Patrick parmağının nazik dokunuşuyla diğer gözü de boyadı. Pat-rick'in siyah beyaz resminden artık iki parlak kırmızı göz bakıyordu; gülün özsuyu ve Eld kanıyla renklendirilmiş, cehennemin ateşiyle yanan gözler.
Olmuştu.
Roland sonunda silgiyi çıkarıp Patrick'e uzattı. "Yok et onu," dedi. "Şu habis cini bu dünyadan ve diğer tüm dünyalardan sil. Sonunu artık getir."
11
İşe yarayacağına şüphe yoktu. Patrick'in silgiyi resme -burun deliğinden fışkıran kıllara- dokundurmasıyla Kızıl Kral'ın balkondaki hapishanesinden acı ve korkuyla haykırması bir oldu. Sesinde aynı zamanda kavrayış vardı.
Patrick duraksadı, onayım almak için Roland'a baktı. Silahşor başını salladı. "Evet, Patrick. Artık vakti dolu ve celladı sen olacaksın. Devam et."
Yaşlı Kral dört sneetch daha fırlattı ve Roland hepsinin icabına sakince baktı. Sonra yaşlı canavar fırlatmayı kesti, çünkü artık elleri yoktu. Çığlıkları, Roland'ın kulaklarından ömrünün sonuna dek silinmeyeceğine inandığı anlaşılmaz sızlanmalara dönüştü.
Dilsiz çocuk gür sakallar arasından görünen dolgun dudakları silerken çığlıklar önce boğuklaştı, ardından tamamen kesildi. Patrick gözler hariç her şeyi sildi. Silgiden geri kalan minik parça gözleri belirsizleştire-miyordu bile. Pembe silgi (1958 Ağustosu'nda Norwich, Connecticut'taki Woolworth'den okula dönüş indirimi sırasında alınmış bir kurşunkalem setinin parçasıydı) çocuğun uzun, kirli tırnaklarıyla bile tutamayacağı kadar küçüldü, ama gözleri silmek mümkün değildi. Patrick sonunda silgi kırıntısını bir kenara attı ve Silahşor'a geri kalanı gösterdi: sayfanın tepesine yakın bir yerde boşlukta duran iki kan kırmızısı, uğursuz küre. Kızıl Kral'm geri kalanı silinmişti.
12
Piramidin gölgesinin ucu yola ulaşmıştı; gökyüzü batıda şenlik ateşinin parlak turuncu rengini terk etmiş, Roland'm çocukluğundan beri rüyalarında gördüğü kan dolu kazana dönüşmüştü. Gökyüzünün kan rengine dönmesiyle Kule'nin çağrısının şiddeti önce ikiye, sonra üçe katlandı. Roland görünmez eller gibi uzanıp kendisini kavradığını hissedebiliyordu. Kaderinin vakti gelmişti.
Ancak çocuk vardı. Bu arkadaşsız çocuk. Roland, onu Uç-Dünya'nın sonunda ölmeye bırakmayacaktı. Aklında kefaret düşüncesi yoktu, ama Patrick, onu nihayet Kara Kule'ye getiren tüm o cinayetlerin ve ihanetlerin bir temsilcisi gibi orada duruyordu. Roland'ın ailesi ölmüştü; gayri meşru çocuğu ölenlerin sonuncusuydu. Artık Eld ve Kule kavuşacaktı.
Ama önce -veya son olarak- bunu halletmeliydi.
"Patrick, dinle beni," dedi çocuğun omuzlarını bütün olan sol ve eksik parmaklı sağ eliyle tutarak. "Ka'nm geleceğine istif ettiği resimleri yapacak kadar yaşamak istiyorsan bana hiçbir şey sorma ve hiçbir dediğimi
tekrarlatma."
Çocuk, sona eren günün kızıl aydınlığında ona irileşmiş gözlerle, sessizce baktı. Kule'nin Şarkısı commala'dan başka bir şey olmayan kudretli bir haykırışa dönüşmüştü.
"Yola geri dön. Açılmamış bütün konserveleri topla. Karnım uzun süre doyurmaya yetecek kadar olmalı. Geldiğimiz yönde yürü. Yoldan hiç ayrılma. İyi olacaksın."
Her kelimeyi anlayan Patrick başını salladı. Roland, çocuğun, ona inandığını gördü ve bunun iyi olduğunu düşündü. İnanç onu bir tabancadan daha iyi korurdu. Sandal ağacından kabzaları bile olsa.
"Federal'e geri dön. İsmi daha önce Kekeme Bili olan robotun yanına dön. Ona seni Amerika tarafına açılan bir kapıya götürmesini söyle. Eğer yokladığında açılmazsa kaleminle çizip çekerek aç. Anladın mı?"
Patrick başını yine salladı. Elbette anlamıştı.
"Ka yolunu bir zamanda veya mekânda Susannah'ya çıkarırsa ona Roland'ın onu hâlâ tüm kalbiyle seviyor olduğunu söyle." Patrick'i kendine çekti ve çocuğun dudaklarına bir öpücük kondurdu. "Ona bunu ver. Anladın mı?"
Patrick başını salladı.
"Pekâlâ. Artık gidiyorum. Uzun günler ve hoş geceler. Bütün dünyaların sonu geldiğinde yolun sonundaki açıklıkta buluşmak dileğiyle."
Ama bu söylediğinin gerçekleşmeyeceğini sözler ağzından çıktığı anda bile biliyordu, çünkü dünyaların sonu asla gelmeyecekti, bu artık söz konusu değildi ve onun için açıklık olmayacaktı. Çünkü Eld soyunun sonuncusu, Gilead'lı Roland Deschain için yolun sonu Kara Kule'ydi. Ve bu ona çok uyuyordu.
Ayağa kalktı. Defterini sıkıca tutmakta olan çocuk, ona merakla irileşmiş gözlerle baktı. Roland döndü. Derin bir soluk alıp avazı çıktığı kadar bağırdı.
"ROLAND ŞİMDİ KARA KULEYE GELİYOR' YOLUMDAN AYRILMADIM, HÂLÂ BABAMIN TABANCASINI TAŞIYORUM VE ELİMLE AÇILACAKSIN!"
Patrick, Silahşor'un yolun bittiği noktaya yürümesini izledi. Kan rengi gökyüzü önünde siyah bir siluetti. Roland'ın güller arasından yürümesini izledi ve Silahşor dostlarının, sevdiklerinin ve faz-yoldaşlarının ismini haykırmaya başlayınca gölgeler içinde titreyerek oturdu. İsimler, durgun havada sonsuza dek yankılanacakmış gibi taşındı.
"Gilead'lı Steven Deschain adına geliyorum!
"Gilead'lı Gabrielle Deschain adına geliyorum!
"Gilead'lı Cortland Andrus adına geliyorum!
"Gilead'lı Cuthbert Allgood adına geliyorum!
"Gilead'h Alain Johns adına geliyorum!
"Gilead'h Jamie DeCurry adına geliyorum!
"Gilead'h Bilge Vannay adına geliyorum!
"Gilead'h Aşçı Hax adına geliyorum!
"Gilead ve gökyüzünden şahin David adına geliyorum!
"Mejis'li Susan Delgado adına geliyorum!
"Mejis'li Sheemie Ruiz adına geliyorum!
"Jerusalem's Lot ve yollardan Peder Callahan adına geliyorum!
"Amerikalı Ted Brautigan adına geliyorum!
"Amerikalı Dinky Earnshaw adına geliyorum!
"Nehir Geçiti'nden Talitha Teyze adına geliyorum ve söz verdiğim gibi haçını buraya bırakacağım!
"Maine'li Stephen King adına geliyorum!
"Orta-Dünya'h cesur Oy adına geliyorum!
"New York'lu Eddie Dean adına geliyorum!
"New York'lu Susannah Dean adına geliyorum!
"Gerçek oğlum dediğim New York'lu Jake Chambers adına geliyorum!
"Ben Gilead'h Roland'ım ve kendi adıma geliyorum; önümde açılacaksın."
Bunun ardından borunun sesi geldi. Patrick'in hem kanını donduran, hem de mutlulukla havaya uçuran bir sesti. Yankılar kesildi ve sessizlik hâkim oldu. Sonra, belki bir dakika kadar zaman geçmişti ki gök gürültüsü gibi bir ses yükseldi: bir kapının sonsuza dek kapanmasının sesiydi.
Ve ardından ortalığa sessizlik çöktü.
13
Patrick, Yaşlı Ana ve Yaşlı Yıldız gökyüzünde belirene dek piramidin dibinde titreyerek oturdu. Güllerin ve Kule'nin şarkısı kesilmemiş ama alçalıp neredeyse bir mırıltıya dönmüştü.
Sonunda tekrar yola döndü, açılmamış konservelerden toplayabildiği kadarını topladı (arabayı parçalayan patlama gözönünde bulundurulduğunda sayıları umulmayacak kadar fazlaydı) ve bulduğu geyik derisinden kesenin içine doldurdu. Kalemini unuttuğunu fark edince almak için döndü.
Kalemin yanında, Roland'ın ay ışığı altında parlayan saati vardı.
Çocuk saati kısa (ve tedirgin) bir neşe ötüşüyle aldı ve cebine koydu. Sonra yine yola döndü ve eşyalarını doldurduğu keseyi omzuna astı.
Size neredeyse gece yarısına dek yürüdüğünü ve dinlenmeden önce saatine baktığını söyleyebilirim. Size saatin tamamen durmuş olduğunu da söyleyebilirim. Ertesi gün öğle vakti tekrar kontrol ettiğinde saatin kollarının doğru yönde yavaşça ilerlemekte olduğunu gördüğünü de söyleyebilirim. Ama Patrick hakkında size daha fazlasını söyleyemem, Fede-ral'e ulaşıp ulaşmadığını, ismi daha önce Kekeme Bili olan robotu bulup bulamadığını, Amerika tarafına tekrar dönüp dönemediğini söyleyemem. Bunların hiçbirini söyleyemem, üzgünüm derim. Karanlık, burada onu hikayeci gözlerimden saklıyor ve yolun bundan sonrasını yalnız aşmak zorunda.
SUSANNAH NEW YORK'TA (SONUÇ)
Küçük elektrikli araç Central Park'ta tamamen belirmeden önce hiçlikten santim santim çıkarken kimse telaşlanıp paniğe kapılmadı; aracı bizden başka kimse görmedi. İnsanların çoğu, Noel öncesi büyük bir fırtınaya dönüşecek olan yılın düşen ilk kar tanelerine bakmak için başını beyaz gökyüzüne kaldırmıştı. Gazeteler bu fırtınadan '87 Fırtınası diye bahsedecekti. Parktaki kar tanelerini izlemeyen ziyaretçiler halk okullarından gelme öğrenciler olan ilahi söyleyenleri izliyordu. Üzerlerinde ya bordo ceketler (erkekler) ya da bordo kazaklar (kızlar) vardı. Bu, bazen Post'ta ve rakibi olan New York Sun'da Harlem'in Gülleri diye bahsedilen Harlem Okul Korosu'ydu. Eski bir ilahiyi muhteşem bir ahenkle söylüyorlar, bir kıtadan diğerine geçerken parmaklarını şaklatıyorlardı. Kutup ayılarının yaşam alanından fazla uzakta değillerdi ve "What Child Is This"i söylüyorlardı.
Susannah düşen kar tanelerini izleyenlerin arasındaki genç adamı çok iyi tanıyordu ve onu görünce kalbi bir an duracakmış gibi oldu. Adamın sol elinde büyükçe bir plastik bardak vardı ve Susannah bardağın içinde kremalı sıcak çikolata olduğundan emindi.
Bir an için bir başka dünyadan gelmiş olan küçük aracın gidonuna dokunamadı. Roland ve Patrick'e ait düşünceler zihninden uzaklaşmıştı. Tek düşünebildiği Eddie'ydi... gözünün önünde olan, hayatta olan Eddie. Bu Anahtar-Dünya değilse ne olmuştu yani? Co-Op Şehri Brooklyn'deyse (hatta Queens'te!) ve Eddie, Buick Electra yerine bir Takuro Spirit kullanıyorsa ne olmuştu? Bunların hiçbiri önemli değildi. Tek bir şey önemliydi ve aracı ona doğru sürmesini engelleyen sadece buydu.
Ya Eddie, onu tanımazsa?
Ya dönüp baktığında tek gördüğü aküsü yakında üzerine oturulmuş bir şapka gibi boşalacak elektrikli bir aracın üzerinde oturan evsiz, parasız, doğru düzgün giysileri, adresi (bu zamanda ve dünyada yok, teşekkürler derim, sai) ve bacakları olmayan evsiz bir siyah kadın olursa? Onunla hiçbir bağlantısı olmayan evsiz, zenci bir kadın? Ya da onu zihninin gerisinde bir yerlerden hatırlar ve çok acı verdiği için Peter'ın İsa'yı inkâr ettiği gibi inkâr ederse?
Daha da beteri ya ona döner ve Susannah bir uyuşturucu bağımlısının bomboş, donuk, ifadesiz bakışlarını görürse? Olasılıklar zihninde birbiri ardına belirdi ve yakında tüm dünyayı beyaz bir örtüyle kaplayacak taneler düşmeye devam etti.
Mızıldanmayı kes ve yanına git, dedi Roland, ona. Blaine, Mavi Cen-net'in taheen'leri ve Discordia Şatosu'nun altındaki yaratıkla kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp kaçmak için karşılaşmadın, değil mi? Cesaretin bundan fazladır mutlaka.
Ama Susannah eli aracı ilerleten düzeneğe uzanana dek bundan emin olamadı. Ama ilerlemeden önce Silahşor'un sesini yine duydu; ses bu kez yorgun ama eğleniyor gibiydi.
Belki önce bir şeyden kurtulmak istersin, Susannah?
Başını eğip bakınca Roland'ın tabancasının Meksikalı bir haydudun pistola'sı veya bir korsanın palası gibi beline sokulmuş halde durmakta olduğunu gördü. Tabancayı çekti, ağırlığının verdiği hissin güzelliği inanılmazdı... eline ne kadar da yakışıyordu. Bundan ayrılmak bir sevgiliden ayrılmak gibi olacak, diye düşündü. Ayrıca buna mecbur değildi, değil mi?
Kule
Asıl soru, neyi daha çok sevdiğiydi. Adamı mı, tabancayı mı? Diğer tüm seçenekler bu ikilem çözüldükten sonra ortaya çıkacaktı.
İçinden yükselen bir dürtüyle silahın silindirini çevirdi ve içindeki kurşunların eski ve mat olduğunu gördü.
Asla ateş etmeyecek, diye düşündü... ve sebebini veya ne anlamını tam olarak bilmeden: Bunlar ıslak.
Namluyu kaldırdı ve diğer taraftan gelen ışığı göremeyince üzüldü, ama fazla şaşırdığı söylenemezdi. Tıkalıydı. Görünüşe bakılırsa yıllar önce tıkanmıştı. Bu tabanca bir daha asla ateş etmeyecekti. Aslında bir seçim söz konusu değildi. Tabancanın işi bitikti.
Sandal ağacından kabzası olan tabancayı hâlâ elinde tutmakta olan Susannah diğeriyle aracı ilerletti. Küçük elektrikli araba -Ho Fat III adını vermişti ama bu isim zihninden silinmeye başlamıştı bile- sessizce öne fırladı. Üzerinde ÇÖPÜ AİT OLDUĞU YERE ATIN! yazan yeşil bir çöp kutusunun önünden geçti. Geçerken, Roland'ın tabancasını kutunun içine fırlattı. Bunu yapmak içini sızlatmış, ama hiç duraksamamıştı. Ağır tabanca, suya atılmış bir taş gibi çöpün içindeki hazır yiyecek kâğıtları, el ilanları ve gazeteler arasından dibe çöktü. Böyle değerli bir silahı atmanın içini acıtacağı kadar bir silahşordu (dünyalar arasındaki son yolculuk tabancayı işe yaramaz hale getirmiş olsa da) ama daha şimdiden iş bittiğinde duraksayıp arkasına bir kez olsun bakmasını engelleyecek kadar başka bir kadın olmuştu.
Elinde plastik bardak tutan genç adam, yanına varamadan döndü. Gerçekten de üzerinde NOZZ-A-LA İÇİYORUM! yazan bir eşofman üstü vardı, ama Susannah bunu fark etmedi bile. Karşısındaki Edward Cantor Dean'di. Ve sonra bu bile ikinci planda kaldı, çünkü gözlerinde, korktuğu şeyi gördü. Aklı karışmış gibi bakıyordu. Susannah'yı tanımamıştı.
Sonra Eddie çekingence gülümsedi ve Susannah daima çok sevdiği bu gülümsemeyi hatırladı. Ayrıca kanında uyuşturucu yoktu, bunu da hemen anlamıştı. Yüzünden belliydi. Daha ziyade gözlerinden. Harlem'den gelen koro ilahi söylüyordu. Eddie sıcak çikolatayla dolu bardağı ona uzattı.
"Tanrı'ya şükür," dedi. "Ben de tam bunu kendim içmem gerekeceğini düşünmeye başlamıştım. Seslerin yanıldığını ve keçileri kaçırmaya başladığımı. Ve... şey..." Yüzünde bir başka ifade daha belirirken sustu. Korkmuş görünüyordu. "Benim için hurdasın, değil mi? Lütfen bana kendimi rezil etmediğimi söyle. Çünkü şu an sallanan sandalyelerle dolu bir odadaki uzun kuyruklu bir kedi gibi gerginim, hanımefendi."
"Değilsin," dedi Susannah. "Yani rezil olmuş değilsin." Jake'in kafasının içinde iki sesin kavga edişini anlatışını hatırladı; biri öldüğünü, diğeri hayatta olduğunu haykırıyordu. Her ikisi de kendinden son derece emindi. Bunun ne kadar korkunç olabileceğini tahmin edebiliyordu zira kendisi de başka seslere aşinaydı. Garip seslere.
"Tanrı'ya şükür," dedi genç adam. "İsmin Susannah, değil mi?"
"Evet, ismim Susannah."
Boğazı kupkuruydu ama konuşmayı başarmıştı hiç olmazsa. Bardağı ondan aldı ve sıcak çikolatayı yudumladı. Tatlı ve güzeldi, bu dünyadan bir tattı. Kar iyice bastırmadan gidecekleri yere varmaya çalışan şoförlerin çaldığı kornaları duymak da bir o kadar güzeldi. Genç adam sırıtarak uzandı ve Susannah'nın burnuna bulaşan kremayı sildi. Dokunuşu elektrik çarpmış gibi etkiliydi ve aynısını onun da hissettiği belliydi. Onunla yine ilk kez öpüşeceklerini, yine ilk kez sevişeceklerini ve birbirlerine yine ilk kez âşık olacaklarını anladı. Eddie bunları, ona anlatan sesler sayesinde biliyor olabilirdi ama Susannah hepsinin daha önce gerçekleşmiş olduğunu hatırlıyordu. Ka bir tekerlektir, demişti Roland ve Susannah bunun doğru olduğunu artık biliyordu. Silahşor'un zamanına ve mekânına
(Orta-Dünya)
dair anıları silikleşiyor, ama hepsinin daha önce gerçekleştiğini bilecek kadarını hatırlayacağını düşünüyordu ve bunda son derece üzücü bir şey vardı.
Ama aynı zamanda iyiydi.
Bu kahrolası bir mucizeydi, başka bir şey değil.
"Üşüyor musun?" diye sordu genç adam.
"Hayır, iyiyim. Neden?"
"Titredin."
"Kremanın tatlılığından." Sonra gözlerini ondan ayırmadan dilini çıkardı ve kremanın köpüğünü yaladı.
"Şimdi değilse bile sonra üşüyeceksin," dedi genç adam. "WRKO bu gece ısının on derece birden düşeceğini söylüyor. Bu yüzden senin için bir şey getirdim." Arka cebinden kulaklara dek indirilebilen türde yün bir bere çıkardı. Susannah bereye baktı ve üzerinde kırmızı harflerle MUTLU NOELLER yazmakta olduğunu gördü.
"Beşinci Cadde'deki Brendio's'tan aldım."
Susannah, Brendio's'u daha önce hiç duymamıştı. Brentano's'u -kitapevi- duymuş olabilirdi ama Brendio's'u duymadığından emindi. Ama elbette onun büyüdüğü Amerika'da Nozz-A-La veya Takuro Spirit de yoktu. "Bunu satın almanı sesler mi söyledi?" Sesinde hafif bir alay vardı.
Genç adam kızardı. "Biliyor musun, gerçekten de onlar söyledi. Denesene."
Başına kusursuzca oturmuştu.
"Söylesene," dedi Susannah. "Başkan kim? Ronald Reagan olduğunu söylemeyeceksin, değil mi?"
Eddie, ona inanmazca baktıktan sonra gülümsedi. "Ne? Death Valley Daysn adındaki televizyon programını sunan eski aktör mü? Dalga geçiyorsun, değil mi?"
"Hayır. Ronnie Reagan hakkında dalga geçenin hep sen olduğunu düşünmüştüm, Eddie."
"Neden bahsettiğini anlamadım."
Ölüm Vadisi Günleri.
"Önemli değil, bana başkanın kim olduğunu söyle."
"Gary Hart," dedi Eddie bir çocukla konuşuyormuşçasına. "Colorado'dan. 1980'de yarışı az daha kaybediyordu, ki bunu bildiğinden eminim. Sonra, 'Şakadan anlamıyorlarsa cehenneme kadar yolları var,' dedi ve başardı. Ezici bir üstünlükle kazandı."
Susannah'ya bakarken gülümsemesi hafifçe soldu.
"Benimle dalga geçmiyordun, değil mi?"
"Sen sesler konusunda benimle dalga mı geçiyordun? Kafanın içinde duyduğun sesler? Sabahın ikisinde duyup uyandığın sesler?"
Eddie şok olmuş göründü. "Bunu nerden biliyorsun?"
"Uzun hikâye. Belki bir gün anlatırım." Hatırlıyor olursam, diye düşündü.
"Sadece sesler değil."
"Değil mi?"
"Hayır. Seni rüyalarımda görüyordum. Aylardır. Seni bekliyordum. Dinle, birbirimizi tanımıyoruz... bu çılgınlık... ama kalacak bir yerin var mı? Yok, değil mi?"
Susannah başını iki yana salladı. "Burda, Dodge'da bir yabancıyım," dedi idare eder bir John Wayne taklidiyle (ya da belki taklit ettiği Bla-ine'di).
Kalbi göğsünde yavaşça ve şiddetle çarpıyordu ama mutluluğunun arttığını hissetti. Her şey yoluna girecekti. Nasıl olacağını bilmiyordu ama her şey çok iyi olacaktı. Bu kez ka onun için çalışıyordu ve gücü olağanüstüydü. Bu gerçek, tecrübeyle sabitti.
"Seni nasıl tanıdığımı... veya nerden geldiğini sorsaydım..." Eddie duraksayıp ona baktı. "Ya da sana şimdiden nasıl âşık olabildiğimi?..."
Susannah gülümsedi. Gülümsemek iyi gelmişti, üstelik artık acıtmıyordu, çünkü bir zamanlar orada ne varsa (galiba bir tür yaraydı... hatır-layamıyordu) artık yoktu. "Tatlım," dedi ona. "Dediğim gibi, bu uzun bir hikâye. Ama zamanla öğreneceksin... hatırladığım kadarını. Ve yapacak işlerimiz olabilir. Tet Şirketi adında bir yer için." Etrafına bakındıktan sonra sordu. "Hangi yıldayız?"
"1987."
"Brooklyn'de mi yaşıyorsun? Ya da belki Bronx'ta?"
Rüyalarının ve kafasının içindeki seslerin buraya sürüklediği -elinde bir bardak sıcak çikolata ve arka cebinde, üzerinde MUTLU NOELLER yazan bir bereyle- genç adam bir kahkaha patlattı. "Tanrı'm, hayır! Ben White Plains'denim! Erkek kardeşimle buraya trenle geldik. Şuraya kadar gitti. Kutup ayılarına yakından bakmak istemişti."
Kardeş. Henry. Ulu bilge ve yüce keş. Susannah'nm yüreğine bir ağırlık çöktü.
"Sizi tanıştırayım," dedi Eddie.
"Yok, ben gerçekten..."
"Hey, arkadaş olacaksak küçük kardeşimle iyi geçinmelisin. Çok ya-kınızdır. Jake! Hey, Jake!"
Susannah kutup ayılarına ait bölgeyi parkın geri kalanından ayıran demirlerin önündeki çocuğu fark etmemişti. Onlara doğru dönen çocuğu görünce kalbi mutlulukla hopladı. Jake elini salladı ve onlara doğru yavaşça yürüdü.
"Jake'in rüyalarına da giriyordun," dedi Eddie. "Çıldırmadığımdan bu sayede emin oldum. En azından her zamankinden daha çılgın olmadığımdan."
Susannah, Eddie'nin elini tuttu... o tanıdık, çok sevilen eli. Ve parmakları kendininkiler üzerine kapandığında mutluluktan ölebileceğim düşündü. Sorulacak çok fazla sorusu vardı -onların da olacaktı- ama o an için sadece biri önemliydi. Kar taneleri Eddie'nin kaşlarına, omuzlarına, saçlarına düşerken sordu.
"Jake ile soyadınız ne?"
"Tören," dedi Eddie. "Almanca."
Başka bir şey söylemelerine fırsat kalmadan Jake yanlarına geldi. Bu üçünün sonsuza dek mutlu yaşadığını söyleyecek miyim? Hayır, çünkü kimse sonsuza dek yaşamaz. Ama mutluluk vardı.
Ve yaşadılar.
Ayı Shardik ve Kaplumbağa Maturin'i Kara Kule ile birleştiren, akan ve bazen kendini bir anlığına gösteren büyüye sahip Işın'ın altında yaşadılar.
Hepsi bu.
Bu kadarı yeterli.
Teşekkürler derim.
BULUNMUŞ (SON SÖZ)
1
Hikâyemi sonuna kadar anlattım ve tatmin olmuş durumdayım. Canavarlar, mucizeler ve oraya buraya-yapılan yolculuklarla dolu, sadece iyi bir Tanrı'nm sona saklayacağı türden (bunu garanti ederim) bir hikâyeydi. Artık durabilir, kalemimi bırakabilir ve yorgun elimi dinlendirebilirim (ama sonsuza kadar değil muhtemelen, hikâye anlatan ellerin kendi iradeleri ve sabırsızlanma gibi bir huyları vardır). Gözlerimi Orta-Dünya'ya ve Orta-Dünya'nın ötesinde yatan her şeye kapatabilirim. Ancak onlar olmadan hiçbir hikâyenin bir gün bile hayatta kalamayacağı kulakları sunan bazılarınız buna o kadar da istekli olmayacaktır. Sizler, daha önce kaç kez kanıtlanmış olsa da işin keyfinin varılan hedeften ziyade yolculuğun kendisinde olduğuna inanmayan, sonuca kilitlenmiş, acımasız insanlarsınız. Sizler, sevişmeyi sonunda gelen değersiz sıvıyla karıştıran talihsizlersiniz (ne de olsa orgazm, Tanrı'nm bize en azından o an için işimizin bittiğini ve uyumamız gerektiğini söylemesinin bir yoludur). Sizler, yorgun karakterlerin dinlenmek için gittiği Grey Havens'ı inkâr eden zalimlersiniz. Her şeyin nasıl sonlandığını görmek istediğinizi söylersiniz. Roland'ın peşinden Kule'ye girmek istediğinizi, parasını ödeyip izlemeye geldiğiniz gösterinin bu olduğunu söylersiniz.
Umarım çoğunuz daha farklı düşünüyordur. Daha iyisini istiyordur. Umarım sayfalan sona varana dek öğütmek için değil, hikâyeyi dinlemek için gelmişsinizdir. Sonu öğrenmek için tek yapmanız gereken son sayfayı açıp üzerinde yazanları okumak. Ama sonlar kalpsizdir. Bir son, hiçbir insanın (veya Manni'nin) açamayacağı kapalı bir kapıdır. Pek çok son yazdım ama bunun sebebi, her sabah yatak odamdan çıkmadan önce pantolonumu giyme sebebimle aynı... âdet yerini bulsun diye.
Sevgili Sadık Okuyucu, sana şunu söyleyeyim: Burada durabilirsin. Son anının Central Park'taki Eddie, Susannah ve Jake'in "What Child IsThis"i söyleyen çocuk korosunu dinlerken tekrar ilk kez bir araya gelişini görmek olmasına izin verebilirsin. Oy'un (muhtemelen uzun boyunlu, garip altın halkalı gözlere sahip bazen kulağa ürpertici şekilde konuşmay-mış gibi gelen tuhaf bir havlayışı olan bir köpek versiyonu) er ya da geç o resme dahil olacağını bilerek memnun olabilirsin. Bu çok güzel bir resim, değil mi? Bence öyle. Ve sonsuza dek mutlu yaşadılar cümlesine oldukça yakın.
Devam edersen düş kırıklığına uğrayacağın muhakkak, belki kalbin bile kırılacaktır. Kcmcı iımle asılı tek bir anahtarım kaldı ve o da son kapıyı, üzerinde }@^5)J@( 1©^ olam açıyor. Kapının gerisindekiler aşk hayatını güzelleştirmeyecek, başının kelleşen bölgesinde tekrar saç bitmesini sağlamayacak veya hayatına beş yıl eklemeyecek (beş dakika bile eklemeyecek). Mutlu son diye bir şey yoktur. "Bir zamanlar"la eşdeğer tek bir tanesine bile rastlamadım.
Sonlar acımasızdır.
Son, sadece elveda demenin bir başka yoludur.
2
Hâlâ devam ediyor musun?
Pekâlâ, gel o zaman. (İç geçirdiğimi duyabiliyor musun?) İşte Uç-Dünya'nın sonundaki Kara Kule. Gör onu yalvarırım. Onu çok iyi gör. İşte günbatımında Kara Kule.
3
Kule'ye, Eddie ve Susannah'nın deja vu diye adlandırdığı o tuhaf ta-nıdıklık hissiyle geldi.
Can'-Ka No Rey'in gülleri, Kara Kule'ye giden patika boyunca açıldı; merkezlerindeki sapsarı güneşler, ona gözlermişçesine bakıyor gibiydi. Roland o gri-siyah sütuna doğru yürürken her zaman bildiği dünyadan kaydığını hissetti. Kendi kendine yapacağına söz verdiği gibi dostlarının ve sevdiklerinin isimlerini söyledi; alacakaranlıkta isimlerini kusursuz bir güçle haykırdı zira artık enerjisini Kule'nin çekimine karşı koymak için saklamasına gerek yoktu. Pes etmek -nihayet- hayatında hissettiği en büyük rahatlamayı sağlamıştı.
Compadrelennin ve amoralarının ismini haykırdı ve hepsi de kalbinin derinliklerinden kopup gelmesine rağmen her birinin ondan geri kalanla daha az ilgisi kalmış gibiydi. Sesi isim üzerine isimle, kararan kızıl ufka doğru yuvarlandı. Eddie'nin ve Susannah'nın isimlerini söyledi. Jake'in ismini haykırdı ve son olarak kendi ismini söyledi. Yankısı duyulmaz olunca dev bir borunun sesi duyuldu. Kaynağı Kule değil, etrafında bir halı gibi uzanan güllerdi. Bu boru, güllerin sesiydi ve onu krallara layık bir patlamayla karşıladılar.
Dostları ilə paylaş: |