"Eddie! Hoş geldin!"
"Nefesini boşa... yorma," diye fısıldadı Eddie. "Gidiyorum, sevgilim,
geldiğim falan yok."
"Bu saçmalık..."
"Şşş," diye fısıldadı Eddie ve Susannah sustu. Saçını kavrayan el onu aşağı çekti. Susannah başını eğerek yaşayan dudaklarını son kez öptü. "Seni... bekleyeceğim," dedi Eddie gözle görülür bir çabayla.
Jake, Eddie'nin yüzünde boncuk boncuk ter belirdiğini gördü, ölen bedeninin yaşayan dünyaya son mesajlarıydı ve o an çocuğun kalbi, beyninin saatlerdir bildiğini kavradı. Ağlamaya başladı. Yakıp dağlayan göz-yaşlarıydı. Roland elini tutunca Jake onunkini şiddetle sıktı. Hem üzgündü, hem korkuyordu. Eddie'nin başına gelen hepsinin başına gelebilirdi'
Onun da.
"Evet, Eddie. Bekleyeceğini biliyorum," dedi Susannah.
"A..." O hırıltılı nefeslerden birini daha aldı. Gözleri değerli taşlar gibi parlıyordu. "Açıklıkta." Bir başka soluk. Hâlâ Susannah'nın saçını tutuyordu. Lamba her ikisini de gizemli, sarı bir ışıkla aydınlatıyordu. "Yolun sonundaki açıklıkta."
"Evet, sevgilim." Sesi artık sakinleşmişti ama bir gözyaşı damlası Eddie'nin yanağına düşüp çenesine doğru yuvarlandı. "Seni çok iyi duyuyorum. Beni bekle, seni bulayım ve birlikte gidelim. O zaman kendi bacaklarım üzerinde yürüyor olacağım."
Eddie, ona gülümsedi, sonra bakışları Jake'e yöneldi. "Jake... yanıma gel."
Hayır, diye düşündü Jake panikle. Hayır, yapamam, yapamam. Ama daha düşünürken bile onun kokusuna doğru eğilmeye başlamıştı. Eddie'nin saç diplerinde beliren ter damlacıklarını görebiliyordu.
"Beni de bekle," dedi Jake uyuşmuş dudaklarla. "Tamam mı, Eddie? Hepimiz birlikte gideriz. Daima olduğumuz gibi, ka-tet olarak gideriz." Gülümsemeye çalıştı ama başaramadı. Yüreği gülümseyemeyeceği kadar acıyordu. Kalbinin, taşların bazen kızgın ateşte yaptığı gibi göğsünün ortasında patlayıp patlamayacağını merak etti. Bu küçük bilgiyi arkadaşı i Benny Slightman'dan öğrenmişti. Benny'nin ölümü kötüydü ama bu bin I kat daha beterdi. Milyon kere daha kötüydü.
I Eddie başını iki yana sallıyordu. "O kadar... çabuk değil, dostum." I Titrek bir soluk aldı ve havada sadece kendisinin hissedebildiği dikenler I varmış gibi yüzünü buruşturdu. Sonra fısıldadı. Jake daha sonra fısıldamasının sebebinin takatinin kesilmesinden değil, sadece onun duymasını istediğinden olduğunu düşündü. "Mordred'e dikkat et... Dandelo'dan... sakın."
"Daniel mı? Eddie anlamı..."
"Dandelo." Gözleri irileşmişti. Korkunç bir çaba sarf ediyordu. Dinh'ini Mordred'den koru. Dandelo'dan da. Sen... Oy. Senin görevin." Bakışları Roland'a yöneldi, sonra tekrar Jake'e döndü. "Şşş." Sonra: "Ko-
"Ko... koruyacağım. Koruyacağız."
Eddie başını hafifçe salladı, sonra Roland'a baktı. Jake kenara çekildi ve Silahşor Eddie'ye doğru eğildi.
11
Roland daha önce hiç, Cuthbert Jericho Hill'de ona kahkahalarla veda ederken bile bu kadar parlak gözler görmemişti.
Eddie gülümsedi. "Ne günlerdi ama."
Roland başını salladı.
"Sen... sen..." Ama Eddie bitiremedi. Tek elini kaldırıp zayıfça çevirme hareketi yaptı.
"Dans ettim," dedi Roland başını sallayarak. "Commala dansı."
Evet, der gibi oynadı Eddie'nin dudakları ve o ıstırap veren nefeslerden birini daha içine çekti. Sonuncuydu.
"İkinci şansım için teşekkür ederim," dedi. "Teşekkür ederim... baba."
Hepsi buydu. Eddie'nin gözleri hâlâ ona bakıyordu ve hâlâ bilinçliydiler ama o son kelimeyle, baba ile tükenen nefesinin yerini yenisi almamıştı. Lambanın ışığı çıplak kollarına düşerek tüylerini altına çeviriyordu. Gök gürültüsü duyuldu. Sonra Eddie'nin gözleri kapandı ve başı yana düştü. İşi tamamlanmıştı. Yoldan ayrılıp açıklığa adım atmıştı. Bir daire şeklinde etrafında oturdular ama artık bir ka-tet değillerdi.
12
Bundan otuz dakika sonrasıydı...
Roland, Jake, Ted ve Sheemie çarşının ortasında bir bankta oturuyordu. Dani Rostov ve bankacıya benzeyen adam yakınlarındaydı. Susannah disiplin memurunun yatak odasında, kocasının bedenini gömülme-den önce yıkıyordu. Oturdukları yerden sesini duyabiliyorlardı. Şarkı söylüyordu. Bütün şarkılar daha önce Eddie'nin söylediğini duydukları şarkılar gibiydi. Biri "Born To Run"dı•. Bir başkası Calla Bryn Sturgis'ten "Pirinç Şarkısı"ydı.
"Gitmemiz gerek, hem de hemen," dedi Roland. Eli kalçasında, ovuşturuyor, ovuşturuyordu. Jake cebinden bir şişe aspirin çıkarıp (nereden bulduğunu Tanrı bilirdi) üç tanesini kuru kuru yuttuğunu görmüştü. "Sheemie, bizi gönderecek misin?"
Sheemie başını salladı. Dinky'den destek alarak banka kadar topallamış ve hâlâ hiçbiri ayağındaki yarayı inceleme fırsatı bulamamıştı. Topallaması diğer meselelerin yanında çok önemsiz kalıyordu; Sheemie Ruiz o gece ölecekse bunun sebebi Gök Gürültüsü ile Amerika arasında bir kapı açması olacaktı elbette. Bir başka tüketici teleportasyon aktivitesi onun için ölümcül olabilirdi, bunun yanında acıyan bir ayağın ne önemi vardı?
"Deneyeceğim," dedi. "Elimden geleni yapacağım, evet yapacağım." "New York'a bakmamıza yardım edenler bunu yapmamıza da yardım eder," dedi Ted.
Anahtar Dünya'nın Amerika tarafındaki zamanı öğrenmenin yolunu bulan Ted olmuştu. O, Dinky, Fred Worthington (bankacı tipli adam) ve Dani Rostov daha önce New York'ta bulunmuştu ve Times Meydanı'nın belirgin zihinsel görüntülerini getirebiliyorlardı: ışıklar, kalabalık, film afişleri... ve en önemlisi, her otuz saniyede bir Broadway ve Kırk Sekizinci So-kak'm tam bir turunu tamamlayan ve aşağıdaki insanlara günün olaylarını bildiren kayan dev haber bandı. Delik, BM adli tıp uzmanlarının Koso-va'daki toplu mezarları incelediğini, Başkan Yardımcısı Gore'un günü Başkan'ın kampanyası için New York'ta geçirdiğini ve Yankees'in önceki akşamki maçı kaybettiğini öğrenmelerine yetecek kadar süre açık kalmıştı.
Sheemie diğerlerinin yardımıyla deliği daha uzun süre açık tutabilirdi (hepsi hareketli New York akşamının parlak ışıklarına bir tür aç şaşkınlıkla hakıyor, o an Kırmıyor, Açıp Görüyordu) ama buna gerek kal.madı. Beysbol maçının sonucunun ardından birkaç metre boyunda sarı yeşil harfler ve rakamlarla yazılmış olan tarih ve saat gözlerinin önünden kayarak geçti: 18 HAZİRAN 1999, 9.19 ÖS.
Jake Stephen King'in bir günden az bir ömrünün kaldığı Anahtar Dünya'ya baktıklarından nasıl emin olabildiklerini sormak için ağzını açtı, sonra bir şey demeden kapattı. Cevap her zaman olduğu gibi zamandaydı, aptal: 9:19'un rakamlarının toplamı on dokuz ediyordu.
13
"Peki bunu ne zaman gördünüz?" diye sordu Roland. Dinky hesapladı. "En az beş saat olmuştur. Vardiya değişimini duyuran boru çalıp güneşin sönmesi temel alınarak."
Demek ki şu an diğer tarafta saat sabah iki buçuk olmalı, diye hesapladı Jake saatleri parmaklarıyla sayarak. Düşünmek o an çok zordu, en basit toplama işlemi bile aklında sürekli Eddie olduğu için zaman alıyor, sonuca ancak çaba gösterirse ulaşabiliyordu. Ama sadece beş saat olduğundan emin olamazsın, çünkü Amerika tarafında zaman daha hızlı akıyor. Kırıcılar Işın'a zarar vermeyi kestiği için bu değişebilir -zamanın akış hızı eşitlenebilir- ama muhtemelen henüz değil. Şu an büyük ihtimalle orada daha hızlıdır.
Ve kayabilirdi.
Stephen King 19 Haziran sabahı bir an ofisinde, daktilosunun önünde sapasağlam otururken bir sonraki an... bam! O akşam King'in ne tür bir tören isteyebileceğine karar vermeye çalışan, yas tutan kederli ailesi etrafını sarmış halde bir cenaze evinin salonunda yatıyor olabilirdi. Bu bilginin vasiyetnamesinde olmadığını düşünecekler, hatta belki nereye gömüleceğine karar vermeye çalışacaklardı. Sekiz on saat göz açıp kapayıncaya dek geçmiş olacaktı. Ve Kara Kule? Stephen King'in versiyonu olan Kara Kule? Ya da Gan'ın veya Pn'm'in versiyonu? Hepsi sonsuza dek yok olacaktı. Ve duyduğunuz o ses? Discordia'nın derinliklerinde gülen Kızıl Kral'ın sesi olmalıydı. Belki örümcek-çocuk Mördred da onunla birlikte gülecekti.
Eddie'nin ölümünden sonra ilk kez kederden başka bir şey Jake'in zjhninde öne çıktı. Hafif bir tik tak sesiydi; Roland ve Eddie programladığında sneetch'lenn çıkardığı sesler gibiydi. Jake o sesleri sneetch'leri ffaylis'e vermelerinden hemen önce duymuştu. Zamanın sesiydi ve zaman dostları değildi.
"Haklı," dedi Jake. "Hâlâ bir şeyler yapabilecekken gitmemiz gerek." Ted, "Susannah da..."
"Hayır," dedi Roland. "Susannah burda kalacak ve sizler de Eddie'yi gömmesine yardım edeceksiniz. Kabul ediyor musunuz?"
"Evet," dedi Ted. "Elbette. Siz bu şekilde karar verdiyseniz." "Eğer..." Roland tek gözünü kısıp diğerini karanlığa dikerek hesapladı. "Eğer yarından sonraki gece bu saatlerde dönmemiş olursak Uç-Dünya'ya, Fedic'e geldiğimizi varsayın." Evet, Fedic'e gittiğimizi varsayın, diye düşündü Jake. Elbette. Mantıklı davranıp öldüğümüzü veya geçiş karanlığında kaybolduğumuzu düşünmenizin ne yararı olacak?
"Fedic'i biliyor musunuz?" diye soruyordu Roland.
I "Buranın güneyinde, değil mi?" diye sordu Worthington. Küçük Dani
I ile birlikte yanlarına gelmişti. "Ya da bir zamanlar güney olan tarafta mı demeliyim? Trampas ve diğerleri ordan hayaletliymiş gibi bahsediyordu." I "Gerçekten de öyle," dedi Roland sert bir ifadeyle. "Buraya döne-mezsek Susannah'yı Fedic'e giden bir trene bindirebilir misiniz? Birkaç I trenin çalışıyor olması gerektiğini biliyorum çünkü..." I "Yeşil Pelerinliler mi?" dedi Dinky başını sallayarak. "Ya da sizin deyi-I minizle Kurtlar. D-Hattı trenlerinin hepsi çalışıyor. Otomatik işliyorlar." I "Mono trenler mi? Konuşuyorlar mı?" diye sordu Jake. Aklına Bla-I 'ne gelmişti.
I Dinky ve Ted birbirine şüpheyle baktı, sonra Dinky, Jake'e döndü ve I "muzlarını silkti. "Nerden bilelim? D-Hattı hakkında neredeyse hiç bil-h'myok, burdaki herkes için geçerli bu. En azından Kırıcılar için. Sanırım muhafızların bizden daha fazla bilgisi vardır. Ya da surdaki tipin." Baş-parmağıyla, başını ellerinin arasına almış, Efendi'nin Evi'nin önünde oturmakta olan Tassa'yı gösterdi.
"Yine de Susannah'ya dikkatli olmasını söyleriz," diye mırıldandı Roland, Jake'e. Jake başını salladı. Galiba yapabileceklerinin en iyisi buydu ama bir sorusu daha vardı. Roland duymadan uygun bir zamanda Ted veya Dinky'ye sormaya karar verdi. Susannah'yı orada bırakma fikrinden hiç hoşlanmıyordu -kalbinin derinliklerinden bir ses onu bırakmamalarını haykırıyordu- ama Eddie'yi gömmeden oradan ayrılmayacağını biliyordu. Bunu Roland da biliyordu. Gelmesini sağlayabilirlerdi ama bunu sadece gözlerini ve ağzım kapatarak başarabilirlerdi ve bu, halihazırda hiç iyi olmayan durumu kötüleştirmekten başka bir işe yaramazdı.
"Belki birkaç Kırıcı, Susannah ile birlikte güneye gitmek isteyebilir," dedi Ted.
Dani başını salladı. "Size yardım ettiğimiz için pek sevilmiyoruz," dedi. "En kötü muameleyi Ted ve Dinky görüyor, ama biri yarım saat önce şunu almak için odama gittiğim sırada bana tükürdü." Epeyce yıpranmış ama çok sevildiği belli olan bir oyuncak ayıcığı gösterdi. "Siz etraftayken bir şey yapacaklarını sanmam ama siz gidince..." Omuz silkti. "Anlayamıyorum," dedi Jake. "Artık özgürler." "Ne yapmak için özgür?" diye sordu Dinky. "Bir düşün. Pek çoğu Amerika tarafında topluma uyum sağlayamamış kişilerdi. Beşinci tekerlekler. Oysa burda en önemli kişilerdik ve her şeyin en iyisine sahiptik. Artık hiçbiri kalmadı. O açıdan bakınca anlaması o kadar zor mu?" "Evet," dedi Jake açıkça. Galiba anlamak istemiyordu. "Bir şeyi daha yitirdiler," dedi Ted usulca. "Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451 adında bir romanı var. 'Yakmak bir zevkti.' İlk satırı bu. Eh, Kırmak da bir zevkti."
Dinky başını sallıyordu. Worthington ve Dani Rostov da öyle. Sheemie bile başını sallıyordu.
14
Eddie hâlâ lambanın aydınlığında yatıyordu ama yüzü artık tertemizdi ve yatağın örtüsü geriye katlanıp karın hizasına çekilmişti. Susannah, ona bir yerlerden bulduğu (muhtemelen disiplin memurunun gardırobundan, diye düşündü Jake) temiz, beyaz bir gömlek giydirmişti. Bir de jilet bulmuş olmalıydı zira Eddie'nin yanakları pürüzsüzdü. Jake, Susannah'yı orada oturur, ölmüş kocasının yüzünü tıraş eder halde -bir yandan da "Commala-ge]-ge\, pirinçler yerden biter," diye şarkı söylerken- hayal etmeye çalıştı ve önce beceremedi. Sonra görüntü zihninde öyle canlı bir şekilde canlandı ki, hıçkırıklara boğulmamak için büyük bir çaba göstermesi gerekti.
Susannah, Roland onunla konuşurken sessizce dinledi. Ellerini kucağına kavuşturmuş, başı öne eğik halde yatağın kenarında oturuyordu. Silahşor, Susannah'nın evlilik teklifi alan utangaç bir bakireye benzediğini düşündü.
Sözlerini bitirdiğinde hiçbir şey söylemedi.
"Sana anlattıklarımı anlıyor musun, Susannah?"
"Evet," dedi Susannah başını kaldırmadan. "Erkeğimi gömeceğim. Ted ve Dinky, bana yardım edecek, belki de arkadaşlarının..." Bu kelimeyi Roland'a hâlâ orda olduğuna dair umut veren sert bir tonla söylemişti, "...onu benden alıp linç etmesini önlemeye çalışacaklar."
"Ve sonra?"
"Ya buraya dönüp beni bulacaksınız ve Fedic'e beraber döneceğiz ya da Ted ve Dinky beni bir trene bindirecek ve tek başıma gideceğim."
Jake, Susannah'nın sesindeki soğuk kopukluktan nefret ediyor, bu ses tonu onu aynı zamanda dehşete düşürüyordu. "Diğer tarafa neden gitmemiz gerektiğini biliyorsun, değil mi?"
"Hâlâ vakit varken yazarı kurtarmak için." Eddie'nin ellerinden birini tutmuştu. Jake, genç adamın tırnaklarının tertemiz olduğunu şaşkmlıkla fark etti. Acaba altlarındaki pislikleri temizlemek için ne kullanmıştı., disiplin memurunun babası gibi bir manikür seti mi vardı? "Sheemie Ayı ve Kaplumbağa Işını'nı kurtardığımızı söylüyor. Gülü kurtardığımızı sanıyoruz. Ama yapılacak en az bir işimiz daha var. Yazar. Tembel yazar." Susannah başını kaldırdı, gözleri parlıyordu. Jake aniden sai Stephen King ile karşılaştıklarında -karşılaşırlarsa- Susannah'nın yanlarında olmamasının daha iyi olacağını düşündü.
"Kurtarsanız iyi olur," dedi. Detta'nın sesine sızan varlığını hem Jake, hem Roland fark etmişti. "Bugün olanlardan sonra kurtarsanız iyi edersiniz. Ve bu kez yazmayı bırakmamasını söyle, Roland. Kanser de olsa, aleti kangren de olsa, başına taş da yağsa bırakmayacak. Pulitzer Ödü-lü'nü falan da düşünmesin. Yazmaya devam edip o kahrolası hikâyesini bitirsin."
"Mesajını iletirim," dedi Roland. Susannah başını salladı.
"Bu iş bitince yanımıza geleceksin," dedi Roland sorarcasına. "Bizimle gelecek ve son işi bitireceksin, değil mi?"
"Evet," dedi Susannah. "İstediğimden değil -içimde heves meves kalmadı- o yapmamı isteyeceği için." Nazikçe, şefkatle, Eddie'nin elini göğsüne, diğer elinin üzerine koydu. Sonra parmağını Roland'a uzattı. Ucu hafifçe titriyordu. "Sakın yine, 'biz ka-tef'ız, çoktan oluşmuş tekiz,' zırvalarına başlama. Çünkü o günler artık sona erdi. Değil mi?" "Evet," dedi Roland. "Ama Kule hâlâ ayakta. Ve bekliyor." "Onun için de hevesimi kaybettim, koca adam." Neredeyse Detta konuşuyor gibiydi. "Doğruyu söylüyorum."
Ama Jake doğru söylemediğini anladı. Kara Kule'yi görmeyi en az Roland kadar istiyordu. En az Jake kadar. Tet'leri parçalanmış olabilirdi ama ka hâlâ varlığını sürdürüyordu. Ve Susannah bunu onların hissettiği gibi hissediyordu.
15
Gitmeden önce onu öptüler (Oy da yüzünü yaladı).
"Dikkatli ol, Jake," dedi Susannah. "Sağ salim geri dön, tamam mı? Eddie de aynı şeyi söylerdi."
"Biliyorum," dedi Jake ve onu tekrar öptü. Gülümsüyordu, çünkü Eddie'nin ona kıçını kollamasını, zaten ortadan çatlamış olduğunu söylediğini duyabiliyor ve tekrar ağlamaya başlamaktan korkuyordu. Susannah ona bir süre daha sıkıca sarıldıktan sonra bıraktı ve yatakta kıpırtısızca, soğukça yatmakta olan kocasına döndü. Jake, Susannah'nın Jake Chambers veya Jake Chambers'ın kederi için ayrılacak vakti olmadığını anladı. Kendi kederi baş edilemeyecek kadar büyüktü.
16
Dinky süitin dışında, kapının hemen yanında bekliyordu. Roland, Ted ile derin bir konuşmaya dalmıştı. Bir yandan da yürüyorlardı. Koridorun sonuna varmışlardı. Jake tekrar Sheemie'nin diğerlerinin de yardımıyla onları Amerika tarafına göndereceği çarşıya döndüklerini tahmin etti. Ve bu ona bir şey hatırlattı.
"D-Hattı trenleri güneye gidiyor," dedi Jake. "Daha doğrusu güney olduğu varsayılan tarafa, değil mi?"
"Öyle denebilir, ufaklık," dedi Dinky. "Bazı makinelerin isimleri var. Mesela Leziz Yağmur veya Kar Ülkesi Ruhu ama hepsinin harfleri ve rakamları var."
"D, Dandelo'dan mı geliyor?"
Kafası karışan Dinky, ona kaşlarını çatarak baktı. "Dandelo mu? O da ne?"
Jake başını iki yana salladı. Dinky'ye kelimeyi nerden duyduğunu bite söylemek istemiyordu.
"Şey, bilemiyorum," dedi Dinky tekrar yürümeye başladıklarında "Ama D'nin hep Discordia'dan geldiğini düşündüm. Çünkü trenlerin son durağının orası olduğu sanılıyor, evrenin en kötü topraklarının derinliklerinde bir yer."
Jake başını salladı. Discordia'nın D'si. Mantıklıydı. Biraz.
"Sorumu cevaplamadın," dedi Dinky. "Dandelo nedir?"
"Gök Gürültüsü İstasyonu'nda gördüğüm, duvara yazılmış bir kelime sadece. Muhtemelen hiçbir anlamı yok."
17
Bir grup Kırıcı, Corbett Yatakhanesinin dışında bekliyordu. Yüzlerinde sert ve korkulu ifadeler vardı. Dandelo'nun D'si, diye düşündü Jake. Discordia'nın D'si. Ve düş kırıklığının D'si.
Roland kollarını göğsünde kavuşturarak onlara döndü. "Adınıza konuşacak olan kim?" diye sordu. "Öyle biri varsa öne çıksın çünkü burdaki zamanımız doldu."
Gri saçlı bir adam -o da bankacı tipliydi- bir adım öne çıktı. Üzerinde gri bir pantolon, yakası açık beyaz bir gömlek ve düğmeleri iliklenmemiş bir yelek vardı. Yelek sarkmıştı. Onu giyen adam da öyle.
"Hayatlarımızı elimizden aldınız," dedi. Bu sözleri huysuzlukla karışık tatmin ifadesiyle söylemişti; sanki bu sonun geleceğini (ya da buna benzer bir sonun) eskiden beri biliyordu. "Bildiğimiz hayatları. Karşılığında bize ne vereceksiniz, Bay Gilead?"
Bunun üzerine onaylayan mırıltılar oldu. Bunu duyan Jake Chambers hayatı boyunca hiç olmadığı kadar öfkelendi. Eli kendi iradesiyle hareket ediyormuşçasına Coyote makineli tüfeğe uzanarak silahı okşadı ve şeklinde soğuk bir rahatlık hissi buldu. Hatta kederinden kısacık bir süre için bile olsa uzaklaştı. Ve Roland bunu anladı. Arkasına hiç bakmadan uzandı ve elini Jake'inkinin üzerine koydu. Çocuğun elini silahı bırakana dek sıktı.
"Madem sordunuz, size ne vereceğimi söyleyeyim," dedi Roland. »Evreni yok etmek için çaresiz çocukların beyinleriyle beslendiğiniz bu yeri yakıp kül etmeye niyetliydim; evet, ayakta tek bir yapı bile bırakmayacaktım. Elimizde yanmayacak her şeyi havaya uçuracak uçan toplardan var. Size Whye Nehri'nin ve ötesindeki Callalar'ın bulunduğu yönü gösterecek ve babamdan öğrendiğim bir bedduayla gönderecektim: uzun yaşa-yln ama sağlığınız iyi olmasın."
Bunun üzerine kırgın mırıltılar oldu ama kimse Roland ile göz göze gelmeye cesaret edemedi. Hepsinin adına konuşmayı kabul etmiş olan adam (Jake onca hiddetine rağmen adamın cesaretini gönülsüzce de olsa takdir etti) her an bayılabilecekmiş gibi ayakta sallanıyordu.
"Callalar şu tarafta," dedi Roland işaret ederek. "Gidecek olursanız bazılarınız -hatta belki çoğunuz- yolculuk sırasında ölebilir, çünkü dışar-da aç hayvanlar ve zehirli sular var. Calla ahalisinin yalan söyleseniz de kim olduğunuzu ve ne yaptığınızı bileceğinden hiç şüphem yok zira aralarında Manniler var ve onlar pek çok şeyi görebilir. Yine de orda ölümden ziyade bağışlanma bulabilirsiniz, çünkü bu insanların kalplerindeki affetme kapasitesi sizin anlama kabiliyetinizin çok ötesinde. Ya da benim.
"Sizi işe koşacaklarından ve ömrünüzün geri kalanının konfordan uzak, ter ve güçlükler içinde geçeceğinden hiç şüphem yok ama size yine de gitmenizi öneririm. Belki yaptığınızın kefaretini ödemek için bir fırsat bulursunuz."
"Ne yaptığımızı bilmiyorduk, seni korkunç adam!" diye öfkeyle bağırdı bir kadın arka taraftan.
"BİLİYORDUNUZ!" diye bağırdı Jake de. O kadar yüksek sesle bağırmıştı ki gözlerinin önünde siyah benekler uçuştu ve Roland'm eli hemen makineli tüfeğin üzerindeki eline kapandı. Coyote ile bu insanların üzerine kurşun yağdırıp bu korkunç yere daha fazla ölüm getirir miydi? Bilmiyordu. Tek bildiği, bir silah tutuyorsa bir silahşorun ellerinin artık °na ait olmayabileceğiydi. "Sakın bilmediğinizi söylemeye kalkmayın! Bi-kyordunuz!"
"Size şu kadarını vereceğim, size yarasın," dedi Roland. "Dostlarımla -hayatta olanları kastediyorum ama eminim kaybettiğimiz yoldaşımız da bizimle aynı fikirde olacaktır- buraya dokunmayacağız. Sizi hayatınızın sonuna kadar idare edecek yiyecek olduğundan eminim. Ayrıca istediğinizin bu olduğunu düşünmüyorsanız size yemek pişirecek, giysilerinizi yıkayacak, hatta kıçlarınızı silecek robotlar da var. Kefaret yerine Arafı tercih ediyorsanız burda kalın. Yerinizde olsam kalmazdım. Demiryolunu takip eder, gölgelerden uzak dururdum. Neler yaptığınızı onlar size söylemeden siz onlara anlatın ve başınız çıplak halde diz çöküp onlardan af dileyin."
"Asla!" diye bağırdı biri inatçı bir ifadeyle ama Jake bazılarının kararsız göründüğünü düşündü.
"İstediğinizi yapın," dedi Roland. "Ben son sözümü söyledim ve bana bir daha karşılık veren sonsuza dek sesini çıkaramayabilir zira dostlarımdan biri, kocası için cenaze hazırlıkları yapıyor, içim öfke ve kederle dolu. Daha fazla konuşacak mısınız? Öfkemi sınayacak mısınız? Cesaret edecek misiniz? Edecekseniz bununla yüzleşeceksiniz." Tabancasını çekti ve omuz hizasına kaldırdı. Jake de sonunda kendi silahını çekerek onun yanında yerini aldı.
Bir süre sessizlik oldu, sonra konuşan adam bakışlarını kaçırdı. "Bizi vurmayın bayım, yeterince can aldınız," dedi biri acı acı. Roland cevap vermedi ve kalabalık dağılmaya başladı. Birkaçı koşmaya başladı ve diğerleri bulaşıcıymış gibi onlara katıldı. Ağlayan birkaçı haricinde sessizce kaçtılar ve karanlık bir süre sonra hepsini yuttu. "Vay canına," dedi Dinky. Sesi yumuşak ve saygı doluydu. "Roland," dedi Ted. "Yaptıkları tamamen kendi kabahatleri değildi. Bunu açıklayabildiğimi sanmıştım ama sanırım pek iyi becerememişim."
Roland tabancasını kılıfına koydu. "Mükemmel bir iş çıkardın," dedi-"Bu yüzden hâlâ hayattalar."
Şimdi çarşının Damli Evi'ne bakan ucu yine onlara kalmıştı. Shee-mie topallayarak Roland'a doğru yürüdü. İrileşmiş gözlerinde ciddi bir ifade vardı. "Bana nereye gitmek istediğini gösterecek misin, hayatım?" diye sordu. "Bana orayı gösterebilir misin?"
Orası. Roland zamana öylesine odaklanmıştı ki mekânı neredeyse hiç düşünmemişti. Ve Lovell'dayken üzerinde ilerledikleri yolun anısı hafızasından silinmek üzereydi. John Cullum'ın arabasını Eddie kullanıyordu ve Roland o sırada derin düşüncelere dalmış, yaşlı adamı istediklerini yapmaya ikna etmenin yollarını arıyordu.
"Ted, onu göndermenden önce sana bir yer göstermiş miydi?" diye sordu Sheemie'ye.
"Evet, göstermişti. Ama bana ne gösterdiğini kendisi bilmiyordu. Bir bebek resmiydi... tam olarak nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum... aptal kafa! Örümcek ağlarıyla kaplı!" Sheemie yumruğunu alnına indirdi.
Roland, Sheemie'nin kendisine bir kez daha vurmasına fırsat vermeden yumruğunu yakaladı ve parmaklarını açtı. Bunu şaşırtıcı bir şefkatle yapmıştı. "Hayır, Sheemie. Sanırım anladım. Bir düşünce... küçük bir çocuk olduğu zamanlardan bir anı buldun."
Ted yanlarına gelmişti. "Elbette, öyle olmalı," dedi. "Daha önce nasıl düşünemedim, hayret. Belki fazla basit olduğundan. Milford'da büyüdüm ve 1960'ta kendimi bulduğum yer coğrafi açıdan nerdeyse tıpatıp aynıydı. Sheemie at arabasıyla yaptığımız bir gezintinin veya Bridgeport'taki Jim Amca ile Molly Yenge'yi ziyarete giderken yaptığımız yolculuğun anısını bulmuş olmalı. Bilinçaltımdan bir şey." Başını iki yana salladı. "Gittiğim yerin tanıdık olduğunu biliyordum ama tabi aradan çok uzun yıllar geçmişti. Ben çocukken Merritt Parkway orda yoktu."
"Bana onun gibi bir resim gösterebilir misin?" diye Roland'a umutla sordu Sheemie.
Roland Lovell'da, 7 Numaralı yol üzerinde park ettikleri, Chayven'li Chevin'i ormandan dışarı çağırdığı yeri tekrar düşündü ama zihninde yeterince net bir görüntü canlandıramıyordu. Sadece oraya has bir özellik yoktu. Ya da o hatırlamıyordu.
Sonra aklına bir başka fikir geldi. Eddie ile ilgili bir fikir.
Dostları ilə paylaş: |