Susannah karanlık, kayalık araziye, dünya ilerleyince terk edilip hâ rabeye dönmüş tek tük kasaba veya köy kalıntısına dalgınca bakarken fc mis değil o kızım, dedi Detta derinlerdeki yerinden küçümseyici, cırtla], bir sesle. Sezgilerin doğru! Cevabını veremediğin tek soru açıklıkta erkeğinL buluşanın uzun boylu, çirkin ihtiyar mı yoksa Genç Tatlı Efendi mi olduğu
"Hayır, lütfen," diye mırıldandı. "İkisi de olmasın, Tanrı'm. Bir kayba daha dayanamam."
Ama Tanrı'nın kulağı duasına tıkalıydı, Jake hâlâ ölüydü ve gölgesi milyonlarca haykıran güle düşen Kara Kule Can'-Ka No Rey'in ucunda hâlâ ihtişamla dikilmekteydi. New York'ta ise sıcak yaz güneşi ayrım yan. madan hem haklıların, hem de haksızların üzerine düşüyordu.
Şükürler olsun der misiniz?
Teşekkürler derim, sai.
Şimdi biri İlah-bombası amin diye bağırsın.
2
Bayan Tassenbaum arabasını Altmış Üçüncü Sokak'taki Sir Spe-edy-Park'a bıraktı (kaldırımdaki levhanın üzerinde bir Cadillac'm direksiyonunun gerisinde oturan zırhlı bir şövalye resmi vardı, şövalyenin mızrağı arabanın camından dışarı çıkıyordu). David ile orada iki bölmeyi bir yıllığına kiralamışlardı. O yakınlarda bir de apartman daireleri vardı, irene, Roland'a oraya gidip temizlenmek isteyip istemediğini sordu... ama adamın görünümünün pek de kötü olmadığını kabul etmeliydi. Ona yeni bir kot pantolon ve Roland'ın giydikten sonra kollarını dirseklerine kadar kıvırdığı beyaz bir gömlek almıştı. Ayrıca bir tarak ve neredeyse tutkal kadar kuvvetli bir saç jölesi alıp saçlarını düzeltmesine yardım etmişti-Gri tellerin karıştığı saçları geriye doğru tarayınca Roland'ın ilginç bff karışımı hatırlatan köşeli yüz hatları iyice ortaya çıkmıştı. Bir Quaker ve Cherokee karışımına benziyordu. Oriza kesesini yine omzuna asmıştı- N' lifi içindeki tabancası da kesenin içindeydi. Meraklı gözlerden koruma için tabancayı Eski Ev Günleri tişörtüne sarmıştı.
Roland başını iki yana salladı. "Teklife teşekkür ederim ama yapıl-gerekenleri bir an önce halledip ait olduğum yere dönmek istiyo-m" Kaldırımı dolduran, aceleyle yürüyen insanlara baktı. "Ait olduğum bir yer varsa tabi."
"Dairede birkaç gün kalıp dinlenebilirsin," dedi irene. "Seninle kalının " Ve bükin düşene kadar sevişirim, diye düşündü ve elinde olmadan hafifce gülümsedi. "Yani, yapmayacağını biliyorum ama teklifin her zaman geçerli olduğunu bil."
Roland başını salladı. "Teşekkürler derim, ama en kısa sürede ona dönmemi bekleyen bir kadın var." Bu söylediği yalanmış gibi gelmişti, hem de iğrenç bir yalan. Tüm olan biten göz önüne alındığında benliğinin bir kısmı Susannah Dean'in hayatında Gilead'lı Roland'a duyduğu ihtiyacın bir bah-bo'nun biberonuna koyulacak fare zehri kadar olduğunu söylüyordu. Bununla birlikte irene Tassenbaum aldığı cevabı itiraz etmeden kabullendi. Ve onun da benliğinin bir kısmı kocasına geri dönmek için sabırsızlanıyordu. Önceki gece onu aramış (güvenli olması için motelden bir buçuk kilometre ötede olan bir telefon kulübesini tercih etmişti) ve David Seymour Tassenbaum'un dikkatini sonunda tekrar çekebildiğini görmüştü. Roland ile karşılaşması baz alındığında David'in ilgisini tekrar çekmiş olmak kesinlikle geri planda kalıyordu, ama hiç yoktan iyiydi. Roland Deschain yakında hayatından çıkıp gidecek, irene ise New Eng-land'a dönüp olanları elinden geldiğince açıklamaya çalışacaktı. Benliğinin bir bölümü bu kayıp için şimdiden yas tutuyordu, ama son kırk sekiz saatte ömrü boyunca yetecek kadar macera yaşadığı da bir gerçekti. Ayrıca düşünülecek pek çok şey olduğunu fark etmişti. Örneğin, dünya sandığından daha inceydi. Ve gerçeklik çok daha genişti.
"Pekâlâ," dedi. "Gitmek istediğin yer İkinci Cadde ile Kırk Altıncı Hak'ın köşesi, değil mi?"
"Evet." Susannah 'nın onlara Mia ortak bedenlerinin kontrolünü ele gecirdikten sonra yaşadıklarından fazla bahsetme şansı olmamıştı, ama an§or boş arsada şimdi yüksek bir bina -Eddie, Jake ve Susannah'nın gökdelen diye bahsettiği- olduğunu biliyordu. Tet Şirketi onun içinde 0] malıydı mutlaka. "Bir taskiye binmemiz gerekecek mi?"
"Tüylü dostunla on yedi kısa ve birkaç uzun blok boyunca yürüyebilir misin? Karar senin ama ben biraz egzersize hayır demem."
Roland tasa ve uzun blokların ne kadar uzun olduğunu bilmiyordu ama kalçasındaki ağrı tamamen geçtiği için öğrenmeye epey hevesliydi Kırk kaburgalarında ve yanlan başının sağ tarafında olanlar gibi o acı ar-tık Stephen King'e aitti. Roland, ona imrenmiyordu ama en azından ger. çek sahiplerini bulmuşlardı.
"Haydi gidelim," dedi.
3
On beş dakika sonra yaz göğüne doğru yükselen büyük, koyu renk yapının karşısında duruyor, çenesinin göğsüne doğru düşmesine engel olmaya çalışıyordu. Kara Kule değildi, en azından onun Kara Kule'si değildi (ama karşısındaki binada çalışan pek çok kişinin -bazıları Roland'm maceralarının okuyucusu olan- 2 Hammarskjöld Plaza'ya bu adı verdiğini duysa hiç şaşırmazdı) ama boş arsadaki gülün Kule'nin içinde yükseldiği tarlayı temsil ettiği gibi Kule'nin bu Anahtar Dünya'daki temsilcisi olduğundan emindi. Sayısız rüyada gördüğü tarla.
Şarkı söyleyen sesleri trafiğin gürültüsüne rağmen bulunduğu yerden duyabiliyordu. Dikkatini çekmek için kadının adını üç kez seslenmesi yetmemiş, kolunu çekiştirmesi gerekmişti. Ona -gönülsüzce- dönünce yolun karşısındaki kuleye değil (Manhattan'a bir saatlik mesafede büyüdüğü için gökdelenleri kanıksamıştı), caddenin kendi taraflarında bulunan cep parkına bakmakta olduğunu gördü. Yüzünde coşkulu bir ifade vardı. "Ne güzel bir yer, değil mi? Daha önce bu köşeye belki yüz kez gelmişinin ama bugüne kadar fark etmemiştim. Fıskiyeyi görüyor musun? Ve kaplumbağa heykelini?"
Görüyordu. Ve Susannah onlara hikâyesinin bu bölümünü anlaWa' mış olmasına rağmen Roland onun -hiçliğin kızı Mia ile- oraya geldıg1 ve kaplumbağanın ıslak kabuğuna en yakın bankta oturduğunu biliyordu. Onu neredeyse görebiliyordu.
"İçeri girmek isterim," dedi kadın çekingence. "Girebilir miyiz? Za-
juanvarmı?"
"Evet," dedi Roland ve kadının ardından demir giriş kapısından geçti.
4
Cep parkı huzur dolu ama tamamen sessiz değildi.
"Şarkı söyleyen insanları duyuyor musun?" diye fısıldadı Bayan Tas-senbaum. "Bir yerlerden koro sesi geliyor sanki."
"Son kuruşuna kadar bahse girebilirsin," dedi Roland ve içini anında derin bir hüzün sardı. Bu sözü Eddie'den öğrenmişti ve söylemek acı veriyordu. Kaplumbağa heykelinin yanma gitti ve incelemek üzere tek dizi üzerine çöktü. Ağzından küçük bir parça kopmuş, bir dişi eksikmiş gibi görünmesine yol açmıştı. Sırtında ise soru işareti şeklinde bir çizik ve solmaya yüz tutmuş pembe harfler vardı.
"Ne yazıyor?" diye sordu irene. "Kaplumbağayla ilgili bir şey ama çıkaramıyorum."
"'Dev gövdeli KAPLUMBAĞA'ya bakın.'" Ne olduğunu daha okumadan biliyordu.
"Ne anlama geliyor?"
Roland ayağa kalktı. "Bu uzun ve derin bir konu. Ben içerdeyken burda beklemek ister misin?" Siyah camları güneşte parlayan binayı basıyla işaret etti.
"Evet," dedi irene. "Olur. Güneş alan bu bankta oturup seni bekleyeceğim. Burası insanı... tazeliyor. Bu kulağa çılgınca geliyor mu?"
"Hayır," dedi Roland. "Güvenilmez göründüğünü düşündüğün biri aninle konuşmaya kalkarsa -bunun pek olası olduğunu sanmıyorum, burası güvenli bir yer ama ne olur ne olmaz- yapabildiğince konsantre olup ^ti Çağırmanı istiyorum, irene."
Kadının gözleri irileşti. "Duyu ötesi algıdan mı bahsediyorsun?"
Roland, kadının söylediği kelimeleri bilmiyordu ama ne sorduğUriü anlamıştı. Başını salladı.
"Duyar mısın? Beni o şekilde duyabilir misin?"
Buna kesin bir cevap veremezdi. Binada can-toi'ma taktığı düşünce kepleri gibi engelleyici bir mekanizma olabilirdi.
"Bu mümkün olabilir. Dediğim gibi, sorun yaşayacağını sanmıyorum Burası güvenli bir yer."
irene kabuğu, fıskiyenin suları yüzünden parlayan kaplumbağaya baktı. "Öyle, değil mi?" Gülümser gibi oldu, sonra durdu. "Geri döneceksin, değil mi? Beni hiç olmazsa bir..." Tek omzunu silkti. Bu hareket çok genç görünmesine yol açmıştı. "Bir veda etmeden bırakıp gitmeyeceksin, değil mi?"
"Asla. Ve kuledeki işim uzun sürmez." Aslında bir iş sayılmazdı. Tabi... Tet Şirketi'nin o anki yöneticisinin onunla bir işi olmadığı sürece. "Gitmemiz gereken bir yer daha var. Oy ile sana orda veda edeceğiz."
"Tamam," dedi irene ve ayağının dibinde Hantal Billy ile banka oturdu. Bankın ucu ıslaktı ve Irene'in üzerinde yeni bir pantolon vardı (Ro-land'a gömlek ve kot pantolon aldığı yerden almıştı) ama rahatsız olmuyordu. Böyle ılık, güneşli bir günde hemen kururdu. Kaplumbağa heykelinin yanında olmak istiyordu. Şarkı söyleyen tatlı sesleri dinlerken zamanın ötesindeki küçük, siyah gözlerini incelemek istiyordu. Bunun çok dinlendirici olacağını düşündü. New York gibi bir yer ile birlikte düşünemeyeceği kelimelerden biriydi aslında bu ama sükûneti ve verdiği huzurla burası hiç New York'a benzemeyen bir yerdi. David'i oraya getirebileceğini, o bankta oturup anlattığı takdirde David'in üç günlük yokluğunun hikâyesini aklını kaçırdığını düşünmeden dinleyebileceğini düşündü. Ya da fazla kaçırmadığm1' Roland rahat adımlarla uzaklaştı; hiç yorulmadan günlerce, hatta haftalarca yürüyebilirmiş gibi görünüyordu. Ondan kaçıyor olmak «'*' mezdim, diye düşündü irene ve bu fikir üzerine hafifçe titredi. Roland giri§ kapısına vardı ve kaldırıma çıkmadan önce dönüp ona baktı, ^çak sesle bir şarkı söyledi.
"Dev gövdeli KAPLUMBAĞA'ya bakın! Kabuğunda dünyayı taşır, Aklı yavaş ama niyeti iyidir; Hepimizi zihninde barındırır. Sırtında tüm yeminler edilir, Yardım edemez ama gerçeği görür. Toprağı da sever denizi de, Hatta benim gibi bir çocuğu bile."
Sonra kendinden emin, zarif adımlarla arkasına bakmadan uzaklaştı, irene karşıdan karşıya geçmek için diğerleriyle birlikte kaldırımda beklemesini izledi. Omzuna astığı deri çanta kalçasına hafifçe çarpıyordu. Sonra 2 Hammarskjöld Plaza'nın önündeki basamakları tırmanıp içeri girmesini seyretti. Ardından arkasına yaslanıp gözlerini kapattı ve şarkı söyleyen sesleri dinlemeye koyuldu. Bir an geldi, söyledikleri şarkının sözlerinden ikisinin kendi ismi olduğunu fark etti.
Roland'a binaya çok fazla insan giriyormuş gibi geldi ama bu, yolculuğunun son yıllarını çoğunlukla ıssız yerlerde geçirmiş bir adamın algılayışıydı. On bire çeyrek kala yerine mesainin başladığı dokuza çeyrek kala gelmiş olsaydı binaya giren insan seli nutkunun tutulmasına sebep olabilirdi. O sırada orada çalışanların büyük bölümü masasının başında, kâğıtlar ve baytlar dolusu bilgi üretmekle meşguldü.
Lobi camlan tertemizdi ve iki, hatta belki üç kat boyunca yükseliyordu. °unun sonucu olarak lobi son derece aydınlıktı ve içeri girdiği an Pleasant-He de Eddie'nin yanında diz çökmesinden beri yüreğine yerleşmiş olan et'er yok oldu. Şarkı söyleyen sesler burada daha yüksekti, koskocaman bir koro halinde söylüyorlardı. Ve onları tek duyanın kendisi olmadıöln gördü. Caddede insanlar başlarını önlerine eğmiş, yüzlerinde dalgın, dik katsiz ifadelerle, sanki onlara ihsan edilen günün narin ve her an yok olabilecek güzelliğini görmekten özellikle kaçınıyormuşçasına hızlı adımlarla vij. rüyordu. Ama içeride Silahşor'un çölde su bulmuş gibi kana kana içine çe^. tiği şeyin hiç olmazsa bir kısmını hissetmeden edemiyorlardı.
Bir rüyadaymış gibi gül pembesi mermer zemin üzerinde ilerledi Çizmelerinin topuklarının çıkardığı sesi, kesedeki Orizalar'ın hafif tıngır-tısını duyabiliyordu. Burada çalışan insanlar burada yaşıyor olmayı diliyor diye düşündü. Kendileri bunun farkında olmayabilir, ama temennileri bu. Burada çalışan insanlar fazla mesai yapmak için bahaneler üretiyor. Ve hepsi de uzun ve üretken bir yaşam sürecek.
Seslerin yankılandığı yüksek odada pahalı mermer zemin küçük bir toprak parçasında son buldu. Etrafı koyu şarap renginde kadife kordonlarla çevrilmişti, ama Roland kordonların orada bulunmasına gerek olmadığını biliyordu. Hiç kimse, dikkat çekmek isteyen intihara meyilli bir can-toi bile o toprak parçasına girmezdi. Orası kutsaldı. Üç eüce palmiye ağacı ve Gilead'dan ayrılmasından beri görmediği bitkiler vardı: isminin Spathiphyllum olduğunu sanıyordu, ama bu dünyada farklı bir adı olabilirdi. Başka bitkiler de vardı ama sadece biri önemliydi.
Kare şeklindeki toprak parçasının tam ortasında gül vardı.
Roland gülün oraya sonradan getirilmediğini bir bakışta anladı. Hayır. 1977 yılında, binanın bulunduğu yerde sadece kırık tuğlalar ve çer çöple dolu boş bir arsa varken neredeyse şimdi de oradaydı. Arsayı çevreleyen tahta perde üzerinde Kaplumbağa Koyu Lüks Apartmanlan'nm pek yakında Mills İnşaat ve Sombra Emlakçilik tarafından inşa edileceğini duyuran bir ilan vardı. Ama onun yerine yüz katlı bu bina inşa edilmişti. Gülün etrafına. Binada yapılan iş her neyse, bunun yanında ikinci plan-da kalıyordu.
2 Hammaskjöld Plaza bir tapmaktı.
Roland bir el omzuna dokununca öyle ani döndü ki alarma geçmiş bir-. bakışı üzerine çekti. Kendisi de aynı durumdaydı. Yıllardır -belki ererdik günlerinden beri- hiç kimse omzuna dokunabilecek mesafeye ona duyurmadan gelememişti. Ve o mermer zeminde ayak seslerini mutlaka...
Yanına gelen genç (ve son derece güzel) kadının, ani tepkisi karşısında şaşırdığı belliydi. Ama omuzlarını kavramak için uzattığı elleri boş kaldı, sonra birbirine çarptı ve çıkan hafif alkış sesi en az Lud'un Beşiği'ndeki kadar yüksek olan tavandan yankılanarak geri döndü. Kadının yeşil gözleri iri ve temkinliydi. Roland bu gözlerde kötü niyet olmadığına yemin edebilirdi ama önce o şekilde gafil avlanmak, ardından öyle ıskalaması...
Kadının ayaklarına bakınca hiç olmazsa bir sorunun cevabını aldı. Daha önce hiç görmediği türde bir ayakkabı giyiyordu; sünger tabanlı kumaş bir tür ayakkabı. Sert bir yüzeyde mokasenler kadar sessiz yürünebilecek türden. Kadına gelince...
Ona bakarken tuhaf bir şekilde iki ayrı konudan emin oldu: birincisi, 'kadının geldiği kayığı görmüş' olmasıydı, Calla Bryn Sturgis'te bazen kullanılan, ailevi benzerliğe işaret eden bir deyişti; ikincisiyse bu dünyada, bu özel Anahtar Dünya'da bir silahşor topluluğunun olduğu ve az önce onlardan biriyle karşılaştığıydı.
Böyle bir karşılaşma için gülün civarından daha iyi bir yer olabilir miydi?
"Yüzünde babanı görüyorum ama isimlendiremiyorum," dedi Roland alçak sesle. "Bana kim olduğunu söyle, seni hoşnut ederse."
Kadın gülümsedi ve aradığı isim Roland'ın dilinin ucuna kadar geldi.
Sonra böyle anlarda sıkça olduğu gibi yine kaybolup gitti: hafıza utangaç olabiliyordu. "Onunla hiç tanışmadınız... ama tanıdığınızı düşünmenizin sebebini anlayabiliyorum. Dilerseniz size daha sonra anlatırım ama şimdi kizi yukarı çıkarmam gerekiyor, Bay Deschain. Sizinle görüşmek..." Kendişini komik duruma düşüreceğini düşündüğü bir kelimeyi söylemek üze. reymiş gibi duraksadıktan sonra gülümsedi. Yeşil gözleri benimle daha geçiyorlarsa bırak gülsünler diye düşünürcesine kısılmıştı, "...istişare etmek istöyen biri var."
"Pekâlâ," dedi Roland.
Kadın olduğu yerde bir süre daha kalmasını sağlamak için omzuna hafifçe dokundu. "Işın Bahçesi'ndeki yazıyı okumanızı sağlamam istendi" dedi. "Okuyacak mısınız?"
Roland'ın yanıtı biraz sert, biraz da özür diler tonda oldu. "Yapabi-lirsem okurum," dedi. "Ama kelimeler bu taraftayken ağzımdan kolayca çıkmasına rağmen yazılarınızı okumakta daima zorluk çekmişimdir."
"Bunu okuyabileceğinizi sanıyorum," dedi kadın. "Bir deneyin." Ve tekrar omzuna dokunarak nazikçe lobideki toprak parçasına doğru dönmesini sağladı... bu toprak, binaya el arabalarıyla, işçiler tarafından getirilmemişti; zaten oradaydı ve belki işlenmiş ama kesinlikle yer değiştirmemişti.
Önce pirinç levha üzerindeki yazıları, mağazaların vitrinlerinde veya magazinlerin kapaklarında gördüğü yazılar gibi okumakta zorlandı. Tam bunu söylemeye, tanıdık gelen kadından yazıyı ona yüksek sesle okumasını rica etmeye niyetlenmişti ki harfler değişti ve Gilead'ın Kadim Harfleri haline geldi. Pirinç levhanın üzerindeki yazıları artık kolayca okuyabiliyordu. Okumayı bitirince harfler yine değişti.
"Hoş bir numara," dedi. "Düşüncelerime mi uyum sağladı?" Kadın gülümsedi -dudakları şekere benzer pembe bir şeyle kaplıydı-ve başını salladı. "Evet. Yahudi olsaydınız İbranice olacaklardı. Rus olsaydınız Kiril Alfabesi'ne dönüşeceklerdi." "Öyle mi?" "Öyle."
Lobi yine normal ritmine kavuşmuştu... ama Roland buranın ritminin daima diğer işyerlerininkinden farklı olacağını biliyordu. Gök Gürü'' tüsü'nde yaşayanların tümü hayatları boyunca sivilceler, egzama, baş ao've kulak iltihabı gibi illetlerle uğraşır, sonunda (muhtemelen erken sta) bütün organlarını harap eden ağır ve acılı bir hastalığa yakalana-. ölürdü. Burası ise tam tersiydi: sağlık ve ahenk, iyi niyet ve cömertlik ardı. Bu ahali gülün şarkısını tam olarak duymuyordu, ama duymalarına erek yoktu. Çok şanslılardı ve bunu kalplerinin derinliklerinde bir yerde Kjüyorlardı... ve en büyük şansları da buydu. İçeri girip azanzör dedikleri vükselen kutulara canlı adımlarla yürümelerini, ellerindekileri, çıkınlarını sallayarak zinde bir şekilde ilerlemelerini izledi. Ve hiçbiri düz bir hat çizerek ilerlemiyordu. Birkaçı kadının Işın Bahçesi dediği yere geliyor gelmeyenler de çok güçlü bir mıknatısın çekimine kapılmışçasma o yöne doğru dört beş adım atıyordu. Peki ya biri güle zarar vermeye kalkarsa? Roland azanzörlerin yanındaki küçük masanın gerisinde bir güvenlik görevlisi olduğunu gördü ama adam yaşlı ve şişmandı, varlığının fazla bir önemi yoktu. Biri tehditkâr bir harekette bulunursa lobideki herkes kafasının içinde sadece köpeklerin duyabildiği düdük sesi gibi keskin ve emredici bir alarm çığlığı duyardı. Ve güle zarar vermek isteyenin üzerine çullanırlardı. Bunu çok çabuk ve kendi emniyetlerini düşünmeksizin yaparlardı. Gül boş arsada çöpler ve yabani otlar arasında kendini korumayı (ya da en azından koruyabilecek kişileri kendine çekmeyi) başarmış ve bu gerçek değişmemişti.
"Bay Deschain? Yukarı çıkmaya hazır mısınız?" "Evet," dedi Roland. "Yolu göster, sana uyarsa."
Kadının yüzünde neyin tanıdık olduğunu tam azanzöre vardıkları sırada çözdü. Belki profilini görmenin etkisiydi, belki de elmacık kemiğinin §ekli. Eddie'nin Jack Andolini ve George Biondi'nin Manhattan Zihin Lokantası'ndan ayrılmasından sonra Calvin Tower ile yaptıkları konuş-madan bahsedişini hatırladı. Tower en eski dostunun ailesinden bahsediyordu. New York'taki, hatta tüm Birleşik Devletler'deki en eşsiz YASAL an-e sahip olmakla övünürler. Sadece "DEEPNEAU."
"Sai Aaron Deepneau'nun kızı mısın?" diye sordu ona. "Değilsin el. bette, fazla gençsin. Torunu belki?"
Kadının gülümsemesi soldu. "Aaron'ın hiç çocuğu olmadı Bay Dese-hain. Ben onun ağabeyinin torunuyum ama annemi, babamı ve büyükbabamı küçük yaşta kaybettim. Beni Airy büyüttü."
"Ona böyle mi diyordun? Airy?" Roland'ın çok hoşuna gitmişti.
"Çocukken öyle diyordum, sonra da öyle kaldı." Tekrar gülümseye-rek elini uzattı. "Nancy Deepneau. Ve sizinle tanıştığıma çok memnunum. Biraz ürktüğümü itiraf etmeliyim ama memnunum."
Roland uzatılan eli sıktı ama hareketi formalite icabıydı, bir dokunuştan biraz fazlasıydı. Sonra daha büyük bir ciddiyet ve daha yoğun duygularla (çünkü birlikte büyüdüğü, anladığı usul buydu) yumruğunu alnına götürüp bir bacağını öne uzattı. "Uzun günler ve hoş geceler, Nancy Deepneau."
Kadının gülümsemesi genişleyerek neşe dolu bir sırıtışa dönüştü. "İki katı sizin için olsun, Gilead'lı Roland! İki katı sizin için olsun."
Azanzör geldi, bindiler ve doksan dokuzuncu kata çıktılar.
8
Kapılar çok geniş bir fuayeye açıldı. Yerde gülün rengiyle kusursuz bir uyum gösteren koyu pembe bir halı vardı. Azanzörün karşısında, üzerinde TET ŞİRKETİ yazan cam bir kapı bulunuyordu. Roland kapının ötesinde bir kadının kendi kendine konuşarak bir masanın başında oturduğu daha küçük bir lobi olduğunu gördü. Dış lobinin sağında takım elbiseler giymiş iki işadamı vardı. Elleri ceplerinde, rahat bir havada kendi aralarında sohbet ediyormuş gibi görünüyorlardı, ama Roland gerçeğin tamamen farklı olduğunu gördü. Ayrıca silahlıydılar. Takımlarının ceketleri usta ellerce dikilmişti ama bakmayı bilen biri, bir tabanca varsa mutlaka görürdü. Bu w adam fuayede bir, belki iki saat boyunca duracak (çok iyi adamların bile fazla uzun süre tetikte kalması zordu), azanzör kapılarının her açılıŞ'nCİa hangi bir sorun çıkması halinde harekete geçmeye hazır halde sohbet H'vor görüneceklerdi. Roland bunu beğendi.
Ama muhafızlara bakarak fazla vakit kaybetmedi. Ne olduklarını andıktan sonra bakışları azanzörün kapılarının açılmasından beri gitmeye
attıkları tarafa döndü. Sol tarafındaki duvarda büyük bir siyah beyaz esim vardı. Bir buçuk metreye bir metre bir fotoğraftı (ama aklından ge-cen kelime fottegraftı) ve duvara çerçevelenmeden asılmıştı. Duvarla öylesine bütünleşmişti ki doğal olmayan, donuk bir gerçekliğe açılan bir delik gibiydi. Kot pantolon ve yakası açık gömlekler giymiş üç adam bir çitin üzerinde oturmuş, çizmelerinin topuklarını çitin en alt sırasına takmıştı. Roland kovboyların veya sığırtmaçların vahşi atların terbiye edilmesini, kementle yakalanmasını, iğdiş edilmesini veya damgalanmasını izlerken o şekilde oturduğunu daha önce kaç kez görmüştü? Kendisi de eski tet'inin -Cuthbert, Alain, Jamie Decurry- bir veya birkaç üyesiyle kaç kez John Cullum, Aaron Deepneau ve aralarındaki altın çerçeveli gözlüklü, beyaz bıyıklı zenci adamın yaptığı gibi yan yana oturmuştu? Hatırlamak onu hüzünlendirdi, midesini sıkıştırıp kalp atışlarını hızlandırdı. Resimdeki üç kişi bir şeye gülerken yakalanmıştı ve elde edilen sonuç zamana kafa tutan bir kusursuzluktu; erkeklerin ne olduklarından ve nerede olduklarından memnuniyet duyduğu nadir anlardan biriydi.
"Kurucu Babalar," dedi Nancy. Sesi hem takdir dolu, hem üzgündü. "Bu fotoğraf 1986'da idari tatil sırasında çekilmiş. Taos, New Mexico'da. Sığırlar dünyasında üç şehirli adam, buna ne demeli. Hayatlarının en güzel anlarını yaşıyormuş gibi görünmüyorlar mı?"
"Doğru diyorsun," dedi Roland.
"Üçünü de tanıyor musunuz?"
Roland başını salladı. Ortadaki adamla, Moses Carver'la hiç tanışmamış olmasına rağmen hepsini tanıyordu. Dan Holmes'un ortağı, Odet-a nın vaftiz babasıydı. Resimde oldukça dinç, sağlıklı ve yetmiş yaşların-üa görünüyordu ama 1986'da seksenine yaklaşmış olmalıydı mutlaka. atta belki seksen beş. Ama elbette burada çok güçlü bir etken olduğu unutulmamalıydı: binanın lobisindeki o olağanüstü şey. Gül de caddenin karşısındaki cep parkındaki kaplumbağa Maturin de bir gençlik pınarı değildi. Ama çok faydalı etkileri olabileceği inkâr edilemezdi. İyileştirici etkileri? Evet, buna da inanıyordu. Aaron Deepneau'nun 1977'den bu resmin çekildiği 1986'ya kadar dokuz yıl yaşayabilmesinin tek sebebinin Prim'in eski insanların ilaçlarının ve tıbbi tedavilerinin yerini alması olduğuna inanıyor muydu? Hayır. Bu üç adam -Carver, Cullum ve Deepneau-o geç yaşlarında gül için savaşmak uğruna neredeyse büyülü bir şekilde bir araya gelmişti. Silahşor hikâyelerinin çok güzel ve heyecanlı bir kitap olacağından emindi. Roland'ın inandığı basitliğin ta kendisiydi: gül minnetini göstermişti.
"Ne zaman öldüler?" diye sordu Nancy Deepneau'ya.
"Önce John Cullum'ı kaybettik, 1989'da," dedi kadın. "Bir kurşuna hedef oldu. Hastanede on iki saat, herkesle vedalaşmasına yetecek kadar dayandı. Yıllık yönetim kurulu toplantısı için New York'taydı. New York polisine göre kaldırımda soyguna uğramış ve iş çığırından çıkınca vurulmuş. Biz ise bir Sombra veya Kuzey Pozitronik ajanı tarafından öldürüldüğünü sanıyoruz. Muhtemelen can-toi'den biri. Daha önce başarısız girişimlerde bulunmuşlardı."
"Sombra ve Pozitronik temelde aynı," dedi Roland. "Kızıl Kral'ın bu dünyadaki temsilcileri."
"Biliyoruz," dedi kadın ve resmin sol tarafındaki, çok benzediği adamı gösterdi. "Aaron Amca 1992'ye kadar yaşadı. Onunla tanıştığınızda... 1977 miydi?"
"Evet," dedi Roland.
"1977'de kimse o kadar yaşayacağına ihtimal vermiyordu."
"Onu da fayen-ahali mi öldürdü?"
"Hayır, kanser yüzünü tekrar gösterdi, hepsi bu. Yatağında öldü. Yanındaydım. Son sözleri, 'Roland'a elimizden geleni yaptığımızı söyle,' oldu. Ve işte söyledim."
"Teşekkürler derim, sal" Sesindeki sertliği fark etti ve kadının onu rSlediğini sanmamasını diledi. Çok kişi onun için elinden geleni yapmış-değil mi? Uzun yıllar önce Susan Delgado ile başlayan pek çok kişi.
Dostları ilə paylaş: |