Stephen King Kara Kule Cilt7 Kule



Yüklə 2,92 Mb.
səhifə61/62
tarix03.12.2017
ölçüsü2,92 Mb.
#33720
1   ...   54   55   56   57   58   59   60   61   62

Rüyalarımda boru hep benimdi, diye düşündü. Olmadığını bilmeliydim çünkü benimkini Cuthbert ile Jericho Tepesi'nde kaybettim.

Tepesinden bir ses fısıldadı: Eğilip alman üç saniyelik işti. O duman ve ölüm arasında bile. Üç saniye. Zaman, Roland; her şey dönüp dolaşıp zamana geliyor.

Bunun Işın'ın sesi olduğunu düşündü... kurtardıkları Işın'ın. Minnettarlığı yüzünden konuşuyorsa nefesini harcamayabilirdi, artık kelimelerin ne faydası olabilirdi? Browning'in şiirinden bir mısra hatırladı: Eski günlerden bir tat, her şeyi doğru kılar.

O hiç böyle bir şey yaşamamıştı. Anılar ona daima hüzün getirmişti. Onlar şairlerle aptalların besin kaynağı, ağızda ve boğazda sonradan acı bir tat bırakan şekerlemelerdi.

Roland kulenin altındaki hayaletağacından kapıya on adım kala durdu ve güllerin sesinin -o karşılayan boru sesi- yankılarının sonlanmasını bekledi. Dejâ vu hissi hâlâ kuvvetliydi, neredeyse oraya daha önce gelmiş olduğunu düşünecekti. Ve gelmişti elbette; binlerce haberci rüyada. Ka'ya meydan okuyup yolunu kesmek isteyen Kızıl Kral'ın durduğu balkona baktı. Kalan birkaç sneetch'in durduğu kutunun (görünüşe bakılırsa yaşlı delinin başka silahı yoktu) yaklaşık yüz seksen santim yukarısında iki kırmızı göz kararan havada ona sonsuz bir nefretle bakıyordu. Gümüş rengi (batan güneşin ışığıyla turuncuya dönmüşlerdi) ince göz sinirleri arkalarından sarkıyordu. Silahşor sahipleri Patrick'in silgisinin ve büyülü Ressam gözünün gönderdiği yer neresiyse orada başıboş dolaşırken bu gözlerin orada Can'-Ka No Rey'i izleyerek sonsuza dek kalacağını tahmin etti. Kızıl Kral muhtemelen dünyalar arasındaki boşluktaydı.

Roland patikanın kara hayaletağacından yapılmış çelik bantlı kapının önünde son bulduğu yere yürüdü. Kapının üzerinde, yaklaşık dörtte üçlük kısmının bittiği yerde çok iyi tanıdığı bir sigul vardı:

Olduğu yere çıkınındaki son iki parçayı koydu: Talitha Teyze'nin haçı ve babasının tabancası. Ayağa kalktığında ilk iki hiyeroglifin solmuş olduğunu gördü:

BULUNMAMIŞ, BULUNMUŞ OLMUŞtU.

Bir elini çalacakmış gibi kaldırdı ama kapı daha dokunamadan gerisindeki yukarı çıkan spiral merdivenin tabanını açığa çıkararak açılıverdi. İç çekişe benzer bir ses duyuldu... Hoş geldin, Eld soyundan Roland. Ku-le'nin sesiydi. Bina taş gibi görünmesine rağmen taştan yapılmamıştı, yaşayan bir varlık, muhtemelen Gan'ın kendisiydi ve kafasının içinde kilometrelerce uzaktayken bile hissettiği ritim, Gan'ın yaşam gücünün nabız gibi atışıydı.

Commala, Silahşor. Commala-gel-gel.

Ve esintiyle taşınan, gözyaşları kadar acı olan alkali kokusu dışarı kadar geldi. Neyin kokuşuydu? Tam olarak neydi? Tanımlayamadan koku kayboldu ve Roland hayal ürününün bir eseri olduğunu düşündü.

İçeri girdi ve daima -beşiğinin başında ona ninni söyleyen annesinin sesinde gizli olduğu Gilead'dayken bile- duyduğu Kule'nin Şarkısı sonunda kesildi. Bir başka iç çekiş daha oldu. Kapı çarparak kapandı, ama Silahşor karanlıkta kalmadı. Merdivenin batan güneşin ışıltısıyla birleşen pırıltısı önünü aydınlatıyordu.

Sadece tek kişinin geçebileceği genişlikteki basamaklar dönerek yükseliyordu.

"İşte Roland geliyor," diye seslendi ve sözcükler dönerek sonsuzluğa yükselir gibi oldu. "Sen, tepedeki, beni duy ve istersen hoş karşıla. Düş-manımsan bil ki silahsızım ve niyetim kötü değil."

Tırmanmaya başladı.

On dokuz basamak sonra ilk kata vardı (ondan sonraki her kata yine on dokuz basamakla varılıyordu). Birinci katta açık bir kapı, ardında küçük bir oda vardı. Duvarlarını oluşturan taşlara iç içe geçmiş binlerce yüz oyulmuştu. Çoğunu tanıyordu (suratlardan biri Calvin Tower'di, açık bir kitabın üzerinden sinsice bakıyordu). Yüzler ona bakıyor, Roland mırıltılarını duyabiliyordu.

Hoş geldin, Roland pek çok dünyadan ve pek çok kilometreden gelen; hoş geldin Eld soyundan, Gilead'h olan.

Odanın karşısında, her iki tarafında altın işlemeli koyu kırmızı süslemeler bulunan bir kapı vardı. Kapının yaklaşık yüz seksen santim yükseklikte bir noktasında (tam göz hizasıydı) küçük, yuvarlak bir pencere vardı. Tatlı bir koku genzini doldurdu ve bu kez ne kokusu olduğunu anladı: annesinin önce beşiğine, sonra ilk gerçek yatağına yerleştirdiği lavanta kesesinin kokuşuydu. Koku, aromaların daima yaptığı gibi o günleri inanılmaz bir netlikle geri getirdi; zaman makinesi işlevi gören bir duyumuz varsa o da koklamadır.

Sonra alkalinin acımtırak kokusu gibi bu da yok oldu.

Oda çıplaktı, içeride yerdeki nesneden başka hiçbir şey yoktu. Roland odanın ortasına yürüyüp yerdeki nesneyi aldı. Sedir ağacından küçük bir klipsti. Üzerinde fiyonk yapılmış mavi bir kurdele vardı. Buna benzer klipsleri çok uzun zaman önce, Gilead'da görmüştü; kendisi de bir zamanlar takmış olmalıydı. Yeni doğan bir bebeği annesine bağlayan göbek bağı kesildikten sonra bebekte kalan parça düşene dek bu klipslerle tutturulurdu. (Göbek deliğine tet-ka can Gan denirdi.) Bunun üzerindeki ipek kurdele, bir erkeğe ait olduğunu belirtiyordu. Bir kıza ait olsa rengi pembe olacaktı.

Bu benimdi, diye düşündü. Büyülenmiş gözlerle elindekine bir süre daha baktıktan sonra aldığı yere bıraktı. Ait olduğu yere. Tekrar ayağa kalktığında diğer pek çokları arasında bir bebeğin

(Bu benim sevgili bah-bo'm olabilir mi? Öyle diyorsan öyle olsun!)

yüzünü gördü. Yüzü, rahmin dışında aldığı ilk soluğu beğenmemiş, hava ölümle kirlenmiş gibi buruşmuştu. Çok yakında hissettiklerini Steven ve Gabrielle Deschain'in büyük malikânesinin odalarında çınlayacak, duyan dostların ve hizmetkârların rahatlayarak gülümsemesine yol açacak bir çığlıkla dünyaya duyuracaktı. (Sadece Marten Broadcloak somur-tacaktı.) Doğum sona ermişti ve çocuk yaşıyordu, Gan'a ve tüm tanrılara teşekkürler deriz. Eld soyuna bir vâris gelmişti, bu yüzden dünyaların yıkıma doğru hüzünlü ilerleyişine bir son vermek için minik de olsa bir olasılık belirmişti.

Roland, dejâ vu hissi daha da kuvvetlenerek odadan çıktı. Gan'ın bedenine girmiş olduğu hissi de güçlenmişti.

Merdivenlere yöneldi ve tekrar tırmanmaya başladı.
4

On dokuz basamak sonra ikinci kata ve ikinci odaya vardı. Daire şeklindeki odanın zeminine serpiştirilmiş kumaş parçaları vardı. Hırçın bir delinin gül tarlasına bakmak için balkona çıkıp oraya hapsolmadan önce yerden alıp paramparça ettiği, bir bebeğe ait bezler olduklarına şüphe yoktu. Kötücül bilgelikle dolu, inanılmayacak kadar sinsi bir yaratıktı... ama sonunda boş bulunup bir hata yapmıştı ve bedelini sonsuza dek ödeyecekti.

Tek istediği güllere bakmaksa neden dışarı çıkarken cephanesini yanına aldı?

Çünkü cephaneler onun çıkınıydı ve sırtına asmıştı, diye fısıldadı taş duvara oyulmuş yüzlerden biri. Mordred'in yüzüydü. Roland artık bu yüzde nefret değil, sadece terk edilmiş bir çocuğun yalnız hüznünü görüyordu. Yüzü, aysız bir gecede yükselen tren düdüğü gibi yalnızdı. Dünyaya geldiğinde Mordred'in göbek bağına takılacak bir klips yoktu, tek sahip olduğu, ilk öğünü olarak yediği annesiydi. Hayatı boyunca bir klipsi olmamıştı çünkü Mordred hiçbir zaman Gan'ın fef'ine dahil olmamıştı. Hayır, o değil.

Kızıl Baba'm silahsız adım atmazdı, diye fısıldadı taş çocuk. Şatosundan ayrıldıktan sonra silahlarını yanından hiç ayırmadı. Deliydi ama o kadar da değil.

Bu odada, annesinin banyodan yeni çıkmış, yakın zamanda keşfettiği ayak parmaklarıyla neşe içinde oynayarak bir havlunun üzerinde çıplak yatarken bedenine serptiği talk pudrasının kokusu vardı. Pudrayı tenine yayıyor, onu okşarken bir yandan da şarkı söylüyordu: Canım bebeğim, güzel bebeğim, hep koklayayım öpeyim.

Bu koku da geldiği gibi gitmişti.

Roland parçalanmış bebek bezleri arasında ilerleyerek küçük pencereye yürüdü ve dışarı baktı. Bedensiz kalmış gözler varlığını hissederek havada fırıldak gibi ona doğru döndü.

Dışan çık, Roland! Dışarı çık ve benimle teke tek yüzleş! Erkek erkeğe! Göze göz, sana yarasın!

"Hiç sanmıyorum," dedi Roland. "Daha yapılacak işim var. Şimdi bile biraz daha var."

Bunlar, Kızıl Kral'a söylediği son sözlerdi. Çılgın mahkûm arkasından haykırarak düşündü ama beyhudeydi, Silahşor bir kez olsun dönüp bakmadı. Tepeye varmadan önce tırmanacak daha çok kat, keşfedilecek pek çok oda vardı.
5

Üçüncü katta kapıdan bakınca şüphesiz bir yaşındayken ona ait olan kadife bir bebek giysisi gördü. Taş duvardaki yüzler arasında babasınınki de vardı ama henüz genç bir adamdı. Bu yüz daha sonra gaddarlaşacak; olaylar ve sorumluluklar hatlarını sertleştirecekti. Ama duvardaki yüz öyle değildi. Burada, Steven Deschain'in gözleri, onu daha önce hiçbir şeyin edemediği, edemeyeceği kadar hoşnut eden bir şeye bakıyormuş gibiydi. Roland bu odada babasının tıraş köpüğünün tatlı ve hafif kokusunu aldı. Hayalet bir ses fısıldadı: Bak, Gabby, bak! Gülümsüyor! Bana gülümsüyor! Ve yeni bir dişi çıkmış!

Dördüncü kattaki odanın zemininde ilk köpeği Ring-A-Levio'nun tasması vardı. Kısaca Ringo diyorlardı. Roland üç yaşındayken ölmüştü ve bu, bir anlamda bir lütuftu. Üç yaşında bir çocuk hâlâ kaybettiği evcil hayvanının ardından ağlayabilecek kadar küçüktü; damarlarında Eld kanı akıyor olsa bile. Silahşor burada harika ama isimsiz bir koku aldı ve Ringo'nun tüylerindeki Tam-Dünya güneşinin kokusu olduğunu anladı.

Ringo'nun Odası'ndan belki iki düzine kat yukarıda bir zamanlar David adında bir şahine ait olan bir tüy yığını ve serpiştirilmiş ekmek kırıntıları vardı. David bir evcil hayvan değil, iyi bir dosttu. Roland'm Kara Kule yolunda yapacağı pek çok fedakârlıktan ilkiydi. Roland, David'in uçar halde bir görüntüsünün duvarın bir bölümüne oyulduğunu gördü, geniş kanatlarını Gilead'ın toplanmış maiyeti üzerinde açmıştı (Büyücü Marten de aralarındaydı). Balkona açılan kapının soluna David'in bir başka görüntüsü oyulmuştu. Kanatlarını yapıştırmış, Cort'un kaldırılmış sopasına aldırmadan adamın üzerine kör bir kurşun gibi iniyordu.

Eski günler.

Eski günler ve eski suçlar.

Cort'un biraz ötesinde o gece birlikte olduğu fahişenin gülen yüzü vardı. David'in odasına fahişenin ucuz ve tatlı parfümünün kokusu sinmişti. Silahşor kokuyu içine çekerken fahişenin apış arasındaki tüylere dokunuşunu hatırladı ve parmakları ıslak organına doğru kayarken hatırladığı şeyi tekrar hatırlayarak şok oldu: annesinin ellerini hissederek bebek banyosundan çıkışı.

Sertleşmeye başlayan Roland odadan korkuyla kaçtı.


6

Artık önünü aydınlatacak kızıl ışıltı yoktu. Silahsız yabancının üzerine düşen tek aydınlık, pencerelerin ürkütücü mavi pırıltısıydı, Silahşor'a bakan, canlı olan cam gözlerin. Kara Kule'nin dışında, Can'-Ka No Rey'in gülleri bir başka gün için kapanmıştı. Zihninin bir parçası, yoluna koyulmuş engelleri büyük bir kararlılıkla birer birer aşıp oraya kadar gelebilmiş olmasına hâlâ inanamıyor gibiydi. Eski insanların robotlarından biri gibiyim, diye düşündü. Ulaşması için yaratıldığı hedefe varacak veya bu uğurda ölecek bir robot gibi.

Bununla birlikte bir başka parçası hiç de şaşkm değildi. Bu, Işınlar'ın yapmış olması gerektiği gibi hayal eden parçaydı ve bu daha karanlık parçası yine Cuthbert'ün parmaklarının arasından düşen boruyu düşündü... ölümüne gülerek giden Cuthbert'ün. O gün bile Jericho Tepesi'nin kayalık eteğinde düşmüş olduğu yerde yatıyor olabilecek boruyu.

Ve elbette daha önce böyle odalar gördüm! Ne de olsa hayatımı anlatıyorlar.

Gerçekten de öyleydi. Kara Kule'nin yükselen odaları Roland Deschain'in hayatını ve yolculunu kat kat, öykü öykü (ve elbette ölüm ölüm) anlatıyordu. Her birinin kendine ait bir hatırası, bir kokusu vardı. Bazı yıllara birden fazla kat ayrılmıştı, ama her yılın mutlaka en az bir odası vardı. Ve otuz sekizinci kattan sonra (on dokuzun iki katı olduğunu görmüyor musunuz) daha fazla bakmak istemedi. Bu odada Susan Delga-do'nun bağlandığı yanık kazık vardı. İçeri girmedi, ama duvardaki yüze baktı. Ona bu kadarını borçluydu. Roland, seni seviyorum! diye haykırmıştı Susan Delgado ve Roland bunun doğru olduğunu biliyordu, çünkü onu tanımasını sağlayan sadece aşkıydı. Ve aşk olsun olmasın, sonunda yanmaktan kurtulamamıştı.

Burası ölüm yeri, diye düşündü. Ve sadece burası da değil. Tüm odalar öyle. Bütün katlar.

Evet, silahşor, diye fısıldadı Kule'nin sesi. Ama bunun tek sebebi senin hayatının onu bu hale getirmiş olması.

Roland otuz sekizinci kattan sonra daha hızlı tırmandı.


7

Silahşor dışarıdan baktığında Kule'nin yaklaşık yüz seksen metre yükseklikte olduğunu düşünmüştü. Ama yüzüncü, daha sonra iki yüzüncü odaya kısaca göz atarken yüz seksen metrenin sekiz kat fazlasını tırmanmış olduğundan emindi. Pek yakında Amerika tarafından gelen dostlarının bir buçuk kilometre diyeceği mesafeyi aşacaktı. Mümkün görünenden daha fazla oda vardı -hiçbir Kule bir buçuk kilometre yüksekliğinde olamazdı!- ama hızını neredeyse koşma süratine varana dek arttırıp tırmanmayı sürdürdü ve hiç yorgunluk hissetmedi. En tepeye varamayacağı, Kara Kule'nin zamanda olduğu gibi yükseklikte de sonsuz olabileceği düşüncesi bir kez aklından geçti. Ama bir süre düşündükten sonra bunun mümkün olamayacağını düşündü, çünkü Kule onun hayat hikâyesini anlatıyordu ve ömrü uzundu ama sonsuz olduğu kesinlikle söylenemezdi. Ve bir başlangıcı olduğu gibi (mavi kurdeleli klipsin de belirttiği gibi) bir sonu da olmalıydı.

Yakında ulaşması muhtemel bir son.

Gözlerinin gerisinde hissettiği ışık artık daha kuvvetliydi ve pek de mavi gibi değildi. Ot yiyicinin kulübesindeki kuş, Zoltan'ın bulunduğu bir odadan geçti. Konaklama Yeri'ndeki atomla çalışan pompanın bulunduğu bir başka odayı ardında bıraktı. Basamakları tırmandı ve içinde ölü bir ıstanavarın bulunduğu bir odanın önünde duraksadı. Hissettiği ışık artık çok daha parlaktı ve mavi değildi.

Bu...

Oldukça emindi, bu ışık...



Gün ışığıydı. Vakit alacakaranlığı geçmiş, Yaşlı Yıldız'la Yaşlı Ana, Kara Kule'nin üzerinde parlıyor olabilirdi ama Roland, gördüğünün -veya hissettiğinin- günışığı olduğundan emindi.

Odalara daha fazla bakmadan, kokuları içine çekmeye tenezzül etmeden hızla tırmanmaya devam etti. Basamaklar, neredeyse omuzlarının iki taraftan duvara sürtmesine yol açacak kadar daraldı. Artık şarkı yoktu; tabi duyduğunu sandığı rüzgâr sesi bir şarkı sayılmazsa.

Son bir açık kapının önünden geçti. Küçük odanın zemininde üzerindeki yüzün silindiği bir resim defteri vardı. Geriye tek kalan, dik dik bakan iki kırmızı gözdü.

Şu ana ulaştım. Şimdiki zamana geldim.

Evet ve commala gün ışığı gözlerinin içindeydi, onu bekliyordu. Yoğunluğunu ve sıcaklığını teninde hissedebiliyordu. Rüzgârın sert uğultusu artmıştı. Aman vermezdi. Roland dönerek yükselen basamaklara baktı; artık omuzları duvarlara değiyordu zira geçitin genişliği bir tabutunki kadardı. On dokuz basamak daha... sonra Kara Kule'nin tepesindeki oda onun olacaktı.

"Geliyorum!" diye bağırdı. "Beni duyuyorsan iyi dinle! Geliyorum.1"

Başını kaldırıp sırtını dikleştirerek basamakları teker teker tırmandı. Diğer odaların kapısı hep açık olmuştu. Ancak sonuncu kapı kapalıydı. Üzerinde tek bir sözcük olan hayaletağacmdan kapı, yolunu kapatıyordu. Üzerindeki sözcük şuydu:

ROLAND


Tokmağı kavradı. Üzerine babasına ait olan ve artık sonsuza dek yok olan eski tabancalara benzeyen bir altıpatlara dolanmış yabani bir gül motifi işlenmişti.

Yine senin olacaklar, diye fısıldadı Kule'nin ve güllerin sesi; artık birleşip tek ses haline gelmişlerdi.

Ne demek istiyorsun?

Buna cevap gelmedi ama tokmak avucunun içinde döndü ve belki de cevap buydu. Roland, Kara Kule'nin tepesindeki kapıyı açtı.

Gördü ve hemen anladı, tüm çöllerin ilahı olan çölün güneşi gibi kızgın kavrayış, bir balyoz darbesi gibi indi. Daha önce bu basamakları kaç kez tırmanmış, geriye döndüğünü, geriye itildiğini, geriye fırlatıldığını kaç kez görmüştü? En başa değil (olayların değiştirilebilip zamanın lanetinin kaldırılabileceği kadar geriye değil) o düşüncesiz, sorgusuz görevini başarıyla tamamlayacağını sonunda anladığı, Mohaine Çölü'ndeki o güne.

Daha önce kaç kez göbek deliğini, kendi îet-ka can Gan'mı bir zamanlar kıstıran klipsin fiyonguna benzer döngülere girmişti? Aynı yolculuğu daha kaç kez yapacaktı?

"Ah, olamaz!" diye haykırdı. "Lütfen, bir daha olmasın! Merhamet et! Acı bana!"

Eller onu sözlerine aldırmadan çekti. Kule'nin elleri merhamet nedir bilmezdi.

Gözyaşları gibi acı alkali kokusu burnuna çarptı. Kapının ötesindeki çöl bembeyaz; kör edici; susuz; ufuktaki belli belirsiz dağlar dışında bomboştu. Alkalinin gerisindeki koku, tatlı rüyalar, karabasanlar ve ölüm getiren şeytanotunun kokuşuydu.

Ama senin ölümün değil, Silahşor. Asla senin değil. Sen karanlığa karışıyorsun. Rengin belirsizleşiyor. Acıtacak kadar dürüst olabilir miyim? Sen devam ediyorsun.

Ve her seferinde bir önceki seferi unutuyorsun. Senin için her seferi ilk oluyor.

Geri çekilmek için son bir çaba sarf etti: umutsuz bir girişimdi. Ka daha güçlüydü.

Gilead'h Roland son kapıdan geçti, daima aradığı ve her seferinde bulduğu kapıdan. Ve kapı arkasından nazikçe kapandı.
8

Silahşor ayakları üzerinde sallanarak bir süreliğine durdu. Neredeyse bayılacağını düşündü. Sıcak yüzündendi, elbette; kahrolası sıcak. Rüzgâr vardı ama kupkuruydu ve rahatlatmıyordu. Su kesesine baktı, ne kadar kaldığını gördü. İçmemesi gerektiğini biliyordu -içme vakti gelmemişti- ama yine de bir yudum aldı.

Bir an için başka bir yerdeymiş gibi hissetmişti. Hatta belki Kule'nin içinde. Ama çöl insanı kandıran numaralarla, seraplarla doluydu elbette. Kara Kule hâlâ binlerce tekerlek ötedeydi. Yüzlerce basamağı tırmanıp birçok yüzün ona döndüğü pek çok odaya bakmış olma hissi hızla kayboluyordu.

Ona ulaşacağım, diye düşündü amansız güneşe gözlerini kısıp bakarak. Ona ulaşacağıma babamın adı üzerine yemin ederim.

Belki bu kez oraya vardığında her şey farklı olur, diye fısıldadı bir ses... çöl deliliğinin sesiydi muhakkak, bundan önce başka sefer olmamıştı ki? Neyse oydu ve neredeyse oradaydı, hepsi buydu, ne eksik, ne fazla. Espri anlayışının olduğu söylenemezdi ve hayal gücü de pek geniş değildi, ama ölümcül bir hıza sahipti. Bir silahşordu. Ve yüreğinin derinliklerinde, iyi gizlenmiş bir yerde, görevin acı cazibesini hissediyordu.

Aralarında hiç değişmeyen sensin, demişti Cort, ona bir keresinde ve Roland, adamın sesinde korku duyduğuna yemin edebilirdi... ama Cort' un ondan -küçük bir çocuk- niçin korkuyor olabileceğini anlamamıştı. Bu senin lanetin olacak evlat. Cehenneme doğru yürüyüşünde yüz çift çizme eskiteceksin.

Ve Vannay: Geçmişten ders alamayanlar onu sürekli yaşamaya mahkûmdur.

Ve annesi: Roland her zaman bu kadar ciddi olmak zorunda mısın? Hiç durup dinlenemez misin?

Ama ses yine fısıldadı

(bu kez farklı olabilir belki bu kez farklı olur)

ve Roland alkali ile şeytanotundan başka bir şeyin kokusunu hissetti. Çiçek kokusu olabileceğini düşündü.

Belki güller.

Çıkınını bir omzundan diğerine aktardı ve sağ kalçasındaki tabancanın yanında duran boruya dokundu. Bu çok eski pirinç boruyu bir zamanlar bizzat Arthur Eld üflemişti; veya hikâyede anlatılan buydu. Roland boruyu Jericho Tepesi'nde Cuthbert Allgood'a vermiş ve Cuthbert öldüğünde eğilip yerden alarak tepenin ölüm tozunu üzerinden silkeleyecek kadar duraksamıştı.

Bu senin sigul'un, dedi giderek belirsizleşmekte olan ve beraberinde güllerin tatlı kokusunu, bir yaz akşamındaki ev kokusunu -ah, kayıp olan!- bir taşı, bir gülü, bulunmamış bir kapıyı; bir taşı, bir gülü, bir kapıyı getirmiş olan fısıltı.

Bu, her şeyin bu kez farklı olabileceğine dair vaadin, Roland... sonunda dinlenebileceğine dair. Hatta belki kurtuluşa dair.

Bir duraksama. Ve ardından:

Sebat edersen. Doğru olursan.

Zihnini temizlemek için başını iki yana salladı ve bir yudum su daha içmeyi düşünüp hemen ardından vazgeçti. O gece. Walter'm ateşinin kemikleri üzerinde kendi kamp ateşini yaktığında. O zaman içecekti. Şimdi ise...

Yolculuğuna kaldığı yerden devam edecekti. Kara Kule ileride bir yerdeydi. Bununla birlikte daha yakında, çok daha yakında, belki ona oraya nasıl ulaşabileceğini söyleyebilecek bir adam (bir adam mıydı? gerçekten?) vardı. Roland, onu yakalayacak ve yakaladığında adam konuşacaktı... evet, aynen öyle olacaktı: Walter yakalanacak ve konuşacaktı.

Roland boruya tekrar dokundu. Gerçekliği tuhaf bir şekilde rahatlatıcıydı, sanki ona daha önce hiç dokunmamış gibi.

Devam etme zamanı.

Siyahlı adam çölde kaçıyordu, Silahşor da peşindeydi.

19 Haziran 1970-7 Nisan 2004: Tanrı'ya teşekkürler derim.

EK ROBERT BROWNING

"CHILDE ROLAND KARA KULEYE GELDİ"
I

Her sözünün yalan olduğuydu ilk düşüncem, O kır saçlı ve gözü, yalanının gözlerim üzerindeki

Etkisini beğenmeyerek habisçe bakan sakatın

Ve o neşeyi gizlemekte nadiren başarılı dudakları

Her yeni kurbanla gerilip bükülürdü.
II

Başka ne için hazırlanmış olmalı, asasıyla?

Yalanlarıyla pusuya yatmak, ona burada rastlayan

Ve yolu soran tüm yolculan tuzağa düşürmekten başka?

O kafatası gülüşünün neye yol açacağını, mezar kitabemin

Üzerinde ne yazacağını tahmin ettim bu tozlu yolda.


III

Onun nasihatiyle, herkesin Kara Kule'yi sakladığına

Hemfikir olduğu o uğursuz toprağa

Dönersem sırtımı. Ama boyun eğerek

Gösterdiği yöne döndüm, ne gurur ne de

Sonda canlanan umut önceden haber verebilirdi

Bazı sonlarla gelen mutluluğu.
IV

Yıllar süren arayışımın, bütün dünyayı

Dolaşmamın sonunda ortaya çıkardığı umudum

Başarının getireceği o ele avuca sığmaz neşeyle

Baş edecek kadar güçlü olmayan bir hayalete döndü

Kavramakta başarısız olan kalbimin

Coşkulu sıçrayışını engellemeye çalıştım.
V

Ölüm döşeğindeki çok hasta bir adam

Ölmüş gibi görünür ve gözyaşlarının başlayıp

Bitişini hisseder ve her bir dostuna veda eder

Birinin diğerine git dediğini duyar, dışarıda

Özgürce nefes alsın diye, ("Her şey bittiğine göre," der,

"Hem inen darbeyi yas tutmak telafi edemez")
VI

Biri diğer mezarların yanında buna yetecek kadar

Yer olduğunu tartışır ve cesedi bayraklar, şallar ve

Şiirlerle, özenle taşıyacakları gün gelip çatar

Ve adam yine de her şeyi duyar ama kalıp da

İstemez böylesi bir sevgiyi utandırmak.


VII

Bu yüzden, bu yolculukta çok acı çektim

Başarisızlık kehanetlerinin söylenip yazıldığını

"Çete" arasında pek çok kez duydum Kara Kule 'nin arayışının adımlarına yön verdiği

Şövalyelerden -onlar gibi başaramamak

En doğrusu gibiydi- biri olmaya uygun muydum?


VIII

Böylece umutsuzluk kadar sessizce sırt çevirdim.

Yoldan ayrılan patikayı gösteren nefret dolu sakata

Pek kasvetli geçmişti bütün gün ve loşlaştı

Sonu yaklaşırken.

Yine de düzlüğün başı boş olanı

Yakalamadığını görmek için

Sert, kızıl bir bakış fırlattı.


IX

Hedef için! Kendimi düzlükte bulduğum

Bir iki adımdan sonra duraksayıp

Baktım arkama güvenli yol üzerinden

Son bir kez ve gördüm yok olmuştu; her yer gri düzlük:

Ufuk çizgisine dek uzanan bir boşluk

Yola devam edebilirim, kalmadı yapacak şey.
X

Gittim böylece. Galiba daha önce

Böylesine açlık çekmiş, alçak bir doğa görmemiştim.

Çiçekler bile bitmiyordu, bırak bir sedir korusunu!

Ama karamuk, sütleğen kendi kanunlarınca

Üreyebilirler şaşırmasın kimse

Bir tohum, olabilir bir define sandığı.
XI

Hayır! Yoksulluk, tembellik ve hoşnutsuzluk

Tuhaf bir biçimde oluşturmuştu toprağı. "Gör

Veya kapa gözlerini," dedi Tabiat huysuzca

"Hünerle ilgisi yok, elimden gelmiyor bir şey:

Son Hüküm'ün ateşi sağaltmak bu yeri

Yakmak topraklarını ve özgür bırakmalı mahkûmlarımı."
XII

Saçaklanmış bir diken sapı

Arkadaşlarından daha yukarı uzanırsa, kafası kopardır.

Yoksa sert otlar kıskanırlar. Labadanın

Sert ve kara yapraklarını, bütün yeşerme

Umutlarını kıracak kadar ezen

Onları delip yırtan nedir? Bir hayvan


Yüklə 2,92 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   54   55   56   57   58   59   60   61   62




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin