledi. 2 numaralı bina, Efendi'nin Evi, elektrik mavisine boyanmış, beyaz süslü küçük bir evdi. Parlak renkleri ve saçaklarının altındaki gösterişli süslemelerle annesinin peri evi diyeceği türde bir yerdi.

Damli Evi çok daha büyüktü ve bakarken birkaç kişinin içeri girip aktığım gördü. Bazılarında sivillerin kaygısız havası vardı. Diğerleri çok daha tetikte görünüyordu. İki üç kişinin de kucaklarındaki ağır yüklerin altında ezilerek yürüdüğünü gördü. Dürbünü Eddie'ye uzattı ve onların K°derick'nin Evlatları olup olmadığını sordu.

"Galiba öyleler," dedi Eddie. "Ama tam olarak emin..."

"Rodları boş verin," dedi Roland. "Şimdi zamanı değil. O iki bina hakkında ne düşünüyorsun, Susannah?"

"Şey," dedi Susannah dikkatle (Roland'ın ondan ne istediğine dair zerre kadar fikri yoktu). "İkisi de çok bakımlı ve güzel. Özellikle de yol-culuğumuz boyunca karşılaştığımız viranelerle kıyaslarsak. Damli Evi denen yer gerçekten güzel. Kraliçe Anne dediğimiz tarzda yapılmış ve..."


Yüklə 2,92 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   62




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin