Stephen King Kara Kule Cilt7 Kule



Yüklə 2,92 Mb.
səhifə32/62
tarix03.12.2017
ölçüsü2,92 Mb.
#33720
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   62

"Sheemie!"

"Evet, bir zamanlar Will Dearborn olan Gilead'lı Roland!"

Roland uzanıp Sheemie'nin başını kavradı. "Kapa gözlerini, Stan-ley'nin oğlu Sheemie."

Sheemie gözlerini kapadı ve o da uzanıp Roland'ın başını tuttu. Roland gözlerini kapadı.

"Gördüğümü gör, Sheemie," dedi. "Nereye gideceğimizi gör. İyi gör."

Ve Sheemie gördü.


18

Roland gösterir, Sheemie görürken Dani Rostov yumuşakça Jake'e

seslendi.

Jake yanına geldiğindeyse ne yapacağından veya diyeceğinden emin değilmiş gibi duraksadı. Jake sormaya yeltenmişti ki kız dudaklarına bir öpücük kondurarak onu durdurdu. Dudakları inanılmayacak kadar yumuşaktı.

"İyi şans içindi," dedi ve Jake'in yüzündeki şaşkınlığı görüp yaptığının gücünü anlayınca çekingenliği azaldı. Kollarını Jake'in boynuna doladı (oyuncak ayısı hâlâ elindeydi, Jake sırtındaki yumuşak baskısını hissedebiliyordu) ve tekrar öptü. Minik, sert göğüslerinin baskısını hisseden Jake bu duyguyu ömrünün sonuna dek unutmayacaktı. Onu ömrünün sonuna dek unutmayacaktı.

"Bu da benim içindi." Jake'in konuşmasına fırsat vermeden Ted'in yanına döndü ve Jake yanakları kıpkırmızı olmuş halde başını öne eğerek durdu. Hayatı ona bağlı olsa bile konuşamazdı zaten. Boğazı adeta kilitlenmişti.

Ted, ona bakarak gülümsedi. "Bundan sonrakileri hep ilkiyle kıyaslayacaksın," dedi. "İnan bana, biliyorum."

Jake hâlâ konuşamıyordu. Dani, onu öpmek yerine kafasından yum-ruklasaydı yine aynı etki olurdu. O kadar sersemlemişti.


19

On beş dakika sonra dört adam, bir küçük kız, bir Hantal Billy ve bir şaşkın (ve son derece yorgun) çocuk çarşıda ayakta duruyordu. Çimlerle kaplı alanda sadece onlar vardı, diğer Kırıcılar ortalıkta görünmüyordu. Jake bulunduğu yerden Corbett Yatakhanesi'nin ilk katındaki Susan-nah'nın erkeğiyle ilgilendiği odadan yayılan ışığı görebiliyordu. Gök gürledi. Ted, Eddie'nin ölümünün akıllarının ucundan bile geçmediği Gök Gürültüsü İstasyonu'ndaki ofisin, asılı olan kırmızı ceketin cebindeki pirinç etikette NAKLİYE ŞEFİ yazan dolabındayken olduğu gibi tek konuşan kişiydi. "El ele tutuşun. Ve konsantre olun."

Jake, Dani Rostov'un eline uzandı ama Dinky hafifçe gülümseyerek başını iki yana salladı. "Belki başka zaman onunla el ele tutuşursunuz, kahraman, ama şimdi ortadaki sıçan olmak durumundasm. Dinh'in de öyle."

"Siz birbirinizin elini tutun," dedi Sheemie. Sesinde Jake'in daha önce duymadığı bir otorite vardı. "Yardımı olur."

Jake, Oy'u gömleğinin içine sokuşturdu. "Roland, Sheemie'ye gideceğimiz yeri gösterebildin..."

"Bak," dedi Roland ellerini tutarak. Diğerleri etraflarında dar bir çember oluşturmuştu. "Bak. Sanırım göreceksin."

Karanlıkta göz kamaştıran bir aralık belirdi ve Sheemie ile Ted'in Jake'in görüş alanından silinmesine neden oldu. Bir an için titreşti ve karardı. Jake yok olacağını sandı. Sonra tekrar parlaklaştı ve genişledi. Jake çok uzaklardan (suyun altındayken olduğu gibi) diğer dünyada bir arabanın veya kamyonun geçişini duydu. Ve önünde küçük, asfalt bir park yeri olan bir bina gördü. Üç araba ve bir kamyonet binanın önüne park edilmişti.

Gün ışığı, diye düşündü korkuyla. Çünkü Anahtar Dünya'da zaman 'ersine akmamışsa kaymış demekti. Bu Anahtar Dünya ise günlerden cumartesiydi, ayın on dokuzuydu ve yıl da...

"Çabuk!" diye bağırdı Ted gerçeklikteki parlak deliğin gerisinden. Gidecekseniz şimdi gidin! Kendinden geçmek üzere! Gidiyorsanız..."

Roland, Jake'i çekti. Heybesi sırtından havalanıp inmişti.

Bekle! diye bağırmak istedi Jake. Bekle, eşyalarımı unuttum!

Ama artık çok geçti. Kocaman ellerin göğsünü sıktığını ve ciğerlerindeki havanın bir anda boşaldığını hissetti. Basınç değişimi, diye düşündü. Yukarı düşüyormuş gibi hissetti ve bir an sonra kendini kaldırımın üzerinde sendeler buldu. Gölgesi topuklarının dibinde bitiyordu. Yüzünü buruşturup gözlerini kısarken beyninin gerisinde doğal gün ışığını son görüşünden bu yana ne kadar zaman geçmiş olduğunu düşünüyordu. Belki de Susannah'nın peşinden Geçit Mağarası'na girdiğinden beri görmüyordu.

Çok uzaklardan birinin -galiba onu öpen kızdı- iyi şanslar diye seslendiğini duydu ve sonra ses yok oldu. Gök Gürültüsü, Devar-toi ve karanlık artık yoktu. Amerika taraflıdaydılar, Roland'm anısının ve Shee-mie'nin gücünün -diğer dört Kırıcı ile arttırılmış güç- onları götürdüğü park yerindeydiler. Roland ve Eddie'nin Jack Andolini tarafından pusuya düşürüldüğü Doğu Stoneham Levazımatçısı'nm önündeydiler. Ama korkunç bir hata olmadıysa o günün yirmi yıl sonrasında olmalıydılar. 19 Haziran 1999'daydılar ve dükkânın vitrinindeki saat (BOAR'S HEAD ETLERİNİ YEMEK İÇİN HER SAAT MÜKEMMELDİR! yazısı bir yüzün etrafında çember oluşturuyordu) dört on dokuzu gösteriyordu.

Vakit dolmak üzereydi.

ÜÇÜNCÜ KISIM

BU ALTIN RENGİ VE YEŞİL IŞIKTA

VES' KA GAN

BİRİNCİ BÖLÜM BAYAN TASSENBAUM GÜNEYE GÖTÜRÜYOR


1

Jake Chambers kendi elinin neredeyse dünya dışından sayılabilecek kadar hızlı olduğu gerçeğini daha önce hiç düşünmemişti. Tek bildiği, De-var-toi'den Amerika'ya sendeleyerek geçtiğinde gömleğinin -Oy'un ağırlığıyla karnı hamile gibi şiş görünüyordu- eteklerinin pantolonunun belinden çıkmak üzere olduğuydu. Konu dünyalar arasında yolculuğa geldiğinde şansı hiç yaver gitmemiş olan Hantal Billy (son seferinde neredeyse bir taksinin altında kalıyordu) gömleğin içinden kurtulup düştü. Dünyadaki hemen hemen hiç kimse o düşüşü engelleyemezdi (ve Oy'un canı da muhtemelen yanmayacaktı) ama Jake hiç kimse değildi. Ka onu o kadar çok istemişti ki onu tekrar Roland'a kavuşturmak için ölümü bile bir şekilde alt etmişti. Eleri öyle büyük bir hızla hareket etti ki, bir an için görünmez oldular. Tekir göründüklerinde biri Oy'un ensesindeki kalın tüyleri, diğeriyse sırtının risindeki kısa tüyleri kavramıştı. Jake dostunu kaldırımın üzerine bıraktı. >y başını kaldırıp ona baktı ve kısaca havladı. İki ayrı düşünceyi dile getiri->r gibiydi: teşekkürler ve bir daha bunu sakın yapma.

"Haydi," dedi Roland. "Acele etmeliyiz."

Jake dükkâna doğru yürüyen Roland'm ardına düştü. Oy her zamanki gibi ayaklarının dibinde ilerliyordu. Kapının iç tarafına asılmış bir levha vardı. Üzerinde tıpkı 1977'deki gibi AÇIĞIZ, İÇERİ BUYURUN yazıyordu. Kapının solundaki cama şu yazı yapıştırılmıştı:


HAYDİ DURMAYIN

1. KİLİSE CEMAATİ

DOSTLUK YEMEĞİNE GELİN

19 Haziran 1999 Cumartesi 7. Karayolu ile Klatt Yolunun Kesişimi

PAPAZ EVİ (Arkada) 17.00-19.30

"SİZİ GÖRMEK BİZİM İÇİM DAİMA BİR ZEVK, KOMŞU!"

Jake akşam yemeği bir saate kadar başlayacak, diye düşündü. Masa örtülerini serip tabaklan yerleştirmeye başlamışlardır bile. Kapının sağ tarafına asılmış ilan daha da şaşırtıcıydı:

1. Lovell-Stoneham Gaipten-Gelenler Kilisesi 2. Tapmak için bize KATILACAK mısınız?

Pazar ayinleri: 10.00 Perşembe ayinleri: 19.00

HER ÇARŞAMBA GENÇLİK GECESİ!!! 19.00-21.00!

Oyunlar! Müzik! Dini dersler!

...VE...


GAİPTEN-GELENLERLE İLGİLİ HABERLER! Hey, Gençler!

"Ya Orda Olun ya da Kaybolun!" "Cennete Giden Kapıyı Arıyoruz... Bize katılacak mısınız?"

Jake, İkinci Cadde'yle Kırk Altıncı Sokak'ın köşesindeki sokak rahibi Harrigan'ı hatırladı ve bu iki kiliseden hangisinin ona çekici geleceğini merak etti. Mantığı ilki diyordu ama kalbi...

"Çabuk ol, Jake," dedi Roland. Silahşor kapıyı açınca bir zil sesi duyuldu. Dışarı süzülen güzel kokular Jake'e (Eddie'ye olduğu gibi) Cal-la'nın ana caddesindeki Took'un Dükkânı'nı hatırlattı: kahve ve nane şekeri, tütün ve salam, zeytinyağı, salamuranın tuzlu kokusu, şeker, baharat ve başka hoş kokular.

Yanında hiç olmazsa iki şey getirdiğini bilerek Roland'ın peşinden dükkâna girdi. Otomatik Coyote'yi kot pantolonunun beline sokmuştu ve içinde yarım düzine Oriza olan kese hâlâ omzunda asılıydı. Gerekirse içindeki tabaklara hemen uzanabilsin diye keseyi sol omzuna asmıştı.
2

Kapının zili ötüp hayatını bir kez daha altüst ettiği sırada (Kaplumbağayı çevirdin, derdi eskiler arabayı hendeğe yuvarlayınca) Wendell "Chip" McAvoy şarküteri bölümündeydi ve Bayan Tassenbaum için dilimlediği hindi salamını tartıyor, bir yandan da Keywadin Gölü'ndeki sayısı giderek artan jet-skileri tartışıyordu... daha doğrusu Bayan Tassenbaum tartışıyordu.

Chip Bayan T.nin tipik bir yaz ziyaretçisi olduğunu düşünüyordu: Karun kadar zengin (kârlı internet sitelerinden birine sahip olan kocasının zengin olduğu muhakkaktı), viski içmiş bir papağan kadar geveze ve morfin alemindeki Howard Hughes kadar çılgındı. Lüks bir yüzen ev alabilecek maddi rahatlığa sahipti (isterse onu çekmesi için iki düzine jet-ski de alabilirdi) ama gölün o kıyısındaki markete yıpranmış bir sandalla gel-mk> ipini John Cullum'ın O Gün'e (aradan geçen yıllar hikâyesini rafine edip saflaştırır, sıkça cilalanan tik bir mobilya gibi parlatırken Chip günün anlam ve önemini belirten büyük harfleri Yüce Tanrı'mızdan bahse-"en Rahip Conveigh gibi sesiyle vurgulamaya daima devam etmişti) dek "ağladığı yere bağlamıştı. Bayan Tassenbaum konuşkan, iyi görünümlü (gibi... galiba... makyajı ve saç spreyi dikkate alınmazsa), zengin ve Cum-huriyetçi'ydi. Chip McAvoy bu şartlar altında başparmağıyla terazinin köşesine hafifçe bastırmakta bir beis görmemişti... bu numarayı, ona dışarıdan gelenleri eğer onlara zarar vermeyecekse tırtıklamasının bir görev olduğunu ama yerel ahaliden hiç kimseyi, Lovell'daki Stephen King kadar zengin bile olsa tırtıklamaması gerektiğini söyleyen babasından öğrenmişti. Neden mi? Çünkü laf kulaktan kulağa dolaşır ve nihayetinde turistlerden başka müşteri bulamazlardı ve 7. Karayolu'nun her iki kıyısında kar seviyesinin üç metreyi bulduğu şubat ayında bu şekilde geçinmek imkânsızdı. Ancak şubat ayında değillerdi ve Bayan Tassenbaum o civardan değildi. Hayır, Bayan Tassenbaum ve Karun kadar zengin internet işadamı kocası ilk sarı yaprağın düşüşünü görür görmez Yahudi York'a geri dönecekti. Bu yüzden kadının altı dolarlık hindisini başparmağının baskısıyla yedi dolar seksen sente çıkarmakta hiçbir sakınca görmüyordu. Konuyu değiştirip Bili Clinton'ın ne kadar korkunç bir insan olduğunu söylemeye başladığında Bubba'ya iki kez oy vermiş olmasına ve anayasa tekrar aday olmasına olanak tanışa yine vereceğini bilmesine rağmen kadınla aynı fikirde olduğunu söylemekte de bir mahzur görmemişti. Bubba zekiydi, karşısındakileri istediklerini yapmaya ikna etmeyi iyi biliyordu, emekçileri tamamen unutmamıştı ve bir klozetten daha çok mal görmüştü.

"Ve şimdi Gore onun... başarısını kullanmayı umuyor!" dedi Bayan Tassenbaum çantasında çek defterini ararken (hindi terazide mucize eseri sekiz yüz gram daha ağırlaşmıştı). "İnterneti icat ettiğini iddia ediyor! Hıh! Çok biliyor o! İnterneti icat eden adamı tanıyorum!" Başını kaldırdı (Chip'in başparmağı artık teraziden uzaktı, böyle anlarda onu uyaran bir içgüdüsü vardı sanki) ve Chip'e muzipçe gülümsedi. Sesini aramızda... kalsın seviyesine indirdi ve, "Tanımam gerek," dedi. "Ne de olsa nerdeyse yirmi yıldır onunla aynı yatağı paylaşıyorum!"

Chip içten bir kahkaha attı, dilimlenmiş hindiyi teraziden aldı ve beyaz bir kâğıdın üzerine koydu. Jet-ski konusu bittiği için memnundu zır* kendisi de Oxford'daki Viking Motors'dan ('Oyuncaklı Erkekler') bir tane sipariş etmişti.

"Neden bahsettiğinizi biliyorum! Gore kaypak herifin teki!" Bayan Tassenbaum başını hevesle sallayınca Chip biraz daha devam etmeye karar verdi. Bir zararı olmazdı. "Örneğin saçı... saçma o kadar çok yabancı madde süren bir adama nasıl güvenebilir..."

Kapının üzerindeki zil tam o anda çaldı. Chip başını kaldırdı. Gördü. Ve dondu. O Gün'den beri köprünün altından çok su akmıştı ama Wendell "Chip" McAvoy tüm belayı başlatan adamı kapıdan girer girmez tanımıştı. Bazı yüzler asla unutulmazdı. Ve kalbinin derinliklerinde bir yerde korkunç mavi gözlü adamın işini bitirmediğini ve bir gün geri geleceğini hep bilmiyor muydu?

Onun için geri geleceğini?

Bu fikir onu hareketsiz kılan felç etkisini yok etti. Dönüp kaçtı. Ama daha iki adım bile atamamıştı ki dükkânın içinde... '77'de olduğundan daha büyük ve şıktı, babası sigorta yaptırmakta ısrar ettiği için Tanrı'ya şükürler olsun, gök gürültüsü gibi bir silah sesi duyuldu ve Bayan Tassenbaum tiz bir çığlık attı. Rafların arasında alışveriş yapmakta olan üç dört kişi şaşkınca dönüp baktı, içlerinden biriyse düşüp bayıldı. Chip bayılanın O Gün orada öldürülen iki kadından birinin en büyük kızı Rhoda Bee-mer olduğunu gördü. Sonra zaman geriye katlanmış gibi oldu ve yerde yatan mısır konservesinin gevşemiş parmaklarından düşerek yuvarlandığı Ruth gibi geldi. Bir kurşunun öfkeli bir arı gibi başının üzerinde vızıldadığını duydu ve durup ellerini havaya kaldırdı.

"Ateş etmeyin bayım," diye vızıldayan yaşlı, cılız sesini duydu. "Kasada ne varsa alın ama beni vurmayın!"

"Arkanı dön," dedi O Gün Chip'in dünyasını altüst eden, neredeyse ölümüne sebep olan (Bridgton'daki hastanede iki hafta yatmıştı) ve şimdi de bir çocuğun dolabında saklanan canavar gibi aniden ortaya çıkmış °lan adamın. "Geri kalanınız yere yatsın ama sen arkanı dön, dükkân sahibi. Arkanı dön ve beni gör. "Beni çok iyi gör."
3

Adam iki yana hafifçe sallanınca Roland, adamın bayılabileceğini düşündü. Beyninin hayatta kalmaya odaklı parçası bayılmanın ölümüne sebep olabileceğini belirtmiş olmalıydı ki dükkân sahibi bilincini korumayı başardı ve Silahşor'a doğru döndü. Üzerindeki kıyafet Roland'ın oraya son gelişinde giydiklerine tuhaf bir şekilde çok benziyordu; aynı kravatı ve önlüğü takıyor bile olabilirdi. Saçları hâlâ geriye doğru taralıydı ama artık hepsi bembeyazdı. Roland bir kurşunun sryırmasıyla -Silahşor'un bildiği kadarıyla Jack Andolini'nin silahından çıkan bir kurşundu- sol şakağından fışkıran kanı hatırladı. Şimdi orada grimsi yumru halinde bir yara izi vardı. Roland, adamın saçlarını yara izini gizlemekten çok ortaya çıkaracak şekilde taramış olduğunu düşündü. O gün ya eşek şansı tutmuştu ya da yaşaması ka'ma kararıydı. Roland daha çok ka olduğunu düşünüyordu.

Dükkân sahibinin gözlerindeki hastalıklı kavrayıştan onun da aynı şekilde düşündüğü anlaşılıyordu.

"Bir arabamobilin, kamyonmobilin veya taskin var mı?" diye sordu Roland tabancanın namlusunu dükkân sahibinin karnına doğru tutarak.

Jake, Roland'ın arkasına geldi. "Ne kullanıyorsun?" diye sordu dükkân sahibine. "Onu soruyor."

"Kamyonet!" diyebildi adam. "International Harvester pikap! Dışarıda, park yerinde duruyor!" Elini önlüğünün altına hızla uzattı; Roland'ın onu vurmasına ramak kalmıştı. Ama dükkân sahibi -neyse ki- bunu fark etmemiş görünüyordu. Kasadaki de dahil olmak üzere tüm müşteriler yerde yatıyordu. Roland, kadının satın almakta olduğu etin kokusunu hissetti ve midesi guruldadı. Yorgun, aç, fazlasıyla keder yüklüydü ve düşünmesi gereken çok fazla şey vardı. Gereğinden fazla. Aklı hepsine birden yetişemiyordu. Jake bu düşüncelerini bilse ona "bir molaya" ihtiyacı olduğunu söylerdi, ama Silahşor en azından o an için öyle bir lükse sahip değildi.

Dükkân sahibi ona anahtarlar uzatıyordu. Parmaklan titrediği için anahtarlar birbirine çarpıp şıngırdıyordu. Vitrin camından giren öğle sonrası güneşi anahtarlardan Silahşor'un gözlerine doğru kesik kesik yansıdı- Beyaz önlüklü adam önce izin istemeden elini önlüğünün altına sokmuştu (hem de hızla); şimdi de karşısındakini kör etmek istercesine yansımaya neden olan metal objeleri ona doğru tutuyordu. Ölmeye uğraşıyor gibiydi. Ama pusu gününde de öyle olmuştu, değil mi? Dükkân sahibi (o zaman hareketleri daha çevikti ve sırtındaki hafif kambur yoktu) etraflarında uçuşan kurşunlardan bihabermişçesine (başının yan tarafını sıyıran loırşunu da hissetmemiş gibiydi) ayak altından bir türlü çekilmeyen bir kedi gibi Eddie ve Roland'ın peşinden gelmişti. Roland adamın bir ara berberde saç tıraşı oluyormuşçasına rahat bir tavırla oğlundan bahsettiğini hatırladı. Bir ka-mai'ydi yani ve böyleleri genellikle fazla zarar görmezdi. En azından ka onların antikalıklarından bıkıp dünyadaki varlıklarının sona erdiğine karar verene dek.

"Kamyoneti alın ve gidin!" diyordu dükkân sahibi. "Sizin olsun! Kendi rızamla size veriyorum! Gerçekten!"

"O kahrolası anahtarları gözüme sokarcasma sallamayı kesmezsen alacağım şey kamyonetin değil, canın olacak, sai," dedi Roland. Tezgâhın gerisinde bir saat daha vardı. Bu dünyada insanlar çok sayıda edinirlerse zamanı kafesleyeceklerine inanryormuşçasına bir sürü saat olduğu dikkatini çekmişti. Saat dörde on vardı. Demek dokuz dakikadır Amerika tara-fındaydılar. Zaman süratle akıyor, akıyordu. Stephen King yakınlarda bir yerde öğle sonrası yürüyüşüne çıkmış olmalıydı ve kendisi bilmese de çok büyük bir tehlike içindeydi. Yoksa geç mi kalmışlardı? Kaza olmuş muydu? Yazarın ölümünün onları bir Işın Depremi gibi şiddetle etkileyeceğini düşünmüşlerdi -en azından Roland öyle düşünmüştü- ama belki de öyle bir etkisi olmayacaktı. Belki ölümünün etkisi derece derece ortaya çıkacaktı.

"Turtleback Yolu burdan ne kadar uzak?" diye dükkân sahibine sert-Çe sordu Roland.

İrileşmiş gözleri dehşet dolu olan yaşlı adamın tek yaptığı öylece bakmak oldu. Roland daha önce kimseyi vurmayı... veya tabancasıyla dövmeyi bu kadar çok istememişti. Ayağını bir yarığa sıkıştırmış bir keçi kadar budala görünüyordu.

Sonra et reyonunun önünde yatmakta olan kadın konuştu. Ellerin belinde birleştirmiş halde başını kaldırmış, Roland ve Jake'e bakıyordu. "Bahsettiğiniz yer, Lovell'da bayım. Burdan yaklaşık sekiz kilometre ötede."

Kadının gözlerine tek bir bakış -iri, kahverengi, korkulu ama panik-siz gözlerdi- Roland'ın ne istediğini anlamasına yetti. Dükkân sahibini değil, kadını istiyordu. Ama eğer...

Jake'e döndü. "Adamın kamyonetini sekiz kilometre sürebilir misin?"

Roland çocuğun evet demek istediğini ama daha önce hiç yapmamış olduğu bir şeyi denemekle -ne de olsa bir şehir çocuğuydu- karşılaşabileceği başarısızlığı göze alamadığını gördü.

"Hayır," dedi Jake. "Sanmıyorum. Ya sen?"

Roland, Eddie'nin John Cullum'ın arabasını sürmesini izlemişti. O kadar da zor görünmüyordu... ama kalçası sorun çıkarabilirdi. Rosa, ona eklem ecelinin hızlı yayıldığını söylemişti -rüzgârla büyüyen yangın gibi, demişti- ve Roland, kadının ne demek istediğini artık çok iyi biliyordu. Calla Bryn Sturgis'e giderken kalçasındaki acı nadiren kendini gösteren hafif bir sancıdan ibaretti. Şimdiyse kalça eklemine kızgın kurşun dökülmüş ve dikenli telle sarmalanmış gibi hissediyordu. Ağrı sağ ayak bileğine dek iniyordu. Eddie'nin aracı hızlandırıp yavaşlatan pedallara hep sağ ayağıyla bastığı gözünden kaçmamıştı. Bu da sağ kalça ekleminin sürekli aktif olması demekti.

Bunu yapabileceğini sanmıyordu. Bu kadar önemli bir mesele söz konusuyken kendine güvenemezdi.

"Sanmıyorum," dedi. Dükkân sahibinden anahtarları aldı ve et reyonunun önünde yerde yatmakta olan kadına döndü. "Ayağa kalkın, sai"

Bayan Tassenbaum söyleneni yaptı ve ayağa kaktığında Roland anahtarları ona verdi. Burada işe yarar insanlarla karşılaşıp duruyorum, dive düşündü sonra. Bu kadın da Cullum kadar iyi çıkarsa şansımız artabilir.

"Genç dostumla beni Lovell'a götüreceksiniz," dedi Roland.

Turtleback Yolu'na," dedi kadın.

"Doğru söylersiniz, teşekkürler derim."

"İstediğiniz yere vardıktan sonra beni öldürecek misiniz?"

"Sallanıp vakit kaybettirmediğiniz sürece hayır," dedi Roland.

Kadın bunu bir süre düşündükten sonra başını salladı. "Kaybettirmem. Haydi gidelim."

"Bol şans, Bayan Tassenbaum," dedi dükkân sahibi kapıya yönelen kadının arkasından cılız bir sesle.

"Geri dönmezsem tek bir şeyi unutmayın," dedi kadın. "İnterneti icat eden kocamdır, kocam ve arkadaşları. Biraz kendi garajlarında, biraz da CalTech'te. Albert Gore değil"

Roland'ın karnı tekrar guruldadı. Tezgâha uzandı (dükkân sahibi Roland vebalıymış gibi ürkerek gerilemişti) ve kadının satın aldığı hindi salamından üç dilimi ağzına attı. Salamın kalanını Jake'e uzattı. Jake iki dilim yedikten sonra başını kaldırmış, gözlerini ete dikmiş olan Oy'a baktı.

"Senin payını kamyonete bindiğimizde vereceğim," dedi Jake.

"Yönet," dedi Oy. Sonra hevesle ekledi. "Pay!"

"Yüce Tanrı'm," diye mırıldandı dükkân sahibi.


4

Kuzey Amerikalı dükkân sahibinin aksanı şirin olabilirdi, ama kamyoneti için aynı şey söylenemezdi. Öncelikle düz vitesliydi. Manhattan'lı irene Tassenbaum, Staten Island'lı irene Cantora olduğu günlerden beri düz vitesli araç kullanmamıştı. Kamyonet ayrıca aşağıdan vitesliydi ve öylesini daha önce hiç kullanmamıştı.

Jake, kadının yanında, ayaklarını söz konusu vitesin iki yanma uzatış halde oturuyordu. Hâlâ hindiden ona düşen payı çiğnemekte olan Oy ise çocuğun kucağındaydı. Roland kalçasmdaki sancıyı belli etmemek için dişlerini sıkarak yolcu koltuğuna oturdu, irene kontağı açmadan önce vitesi boşa almayı unuttu. I-H öne fırladı ve motoru stop etti. Neyse ki altmışlı yılların ortalarından beri batı Maine yollarında olduğu için öne fırlayışı bir tayın canlı zıplayışından ziyade yaşlı bir kısrağın sakin hoplayışı gibiydi; yoksa Chip McAvoy dükkânının vitrin camlarından en az ikisini bir kez daha kaybedebilirdi. Oy dengesini kaybetmemek için çabalarken ağzındaki hindi parçası ön konsola uçtu ve Hantal Billy, Eddie'den öğrendiği kelimeyi yüksek sesle söyledi.

Irene, Oy'a şaşkın, irileşmiş gözlere baktı. "Yaratığın az önce bok canına mı dedi, genç adam?"

"Ne dediğini boş verin," dedi Jake. Sesi titriyordu. Vitrindeki Boar's Head saatinin kolları dörde beş dakika kaldığını gösteriyordu. Roland gibi çocuk da zaman üzerinde hiçbir kontrolleri olmadığı gerçeğini görüyordu. "Debriyajı kullanın ve bizi bir an önce burdan uzaklaştırın."

Neyse ki vites şeması vites kolunun tokmağının üzerine işlenmişti ve hâlâ hafifçe okunabiliyordu. Bayan Tassenbaum spor ayakkabı içindeki ayağıyla debriyaja bastı, vitesi epeyce öttürdü ve sonunda geri vitesi buldu. Kamyonet kesik hareketlerle 7. Karayolu'na çıktı ve beyaz şeritlerin üzerine gelip durdu. Kontak anahtarını çevirdi ve vitesi boşa almayı yine unuttuğu için kamyonet tekrar sarsılarak yerinden fırladı. Destek almak için yer arayan Roland ve Jake ellerini renkleri artık solmaya yüz tutmuş kırmızı mavi AMERİKA'. SEV YA DA TERK ETİ çıkartması yapıştırılmış ön konsola dayamıştı. Aslında kamyonetin durması iyi olmuştu zira tam o sırada kütük yüklü bir kamyon -Roland'm oraya son gelişinde kaza yapan kamyonu hatırlamaması imkânsızdı- dükkânın kuzeyinde belirdi. Kamyonet yeniden küçük park yerine doğru fırlamamış olsaydı (durmadan önce bir arabanın tamponunu ezmişti) kamyonun onlara çarpması işten değildi. Muhtemelen hepsi de ölmüş olacaktı. Kütük yüklü kamyon kornasını gürültüyle çalıp toz kaldırarak geçip gitti.

Çocuğun kucağındaki yaratık... Bayan Tassenbaum'a tuhaf bir kö-oek -rakun karışımı gibi görünüyordu- tekrar havladı.

Bok canına. Kadın doğru duyduğundan neredeyse emindi.

Dükkân sahibi ve diğer müşteriler camın diğer tarafına dizilmiş, onları izliyordu. Bayan Tassenbaum o an akvaryumdaki balıkların ne hissediyor olabileceğini anladı.

"Bayan, bu şeyi kullanabiliyor musunuz kullanamıyor musunuz?" diye bağırdı çocuk. Omzuna bir tür çanta asmıştı. İçinde tabaklar varmış gibiydi.

"Kullanabilirim, genç adam, merak etme." Dehşet içindeydi ama aynı zamanda... zevk mi alıyordu? Galiba öyleydi. Son on sekiz yıldır büyük David Tassenbaum'un süsü, giderek daha meşhur olan hayatında bir yardımcı oyuncu, partilerde ordövrleri sunarken, "Bir de şunları deneyin," diyen kadın olmuştu. Şimdiyse kendini aniden bir olayın merkezinde bulmuştu ve içinde, çok önemli bir olay olduğuna dair bir his vardı.

"Derin bir nefes al," dedi güneş yanığı tenli, sert hatlı adam. Parlak mavi gözleri onunkilerle birleşmişti ve böyle bir durumda düşünmek son derece zordu. Ayrıca hoş bir his veriyordu. Bu hipnozsa, diye düşündü, okullarda öğretilmeli. "Tut, sonra bırak. Ve babanın hatırı için bizi burdan götür."

Kadın söyleneni yaparak derin bir nefes aldı ve gün aniden daha parlak, neredeyse göz alıcı göründü. Şarkı söyleyen belli belirsiz sesler duyabiliyordu. Harika sesler. Kamyonetin radyosu mu açıktı? Bir opera kanalında mıydı? Kontrol edecek vakit yoktu. Ama her neyse, çok güzeldi. Derin nefes kadar sakinleştiriciydi.


Yüklə 2,92 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   62




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin