Stephen King Kara Kule Cilt7 Kule



Yüklə 2,92 Mb.
səhifə34/62
tarix03.12.2017
ölçüsü2,92 Mb.
#33720
1   ...   30   31   32   33   34   35   36   37   ...   62

Yürüyüşe çıktığı zamanlarda bunu sık sık yapıyor, diye düşündü Roland. Yalnızken Kaplumbağa'nın Şarkısı'nı duyuyor ve yapması gereken bir iş olduğunu hatırlıyor. Hep kaçındığı bir iş. Eh, bu durum bugün son bulacak, dostum.

Elbette hayatım kurtarabilirlerse.

Jake'in üzerinden eğilerek kadına baktı. "Bu tanrıların belası şeyin daha hızlı gitmesini sağlayamaz mısın?"

"Evet," dedi kadın. "Sanırım yapabilirim." Sonra Jake'e, "Gerçekten akıl okuyabiliyor musun yoksa bu arkadaşınla oynadığınız bir oyun mu?" diye sordu.

"Tam olarak okuyorum denemez, onlara dokunabiliyorum," dedi Jake.

"Umarım bu doğrudur," dedi kadın. "Çünkü Turtleback Yolu tepeliktir ve bazı yerlerde yolun genişliği nerdeyse tek şeride kadar düşer. Karşıdan birinin geldiğini hissedersen bana söyle."

"Söylerim."

"Harika," dedi Irene Tassenbaum. Sırıtınca dişleri gözler önüne serildi. Gerçekten de artık şüpheye yer kalmamıştı: bu başına gelen en güzel şeydi. En heyecan verici şey. Artık şarkı söyleyen sesleri duymakla kalmıyor, yolun her iki tarafındaki ağaçların yapraklarında suratlar görebiliyordu. Büyük bir kalabalık tarafından izleniyorlarmış gibiydi. Etraflarında biriken olağanüstü gücü hissedebiliyordu; aniden sersemletici bir fikre kapıldı: Chip McAvoy'un paslı, yaşlı kamyonetinin gaz pedalını köklerse ışıktan da hızlı gidebilirlerdi. Etraflarında hissettiği enerjiyle zamanı bile geride bırakabilirlerdi.

Eh, bunu göreceğiz, diye düşündü. Kamyoneti Turtleback Yolu'nun ortasına getirdi ve vitesi üçe taktı. Eski kamyonet ışık hızını aşamamıştı, ama hız göstergesinin iğnesi seksene ulaşmış... ve geçmişti. Bir tepeyi aştılar ve havada kısa bir süre uçtuktan sonra yokuş aşağı ilerlemeye devam ettiler.

En azından biri mutluydu; irene Tassenbaum heyecanla bağırdı.
17

Stephen King iki tür yürüyüş yapar, kısa olan ve uzun olan. Kısa olanı onu Warrington Yolu ve 7. Karayolu'nun kesiştiği yere, ardından aynı yoldan tekrar evi Cara Laughs'e götürür. Bunun uzunluğu beş kilometredir. Uzun yürüyüşte (bu aynı zamanda dünya ilerlemeden önce Richard Bachman adıyla yazdığı kitaplardan birinin adıdır•) Warrington ile 7. Karayolu'nun kesiştiği yeri geçer, 7. Karayolu üzerinde Slab City Yolu'na dek ilerler, sonra Warrington Yolu'nu geçerek yine aynı yol üzerinden Beny Tepesi'ne kadar yürür. Bu yürüyüşün sonunda evine Turtleback Yolu'nun kuzey ucundan dönmüş olur. Altı buçuk kilometre uzunluğundadır. O gün uzun yürüyüşünü yapmaya niyetlidir ama Warrington ile 7. Karayolu'nun kesiştiği yere varınca duraksayarak geriye kısa yoldan dönüp dönmemeyi düşünür. 7. Karayo-lu'nda trafik yaz aylarında bile çok yoğun olmamasına rağmen yol kenarında yürürken daima çok dikkatlidir; o yolun kalabalık olduğu tek dönem Frveburg Fuarı 'nın olduğu günlerdir ve fuar ekim ayının ilk haftasında başlamaktadır. Görüş alanı genellikle iyidir. Kötü (veya sarhoş) bir şoförün vaklaştığ1 çoğunlukla yarım kilometrelik mesafeden görülür ve güvenli bir yere kaçmak için yeterli süre olur. Tek bir kör tepe vardır ve o da iki yolun kesiştiği noktanın tam altındadır. O tepe aynı zamanda aerobiktir, yaşlı kalpleri zorlayarak çalıştırır ve bu aptalca yürüyüşlerin temel amacı da o değil midir? Televizyondaki çok bilmişlerin "kalp sağlığı" diye bahsettiği şeye sahip olmak? İçkiyi, uyuşturucuyu tamamen, sigarayı ise nerdeyse bırakmıştır ve egzersiz yapmaktadır. Daha ne yapacaktır?

Yine de bir ses ona fısıldamaya devam eder. Ana yoldan uzaklaş, der ses. Evine dön. Gölün diğer kıyısındaki partide diğerleriyle buluşmadan önce bir saatin olacak. Biraz çalışabilirsin. Belki bir sonraki Kara Kule kitabına başlarsın; biliyorsun, bu fikir bir süredir aklında zaten.

Gerçekten de öyledir, ama üzerinde çalışacağı bir hikâye halihazırda vardır ve bu durumdan gayet memnundur. KULE hikâyesine dönmek derin sularda yüzmek demektir. Hatta belki orada boğulmak. Bununla birlikte iki yolun kesiştiği yerde dururken aniden, eve erken dönerse hikâyeye başlayacağını hisseder. Kendine engel olamayacaktır. Bazen Ves'-Ka Gan, Kaplumba-ğa'nın Şarkısı (bazen de Susannah'nın Şarkısı) olarak düşündüğü şeyi dinlemek zorunda kalacaktır. O an üzerinde çalıştığı hikâyeyi bir kenara bırakacak, güvenli topraklara sırtını dönecek ve tekrar karanlık sularda yüzmeye başlayacaktır. Bunu daha önce dört kez yapmıştır, ama bu kez karşı kıyıya kadar yüzmek zorundadır.

Ya yüzecek ya boğulacaktır.

"Hayır," der. Yüksek sesle konuşmuştur. Neden yapmayacaktır ki? Onu duyacak kimse yoktur. Yaklaşmakta olan bir aracın belirsiz sesini algılar -yoksa iki araç mıdır? Biri 7. Karayolu'nda diğeri Warrington Yolu'nda-afna hepsi odur.

"Hayır," der tekrar. "Yürüyeceğim. Ve sonra partide eğleneceğim. Bugün daha fazla yazmak yok. Özellikle de onu."

Ve böylece kesişim noktasını ardında bırakarak görüş alanının kısıtlı olduğu dik tepeyi tırmanmaya başlar. Yaklaşan Dodge Caravan'm, aynı zamanda yaklaşmakta olan ölümünün sesine doğru yürümeye başlar. Mantıklı dünyanın ka'sı ölmesini; Prim'i'n ka'sı ise yaşamaya devam edip şarkısını söylemesini istemektedir. Batı Maine'deki o güneşli öğle sonrasında durum budur, karşı konulmaz güç hareket ettirilemez hedefe doğru süratle ilerlemektedir ve Prim'in geri çekilmesinden sonra ilk kez tüm dünyalar ve varlı-ğın tümü Hiçliğin Kızıl Tarlaları anlamına gelen Can'-Ka No Rey'in uzak ucunda durmakta olan Kara Kule'ye döner. Kızıl Kral bile öfkeli çığlıklarına ara verir. Çünkü karan verecek olan Kara Kale'dir.

"Kararlılık bir kurban ister," der King. Kuşlardan başka kimse duymamasına ve ne anlama geldiğine dair hiçbir fikri olmamasına rağmen kendini rahatsız hissetmemektedir. Her zaman kendi kendine mırıldanır; sanki kafasının içinde parlak -ama zeki olmaları şartı olmayan- taklitlerle dolu bir Sesler Mağarası vardır.

Kollarını her adımıyla birlikte sallayarak kalbinin son atışlarını yaptığından

(yapmıyor)

zihninin son düşüncelerini ürettiğinden

(üretmiyor)

seslerinin son beyanlarını yaptığından

(yapmıyor)

bihaber bir şekilde yürümeye devam eder.

"Ves'-Ka Gan," der kulağa geliş şekliyle büyülenerek, aynı zamanda çekimine kapılarak. Kara Kule fantezilerini uyduruk (becerilmiş) dilde telaffuz edilemez sözcüklerle doldurmamaya çalışacağına dair kendi kendine söz vermiştir -öyle yaparsa New York'taki editörü Chuck Verrill çoğunu kesip atacaktır- ama aklı yine de böyle kelimeler ve kalıplarla dolup taşıyor gibidir: ka, ka-tet, sai, soh, can-toi, (bu sonuncusu en azından ona ait bir başka kitaptan, YaxaX\\i'tandır), taheen. Tolkien'in Cirith Ungol'u ve H. P. Lovec-raft'ın Yüce Kör Dolandırıcısı, Nyarlathotep çok farklı olabilir mi?

Güler ve seslerinden birinin ona verdiği bir şarkıyı söylemeye başlar. Kaplumbağa 'ya sesini tekrar verdiğinde bunu bir sonraki silahşor kitabında kesinlikle kullanacağını düşünür. "Commala-gel-gel," diye şarkı söyler veyü-rixr. "Elinde tabancayla var bir genç adam. O genç adam, kadın kaçırınca 0lur balından."

O genç adam Eddie Dean midir? Yoksa Jake Chambers mıdır?

"Eddie," der yüksek sesle. "Balı olan tabancalı adam Eddie." Düşüncelere öylesine dalmıştır ki önce mavi Dodge Caravan minibüsün üst kısmının tepenin üzerinde belirdiğini göremez ve yolda değil de yürümekte olduğu yol kenarında ilerlemekte olduğunu algılayamaz. Arkasından hızla yaklaşan kamyonetin kükreyişini de duymaz.


18

Bryan soğutucunun kapağının tırmalanmasını müziğin gürültüsüne rağmen duyar ve dikiz aynasından baktığında daima daha gözü kara olan Bullet'in bagaj bölmesinden yolcu bölmesine geçmiş olduğunu öfke ve korkuyla görür. Köpeğin arka ayakları kirli koltuk üzerindedir, kuyruğunu keyifle sallamaktadır ve burnu Bryan'ın soğutucusuna gömülüdür.

Bu noktada mantıklı her şoför aracı yolun kenarına çeker, kontağı kapatır ve haddini bilmeyen hayvanla ilgilenir. Ama Bryan Smith direksiyon başındayken hiçbir zaman makul bir insan olmamıştır ve bunu ispatlayacak bir sürücülük geçmişi vardır. Minibüsü sağa çekmek yerine direksiyonu sol

eliyle tutarak sağına doğru döner ve köpeğin başını işe yaramaz bir çabayla iter.

"Bırak onu!" diye bağırır Bullet'a minibüs yolun sağ tarafındaki boşluğa Çıkarken. "Beni duymadın mı, Bullet? Salak mısın? Bırak dedim!" Köpeğin "aşını soğutucudan bir anlığına kaldırmayı başarır ama parmaklarıyla kav-rayabikceği uzun tüyler yoktur ve Bullet dahi olmasa da beyaz kâğıt içinde-*'< o çekici kırmızı kokuyu yayan şeyi almayı denemek için bir fırsatı daha olduğunu bilecek kadar akıllıdır. Bryan'ın elinin altından başını indirir ve paketlenmiş hamburger köftesini dişleriyle kavrar.

"Bırak onu!" diye haykırır Bryan. "Bırak dedim! HEMEN!"

Sürücü koltuğunda geriye daha fazla dönebilmek için iki ayağını yere iyice bastırır. Ne yazık ki sağ ayağıyla bastığı yer gaz pedalıdır. Minibüs aniden hızlanarak tepeden yukarı tırmanmaya devam eder. Öfkeye ve heyecana kapılan Bryan o an için nerede olduğunu (7. Karayolu) ve ne yaptığını (minibüs kullanmak) tamamen unutmuştur. Tek umursadığı, köfteyi Bullet'm dişlerinin arasından almaktır.

"Ver onu banar diye bağırır çekiştirirken. Kuyruğunu daha da hızlı sallamaya başlayan Bullet (şimdi yemeği bir oyuna dönüşmüştür) paketi geri çeker. Kasabın köfteyi sardığı kâğıt yırtılır. Minibüs artık yoldan iyice çıkmıştır. Ötesinde yaşlı çam ağaçları öğle sonrasının muhteşem ışığıyla aydınlanmıştır: altın rengi ve yeşil bir ışık. Bryan'ın tek düşündüğü ettir. Köpek salyalı hamburger yememeye kararlıdır.

"Ver şunu!" der minibüsün yolu üzerindeki adamı, adamın hemen arkasında kenara çekip duran kamyoneti, kamyonetin yolcu kapısının açıldığını, uzun boylu kovboy tipli adamın hızla indiğini, sarı kabzalı büyük tabancasının o sırada kılıfından çıkıp yere düşüşünü görmez; Bryan Smith'in dünyası çok kötü bir köpek ve bir paket etten ibarettir. Et için yapılan mücadele sırasında beyaz paket kâğıdının üzerinde dövme gibi kan gülleri belirmiştir.
19

"ݧte orda!" diye bağırdı Jake adındaki çocuk, ama irene Tassenba-um'un bunu duymasına gerek yoktu. Stephen King kot pantolonla pamuklu bir iş gömleği giymiş ve bir beysbol şapkası takmıştı. Warrington Yolu'nun 7. Karayolu'yla kesiştiği noktayı çoktan geçmiş, tepeye doğru yolun dörtte birini almıştı.

Kadın damalı bayrağı görmüş bir NASCAR yarışçısı gibi vitesi kavradı ve ikiye düşürdü, sonra direksiyonu iki eliyle sıkıca kavrayarak sertçe sola kırdı. Chip McAvoy'un kamyoneti yalpaladı, ama devrilmedi. Güneşin, King'in tırmanmakta olduğu tepenin üzerinde beliren aracın üzerinde bir anlığına parladığını gördü. Sonra kapının dibinde oturmakta olan adam bağırdı. "Arkasında dur!"

Kadın karşıdan gelen aracın yoldan çıkmış, tam üstlerine doğru gelmekte olduğunu görmesine rağmen söyleneni yaptı. Stephen King'i aralarında sandviç yapma ihtimalini söylemeye bile gerek yoktu.

Kapı açıldı ve Roland adındaki adam yarı atlayarak yan yuvarlanarak kamyonetten indi.

Ondan sonra her şey çok, çok süratli oldu.

İKİNCİ BÖLÜM VES'-KA GAN
1

Olanlar, ölümcül bir basitlikteydi: Roland'ın sakat kalçası ona ihanet etmişti. Hiddet, acı ve korkuyla haykırarak dizlerinin üzerine düştü. Sonra Jake hiç duraksamadan üzerinden geçti ve gölgesi bir anlığına Silah-şor'un üzerine düştü. Oy kamyonetin içinden deli gibi havlıyordu. "Ake-Ake! Ake-Ake!"

"Jake, hayır!" diye bağırdı Roland. Her şeyi korkunç bir netlikle gördü. Çocuk, mavi araç -ne bir kamyonet, ne de bir arabaydı, galiba ikisinin bir karışımıydı- ahenksiz bir müzik eşliğinde son hızla üzerlerine gelirken yazarı belinden kavradı. Bedenini siper ederek King'i sol tarafa çevirdi ve minibüsün çarptığı da o oldu. Kanayan elleri kuma gömülmüş halde hâlâ dizleri üzerinde durmakta olan Silahşor'un gerisindeki kadın çığlık attı.

"JAKE, HAYIR!" diye bağırdı Roland tekrar ama çok geçti. Oğlu olarak kabul ettiği çocuk minibüsün altında gözden kaybolmuştu. Silahşor küçük bir elin havaya kalktığım gördü -hiçbir zaman unutmayacaktı- ve sonra onu da göremez oldu. Önce Jake'in, sonra Jake'e çarpan minibüsün ağırlığıyla savrulan King küçük korunun kıyısına, çarpışma noktası-

üç metre ötesine düştü. Sağ tarafının üzerine düşmüş, başını bir kaya çarpmış, şapkası çarpmanın şiddetiyle başından uçmuştu. Sonra, belki vağa kalkma niyetiyle diğer tarafına döndü. Belki hiçbir şeye niyetlen-memişti. Gözleri şokla boş boş bakıyordu.

Şoför direksiyonu kırınca minibüs onu yere yapıştırmak yerine yüzüne tozları savurarak Roland'ın birkaç santim solundan geçti. Yavaşlamaya başlamıştı, şoför belki frene basmayı akıl etmişti. Çok geç de olsa. Yan tarafı kamyonete sürttü ve minibüs biraz daha yavaşladı, ama hasar vermesi son bulmamıştı. Tamamen durmadan önce yerde yatmakta olan King'e tekrar çarptı. Roland bir kemiğin kırıldığını duydu. Yazarın feryadı kemik sesini takip etti. Roland artık kalçasındaki acının ne olduğunu biliyordu, değil mi? Eklem eceli hiçbir zaman söz konusu olmamıştı.

Sancısının tamamen kaybolduğunu hayal meyal fark ederek ayağa fırladı. Stephen King'in mavi aracın ön tekerleği altında kalan, doğal olmayan bir şekilde çarpılmış bedenine baktı ve, güzel, diye düşündü vahşice. Güzel! Birinin burada ölmesi gerekiyorsa ölen sen ol! Gan'ın göbek bağının, oradan gelen hikâyelerin, Kale'nin cehenneme kadar yolu var! Ölen oğlum değil, sen ol!

Hantal Billy, Roland'ın yanından hızla geçti ve minibüsün arkasında, egzoz gazının içinde, gözleri açık halde sırtüstü yatan Jake'in yanına koştu. Hiç tereddüt etmeyen Oy hâlâ Jake'in omzuna asılı olan Oriza kesesini dişleriyle kavradı ve güçlü kısa arka bacaklarıyla yerden destek alarak çocuğun vücudunu santim santim minibüsten uzaklaştırmaya başladı. Jake'in kulaklarından ve ağzının kenarından kan süzülüyordu. Kısa çizmelerinin topukları toprak ve sert, kahverengi çam iğneleri üzerinde çift sıra halinde iz bırakıyordu.

Roland sendeleyerek Jake'in yanına gitti ve başucunda diz çöktü. İlk düşüncesi Jake'in her şeye rağmen iyi olduğuydu. Tüm tanrılara şükür, Çocuğun kolları ve bacakları doğal açılarıyla duruyordu ve burun kemiğinden sakalsız yanağına doğru inen Roland'ın korktuğu gibi kan değil, pas ve yağ karışımıydı. Evet, kulaklarından ve ağzından kan geliyordu ama belki sadece çarpma sırasında dişi yanağının içini kesmişti ya da bel-ki...

"Git ve yazarla ilgilen," dedi Jake. Sesi sakindi, hiç acı çekmiyormıış gibiydi. Gün boyunca süren yürüyüşün ardından yaktıkları bir kamp ateşinin başında oturuyor olabilirlerdi.

"Yazar bekleyebilir," dedi Roland tersçe. Bir yandan da, bana bir mucize bahşedildi, diye düşünüyordu. Bir çocuğun henüz tam gelişmemiş esnek bedeni ve orospu çocuğunun kamyonmobili üzerinden geçtiği sırada altında olan yumuşak toprak sayesinde.

"Hayır," dedi Jake. "Bekleyemez." Hareket edip doğrulmaya çalışınca gömleği vücudunun üst kısmına yapıştı ve Roland, çocuğun göğsündeki korkunç çöküntüyü gördü. Jake'in ağzından kan gelmeye devam ediyordu, tekrar konuşmaya çalıştığında öksürmeye başladı. Roland'ın kalbi göğsünde bir paçavra gibi dalgalanıyor gibiydi ve bir an, karşısındaki görüntüye rağmen çarpmaya nasıl devam edebildiğini merak etti.

Oy hüzünle inledi, Jake'in ismini Roland'ın kollarındaki tüyleri ürpertecek şekilde yarı uluyarak söylemişti.

"Konuşmaya çalışma," dedi Roland. "İçinde bir şey kırılmış olabilir. Belki bir kaburga kemiği ya da iki."

Jake başını yan tarafa çevirdi. Ağız dolusu kan tükürdü -bir kısmı çiğnenmiş tütün gibi yanağından aşağı süzüldü- ve Roland'ın bileğini kavradı. Tutuşu kuvvetliydi, sesi de öyle. Her bir kelimesi açık ve netti.

"Her şey kırıldı. Ölmek bu; biliyorum çünkü daha önce de yapmıştım." Daha sonra söylediği, Roland'ın Cara Laughs'den ayrılmadan hemen önce düşündüğüydü. "Ka öyle istiyorsa bırak öyle olsun. Kurtarmaya geldiğimiz adamla ilgilen."

Çocuğun bakışlarındaki ve sesindeki emre karşı koymak imkânsızdı. Artık bitmişti, On Dokuz Ka'sı sona varmıştı. Belki King için değil. Kurtarmaya geldikleri adam için değil. Yazgılarının ne kadarı tütün lekeli parmaklarının ucundan akmıştı? Hepsi mi? Birazı mı? Bu mu?

Cevap her neyse, Roiand, ona çarpan makinenin altında sıkışmış, halde yatan adamı çıplak elleriyle öldürebilirdi. Minibüsü onun kullanmı-or oluşunun bir önemi yoktu. Ka'nm istediği şeyi yapıyor olsaydı zaten rada olmayacak, Jake'in göğsü de öyle korkunç bir şekilde içe göçmeye-kti. gu kadarı çok fazla, Eddie'nin ölümünden sonra çok erkendi. Ama yine de...

"Kıpırdama," dedi ayağa kalkarken. "Oy, hareket etmesine izin verme." "Kıpırdamayacağım." Kendinden emin, net. Ama Roland şimdi çocuğun gömleğinin eteklerinin ve kot pantolonunun bacaklarının arasının da kanla koyulaştığını görebiliyordu. Daha önce bir kez ölmüş ve geri gelmişti. Ama bu dünyadan değil. Bu dünyada ölümden dönüş yoktu. Roland, yazarın yatmakta olduğu yere döndü.
2

irene Tassenbaum, direksiyonun başından ayrılmaya çalışan Bryan Smith'i kabaca geri itti. Köpekleri -belki kanın, Oy'un veya her ikisinin birden kokusunu almışlardı- havlıyor ve adamın arkasında çılgınca hoplayıp zıplıyordu. Radyoda şimdi gürültülü, cehennemden çıkmış gibi bir heavy metal parça çalıyordu, irene başı ikiye ayrılacakmış gibi hissediyordu, ama bunun sebebi az önce yaşananlar değil, gürültü patırtıydı. Adamın tabancasını görüp yerden aldı. Zihninin hâlâ tutarlı bir şekilde düşünebilen tarafı silahın ağırlığıyla şaşkına dönmüştü. Buna rağmen tabancayı adama doğrulttu, sonra uzanıp radyoyu kapattı. Müziğin gürültüsü kesilince kuş seslerini, köpeklerin havlayışını ve... o tuhaf yaratığın ulumasını duydu.

"Minibüsü çarptığın adamdan uzaklaştır," dedi. "Yavaşça. Ve geri giderken çocuğu yine ezecek olursan yemin ederim kafanı uçururum." Bryan Smith, ona kanlanmış, şaşkın gözlerle baktı. "Hangi çocuk?"

Roland minibüsün ön tekerleği yazardan yavaşça uzaklaşınca adamın vücudunun alt kısmının sağa doğru doğal olmayan bir açıyla dönmüş olduğunu ve sağ bacağında bir çıkıntı belirdiğini gördü. Uyluk kemiği olmalıydı. Ayrıca kayaya çarptığı alnı yarılmış, yüzünün sağ tarafı kanla kaplanmıştı. Jake'ten çok daha kötü görünüyordu ama tek bir bakış bile adamın kalbi güçlüyse ve şok onu öldürmezse muhtemelen hayatta kalacağını anlamaya yeterdi. Jake'in adamı belinden kavrayıp çekişi ve darbeyi küçük bedeniyle karşılayışı bir kez daha gözlerinin önüne geldi. "Yine sen," dedi King cılız sesle. "Beni hatırlıyorsun."

"Evet. Şimdi." King dudaklarını yaladı. "Su."

Roland'ın yanında içecek bir şey yoktu, olsaydı da dudaklarını ıslatmaya yetecek kadarından fazlasını vermezdi. Sıvı alımı yaralı bir adamda kusmaya, kusma da boğulmaya yol açabilirdi. "Üzgünüm," dedi. "Hayır. Değilsin." Dudaklarını tekrar yaladı. "Jake?" "Orda, yerde yatıyor. Onu tanıyor musun?"

King gülümsemeye çalıştı. "Onu yazdım. Daha önce seninle oları genç adam nerde? Eddie nerde?"

"Öldü," dedi Roland. "Devar-toi'de." King'in kaşları çatıldı. "Devar?... Bunu bilmiyorum." "Öyle. Bu yüzden burdayız. Bu yüzden gelmek zorunda kaldık. Dostlarımdan biri öldü, bir diğeri ölmek üzere ve tet parçalandı. Hepsi to'nın ona verdiği görevi yapmayı bırakan tembel, korkak bir adam yüzünden.' Yol üzerinde hiç trafik yoktu. Dünya cıvıldayan kuşlar, havlayan köpekler ve uluyan Hantal Billy hariç sessizdi. Zaman içinde donmuş olabilirlerdi. Belki gerçekten öyle, diye düşündü Roland. Bunun mümkün olabileceğine inanmasına yetecek kadar çok şey görmüştü. Her şey mümkündü.

"Işın'ı kaybettim," dedi King ağaçların kıyısındaki çam iğneleriyle kaph toprağın üzerinde yatarken. Yaz başının tatlı güneşi, o altın rengi ve yeşil ışıltı etrafını sarmıştı.

Roland uzanıp King'in oturmasına yardımcı oldu. Yazar sağ kalçasının si§ eklemi parçalanmış yuvasına sürtünce acıyla bağırdı, ama itiraz etmedi. Roland gökyüzünü işaret etti. Şişman beyaz bulutlar -Mejis'teki sığırtmaçlar onlara los ângeles derdi- başlarının üzerindekiler hariç mavi gökyüzünde kıpırtısızca duruyordu. Tam üstlerindeki bulutlar dar bir bölgeyi etkileyen bir rüzgârla sürükleniyormuşçasına hızla ilerliyordu.

"İşte!" diye öfkeyle fısıldadı Roland, yazarın sıyrılmış, kirlenmiş kulağına. "Tam tepende! Etrafında! Hissetmiyor musun? Görmüyor musun?" "Evet," dedi King. "Şimdi görüyorum."

"Hep ordaydı. Onu kaybetmedin, sadece o korkak gözlerini başka tarafa çevirdin. Tekrar görebilmen için arkadaşım hayatını kurtarmak zorunda kaldı."

Roland sol eliyle kemerinden bir kurşun çıkardı. Parmaklan önce o alışık oldukları eski numarayı yapamadı; çok fazla titriyorlardı. Kendi kendine bu iş ne kadar uzarsa bölünmesi olasılığının o kadar artacağını ya da o bu zavallı insan müsveddesiyle uğraşırken Jake'in ölebileceğim hatırlatarak parmaklarındaki titremeyi yok edebildi.

Başını kaldırınca tabancasını minibüsün şoförüne doğrultmuş olan kadını gördü. Bu iyiydi. Kadın iyiydi: Gan neden Kule hikâyesini onun gibi birine vermemişti sanki? Onu yanlarında tutma içgüdüsü haklı çıkmıştı. Köpeklerin kafa ütüleyen havlaması ve Hantal Billy'nin uluması bile kesilmişti. Oy, Jake'in yüzündeki toz ve yağı yalayarak temizliyordu; minibüsteki Bullet ve Pistol ise hamburger köftesini efendilerinin müdahalesi olmadan rahatça midelerine indirmekle meşgullerdi.

Roland tekrar King'e döndü ve kurşun parmaklarının üzerinde o eski dansına başladı. King daha önce hipnotize edilmiş insanların çoğunluğunda olduğu gibi neredeyse anında uykuya daldı. Gözleri hâlâ açıktı ama Silahşor'a değil, ötesine bakıyor gibiydi.

Roland'ın yüreği şu işi bir an önce bitirmesini haykırıyor, ama aklı işin aceleye gelmeyeceğini biliyordu. Yüzüne gözüne bulaştırmamamın. Jake'in fedakârlığını anlamsızlaştırmak istemiyorsan bu isi hakkıyla yapmalısın.

Kadın, ona bakıyordu. Minibüsün içinde, açık kapının dibinde oturmakta olan sürücü de. Roland sai Tassenbaum'un mücadele ettiğini gördü. Ama Bryan Smith, King'in ardından uyku diyarına gitmişti bile. Bu Silahşor'u fazla şaşırtmadı. Adam, orada ne yaptığına dair en ufak fikir sahibi olsaydı kaçmak için her fırsatı denerdi. Geçici bir kaçış bile olsa.

Silahşor dikkatini tekrar yaşam öyküsünün yazarı olduğunu düşündüğü adama çevirdi. Tıpkı daha önce yaptığı gibi başladı. Kendi hayatında sadece günler, yazarın hayatında ise yirmi yıldan fazla bir süre önce yaptığı gibi.

"Stephen King, beni görüyor musun?" "Seni çok iyi görüyorum, Silahşor." "Beni en son ne zaman görmüştün?"

"Bridgton'da yaşıyorduk. Tefim henüz gençti. Yazmayı daha yeni öğreniyordum." Bir duraksama oldu, sonra Roland'ın ona göre zamanı işaretlemekte en önemli yol olduğunu düşündüğü bir açıklama yaptı; herkes için değişen bir zaman belirleyici: "Hâlâ kafa çekiyorken." "Şimdi derin bir uykuda mısın?" "Derin."

"Acının altında mısın?" "Altında, evet. Teşekkür ederim."

Hantal Billy tekrar uludu. Bunun ne anlama gelebileceğini düşünüp dehşete kapılan Roland etrafına bakındı. Kadın, Jake'in yanı başında diz çökmüştü. Jake'in kolunu kadının boynuna dolayıp kulağına bir şey söylemek amacıyla başını kendine çektiğini görünce rahatladı. Bunu yapabilecek kadar güçlüyse...

Kes sunu! Gömleğinin altında vücudunun şeklinin ne hale geldiğim gördün. Umut ederek vakit harcama lüksün yok.

Burada zalim bir paradoks vardı: Jake'i sevdiği için Jake'in ölüsünü ryj ve bir saatten kısa bir süre önce tanıştığı bir kadının ellerine bırakmak zorundaydı.

Neyse. Şimdi asıl işi King'di. Jake, ona arkası dönükken yolun sonundaki açıklığa giderse... ka öyle istiyorsa bırak öyle olsun.

Roland tüm iradesini ve konsantrasyonunu topladı. Onları kızgın bir nokta halinde odakladı ve dikkatini yazara yöneltti. "Sen Gan mısın?" diye sordu aniden, sebebini bilmeden; tek bildiği, bunun doğru soru olduğuydu.

"Hayır," dedi King hiç duraksamadan. Alnındaki yarıktan akan kan ağzına doluyordu. Kanı hiç gözünü kırpmadan tükürdü. "Bir keresinde olduğumu düşünmüştüm, ama bu sadece içkinin etkisiydi. Ve bir de gururun sanırım. Hiçbir yazar... hiçbir ressam, heykeltıraş veya besteci Gan değildir. Biz kas-ka Gan'ız. Ka-Gan değil, kas-ka Gan. Anlıyor musun? Söyle, yalvarırım."

"Evet," dedi Roland. Gan'ın peygamberleri ya da şarkıcıları: her ikisi anlamına da gelebilirdi. Ve şimdi neden sorduğunu biliyordu. "Ve senin söylediğin şarkı Ves'-Ka Gan. Değil mi?"

"Ah, evet," dedi King ve gülümsedi. "Kaplumbağa'nın Şarkısı. Benim gibiler için fazla güzel, bir ezgiyi bile taşıyamayanlar için!"


Yüklə 2,92 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   30   31   32   33   34   35   36   37   ...   62




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin