Şey, belki hayır. Ama onu kandırmaya çalışan şeytan bir de kulaklık 'eklif ederse...
Rahatlarını sağlamak için pek az şeye ihtiyaçları vardı aslında. Su-annah sürekli bunu düşünüyordu. Yiyecekleri ve suları vardı; yol üzerinde yirmi beşer kilometre aralarla hâlâ çalışmakta olan su tulumbaları v^. di. Bu tulumbalar Kötü Topraklar'ın derinliklerinden mineral tadı veren buz gibi sular çıkarıyordu.
Kötü Topraklar. Bu kelimeler üzerine düşünmek için saatleri, günleri ve haftaları olmuştu. Bu toprakları kötü kılan neydi? Zehirli su mu? Top. raktan çıkan suyun tatlı olduğu kesinlikle söylenemezdi, ama zehirli de değildi. Yiyecek kıtlığı mı? Yemekleri vardı, ama daha sonra yiyecek bu-lamamaları halinde sorun yaşayabilirlerdi. Bu arada sürekli tuzlanmış da-na kıyması yemekten bıkmıştı. Kahvaltıda ve tatlı niyetine yedikleri kuru üzümler de cabası. Yine de karınları doyuyordu işte. Vücut için yakıt. Yiyecek ve su varken Kötü Topraklar'ı kötü kılan neydi? Gökyüzünün batı-da önce altın rengine dönüşüp sonra yaprak kurusuna dönmesini; doğuda önce mora dönüp ardından yıldızlarla bezeli siyaha dönüşünü izlemek. Günlerin sona ermesini giderek artan bir korkuyla izliyordu: yıldızlar yeryüzünü aydınlatırken esen keskin rüzgârdan korunmak için birbirlerine sokularak geçirdikleri bir başka sonu gelmez gece düşüncesi yaşam enerjisini tüketiyordu. Ayaklan ve parmaklan acı verecek şekilde üşüyüp karıncalanırken bir kazağım ve bir çift eldivenim olsa yeter. O zaman rahat edebilirim. Bir kazak ve bir çift eldiven yeter. Çünkü o kadar da soğuk dejjfi, diye düşünerek geçirilen uzun geceler.
Güneş battıktan sonra hava tam olarak ne kadar soğuyordu? Asla sıfır derecenin altına inmediğini biliyordu, çünkü Oy için koyduğu su hiç donmuyordu. Gece yarısıyla gündoğumu arasındaki saatlerde dört derece civarına düştüğünü tahmin ediyordu. Birkaç gece sıfıra yaklaşmış olmalıydı zira Oy'un yemeklerini koyduğu tasın kenarlarının buzlandığım
görmüştü.
Oy'un kürkü gözüne giderek artan bir sıklıkla takılıyordu. Öncelen kendi kendine bunun hiçbir anlamı olmadığını, sadece zaman geçirmek için zihinsel bir egzersiz yaptığını söylüyordu. Hantal Billy'nin metabote' ması nasıl çalışıyor ve o kürk (o kalın, muhteşem kalınlıkta, inanılmaya cak kadar kalın kürk) onu ne kadar sıcak tutuyordu acaba? Zamanla asusunun ne olduğunu anladı: Detta'nın mırıldanarak içinde filizlen-ouy&
A-rdia kıskançlık. Ufaklık güneş battıktan sonra hiç acı çekmiyor, değil mi? Vno yo, onun keyfi yerinde! Sence derisinden iki kişilik eldiven çıkar mı?
Susannah bu sesleri insan ruhunun ne kadar bencil, hesapçı, kötücül olabileceğini düşünüp dehşete kapılarak üzgünce duymazdan geliyordu.
Soğuk günbegün içlerine işliyordu. Bir kıymık gibiydi. Oy'u aralarına a]ıp birbirlerine sokularak uyuyorlar, sonra dönerek açıkta kalan taraflarının nispeten ısınmasına çalışıyorlardı. Tazeleyici gerçek uyku ne kadar yorgun olurlarsa olsunlar asla uzun sürmüyordu. Ay büyüyüp geceyi aydınlatmaya başladığında iki hafta boyunca geceleri yürüyüp gündüzleri uyudular. Bu biraz daha iyiydi.
Vahşi hayatın gördükleri tek örneği güneydoğu ufkunda uçan veya yüksek kayalıkların tepesine grup halinde tünemiş olan siyah kuşlardı. Rüzgâr uygun yönden eserse tiz seslerini duyabiliyorlardı.
"Sence etleri yenir mi?" diye sordu Susannah bir keresinde Silah-şor'a. Ay neredeyse kaybolmuş ve karşılarına çıkabilecek tehlikeleri görebilmek için (birkaç kez önlerine derin yarıklar çıkmış, bir keresinde de dipsizmiş gibi görünen bir çukur görmüşlerdi) tekrar gündüz yürümeye başlamışlardı.
"Sence?" diye sordu Roland.
"Muhtemelen hayır ama deneyip kendim görmeye itiraz etmezdim." Duraksadı. "Sence neyle besleniyorlar?"
Roland başını iki yana salladı. Patika keskin kayalardan oluşan taş bir bahçe içinden geçiyordu. İlerideki yüksek kayalığın düz tepesinin kenarına yüz civarı kargaya benzer siyah kuş tünemiş, boncuk gözlü jüri üyeleri gibi Susannah ve Roland'ın bulunduğu yöne bakıyordu.
"Belki bir dönüş yapsak iyi olur," dedi Susannah. "Bakalım öğrenebi-kcek miyiz?"
"Patikadan aynlırsak tekrar bulamayabiliriz," dedi Roland. "Palavra! Oy bize..."
"Susannah bu konuyu kapatalım!" Susannah'nın daha önce hiç duy. madiği sert, hiddetli bir sesle konuşmuştu. Roland'ın öfkeli halini bilirdi daha önce defalarca görmüştü. Ama bu kez Susannah'yı endişelendiren biraz da korkutan bir somurtkanlık, bir usanç vardı.
Sonraki yarım saat sessizlik içinde geçti. Roland Ho Fat'in Lüks Taksisi'ni çekiyor, Susannah hiç konuşmadan arabanın içinde oturuyordu. Sonra dar patika (Susannah patikaya Kötü Topraklar Yolu diyordu) yukarı doğru eğim kazandı ve Susannah arabadan inerek Roland'ın ya-nında kendi tarzında ilerlemeye başladı. Böyle anlarda ellerini korumak için Eski Ev Günleri tişörtünü yırtıp avuçlarına sarmıştı. Tişört hem elle-rini sivri taşlardan koruyor, hem de bir nebze ısıtıyordu.
Roland gözucuyla ona baktı, sonra tekrar önlerindeki patikaya döndü. Alt dudağı hafifçe sarkmıştı. Susannah, Roland'ın yüzündeki ifadenin saçma denecek kadar inatçı göründüğünü bilmediğinden emindi. Plaja gitmek isteyip reddedilmiş üç yaşında bir çocuk gibiydi. Bilemezdi ve Susannah da ona söylemeyecekti. Belki daha sonra, bu kâbusu hatırlayıp gülebildikleri zaman söylerdi. Hava sıcaklığının beş derece olduğu bir gecede sadece bir kazak, tek istediğim bu, bir kazağım olsa yem saati gelmiş bir muhabbetkuşu gibi mutlu olurum, diye düşünerek sert toprak üzerinde titrediklerini hatırlayamadıkları bir zamanda söylerdi. Oy'un kürkünden iki kişiye yetecek eldiven malzemesi çıkıp çıkmayacağını, Jake'in ölümünden beri çok mutsuz görünen zavallı hayvanı öldürmenin ona bir iyilik olup olmayacağını düşünmedikleri bir zaman.
"Susannah," dedi Roland. "Az önce sana sert davrandım, özür dilerim."
"Özür dilemene gerek yok."
"Bence var. Başımızda yeterince bela var, bir de ikimiz arasında sorun yaşanmasın. Birbirimizi gücendirmeyelim."
Susannah sessiz kaldı. Roland havada daire çizen kuşlara döndüği sırada başını kaldırıp Silahşor'a baktı. "Şu ekinkargaları," dedi Roland.
Susannah sessizce bekliyordu.
"Çocukken onlara bazen Gan'ın Karakuşları derdik. Eddie ve sana cinin asılmasından sonra arkadaşım Cuthbert ile kuşlara ekmek kırıntıları serptiğimizi anlatmıştım, değil mi?"
"Evet."
"Tıpkı bunlar gibi kuşlardı, bazıları onlara Şato Kargaları derdi. Ama kimse Kraliyet Kargası demezdi, çünkü leş yerler. Neyle beslendiklerini sormuştun. Belki artık terk edildiği için onun şatosunun, sokakla-nndaki leşleri yiyorlardır."
"Kızıl Kral'm şatosu veya Kızıl Kral ya da her ne diyorsan."
"Evet. Kesin olarak doğru mu bilmiyorum ama..."
Roland sözünü bitirmedi, bitirmesine gerek yoktu. Susannah daha sonra kuşları daha dikkatli izledi. Evet, güneydoğu yönüne uçup yine aynı yönden geliyor gibiydiler. Kuşlar ilerleme sağladıklarını gösteriyor olabilirdi. Fazla değildi, ama günün geri kalanında ve bir başka soğuk, tüketici geceye girerken moralinin biraz olsun yükselmesini sağlamıştı.
Susannah ertesi sabah ateşsiz kamp yerlerinde bir başka soğuk kahvaltıyı ederken (Roland o akşam Sterno'nun bir kısmını kullanıp hiç olmazsa ılık yemek yiyeceklerine söz vermişti) Tet Şirketi'nin armağanı olan saate bakıp bakamayacağını sordu. Roland saati itiraz etmeksizin uzattı. Susannah kapağa kazınmış üç siguVa, özellikle de spiral şeklinde yükselen pencereleriyle Kule'ye uzun uzun baktı. Sonra açıp içini inceledi. Başını kaldırıp Roland'a bakmadan, "Sana söylediklerini tekrar anlat," dedi.
"İyi akıl dediklerinden birinin onlara söylediğini bana iletiyorlardı.
Dediklerine göre çok yetenekliymiş ama adını hatırlamıyorum. Dediğine bakılırsa saat Kara Kule'ye yaklaştığımızda durabilir veya ters yönde çalı-bilirmiş."
"Bir Patek Philippe'in tersine çalışacağına inanmak zor," dedi Susannah. "Buna göre New York'ta saat sekizi on altı geçiyor, ama akşam mı sabah mı bilmiyorum. Burda ise saat sabah altı buçuk civarı görünüyor ama bunun fazla bir anlamı olduğunu sanmıyorum. Bu bebeğin olması gerekenden hızlı veya yavaş işlediğini nerden anlayacağız?"
Roland bu soruyu düşünerek çıkınını doldurmaya ara verdi. "Aşağı-daki küçük kolu görüyor musun? Tek başına döneni?" "Evet, ikinci kol."
"Tam yukarıyı gösterdiğinde bana söyle."
Susannah kolu takip etti ve tam on ikiyi gösterdiğinde, "Şimdi," dedi. Roland kalçasındaki ağrıdan kurtulduğundan beri rahatlıkla çömele-biliyordu. Şimdi de aynı pozisyondaydı. Gözlerini kapadı ve kollarını dizlerine doladı. Her solukta minik bir buhar bulutu oluşuyordu. Susannah buna bakmamaya çalıştı; sanki nefretlik soğuk gözle görünecek kadar şiddetlenmişti. Hâlâ hayaletimsi, ama artık görünürdü. "Roland ne yapı..."
Silahşor gözlerini açmadan elini kaldırdı ve Susannah sustu. Saatin ikinci kolu yolculuğuna hızla devam ederek önce aşağı indi. Sonra tekrar yukarı yöneldi ve tam on ikiye ulaştığında...
Roland gözlerini açıp, "Bu tam bir dakika," dedi. "Işm'ın altında gerçek bir dakika."
Susannah'nın ağzı bir karış açık kaldı. "Nasıl becerdin bunu?" Roland başını iki yana salladı. Bilmiyordu. Tek bildiği Cort'un onlara zamanı daima kafalarının içinde tutabilmeleri gerektiğini söylediğiydi, çünkü saatlere güvenemezlerdi ve güneş saati de bulutlu havalarda hiç işe yaramazdı. Ya da gece vaktinde. Bir yaz Cort onları tam belirlediği dakikada Büyük Salon'un arkasındaki avluya gelene dek gecelerce üst üste şatonun batısındaki Küçük Orman'a (oldukça ürkütücü bir yerdi, özellikle de yalnız olunduğunda ama elbette hiçbiri bu gerçeği yüksek seste dile getirmezdi; birbirlerine bile) göndermişti. Kafanın -içindeki- saat mekanizmasının çalışma şekli ilginçti. Önce çalışmıyordu. Tekrar deneni'yor olmuyor, olmuyordu. Cort'un nasırlı eli kafaya sertçe iner ve eski öğretmeni homurdanırdı: Seni geri zekâlı kurtçuk! Yarın gece yine ormana gideceksin! Herhalde orayı pek sevdin! Ama kafadaki saat tik tak etmeye bir Icez başladı mı hiç şaşmıyor gibiydi. Roland bir süreliğine, dünyanın pusulasının yönünü şaşırdığı süre boyunca onu kaybetmişti. Ama şimdi tekrar kavuşmuştu ve bu yüzden çok mutluydu.
"Saniyeleri mi saydın?" diye sordu Susannah. "Mississippi -bir, Mississippi- iki, böyle mi?"
Roland başını iki yana salladı. "Sadece biliyorum işte. Bir dakika veya bir saat dolduğunda."
"Yok canım!" dedi genç kadın dudak bükerek. "Tahmin ettin!" "Tahmin etmiş olsaydım kol tam bir dönüşü tamamladığı anda konuşur muydum?"
"Şansın tutmuş," dedi Detta ve tek gözünü hafifçe kapatarak ona, Roland'ın nefret ettiği kurnazca bir ifadeyle baktı. (Ama Silahşor bu hissini hiçbir zaman açığa vurmadı, çünkü Detta'nın sırf ona inat olsun diye daha çok yapacağını biliyordu.)
"Tekrar denemek ister misin?" diye sordu.
"Hayır," dedi Susannah ve iç geçirdi. "Saatinin kusursuzca çalıştığını söylüyorsun ve ben de sana inanıyorum. Demek ki henüz Kara Kule'ye yaklaşmış değiliz. Daha değil."
"Belki saatin çalışmasını etkileyecek kadar değil, ama bugüne kadar olmadığım kadar yakınız," dedi Roland usulca. "Kıyaslayarak konuşursak nerdeyse gölgesinde sayılırız. İnan bana, Susannah... biliyorum."
"Ama..."
Başlarının üzerinden hem sert, hem de tuhaf bir şekilde boğuk bir gak-lama geldi: Gak, gak! yerine Gurk, gurk! gibiydi. Susannah yukarı bakınca ""i kuşlardan birinin -Roland'ın Şato Kargası dediği türden- kanat seslerini duyabilecekleri kadar alçaktan uçmakta olduğunu gördü. Uzun, kıvrık gagasından sarımsı yeşil bir şey sarkıyordu. Susannah kuşun gagasındakinin deniz yosununa benzediğini düşündü. Ama ölü gibi görünmüyordu.
Heyecanla Roland'a döndü.
Silahşor başını salladı. "Şeytanotu. Muhtemelen yuva yaparken kul-lanmak için getirdi. Yavruların yemesi için olmadığı kesin. Onu yedirmezler. Ama Hiçlik Diyarı'na girerken en son, çıkarken de ilk görülen bitki şeytanotudur. Nihayet çıkıyoruz. Şimdi beni dinle, Susannah, beni iyi dinle ve insanı usandıran Detta kaltağını mümkün olduğunca geri it. Sakın bana orda olmadığını söyleyerek vaktimi harcama, çünkü gözlerinde commala dansı yaptığını görebiliyorum."
Susannah şaşırmış göründü, sonra itiraz edecekmiş gibi dikleşti. Sonra hiçbir şey söylemeden başını çevirdi. Tekrar ona döndüğünde Ro-land'ın "usandıran kaltak" dediği kadının varlığını artık hissetmiyordu. Gittiğini Roland da anlamış olmalıydı ki konuşmaya devam etti.
"Yakında Kötü Topraklar'dan çıkıyormuş gibi hissedeceğiz ama gördüklerine güvenmesen iyi olur. Birkaç bina veya yollarda kaldırımlar güvence ya da medeniyet anlamına gelmez. Ayrıca yakında şatosuna, Kızıl Kral'ın şatosuna varacağız. Kızıl Kral çok büyük bir ihtimalle orayı terk etmiş olacak ama bize bir tuzak hazırlamış olabilir. Gözlerini ve kulaklarını dört açmanı istiyorum. Konuşmak gerekecekse bırak ben yapayım."
"Benim bilmediğim ne biliyorsun?" diye sordu Susannah. "Ne saklıyorsun?"
"Hiçbir şey," dedi Roland (ve bu onun için nadir bir dürüstlük gösterisiydi). "Sadece içimde bir his var, Susannah. Saat ne derse desin artık hedefimize çok yaklaştık. Kara Kule'ye ulaşmamıza az kaldı. Ama öğretmenim Vannay istisnası olmayan tek bir kural olduğunu söylerdi: zaferden önce günaha teşvik gelir. Zafer ne kadar büyük olursa direnilmesi gereken günah o kadar tatlı olur."
Susannah titreyerek kollarını bedenine doladı. "Tek istediğim ısınmak," dedi. "Kimse bana Kule'den vazgeçmem için kucak dolusu odun ve yün kıyafetler vermediği sürece sorunumuz olmaz."
Roland, Cort'un en ciddi öğütlerinden birini hatırladı -En kötü ihtimali asla yüksek sesle söyleme!- ama Susannah'ya bir şey söylemedi. Saatini dikkatle kaldırdı ve yola devam etmek üzere ayağa kalktı.
Ama Susannah bir süre daha durdu. "Rüyamda onu gördüm," dedi. Kimden bahsettiğini belirtmesine gerek yoktu. "Üç gece üst üste. Peşimizden geliyordu. Gerçekten orda bir yerde olabilir mi sence?"
"Ah evet," dedi Roland. "Ve midesi de bomboş olmalı."
"Aç, Mordred çok aç," dedi Susannah. Bu sözleri rüyasında da duymuştu.
Tekrar titredi.
7
Üzerinde yürüdükleri patika genişledi ve o öğleden sonra yol üzerinde ilk kabuğumsu kaplamalara rastladılar. Yol genişlemeye devam etti ve karanlık çökmeden bir başka patika (çok eskiden bir yol olduğuna şüphe yoktu) ilerledikleri yolla birleşti. İki yolun kesiştiği noktada bir zamanlar muhtemelen bir tabelayı taşıyan paslı bir direk vardı. Ertesi gün Fedic'in bu tarafındaki ilk binaya rastladılar. Verandasından geri kalanlar üzerinde ters dönmüş bir tabela bulunan bir yıkıntıdan ibaretti. Arka tarafta yerle bir olmuş bir ahır vardı. Susannah, Roland'ın yardımıyla tabelayı çevirdi ve üzerindeki yazıyı okudular: EÎRSLIB BHIR, Altında artık çok iyi tanıdıkları o kırmızı göz vardı.
"Sanırım üzerinde ilerlediğimiz yol bir zamanlar Discordia Şatosu ve Kızıl Kral şatosu arasında bir araba yoluymuş," dedi Roland. "Kulağa mantıklı geliyor."
İlerledikçe karşılarına daha çok bina, kesişen daha çok yol çıktı. Bir zamanlar Kızıl Kral'ın şatosunun dışına kurulmuş olan bir kasabanın veya köyün, hatta belki bir şehrin dış mahalleleriydi. Ama Lud'un aksine geriye pek bir şey kalmamıştı. Bazı binaların kalıntılarının civarında öbek öbek şeytanotları vardı, ama yaşayan başka hiçbir varlığa rastlamadılar. ^°ğuk her zamankinden beterdi. Ekinkargalarını görmelerinden sonraki dördüncü günde hâlâ ayakta sayılabilecek binaların kalıntıları arasında kamp yapmayı denediler ama ikisi de gölgeler arasından fısıldayan sesler duydu. Roland -Susannah'nın tüyler ürpertici bulduğu bir kayıtsızlıkla-seslerin "evci" adı verilen hayaletlere ait olduğunu söyleyerek tekrar caddeye çıkmalarını önerdi.
"Bize zarar verebileceklerini sanmıyorum ama küçük dostumuzu incitebilirler," dedi Roland ve her zamanki haline hiç uymayan bir tedirginlikle kucağına kıvrılıp yatmış olan Oy'u okşadı.
Susannah teklifi seve seve kabul etti. İçinde kamp yapmaya çalıştıkları binada fiziksel soğuktan çok daha beter bir soğuk vardı. Gölgeler arasından fısıldayan şeyler yaşlı olabilirdi, ama Susannah hâlâ aç olduklarını düşünüyordu. Böylece üçü yine Kötü Topraklar Yolu'nun ortasında, Ho Fat'in Lüks Taksisi'nin dibinde birbirine sokularak yattı ve ısının birkaç derece artması için şafağı beklemeye başladılar. Yıkılmış binaların birinden aldıkları tahtalarla ateş yakmaya çalıştılar ama tek yaptıkları bir avuç Sterno'yu boşa harcamak oldu. Jölemsi maddeden çıkan alevler kırık bir iskemlenin parçaları olan tahtalara nüfuz edemeden ölüp gitti. Tahtalar yanmayı reddediyordu.
"Neden?" diye sordu Susannah alevlerin sönüşünü izlerken. "Neden?"
"Şaşırdın mı, New; York'lu Susannah?"
"Hayır ama sebebini bilmek istiyorum. Çok eski oldukları için mi? Taşlaşmışlar mı, nedir?"
"Yanmıyor çünkü bizden nefret ediyor," dedi Roland aleni bir şeyi dile getiriyormuş gibi. "Burası onun yeri, ilerlemiş olsa da hâlâ ona ait. Burdaki her şey bizden nefret ediyor. Ama... dinle, Susannah. Artık çoğunlukla düzgün sayılabilecek gerçek bir yolda olduğumuza göre gecelen yürümeye ne dersin? Deneyelim mi?"
"Elbette. Her şey, su dolu bir varile sokulup çıkarılmış kedi yavrusu gibi titreyerek yatmaktan iyidir."
Böylece tekrar yola koyuldular; ilk gecenin geri kalanında, sonrakinde ve ondan sonraki iki gece boyunca yürümeyi sürdürdüler. Susannah hastalanacağım, bu şekilde devam edersem mutlaka hasta olacağım, diye düşünüp duruyordu ama hastalanmadı. Hiçbiri hasta olmadı. Sadece alt dudağının solunda, bazen şişip patlayarak kanayan, sonra tekrar kuruyan bir sivilce vardı. Başlarındaki tek illet kesintisiz soğuktu; anbean daha da derinlerine işliyordu. Ay yine irileşmeye başlamıştı ve Susannah bir gece, Fedic'ten ayrılmalarının üzerinden neredeyse bir ay geçmiş olduğunu anladı.
Keskin kayalardan oluşmuş bahçenin yerini yavaş yavaş terk edilmiş bir köy aldı ama Susannah, Roland'ın söylediklerini unutmuş değildi: hâlâ Kötü Topraklardaydılar ve ara sıra üzerinde ilerledikleri yolun KRAL'İN YOLU olduğunu belirten tabelalara rastlasalar da (elbette hepsinin üzerinde o kırmızı göz vardı) gerçekte hâlâ Kötü Topraklar Yolu üzerinde olduklarını biliyordu.
İçinden geçtikleri köy çok acayipti, içinde bir zamanlar ne tür garip insanların yaşamakta olduğunu hayal bile edemiyordu. Kaldırımlar taş döşeliydi. Kulübeler dar ve çatıları sivriydi. Kapılar, lunaparktaki güldüren aynalarda görülen yansımalardaki gibi insanlar için yapılmışçasına çok dar ve anormal yükseklikteydi. Bunlar Lovecraft evleriydi, Clark Ashton evleri, William Hope Hodgson sınır evleriydi. Hepsi bir Lee Brown Coye orak ayının altında, arkalarını yürüdükleri yolun kenarlarında yükselen tepelere dayayarak dip dibe dizilmişti. Orada burada birkaçı yıkılmıştı ve bu yıkıntılarda nahoş bir organik görünüm vardı; sanki eski camlar ve tahtalardan değil, yırtılan ve çürüyen etten oluşmuşlardı. Susannah pek çok kez tahtalar ve gölgeler arasından ona bakan ölülerin yüzlerini, korkunç ölü gözleriyle molozlar arasında onları takip eden yüzleri görür gibi oldu. Her seferinde aklına Dutch Hill'deki bekçi geldi ve titredi.
Kral'in Yolu'ndaki dördüncü gecelerinde anayolun bir dönüş yaparak doğudan güneye yöneldiği ve böylece Işın'ın Yolu'ndan ayrıldığı büyük bir kavşağa ulaştılar. Önlerinde, bir geceden az sürecek bir yürüyüşün (Ho Fat'in Lüks Taksisi'nde oturanlar için yürümek söz konusu değildi elbette) sonunda varabilecekleri yüksek bir tepe, tepenin üzerinde de kapkara bir şato vardı. Belirsiz ay ışığında Susannah'ya biraz doğuya özgü görünmüştü. Kulelerin tepeleri minare olmaya özenmişlercesine daha genişti. Aralarındaki yürüyüş yolları şatonun önündeki avlunun üzerinden çaprazlama geçiyordu. Bazıları yıkılıp parçalanmıştı ama çoğu hâlâ sağlamdı. Susannah ayrıca alçak ama şiddetli bir gürüldeme duyuyordu. Makine sesi değildi. Roland'a ne olduğunu sordu.
"Su," dedi Silahşor.
"Ne suyu? Bir fikrin var mı?"
Roland başını iki yana salladı. "Ama susuzluktan ölsem bile o şatonun yakınlarındaki sudan içmezdim."
"Burası kötü bir yer," diye mırıldandı Susannah sadece şatoyu değil, çevresindeki eğilmiş
(yan gözle bakan)
evlerden oluşan köyü de kastederek. "Ve boş da değil, Roland."
"Kafanın içine girmek için kapıyı çalan -veya kemiren- ruhların varlığını hissediyorsan hepsini def et, Susannah."
"İşe yarayacak mı?"
"Emin değilim," diye kabullendi Roland. "Ama bu şeylerin davet edilmeksizin içeri giremeyeceğini ve hileyle içeri sızmakta usta olduklarını duymuştum."
Hem Dracula'yı okumuş, hem de Peder Callahan'ın Korku Ağı hikâyesini dinlemiş olan Susannah, Roland'ın ne demek istediğini çok iyi anlamıştı.
Roland omuzlarını nazikçe kavrayarak onu şatodan başka tarafa çevirdi. Susannah şatonun siyah olmayabileceğini, yılların yıpranmışlığının ve donukluğunun o hissi verebileceğini düşündü. Gün ışığında anlayacaklardı. O an için ortalığı sadece bulutların hafifçe perdelediği bir hilal aydınlatıyordu.
Durdukları yerden başka yönlere uzanan, kırık parmaklar gibi kıvrılış birkaç yol vardı. Ancak Roland'ın bakmasını istediği yol düzgündü ve Susannah bunun terk edilmiş köy etraflarında sessizce belirdiğinden beri gördüğü tamamıyla düzgün tek yol olduğunu fark etti. Işm'ın Yolu altın-da güneydoğuya doğru ilerliyordu ve üzeri düzgünce kaplanmıştı. Üzerindeki bulutlar dümdüz bir nehir gibi akıp gidiyordu.
"Ufukta karanlık bir şekil seçebiliyor musun, hayatım?" diye sordu Roland.
"Evet. Bir karaltı ve önünde beyazımsı bir bant. Nedir bu? Biliyor musun?"
"Bir fikrim var ama emin değilim," dedi Roland. "Burda biraz dinlenelim- Gündoğumuna az kaldı, o zaman ikimiz de görebileceğiz. Ayrıca şatoya gece vakti daha fazla yaklaşmak istemiyorum."
"Kızıl Kral gittiyse ve Işm'ın Yolu o taraftaysa," Susannah işaret etti. "Neden şu kahrolası şatoya gidiyoruz ki?"
"Öncelikle gittiğinden emin olmak için," dedi. "Ve arkamızdakine bir tuzak hazırlayabiliriz. Bundan şüpheliyim -çok kurnaz- ama bir şansımız var. Henüz çok genç ve gençler bazen dikkatsizce davranabilir."
"Fırsatın olsa onu öldürür müsün?"
Roland'ın gülümsemesi ay ışığı altında buz gibiydi. Merhametsiz. "Hem de bir an bile tereddüt etmeden."
8
Sabah olduğunda Susannah çek-çek arabasının arkasındaki erzakların arasındaki rahatsız uykusundan uyandı ve Roland'ın kavşakta durmuş, Işın'm Yolu'na bakmakta olduğunu gördü. Her tarafı tutuk olduğu için dikkatlice davranıp düşmemeye çalışarak arabadan indi. Vücudundaki kemikler buz kesmiş, her an cam gibi parçalanıverecekmiş gibi geliyordu.
"Ne görüyorsun?" diye sordu Roland. "Şimdi yeterince aydınlık, orada ne görüyorsun?"
Beyazımsı bant kardı ve bu, artık yükseklerde oldukları için Susan-nah'yı pek şaşırtmamıştı. Onu şaşırtan -ve kalbini inanılmayacak kadar büyük bir mutlulukla dolduran- kar çizgisinin altındaki ağaçlardı. Köknar ağaçları. Canlı varlıklar.
"Ah, Roland, çok güzel görünüyorlar!" dedi. "Neredeyse karın içinde olmalarına rağmen harika görünüyorlar! Değil mi?"
"Evet," dedi Roland. Sonra Susannah'yı havaya kaldırarak geldikleri yöne döndürdü. Susannah ölü evlerden oluşan çirkin kalabalığın ötesinde Kötü Topraklar'ın bir kısmını, ara sıra alçak bir tepeye rastladıkları o korkunç kaya bahçesini görebiliyordu.
"Bir düşün," dedi Silahşor. "Orda, geride, Fedic var. Fedic'in ötesinde Gök Gürültüsü. Gök Gürültüsü'nün ötesinde Callalar ve Orta-Dünya ile Uç-Dünya arasındaki sınırı oluşturan orman var. Lud yine o yönde daha geride, onun da ötesinde Nehir Geçiti var. Onların gerisinde ise Batı Denizi ve Mohaine Çölü. Ötede bir yerde, fersahlar ve zaman içinde kaybolmuş olan İç-Dünya'nm kalıntıları var. Baronluklar. Gilead. Şimdi bile sevgi ve ışığın varlığını hatırlayan insanların bulunduğu yerler."
"Evet," dedi Susannah anlamayarak.
"Kızıl Kral o yöne dönmüştü," dedi Roland. "Aslında tam aksi yöne, Kara Kule'ye gitmeye niyetlenmişti ama delirmiş olmasına rağmen yanında götürdüğü yoldaşlarıyla içinden geçmek zorunda kalacağı toprakları öldürmemesi gerektiğini biliyordu." Susannah'yı kendine çekti ve alnını Susannah'nın kendini ağlayacakmış gibi hissetmesine yol açan bir şefkatle öptü. "Üçümüz şatosunu ziyaret edecek ve şansımız yaver giderse Mordred'in içine düşeceği bir tuzak hazırlayacağız. Sonra yaşayan topraklara doğru yolumuza devam edeceğiz. Ateş yakmak için odun, etleriy-le beslenip derileriyle ısınacağımız av hayvanları olacak. Biraz daha devam edebilir misin, hayatım? Yapabilir misin?"
Dostları ilə paylaş: |