Stephen King Kara Kule Cilt7 Kule



Yüklə 2,92 Mb.
səhifə40/62
tarix03.12.2017
ölçüsü2,92 Mb.
#33720
1   ...   36   37   38   39   40   41   42   43   ...   62

irene zarfı hafifçe kaldırdı. "Epey kalın gibi. Bir Stephen King kitabı olduğuna şüphe yok. O santimle satıyor, Amerika kiloyla alıyor."

Roland başını iki yana salladı. Anlamamıştı.

"Boş ver," dedi irene. "Ukalalık ediyorum, çünkü Ree vedaları sevmez, hiçbir zaman da sevmedi. Bunun bende kalmasını istiyorsun, değiî mi?"

"Evet."

"Pekâlâ. Belki Koca Steve hastaneden çıktığında imzalattırırım. Bence bana en azından o kadarım borçlu."



"Ya da bir öpücük," dedi Roland ve kendi için bir tane aldı. Kitabı verdikten sonra kendini daha hafif hissetmeye başlamıştı. Daha özgür. Daha güvende. Kadmı kendine çekip sıkıca sarıldı, irene Tassenbaum da aynı şekilde karşılık verdi.

Sonra Roland, onu bıraktı ve yumruğuyla alnına kısaca dokunduktan sonra Dixie Pig'in kapısına yöneldi. Kapıyı açıp ardına hiç bakmadan 'Çeri girdi. Bunun en kolayı olduğunu öğrenmişti


16

Jake ve Peder Callahan'ın geldiği gece kapının önünde duran ayaklı levha içeri alınmıştı. Roland levhaya çarptı, ama refleksleri her zamanki gibi çabuktu, yere düşmeden yakaladı. Üzerindeki yazıyı yavaşça okudu ve kulağına gelen kendi sesinden tekbir anlam çıkardı: KAPALİ. Yemek salonunu aydınlatan turuncu elektrikli lambalar sönüktü, ama acil durum ışıkları yanıyor, lobinin ötesindeki alanı ve barı sert bir ışıkla aydınlatıyordu. Sol tarafta bir kemer, ötesinde bir başka yemek salonu vardı. Orada acil durum ışıkları yoktu, Dixie Pig'in o bölümü bir mağara gibi karanlıktı. Ana yemek salonundaki aydınlık, bu bölümün bir buçuk metre kadar içine uzanıyor -uzun masanın ucunu aydınlatacak kadar- ve ardından yok oluyordu. Ja-ke'in bahsettiği perde kaldırılmıştı. En yakın polis karakolunun delil odasında veya garip nesneler biriktiren bir koleksiyoncunun duvarında olabilirdi. Roland kızarmış etin hafif ve nahoş kokusunu alabiliyordu.

Ana yemek salonunda birkaç masa devrilmişti. Roland kırmızı halı üzerinde lekeler gördü; kan olduğu neredeyse muhakkak koyu lekeler ve... başka bir şeye ait sarımsı bir leke.

Elindekini at! Çoban tanrının adi süsü. Cesaretin varsa at onu elinden! Ve pederin korkusuz sesi Roland'ın kulaklarında yankılandı: İnancımı senin gibi bir yaratığın meydan okumasıyla tehlikeye atacak değilim, sal Peder. Ardında bıraktıklarından biri daha.

Roland boş arsada buldukları çantanın astarının içine dikilmiş olan kaplumbağa heykelciğini düşündü, ama aramakla vakit harcamadı. Orada olsaydı sessizlikte onu çağıran sesini mutlaka duyardı. Hayır, vampir şövalyelerin yemek sahnesinin resmedildiği perdeyi her kim almışsa sköldpadda'yı da gerçekte ne olduğunu bilmeden, sadece acayip harika ve başka bir dünyaya aitmiş gibi olduğunu düşünerek almış olmalıydı. Çok yazık. İşe yarayabilirdi.

Silahşor peşinde Oy olduğu halde masaların arasında yürümeye devam etti.


17

New York güvenlik memurlarının orayı gördüğünde ne düşündüğünü merak ederek mutfakta bir süre duraksadı. Daha önce böyle bir yer görmediklerine bahse girebilirdi; temiz makinelerin ve parlak elektrik ışıklarının olduğu bu şehirde görmeleri mümkün değildi. Bu mutfak gençlik günlerinden hatırladığı aşçı Hax'in (en iyi arkadaşıyla aşçının ölü ayaklarının altında kuşlara ekmek kırıntıları atmışlardı) kendini evinde gibi hissedebileceği bir yerdi. Ocağın ateşi haftalar önce sönmüştü, ama üzerinde kızaran etin kokusu hâlâ güçlü ve çirkindi. Mutfakta başka mücadele belirtileri olduğunu gördü (yerdeki yeşil karolar üzerinde ters dönmüş bir tencere, ocaklardan birinin üzerinde yanıp kapkara olmuş kan vardı). Bunları gören Roland, Jake'in oradan çarpışarak geçişini zihninde canlandırabiliyordu. Ama Jake panik içinde değildi, hayır, o değil. Paniğe kapılmak şöyle dursun, aşçı yamağından yol tarifi bile istemişti.

Adın nedir, ahbap?

Jochabim, Hossa 'nın oğlu.

Jake onlara hikâyesinin bu kısmını anlatmıştı ama Roland'la o an konuşan, hafızası değildi. Ölülerin sesiydi. Bu sesleri daha önce de duymuştu ve ne olduklarını biliyordu.
18

Oy geçen sefer olduğu gibi öne düşüp yolu gösterdi. Ake'in hafif ve hüzünlü kokusunu alabiliyordu. Ake artık gitmişti ama fazla uzağa değil, 'yiydi, Ake iyiydi, Ake bekleyecekti ve zamanı geldiğinde -Ake'in ona verdiği görev tamamlandığında- Oy ona yetişecek ve her zaman olduğu gibi onunla gidecekti. Burnu güçlüydü ve zamanı geldiğinde bundan daha taze bir koku bulacaktı. Ake, onu ölümden kurtarmıştı ve bunun önemi yoktu. Oy tefi tarafından dışlandıktan sonra Ake, onu yalnızlık ve utançtan kurtarmıştı. İşte bu çok önemliydi.

Bu arada bitirmesi gereken bir işi vardı. Olan adlı adama kilerin yolunu gösterdi. Merdivenlere açılan gizli kapı kapalıydı, ama Olan konserveler ve kutularla dolu rafları sabırla yoklayarak açmanın yolunu buldu. Her şey daha önce olduğu gibiydi, tavandaki ampuller aşağı inen basamakları hafifçe aydınlatıyordu. Küfle karışık rutubet kokusu havaya hâkimdi. Duvarların içinde koşuşturan sıçanların kokusunu alabiliyordu; sıçanların ve başka şeylerin, bazıları Ake ile son gelişlerinde öldürdüğü böcekler olan yaratıklar. Onları öldürmek güzeldi ve önüne bir fırsat çıkarsa yine zevkle öldürürdü. Oy böceklerin ortaya çıkıp ona kafa tutmasını diledi, ama elbette ortalıkta görünmediler. Korkuyorlardı ve korkmakta haklıydılar, çünkü iki tür birbirinin doğal düşmanıydı.

Basamakları inmeye başladı ve Olan adındaki adam onu takip etti.


19

Üzerinde sararmış afişler olan (NEW YORK HATJRASI SATIN ALMAK içiN SON ŞANS ve u EYLÜL 20üi 1 ZİYARET EDİN!) terk edilmiş büfenin önünden geçtiler ve on beş dakika sonra -Roland zamandan emin olmak için yeni saatini kontrol etti- tozlu koridor zemini üzerine saçılmış bolca cam kırığının bulunduğu bir yere geldiler. Roland patilerinin altının kesilmemesi için Oy'u kucağına aldı. Her iki duvarda da bir zamanlar üzerleri camla kaplı olduğu anlaşılan yuvalardan geri kalanları görebiliyordu. İçlerine baktığında karmaşık makineler gördü. Jake'i burada az daha yakalayacaklardı. Bir akıl tuzağıyla onu yavaşlatmışlar ama Jake kurtulabilecek kadar zeki ve cesur olduğunu bir kez daha göstermişti. Aracını boş bir yolda doğru düzgün kullanmak gibi basit bir işi bile yapamayacak kadar aptal ve dikkatsiz bir adam dışında her şeyden kurtulmayı başardı, diye acıyla düşündü Roland. Ve onu oraya götüren adamdan... ondan da kurtulamadı Oy ona havlayınca Roland, Bryan Smith'e (ve kendine) duyduğu öfkeyle hayvancağızı gereğinden fazla sıkmakta olduğunu anladı. "Bağışla, Oy," dedi ve Hantal Billy'yi yere bıraktı.

Oy herhangi bir karşılık vermeden yürümeye devam etti ve kısa süre sonra oğlunu Dixie Pig'den oraya kadar kovalayan adamların dağınık cesetlerinin bulunduğu yere vardılar. Ayrıca Eddie ile oraya vardıklarında bu çok eski koridorun tozlu zemin üzerinde bıraktıkları izler de duruyordu. Yine bir hayaletin sesini duydu. Bu seferki adamların liderinin sesiydi.

Evet! Adını yüzünden, yüzünü ağzından biliyorum. John Farson'ı şevkle emen annenin ağzıyla aynı.

Roland çizmesinin burnuyla cesedi çevirdi (babasının içine ejderha korkusu ektiği Flaherty adında bir insandı ama bunlar Silahşor'un umurunda bile değildi) ve şimdiden üzerinde bir tabaka küf birikmiş ölü suratına baktı. Yanında, son sözleri o halde kahrol, chary-ka olan taheen'in cesedi vardı. Onların ve yoldaşlarının cesetlerinin oluşturduğu yığının gerisinde onu Anahtar Dünya'dan bir daha dönmemecesine çıkaracak olan kapı duruyordu.

Tabi hâlâ çalışıyorsa.

Oy kapıya doğru yürüyüp önünde oturdu ve Roland'a baktı. Hantal Billy hızlı hızlı soluyordu ama o eski, şirin sırıtışı artık yoktu. Roland kapıya vardı ve ellerini hayaletağacımn üzerine dayadı. Derinlerde alçak ve düzensiz bir titreşim hissetti. Kapı hâlâ çalışıyordu ama işlevini yitirmesi an meselesiydi.

Gözlerini kapadı ve küçük yatağında yatarken (beşikten yatağa terfi edeli ne kadar olmuştu bilmiyordu ama fazla bir zaman olmadığından emindi) bebek odasının pencerelerinin renkli camlarının yansıması yüzünde dans ederek üzerine eğilen, daha sonra şefkatle okşadığı öz evladının eliyle öldürülecek olan annesini düşündü; Uzun Candor'un kızı, Steven'ın karısı, Roland'ın annesi Gabrielle Deschain. Oğluna uyuması ve sadece çocukların bildiği diyarları rüyasında görmesi için ninni söyleyen kadın.

Canım bebeğim, güzel bebeğim Hep kok/ayayım öpeyim Chussit, chissit, chassit! Yetmesi gerek, dolacak sepet!

Bu kadar uzağa geldim, diye düşündü Roland elleri hayaletağacından kapıya dayanmış halde. Bunca yol aştım, çok kişiyi incittim, incittim veya öldürdüm, kurtarmış olabileceklerim sadece tesadüfen kurtuldu ve ruhumu asla kurtaramaz, eğer bir ruhum varsa. Yine de şu var: son yolun başına geldim ve bu yolculuğa tek başıma çıkmamam gerek. Susannah benimle gelirse... Belki hâlâ sepetimi doldurmaya yetecek kadarı vardır.

"Chassit," dedi Roland ve kapı açılırken o da gözlerini açtı. Oy'un temkinli adımlarla diğer tarafa geçtiğini gördü. Dünyalar arasındaki boşluğun tiz çığlığını duydu ve sonra kendisi de diğer dünyaya geçti. Kapıyı arkasından kapatırken yine ardına bakmamıştı.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM FEDIC (İKİ MANZARA)


1

Şuranın ne kadar aydınlık olduğuna bakın hele!

Daha önce geldiğimizde Fedic gölgesiz ve donuktu, ama öyle olması için bir sebep vardı: gerçek Fedic değil, sadece bir geçiş kopyasıydı; Mia'nın çok iyi bilip hatırladığı (şartlar -Walter o'Dim olarak vücut bulmuşlardı- ona fiziksel bir beden vermeden önce sık sık gittiği cehennem kıyısı şatosunu hatırladığı gibi) ve dolayısıyla tekrar yaratabildiği Fedic'in bir kopyasıydı. Bununla birlikte bugün, terk edilmiş kasaba neredeyse bakılamayacak kadar aydınlık (ama elbette Gök Gürültüsü'nün ve Dixie Pig'in altındaki geçitin loşluğuna alışmış gözlerimiz bu aydınlığa adapte olduğunda daha iyi görebileceğiz). Her gölge keskin; kapkara kadifeden kesilip toprağın üzerine serilmiş gibi. Bulutsuz gökyüzü masmavi. Hava serin. Boş binaların çatılarının saçakları arasında ve Discordia Şato-su'nun mazgallı siperlerinde inleyerek esen rüzgâr sonbaharın habercisi. Fedic İstasyonu'nda, burnunun her iki tarafında TOPEKA'NIN RUHU yazan atomik bir lokomotif -eski insanlar kızgın-makine derdi- duruyor. Önündeki zarif camlar yüzyıllardır biriken çöl kumu yüzünden neredeyse görülmez halde ama bunun pek önemi yok; Topeka'nın Ruhu son seferini yaptı ve seferlerini düzenli bir şekilde yaptığı zamanlarda da bir insanın yönlendirmesine ihtiyacı yoktu. Lokomotifin gerisinde sadece üç vagon var. Son seferinde Gök Gürültüsü İstasyonu'ndan yola çıktığında ve bu hayalet kasabaya ulaştığında sayıları bir düzineydi ama...

Ah şey, bu hikâyeyi anlatmak Susannah'ya düşer ve liderliğine gerek duyulan bir ka-tet'va olduğu günlerde dinh'i olan adama anlatırken dinleyeceğiz. İşte Susannah da burada, onu daha önce otururken gördüğümüz yerde, Gin-Puppy Meyhanesi'nin önünde oturuyor. Eddie'nin Suzie'nin Gezinti Bisikleti adını verdiği aracını park etmiş. Üşüyor ve üzerine giyebileceği bir kazağı bile yok, ama kalbinin sesi ona bekleyişinin sona ermek üzere olduğunu söylüyor. Kalbinin sesinin haklı olması için dua ediyor çünkü bu kasaba hayaletli. Rüzgârın iniltisi Susannah'nm kulaklarına bedenlerinin deforme edilip beyinlerinin boşaltılması için zorla oraya getirilen dehşet içindeki çocukların çığlıklarıymış gibi geliyor.

Yolun sonundaki paslı Quonset kulübenin (16. Kavis Deney İstasyonu, hatırlayın, size uyarsa) yanında gri robot atlar var. Son ziyaretimizden sonra birkaçı daha devrilmiş, gelip kendilerini çözecek binicileri görmeye çalışıyormuş gibi başlarını sabırsızca öne arkaya sallayanların sayısı ise artmış. Ama kimse onları çözmeyecek, çünkü Kırıcılar durdurulup salıverildi. Artık o yetenekli beyinlerini beslemek için çocukların getirilmesine gerek kalmadı.

Ve şimdi bakın! Hanımın o uzun gün boyunca ve ondan önceki gün Ted Brautigan, Dinky Earnshaw ve diğer birkaçıyla (Sheemie aralarında yoktu, o yolun sonundaki açıklığa gitmişti, üzgünüm derim) vedalaştığı ondan önceki günden beri beklediği kişi geliyor. Dogan'ın kapısı açılıyor ve bir adam dışarı çıkıyor. Susannah'nm ilk gördüğü, artık topallamadığı. Sonra yeni gömleğini ve kot pantolonunu fark ediyor. Şık kıyafet ama o da bu soğuk havaya en az Susannah'nm olduğu kadar hazırlıksız. Yeni gelenin kucağında kulaklarını geriye yatırmış tüylü bir hayvan var. Buraya kadar iyi ama hayvanı kucağında tutuyor olması gereken çocuk yok.

Çocuk yok... kalbi kederle doluyor. Ama şaşkın değil, çünkü biliyordu, şu adamın (şu chary adamın) açıklığa gidenin Susannah olduğu takdirde bileceği gibi.

Oturduğu yerden aşağı kaydı ve elleri ve kesik bacakları üzerinde ilerleyerek kaldırımdan yola indi. Yola inince tek elini kaldırıp salladı. "Roland!" diye seslendi. "Hey Silahşor! Burdayım!"

Roland, onu gördü ve o da el salladı. Sonra eğilip hayvanı yere bıraktı. Oy başını eğip kulaklarını kafasına yapıştırarak kar üzerindeki bir sansar gibi çılgınca koşmaya başladı. Susannah'nm yanına varmasına iki metre (en az) kalmışken havaya sıçradı. Gölgesi toprak yol üzerinde hızla süzüldü. Susannah, onu yakaladı ama çarpışmanın şiddetiyle sırtüstü düştü. Ciğerlerindeki nefes boşalmıştı. Ama yeni soluğunu kahkahalar eşliğinde aldı. Ön ayaklarını göğsüne, arka ayaklarını karnına dayayan Oy üzerinde durup kuyruk sallayarak yanaklarını, burnunu, gözlerini yalarken hâlâ gülüyordu.

"Yavaş ol!" diye bağırdı gülerek. "Dur yoksa beni öldüreceksin!" Ağzından fütursuzca çıkan sözleri duyunca kahkahaları kesildi. Oy üzerinden indi, oturdu, burnunu gökyüzüne kaldırdı ve ona bilmesi gereken her şeyi tek bir acı ulumayla anlattı.

Susannah doğrulup oturdu ve gömleğindeki tozları silkeledi. O sırada üzerine bir gölge düştü. Başını kaldırdı, ama Roland'ın yüzünü göremedi. Başı tam güneşin önündeydi ve alevlerden oluşan bir taç takıyormuş gibiydi. Yüz hatları gölgede kalmış, seçilmiyordu. Ama ellerini ona uzatmıştı.

Susannah'nm benliğinin bir bölümü uzatılan elleri tutmak istemedi, ve bu anlaşılabilir bir şeydi, değil mi? Bir bölümü her şeyi burada sonlan-dınp onu kötü topraklara yalnız göndermek istiyordu. Eddie'nin istediği ou olmasa da. Jake'in de şüphesiz. Güneşin kafasının etrafında göz kamaştıran bir taç oluşturduğu bu koyu şekil onu çoğunlukla konforlu olan yaşamından (ah evet, hayaletleri vardı -ve en az bir kötü kalpli iblisi- ama hangimizin yok ki?) çekip almıştı. Onu önce aşkla, sonra acıyla, dehşetle ve kayıpla tanıştırmıştı. Bir başka deyişle her şey giderek kötüye gitmişti. Kederinin sorumlusu eski bir dünyadan eski çizmeleri ve kalçalarından sarkan eski ölüm makineleriyle çıkagelen, elleri ölümcül, uğursuz bir yeteneğe sahip, macera arayan bu tozlu şövalyeydi. Bunlar duygusal düşünceler, mor görüntülerdi ve eski Odetta bunlara hiç şüphesiz kahkahalarla gülerdi. Ama artık değişmişti, bu adam, onu değiştirmişti ve kederli düşüncelere kapılmayı hak eden biri varsa o da Dan'in kızı Susannah'ydı.

Benliğinin bir parçası onu reddetmek istiyordu, yolculuğunu sonlan-dırmak veya kararlılığını kırmak değil (bunlara sadece ölüm muktedirdi) kasti olmayan o insafsız acımasızlığını cezalandırmak istiyordu. Ama ka hepimizin hükmü altında olduğu bir tekerlektir ve tekerlek döndüğünde biz de mecburen onunla birlikte döneriz. Başımız önce cennete yükselir, sonra içindeki beynin yanıyormuş gibi olduğu cehenneme iner. Bu yüzden, reddetmek yerine...
2

Bu yüzden reddetmek yerine benliğinin bir diğer parçasının yapmasını istediği gibi ellerini Roland'a uzattı. Roland, onu çekerek kaldırdı (ayağa değil, bir süre ödünç alınmış ayakları olmuştu ama artık yoktu) ve kucağına aldı. Yanağını öpmeye çalışınca Susannah dudaklarının birleşmesi için başını çevirdi. Bunun yan yola kadar olmayacağını anlasın, diye düşündü nefesini ona verip onunkini alırken. Bu iste sonuna kadar olduğumu anlasın. Tanrı yardımcım olsun, sonuna kadar onunlayım.


3

Fedic Şapkacılık & Bayan Giyim'de kıyafetler vardı, ama dokunur dokunmaz parçalanıyorlardı, güveler ve geçen yıllar hepsini mahvetmişti. Roland, Fedic Hotel'de (SESSİZ ODALAR, İYİ YATAKLAR) bir dolapta onları en azından akşamüstü serinliğinden koruyabilecek battaniyeler buldu. Rüzgârın üzerlerine sinen rutubet kokusunu nispeten tahammül edilir . kildiğj battaniyelere sarındılar ve Susannah acısını bir an önce yaşayıp ardında bırakabilmek için Jake'i sordu.

"Yine yazar," dedi olanları dinledikten sonra gözyaşlarını acıyla silerek- "Tanrı" onu kahretsin."

"Kalçam tutmadı ve ço... ve Jake bir an bile tereddüt etmedi." Roland, Jake'e neredeyse Walter'a yaklaştıkları sırada kendi kendine El-mer'ın oğlunu düşünürken kullanmayı telkin ettiği sözcük olan çocuk diyecekti. İkinci bir şans verilmiş olsa bunu asla tekrarlamayacağına söz verdi.

"Elbette etmemiştir," dedi Susannah gülümseyerek. "Etmezdi. Ja-ke'imiz çok cesurdu. Onunla ilgilendin mi? Ona hak ettiğini verdin mi? O kısmı dinlemek isterim."

Roland, Irene Tassenbaum'un gül için verdiği söz de dahil olmak üzere yaptıklarını anlattı. Susannah .başını salladı ve, "Keşke aynısını dostun Sheemie için de yapabilseydik," dedi. "Trende öldü. Üzgünüm, Roland."

Roland başını salladı. Tütünü olmasını diledi ama yoktu elbette. İki tabancası yine yanındaydı, ayrıca yedi Oriza vardı. Bunların dışında erzak namına hiçbir şeyleri yoktu.

"Buraya gelirken yine kapı açması mı gerekti? Galiba öyle. Bir girişimde daha bulunursa öleceğini biliyordum. Sai Brautigan da öyle düşünüyordu. Ve Dinky."

"Ama öyle olmadı, Roland. Sorun ayağıydı."

Silahşor anlamayarak ona baktı.

"Mavi Cennet'teki çarpışma sırasında ayağını kırık bir cam parçasıyla kesmiş. Oranın hem havası, hem toprağı zehirli!" Son kelimeyi tükürür-cesine söyleyen Detta'ydı. Aksanı o kadar ağırdı ki Silahşor ne söylediğini güçlükle anladı. "Kahrolası ayağı balon gibi şişti... parmakları sosis gibi °ldu... sonra yanakları ve boğazı morarmış gibi renk değiştirdi... ateşi çıktı.." Derin bir nefes alarak üzerindeki iki battaniyeye daha sıkı sarındı. Sürekli sayıklıyordu ama sonlara doğru bilinci yerine geldi. Senden ve

Susan Delgado'dan bahsetti. Sesinde yoğun bir sevgi ve pişmanlık vardı..." Bir an duraksadıktan sonra patladı. "Oraya gideceğiz, Roland, gide. ceğiz ve Kule'nin tüm bunlara değmediğini görürsek değmesini sağlayaca-ğız?

"Gideceğiz," dedi Roland. "Kara Kule'yi bulacağız ve kimse bize engel olamayacak. Ve içeri girmeden önce hepsinin adını söyleyeceğim. Tüm kaybettiklerimizin."

"Senin listen benimkinden uzun olacak," dedi Susannah. "Ama benimki de pek kısa olmayacak."

Roland buna karşılık vermedi ama belki duyduğu seslerle uzun uykusundan şaşkınca uyanmış olan robotun sesi duyuldu. "Kızlar, kızlar, kızlar!" diye bağırdı Hoş-Vakit Meyhanesi'nin yaylı kapılarının gerisinden. "Bazıları insan bazıları biyonik, ama kimin umurunda, farkı anlayamazsınız, sizi..." Bir duraksama oldu ve ardından pazarlama robotunun sesi tekrar yükseldi. "TATMİN EDERLER? Ve ardından sesi tamamen kesildi.

"Tanrılar adına, burası içler acısı bir yer," dedi Roland. "Geceyi geçirip burdan dönmemecesine gidelim."

"Hiç olmazsa güneş var ve Gök Gürültüsü'nden sonra insanı rahatlatıyor ama ne soğuk, değil mi?"

Roland başını salladı ve diğerlerini sordu.

"Devam ettiler," dedi Susannah. "Ama öyle bir an oldu ki hiçbirimizin şu yarıktan başka bir yere gidemeyeceğini sandım."

Fedic'in tek caddesinin şatonun aksi yönündeki ucunu gösterdi.

"Vagonlardan bazılarında hâlâ çalışan televizyon ekranları var. Kasabaya yaklaşırken yok olmuş köprüyü gördük. Boşluğun iki yanındaki uçları görüyorduk, ama aradaki boşluk en azından yüz metre vardı. Hatta daha da fazla. Tren yolunu da görebiliyorduk. Olduğu gibi duruyordu. Tren o sıralarda yavaşlamıştı ama aşağı atlayabileceğimiz kadar değil-Ayrıca vakit kalmamıştı. Atlayanın ölmesiyse neredeyse muhakkaktı. Saatte seksen kilometre civarı bir süratle ilerliyorduk. Tren sehpasına varır

varmaz kahrolası şey çıtırdayıp inlemeye başladı. Ya da James Turber okuduysan gıcırdayıp mızıldanmaya ama okuduğunu sanmıyorum. Trende müzik yayını vardı. Blaine'deki gibi, hatırlıyor musun?"

"Evet."

"Ama sehpanın yıkılacağını müzik sesine rağmen anladık. Sonra her şey iki yana sallanmaya başladı. Bir ses -çok soğukkanlı, sakin- 'Küçük bir sorun yaşıyoruz, lütfen yerlerinize oturun,' dedi. Dinky o küçük Rus kız Dani'yi tutuyordu. Ted ellerimi tuttu ve, 'Sizinle tanışmak benim için büyük bir zevk oldu, hanımefendi,' dedi. Öyle sert bir sarsıntı oldu ki neredeyse koltuğumdan fırlayacaktım -Ted, beni tutmasa fırlardım- ve 'Buraya kadar, sonumuz geldi, Tanrı'm aşağıda her ne varsa dişlerini etime geçirmeden önce öleyim ne olur,' diye düşündüm ve bir iki saniyeliğine geri gittik. Geri Roland! Tüm vagonun havalandığını görebiliyordum; lokomotifin hemen arkasındaki vagondaydık. Yırtılan metalin sesi duyuldu. Sonra sevgili Topeka'mn Ruhu aniden hızlandı. Eski insanlar hakkında istediğini söyle, pek çok konuda hata yaptıklarını biliyorum, ama yaptıkları makineler çok esaslıymış.



"Sonra bir baktım ki istasyona giriyoruz. Yine aynı sakinleştirici ses duyuldu. Bu kez etrafımıza iyice bakmamızı ve bir şey unutmamamızı istiyordu. Sanki yeni inmiş bir TWA uçağmdaydık! Platforma inene dek trenin dokuz vagonunun gitmiş olduğunu görmedik. Tanrı'ya şükür hepsi boştu." Caddenin sonuna uğursuzca (aynı zamanda korkuyla) baktı. "Aşağıda her ne varsa umarım boğazında kalırlar ve boğulur."

Sonra yüzü aydınlandı.

"Bir iyi yönü var -saatte beş yüz kilometre hızla gittiğimiz göz önüne alınırsa- Topeka'mn Ruhu'nun ne-kadar-da-şeniz sesinin söylediği buydu -Örümcek- Çocuk Efendi'yi epey geride bırakmış olmalıyız."

"Ben o kadar emin olmazdım," dedi Roland.

Susannah gözlerini bezgince devirdi. "Öyle deme."

"Ama diyorum. Mordred ile zamanı geldiğinde ilgileneceğiz. O zamanın bugün olduğunu sanmıyorum."

"Güzel."

"Yine Dogan'm altına mı gittin? Sanırım öyle."

Susannah'nm gözleri irileşti. "Etkileyici, değil mi? Grand Central onun yanında Sticksville'de bir yerde bir tren istasyonu gibi kalıyor. Yukarı çıkan yolu bulman ne kadar sürdü?"

"Tek başıma olsaydım hâlâ aşağıda dolanıyor olurdum," dedi Roland. "Yolu Oy buldu. Sanırım senin kokunu takip ediyordu."

Susannah bunu düşündü. "Belki. Jake'in kokusunu takip etmiş olması daha muhtemel. Üzerinde SADECE TURUNCU GEÇİŞ KARTİNİ GÖSTERİN, MAVİ KARTLAR GEÇERSİZDİR yazan bir duvarın bulunduğu geniş bir geçitten geçtin mi?"

Roland başını salladı ama duvardaki rengi solmuş yazı onun için hiçbir anlam ifade etmemişti. İki hareketsiz gri atı ve sırıtan maskeyi görünce Kurtların akınlarının başlangıç noktasına yaklaştığını anlamıştı. Ayrıca çok iyi hatırladığı, lastikten yapılma tek bir mokasen görmüştü. Ted veya Dinky'nin olması gerektiğini düşündü; Sheemie'ninkiler şüphesiz onunla birlikte mezara gömülmüştü.

"Eee," dedi. "Trenden indiğinizde kaç kişiydiniz?"

"Sheemie'yi kaybedince beş kişi kaldık," dedi Susannah. "Ben, Ted, Dinky, Dani Rostov ve Fred Worthington... Fred'i hatırlıyor musun?"

Roland başını salladı. Takım elbiseli, bankacıya benzeyen adamdı.

"Rehberleri olup onlara bir Doğan turu yaptırdım," dedi Susannah. "En azından yapabildiğim kadar. Çocukların beyinlerini çaldıkları ve Mia'nın canavarını doğurduğu yatakları, Fedic ve New York'taki Dixie Pig arasındaki tek yönlü kapıyı ve Nigel'ın dairesini gösterdim.

"Ted ve arkadaşları kapıların dip dibe sıralandığı daire şeklindeki odayı görünce bir hayli şaşırdı. Özellikle de Başkan Kennedy'nin öldürüldüğü zaman ve mekân olan 1963 Dallas'ına açılan kapıyı gördüklerinde. İki kat aşağıda -geçitlerin çoğu o katta- Başkan Lincoln'ün 1865'te suikasta kurban gittiği Ford Tiyatrosu'na açılan bir başka kapı bulduk. Bo0th onu öldürdüğü sırada izlemekte olduğu oyunun bir afişi bile vardı. Amerikalı Kuzenimiz idi adı. Ne tür bir insan gidip öyle bir şeyi izler?"

Roland pek çok insanın gidebileceğini düşündü ama söylememeyi tercih etti.

"Her şey çok eski," dedi Susannah. "Ve sıcak. Ve doğruyu söylemek gerekirse insanın altına ettirecek kadar korkutucu. Makinelerden çoğu durmuş ve her yerde su, yağ ve ne olduğunu sadece Tanrı'nın bildiği bir sıvının birikintileri var. Bazı birikintiler hafifçe ışıldıyordu. Dinky radyoaktif olabileceklerini söyledi. Kemiklerimin irileşmesi ve saçlarımın dökülmeye başlaması fikri hiç hoşuma gitmiyor. O korkunç çınlamaların yayıldığı kapılar da vardı... insanın dişlerini kamaştıran çınlamaların."


Yüklə 2,92 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   36   37   38   39   40   41   42   43   ...   62




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin