"Peki Susannah olmadan ne yapabiliriz? Seni ne tatmin eder?"
Eddie henüz ziyaret etmediği için Susannah'nın tek başına 1977'ye gelebileceğini düşünüyordu. Şey, geçiş yapmıştı ama Eddie, onun tam bir ziyaret olarak kabul edildiğini sanmıyordu. Susannah'nın 1977'ye gelememesinin tek bir sebebi olabilirdi, o da Eddie ve Roland ile ka-tet oluşuydu. Ya da buna benzer bir şeydi. Eddie bilmiyordu. Küçük harflerle yazılmış maddeleri okumakta hiçbir zaman iyi olmamıştı. Ne düşündüğünü sorma niyetiyle Roland'a dönmüştü ki Silahşor konuştu.
"Dan-tete'imize. ne dersin?" diye sordu.
Eddie bu terimi bilmesine rağmen (bebek tanrı veya küçük kurtarıcı anlamına geliyordu) Roland'ın ne kastettiğini önce anlamadı. Sonra beyninde bir şimşek çaktı. İçinde oturdukları arabayı onlara Waterford dan-tete'leh vermemiş miydi, teşekkürler derim? "Cullum mı? Ondan mı bahsediyorsun, Roland? İmzalı beysbol toplarıyla dolu camekânı olan
adam?"
"Doğru diyorsun," diye cevap verdi Roland. Keyif değil, hafif bir bıkkınlık belirten o kuru sesle konuşmuştu. "Bu fikre gösterdiğin hevesle neredeyse boğulacağım."
"Ama... ama ona gitmesini söyledin! Ve o da gitmeyi kabul etti!"
"Peki sence Vermong'daki arkadaşını görmeye ne kadar istekliydi?"
"Mont," dedi Eddie gülümsemesini saklayamayarak. Bununla birlikte o an hissettiği duygulardan en baskın olanı korkuydu. Hayalinde duyduğu çirkin sürtme sesinin Roland'ın fıçının dibini yoklayan üç parmaklı sağ elinden çıktığını düşündü.
Roland, Cullum Vermont yerine o'Garlan Baronluğu'na gideceğini söylemiş olsa da umursamayacağını belirtircesine omuz silkti. "Soruma cevap ver."
"Şey..."
Cullum gerçekten de gitmeye fazla hevesli görünmemişti. Daha ilk dakikadan itibaren aralarında yaşadığı insanlardan ziyade onlardan biriymiş gibi tepki vermişti ve Roland, onu kaçırıp öldürmeye eğilimli derslerini vermeye başlamadan önce kendisi de onlardan biri olduğu için Eddie o tipleri iyi tanırdı. Silahşorların Cullum'ın ilgisini çektiği ve o küçük kasabada ne işleri olduğunu merak ettiği açıktı. Ama Roland ne istediğini kesin bir dille belirtmişti ve insanlar genellikle onun sözlerine itaat ederdi.
Şimdi yine sağ eliyle o sabırsızlık ifade eden çevirme hareketini yapıyordu. Babanın hatırı için acele et. Ya sıç ya da heladan çık.
"Sanırım gitmeyi gerçekten de istemiyordu," dedi Eddie. "Ama bu, hâlâ Doğu Stoneham'daki evinde olduğu anlamına gelmez."
"Ama orda. Gitmedi."
Eddie ağzının bir karış açılmaması için gözle görülür bir çaba harcadı. "Nerden biliyorsun? Ona dokunabiliyor musun? Bu sayede mi biliyorsun?"
Roland başını iki yana salladı.
"O halde nasıl..."
"Ka."
"Ka mı? Ka mı? Bu da ne demek oluyor?"
Roland'ın yüzü bitkin, rengi solgundu. "Dünyanın bu bölgesinde başka kimi tanıyoruz?"
"Hiç kimseyi, ama..."
"O halde aradığımız o." Roland'ın sesi bir çocuğa hayatın temel bilgilerini öğretir gibiydi: yukarısı, başının üzeri; aşağısı, ayaklarının toprakla birleştiği yer.
Eddie, ona bunun aptalca olduğunu, batıl inançtan başka bir şey olmadığını söylemeye hazırlandı ama sonra vazgeçti. Deepneau'yu, To-wer'i, Stephen King'i ve iğrenç Jack Andolini'yi bir kenara bırakacak olurlarsa dünyanın o bölgesinde (ya da öyle düşünmeyi yeğlerseniz Ku-le'nin o seviyesinde) tanıdıkları tek kişi John Cullum idi. Ve Eddie'nin son birkaç ayda gördüğü onca şeyden sonra -hatta son bir haftada- o kim oluyordu da batıl inanca burun kıvırıyordu?
"Pekâlâ," dedi. "Sanırım bir denesek fena olmayacak."
"Onunla nasıl temas kuracağız?"
"Bridgton'dan telefon edebiliriz. Ama Roland, bir hikâyede John Cullum gibi ikincil bir karakter asla olayların merkezine dönüp günü kurtarmaz. Bu gerçekçi olmaz."
"Eminim gerçek hayatta pek çok kez oluyordur," dedi Roland.
Ve Eddie güldü. Başka ne yapabilirdi? Tam Roland'z. yakışacak bir cevaptı.
4
BRIDGTON CADDESİ 1
HIGHLAND GÖLÜ 2
HARRISON 3
WATERFORD 6
SWEDEN 9
LOVELL 18
FRYEBURG24
Eddie, "Torpido gözüne bir baksana, Roland," dediği sırada bu tabelanın önünden geçiyorlardı. "Bak bakalım ka ya da Işın veya bir başkası bize telefon edebilmemiz için yetecek kadar bozukluk bırakmış mı?"
"Torpido mu? Surdaki panelden mi bahsediyorsun?"
"Evet."
Roland önce metal düğmeyi çevirmeyi denedi, sonra işleyişini keşfetti ve bastırdı. İçerisi, Galaxie'nin kısa süren ağırlıksız uçuşundan sonra iyice altüst olmuştu. Kredi kartı fişleri, Eddie'nin "diş macunu" olduğunu söylediği çok eski bir tüp (Roland tüpün üzerindeki HOLMES DİŞÇİLİK yazısını okuyabilmişti), midilli üzerinde gülümseyen küçük bir kızı gösteren bir fottegraf -belki Cullum'ın yeğeniydi-, Roland'ın önce patlayıcı sandığı bir sopa (Eddie, onun acil durumlar için işaret fişeği olduğunu söyledi), YANKME gibi bir ismi olan bir dergi... ve bir puro kutusu vardı. Roland üzerindeki yazıyı tam olarak çıkaramıyordu ama giçeler olabileceğini düşündü. Kutuyu gösterince Eddie'nin gözleri parladı.
"GİŞELER yazıyor," dedi. "Cullum ve ka konusunda belki de haklısın. Aç onu Roland, sana uyarsa."
Kutuyu hediye eden çocuk kapalı kalması için ön tarafına sevgiyle (ve biraz da beceriksizce) bir kanca takmıştı. Roland kancayı kurtardı ve Eddie'ye gümüş paralan gösterdi. "Sai Cullum'ın evini aramaya yeter mi?"
"Evet," dedi Eddie. "Fairbanks, Alaska'yı aramaya bile yetecekmiş gibi görünüyor. Ama Cullum, Vermont yolundaysa hiçbir işimize yaramayacak."
5
Bridgton kasaba meydanının etrafında bir eczane, hemen bitişiğinde bir pizzacı, bir sinema (Sihirli Lamba) ve bir alışverişi merkezi (Reny's) vardı. Sinemayla alışveriş merkezinin arasında banklar ve üç jetonlu telefon olduğunu gördüler.
Eddie, Cullum'ın bozukluk kutusundaki paraları inceledi ve Ro-land'a altı dolar tutarında para verdi. "Şuraya gitmeni," dedi eczaneyi göstererek, "ve bana bir kutu aspirin almanı istiyorum. Görünce tanıyabilecek misin?"
"Asrin. Evet."
"En küçük kutudan al zira altı papel pek fazla sayılmaz. Sonra hemen yan tarafa geç, Bridgton Pizza ve Sandviç yazan yere. Şu elindekiler-den en az on altı tane kalmışsa onlara bir salamlı hoagie istediğini söyle."
Roland başını salladı ama bu Eddie için yeterince iyi değildi. "Söyle bakayım."
"Samalh."
"Salamlı."
"SAMAL-h."
"Sa..." Eddie vazgeçti. "Roland elinde bunlardan en az on altı tane kalmışsa bir sosisli iste. Bol mayonez diyebilir misin?"
"Bol mayonez."
"Tamam. On altıdan az kalmışsa bir peynirli sandviç al."
"Sandiç."
"Yeterince iyi. Ve mecbur kalmadıkça başka hiçbir şey söyleme."
Roland başını salladı. Eddie haklıydı, hiç konuşmaması en iyisi olacaktı. İnsanların o civardan olmadığından şüphelenmesi için ona bir kez bakması yetecekti zaten. Ayrıca bilinçsizce ondan uzaklaşmak gibi bir eğilimleri de vardı. Şansını zorlamasa iyi olacaktı.
Silahşor, elini sol kalçasına götürerek arabadan indi ama bu eski alışkanlık pek bir anlam ifade etmedi zira her iki tabancası da Cullum'ın Galaxie'sinin bagajındaydı.
Bir adım daha atamadan Eddie'nin eli omzunu kavrayarak onu durdurdu. Silahşor kaşlarını kaldırarak soluk mavi gözleriyle arkadaşına baktı.
"Bizim dünyamızda bir deyiş vardır, Roland, göle maya çalmak deriz."
"Ne anlama geliyor?"
"Bu," dedi Eddie kasvetli bir ifadeyle. "Yaptığımız şey. Bana bol şans dile, dostum."
Roland başını salladı. "İkimize de bol şans."
Tam arkasını dönmüştü ki Eddie tekrar seslendi. Bu kez Roland'ın yüzünde sabırsızlık vardı.
"Karşıdan karşıya geçerken öleyim deme," dedi Eddie. Sonra Cullum'ın aksanını taklit ederek ekledi. "Turistler bir köpeğin üzerindeki pireler gibi etrafta kaynıyor ve bindikleri de at değil."
"Telefon et, Eddie," dedi Roland ve bin başka kasabanın bin başka caddesinden karşıya geçerken yürüdüğü gibi yavaş ve kendinden emin adımlarla karşıya geçti.
Eddie, onu izledi, sonra telefon kulübesine döndü ve rehberleri inceledi. Ardından ahizeyi aldı ve Rehber Yardım numarasını aradı.
6
Gitmedi, demişti Roland, John Cullum'ı kastederek ve bunu kesin bir ifadeyle söylemişti. Peki niçin? Çünkü Cullum yolun sonuydu, arayacak başka kimseleri yoktu. Bir başka deyişle Gilead'lı Roland'ın kahrolası A»'sı.
Rehber Yardım memuruna kısa süre sonra John Cullum'ın numarasını verdi. Eddie numarayı ezberlemeye çalıştı -rakamları ezberlemekte daima çok iyi olmuştu, Henry bu yüzden ona Küçük Einstein derdi- ama bu kez yeteneğine güvenemedi. Ya düşünme işlemcilerini etkileyen genel bir sorun vardı (ki öyle olduğunu pek sanmıyordu) ya da bu dünyada olmak hafızasında sorun yaratıyordu (bundan neredeyse emindi). Eddie numarayı ikinci kez sorup telefon kulübesinin tozlu camına yazarken bir daha bir roman okuyup okuyamayacağım veya bir filmi ilk sahneden sonuncusuna dek kavrayarak izleyip izleyemeyeceğini merak etti. Bundan Şüpheliydi. Ve fark eder miydi? Sihirli Lamba'da Yıldız Savaşları oynuyordu. Eddie yolun sonundaki açıklığa Luke Skywalker'i bir kez daha görmeden ve Darth Vader'ın gürültülü nefesini bir kez daha duymadan gitmesinde pek bir sakınca olmadığına karar verdi.
"Teşekkürler," dedi memura. Tam numarayı çevirecekti ki arkasında art arda patlamalar oldu. Eddie, Kurtlar'ı, gangsterleri, hatta o orospu çocuğu Flagg'i görmeyi bekleyerek, kalp atışları anında hızlanarak ve eli kalçasının sağına uzanarak hızla döndü...
Ve üstü açık bir arabayı dolduran, kahkahalar atan bir grup şapşal görünümlü lise öğrencisi gördü. İçlerinden biri, 4 Temmuz kutlamalarmdan kalma bir fişek patlatmıştı... Calla'daki çocuklar onlara patpat diyordu.
Kalçamda bir tabanca olsaydı içlerinden birkaçını vurmuş olabilirdim, diye düşündü Eddie. Şapşalca, evet. Neyse. Belki de vurmazdı. Kabul etmesi gereken bir gerçek varsa o da medeni dünyada sandığı kadar güvende olmadığıydı.
"Buna alış," diye mırıldandı Eddie. Sonra ulu bilge ve yüce keşin hayatın ufak sorunlarına karşı önerisini dile getirdi. "Hallet."
Eski moda telefonda John Cullum'm numarasını çevirdi ve mekanik bir ses (belki Mono Blaine'in büyük-büyük-büyük-büyük-büyük-büyü-kannesi) doksan sent yerleştirmesini isteyince makineye bir teklik attı. Neden umursayacaktı, ne de olsa dünyayı kurtarıyordu.
Telefon bir kez çaldı... iki kez.... ve açıldı!
"John!" dedi Eddie neredeyse bağırarak. "Hey, John! Ben..."
Ama hattın diğer ucundaki ses konuşmaya başlamıştı bile. Seksenlerin çocuğu olan Eddie, bunun iyiye işaret olmadığını biliyordu.
"...Cullum Bakım ve Kamp Kontrol'den John Cullum'a ulaştınız," dedi Cullum'ın tanıdık sesi. "Aniden bir yere çağrıldım ve tam olarak ne zaman döneceğimi bilmiyorum. Sizin için bir sorun yarattıysam üzgünüm ama isterseniz 926-5555'ten Gary Crowell'i ya da 929-4211'den Junior Barker'ı arayabilirsiniz."
Eddie'nin en başta duyduğu korku (kooor-ku derdi Cullum olsaydı), John Cullum'ın kayıttaki buğulu sesinin ne zaman döneceğini bilmediğini duyduğu sıralarda yok oldu. Çünkü Cullum tam oradaydı, Keywadin Gö-lü'nün batı kıyısındaki, hobbitlerin evlerine benzeyen küçük kulübesinde, ya fazla doldurulmuş hobbit kanepesinde ya da fazla doldurulmuş iki hobbit koltuğundan birinde oturmaktaydı. Orada oturuyor ve kaba saba bir alet olduğu su götürmez, yetmişlerin ortalarına ait telesekreterine bırakılan mesajları dinliyordu. Ve Eddie tüm bunları biliyordu çünkü... şey-
Biliyordu işte.
İlkel kayıt, mesajın sonlarına doğru Cullum'ın sesine sinsice sızan muzipliği tamamen gizleyemiyordu. "Elbette kendi kendinize konuşmakta kararlıysanız sinyal sesinden sonra bana bir mesaj bırakabilirsiniz. Kısa kesseniz iyi olur." Son kelime oluuur diye uzatılmıştı.
Eddie sinyal sesini bekledikten sonra, "Ben Eddie Dean, John," dedi. "Orda olduğunu biliyorum ve sanırım aramamı bekliyordun. Neden öyle sandığımı sorma çünkü gerçekten bilmiyorum, ama..."
Eddie gürültülü bir tıkırtı duydu ve ardından Cullum'ın sesi -canlı sesi- geldi. "Merhaba evlat, benim emektar kağnıya iyi bakıyor musun?"
Eddie bir an için cevap veremeyecek kadar afalladı, çünkü Cullum'ın aksanı yüzünden soruyu farklı işittiğini düşünmüştü. Bir an için yaşlı adamın benim emektar ka'ya iyi bakıyor musun? dediğini sanmıştı.
"Evlat?" dedi Cullum endişeli bir sesle. "Hatta mısın?"
"Evet," dedi Eddie. "Ve sen de öyle. Vermont'a gideceğini sanıyordum, John."
"Şey, bak ne diyeceğim. Burası muhtemelen Güney Stoneham Ayakkabıcısı 1923'te yanıp kül olduğundan beri böyle heyecanlı bir gün yaşamadı. Aynasızlar kasabanın bütün yollarını kapatmış."
Eddie polislerin yasal bir kimlik gösterebilen herkese yol verdiğinden emindi ama bu konuyu bir başka şey yararına bir kenara bıraktı. "Bana istediğin takdirde tek bir polisle bile karşılaşmadan kasabadan ayrılmanın bir yolunu bulamayacağını mı söylüyorsun?"
Kısa bir sessizlik oldu. O sırada Eddie, dirseğinin dibinde birinin varlığını hissetti. Dönüp bakmadı; Roland'dı. Bu dünyada başka kim (hafifçe ama inkâr edilemez biçimde) bir başka dünyanın kokusunu yayabilirdi?
"Aman peki," dedi Cullum sonunda. "Belki de ormandan geçip Lo-vell'a giden bir veya iki yol biliyorumdur. Kuru bir yaz oldu, sanırım kamyonetimle rahatça gidebilirim."
"Bir veya iki demek?"
"Eh tamam, üç veya dört yol biliyorum diyelim." Bir duraksama oldu ve Eddie araya girmedi. Fazlasıyla eğleniyordu. "Beş altı," diye düzeltti Cullum ama Eddie sessizliğini korudu. "Sekiz," dedi Cullum sonunda ve Eddie gülmeye başlayınca ona katıldı. "Aklından ne geçiyor, evlat?"
Eddie sağ elinin kalan üç parmağıyla tuttuğu bir kutu aspirini ona uzatan Roland'a kısaca baktı ve kutuyu minnetle aldı. "Lovell'a gelmeni istiyorum," dedi Cullum'a. "Görünüşe bakılırsa biraz daha konuşmamız gerekiyor."
"Evet ve galiba ben de içten içe bunun farkındaydım," dedi Cullum. "Belirgin bir düşünce değildi. Kendi kendime 'Yakında Montpelier'e gideceğim,' diyordum ama her seferinde burda yapılacak başka bir şey buluyordum. Beş dakika önce aramış olsaydın meşgul çalacaktı, telefonda Charlie Beemer ile konuşuyordum. Siz bilmiyorsunuzdur, markette öldürülen onun karısı ve baldızıydı. Sonra, biraz geciksem ne olur, en iyisi gitmeden önce evi baştan aşağı süpüreyim, ondan sonra eşyalarımı kamyonete atıp yola çıkarım, diye düşündüm. Dediğim gibi, kafamda belirgin bir düşünce yoktu ama galiba eve döndüğümden beri aramanızı bekliyordum. Nerde olacaksınız? Turtleback Yolu'nda mı?"
Eddie aspirin kutusunun kapağını açtı ve içindeki tabletlere aç gözlerle baktı. Bir kez müptela olan daima müptela kalır diye düşündü. Böyle ilaçlar söz konusuyken bile. "Evet," dedi Cullum'ın aksanını taklit ederek. Roland ile Kennedy Havaalanı'na inmekte olan bir Delta jetinde tanışmasından beri aksanları taklit etmede epey ustalaşmıştı. "O yolun 7. Karayolu'ndan ayrılıp tekrar onunla birleşen üç kilometrelik bir bağlantı olduğunu söylemiştin, değil mi?"
"Evet öyle dedim. Turtleback Yolu üzerinde çok güzel evler vardır." Kısa, düşünceli bir duraksama oldu. "Ve bir çoğu satılık. O civarda son zamanlarda epey gaipten... gelen vakası oldu. Daha önce de söylemişimdir belki. Böyle şeyler insanları huzursuz ediyor ve en azından zengin insanlar orayı terk edip başka bölgelere yerleşebiliyor."
Eddie daha fazla bekleyemedi, kutudan üç aspirin aldı ve ağzına attı. Tabletler dilinin üstünde erirken o acımsı tadı zevkle hissetti. Ağrıları şiddetliydi, ama Susannah'dan haber alabilmek için iki katını çekmeye razıydı. Ne var ki Susannah sessizdi. Eddie'nin içinden bir ses, aralarındaki iletişim bağının Mia'nm kahrolası bebeğinin dünyaya gelmesiyle koptuğunu söylüyordu.
"Lovell'daki Turtleback Yolu'na gidecekseniz tabancalarınızı elinizin altında tutsanız iyi olur," dedi Cullum. "Bana gelince, sanırım yola çıkmadan önce tüfeğimi kamyonetin arkasına atacağım."
"Neden olmasın?" diye onayladı Eddie. "Yol üzerinde arabanı ara yeter, olur mu? Mutlaka görürsün."
"Evet, o yaşlı Galaxie'yi gözden kaçırmak zor," dedi Cullum. "Söylesene, evlat. Vermont'a gitmeyeceğim ama içimden bir ses, kabul ettiğim takdirde beni bir yere göndermeye niyetlendiğinizi söylüyor. Neresi olduğunu söyleyebilir misin?"
Eddie, Mark Twain'in John Cullum'ın şüphesiz çok renkli olan hayatının bir sonraki bölümüne Kızıl Kral'ın Huzurunda Maine'den Bir Amerikalı adını verebileceğini düşündü ama söylememeyi tercih etti. "New York'a hiç gittin mi?"
"Gittim. Ordudayken o şehirde kırk sekiz saat geçirmiştim." Ordu kelimesini yine uzatarak söylemişti. "Radio City Music Hall'a ve Empire State binasına gittim, o kadarını hatırlıyorum. Turistlerin uğrak yeri olan birkaç yere daha gitmiş olmalıyım zira cüzdanımdan otuz dolar gitmişti ve birkaç ay sonra belsoğukluğu teşhisi kondu."
"Bu kez belsoğukluğu kapmayacak kadar meşgul olacaksın. Kredi kartlarını yanında getir. Kredi kartların olduğunu biliyorum, çünkü torpido gözünde fişleri gördüm." Kelimeleri uzatarak söylemek için neredeyse çılgınca bir dürtü hissediyordu.
"İçi pek dağınık, değil mi?" diye sordu Cullum ılımlı bir tonla.
"Evet, bir köpek tarafından çiğnenmiş ayakkabıdan geri kalanlara benziyor. Lovell'da görüşürüz, John." Eddie telefonu kapattı ve Roland'a döndü. Elindeki poşeti gördükten sonra Silahşor'a kaşlarını kaldırarak baktı.
"Bir sosisli sandiç," dedi Roland. "Bol mayonezli, o her neyse. Ben olsam meniye o kadar benzeyen bir sos yemek istemezdim ama sana yarasın."
Eddie gözlerini devirdi. "Tanrım, iştah açmakta üstüne yok doğrusu."
"Öyle mi dersin?"
Eddie, Roland'ın espri anlayışının sıfır olduğunu kendine bir kez daha hatırlattı. "Evet, öyle. Haydi. Sosisli menili sandviçimi araba kullanırken de yiyebilirim. Ayrıca bu meseleyi nasıl halledeceğimizi de konuşmalıyız."
7
Meseleyi halletmenin yolunun John Cullum'a hikâyelerinin kaldırabileceği (ve aklını kaybetmeyeceği) kadarını anlatmaktan geçtiğine karar verdiler. Sonra, her şey yolunda giderse hayati önem taşıyan belgeyi ona emanet edecekler ve Aaron Deepneau'ya göndereceklerdi. Elbette De-epneau ile tamamen güvenilir olduğu söylenemeyecek Calvin Tower'in yanında konuşmamasını tembihleyeceklerdi.
"Cullum ve Deepneau Moses Carver'ı bulmak için birlikte çalışabilir," dedi Eddie. "Ve sanırım Cullum'a Suze hakkında, Carver'ı hâlâ hayatta olduğuna ikna edebilecek kadar özel bilgi verebilirim. Ama ondan sonrası., eh, sanırım orası bu iki adamı ikna edip edemeyeceğimize bağlı. Ve hayatlarının sonbaharını Tet Şirketi'ne adamaya ne kadar hevesli olacaklarına bağlı elbette. Hey, bizi şaşırtabilirler! Cullum'ı takım elbise ve kravatla düşünemiyorum ama ülkeyi dolaşıp Sombra'nın faaliyetlerini sabote ederken?" Başını hafifçe yana eğerek gülümsedi. "Evet, bunu gözümün önüne getirebiliyorum."
"Susannah'nın vaftiz babası da yaşlı bir kurt olmalı," dedi Roland. "Sadece rengi farklı. Böyleleri an-tet iken kendi dillerini konuşur. Ve belki de Cullum'a Carver'ı ikna etmesine yardımcı olabilecek bir şey verebilirim."
"Bir sigul mu?" "Evet."
Eddie meraklanmıştı. "Ne tür?"
Ama Roland cevap veremeden bir şey gördüler ve Eddie frene bastı. Artık Lovell'da, 7. Karayolu üzerindeydiler. Biraz ileride, yol kenarında sarsak adımlarla yürüyen dağınık beyaz saçlı yaşlı bir adam vardı. Artık bir giysi sayılamayacak kirli bir paçavrayı bedenine sarmıştı. Sıska kollan ve bacakları çizikler ve sıyrıklarla doluydu. Donuk kırmızı renkte yaralar da göze çarpıyordu. Ayakları çıplaktı ve parmak yerine tehlikeli görünen, sarı pençeleri vardı. Bir kolunun altına kırık bir lir olabilecek kıymıklı bir ahşap nesne sıkıştırılmıştı. Eddie kimsenin o yolda bu kadar yabancı gö-rünemeyeceğini düşündü. O ana dek, "dışarıdan" geldikleri belli olan, koşu şortları, beysbol şapkaları ve tişörtler giymiş (bir koşucunun üzerindeki tişörtte TURİSTLERE ATEŞ ETMEYİN yazıyordu) ciddi görünümlü yayalardan başkasını görmemişlerdi.
7. Karayolu'nun kenarında sarsakça yürüyen yaratık onlara doğru döndü ve Eddie kendine engel olamayarak dehşet dolu bir çığlık attı. Yaratığın gözleri, tavada kızartılan çift sarılı bir yumurtanın ortası gibi burun köprüsünün üzerinden kanayarak birleşmişti. Kemikten sümüğe benzer bir diş, burun deliklerinin birinden sarkıyordu. Yine de her nasılsa en kötüsü, yaratığın yüzündeki donuk yeşil ışıltıydı. Sanki derisi bir tür flore-san bulamaçla kaplanmıştı.
Onları gördü ve kıymıklı lirini ardında bırakarak derhal ağaçların arasına daldı.
"Tanrım!" diye bağırdı Eddie. Bu bir gaipten-gelen ise bir daha asla bir başkasını görmemeyi diledi.
"Dur, Eddie!" diye haykırdı Roland ve araba yaratığın kaybolduğu noktada tozları havalandırarak sertçe durduğu sırada elini konsola dayayarak destek aldı.
"Arka tarafı aç," dedi Roland kapısını açarken."Dul-bırakanımı al."
"Roland acele etmeliyiz ve Turtleback Yolu'na daha beş kilometre var. Bence en iyisi yola devam..."
"Aptalca konuşmayı bırak ve dediğimi yap," diye kükredi Roland ve ağaçlara doğru koştu. Derin bir nefes aldı ve başıboş yaratığın arkasından bağırdı. Sesi, Eddie'nin tüylerini ürpertti. Roland'ın böyle konuştuğunu daha önce bir iki kez duymuştu ama damarlarında bir kralın kanının aktığını unutmak kolaydı.
Roland, Eddie'nin anlamadığı beş altı cümle söyledi ama son cümlesi anlaşılabilirdi: "Buraya gel, Roderick'in Evladı, sen bozulmuş olan sen kayıp olan ve önümde, Eld Soyu'ndan, Steven'ın oğlu Roland'ın önünde dizçök!"
Bir süre hiçbir şey olmadı. Eddie, Ford'un bagajını açtı ve Roland'a tabancasını verdi. Roland teşekkür etmek bir yana, Eddie'ye şöyle bir bakış bile fırlatmadan silahını kuşandı.
Belki otuz saniye geçti. Eddie konuşmak üzere ağzını açtı. Ama konuşmasına kalmadan yol kenarındaki yapraklar kıpırdadı. Bir iki dakika sonra değersiz yaratık ortaya çıktı. Başı önüne eğik halde sendeledi. Giysisinin önünde geniş, ıslak bir bölge vardı. Eddie hastalıklı yaratığın sidiğinin keskin kokusunu alabiliyordu.
Yaratık yine de tek dizinin üzerine çöktü ve şekilsiz elini alnına götürerek Eddie'nin ağlayacakmış gibi hissetmesine yol açan o lanetlenmiş sadakat hareketini yaptı. "Selam sana Gilead'h Roland, Eld Soyu'ndan Roland! Bana bir sigul gösterecek misin, hayatım?"
Kendine Talitha Teyze diyen yaşlı bir kadın, Nehir Geçiti adlı kasabada Roland'a ince gümüş bir zincire takılı gümüş haç vermişti. Roland, onu o günden beri boynunda taşıyordu. Elini yakasından içeri sokarak haçı diz çökmüş yaratığa -Eddie, onun radyasyon hastalığından ölmek üzere olan bir değişken olduğundan emindi- gösterdi ve yaratık çatlak bir hayret çığlığı attı.
"Yolunun sonunda huzura kavuşmak istiyor musun, Roderick'in Evladı? Açıklığa vardığında huzura kavuşmak istiyor musun?"
"Evet, hayatım," dedi yaratık hıçkırarak. Sonra Eddie'nin anlamadığı dilde bir şeyler söyledi. Eddie yaklaşan araçlar görmeyi bekleyerek 7. Ka-rayolu'nun her iki tarafına baktı -ne de olsa tatil sezonundaydılar- ama yaklaşan tek bir araç bile yoktu. Şansları en azından o an için yaver gidiyordu.
"Bu civarda sizden kaç kişi var?" diye sordu Roland gaipten-gelenin sözünü keserek. Konuşurken tabancasını çekti ve ölüm makinesini gömleğine yaslanacak kadar kaldırdı.
Roderick'in Evladı, başını kaldırmadan eliyle ufku gösterdi. "Delah, Silahşor," dedi. "Burda dünyalar ince, anro con fa; sey-sey desene fanno billet cobair can. I Chevin devar dan do. Çünkü onlar için üzüldüm. Can-toi, can-tah, can Discordia, aven la cam mah can. May-mi? Ifftn lah vainen, eth..."
"Kaç dan devar?"
Roland'ın sorusunu bir süre düşündükten sonra parmaklarını (Eddie on parmağı olduğunu gördü) açarak beş kez salladı. Elli. Ama Eddie leyin elli tane olduğunu bilmiyordu.
"Ve Discordia?" diye sertçe sordu Roland. "Gerçekten öyle mi diyorsun?"
"Ah evet, Chayven'li Chevin, Hamil'in oğlu, bir zamanlar evim olan Güney Düzlükleri'nin ozanı, yani ben öyle diyorum."
"Bana Discordia Şatosu'nun yanındaki kasabanın adını söyle ve seni özgür bırakayım."
"Ah, Silahşor, ordaki herkes öldü."
"Sanmıyorum. Söyle."
"Fedic!" diye haykırdı Chayven'li Chevin, hayatının bu kadar uzak, bu kadar yabancı bir dünyada; Orta-Dünya'nın düzlüklerinde değil de batı Maine'in dağlarında sona ereceğini aklına bile getirmemiş olan gezgin muska. Işıldayan, korkunç yüzünü aniden Roland'a doğru kaldırdı. Kollarını çarmıha gerilmiş gibi iki yana açtı. "Gök Gürültüsü'nün ötesindeki, Işın'ın Yolu'ndaki Fedic! VShardik'teki, VMaturin'deki, Kara Kıde'ye giden yolun..."
Dostları ilə paylaş: |