Stephen King Kara Kule Cilt7 Kule



Yüklə 2,92 Mb.
səhifə41/62
tarix03.12.2017
ölçüsü2,92 Mb.
#33720
1   ...   37   38   39   40   41   42   43   44   ...   62

"Geçi çınlamaları."

"Evet. Ve bazılarının gerisindeki şeyler insanın tüylerini ürpertiyor. Kaygan şeyler. Geçiş karanlığında canavarlar olduğunu bana söyleyen sen miydin Mia mı?"

"Ben olabilirim." Tanrılar biliyordu ya geçiş karanlığında canavarlar vardı.

"Kasabanın ötesindeki derin yarıkta da yaratıklar var. Mia söylemişti. 'Aldatan, kandıran, kaçmak için fırsat kollayan yaratıklar,' demişti. Ve sonra Ted, Dinky, Dani ve Fred el ele tutuştu. Ted'in 'iyi akıl' dediği şeyi yaptılar. Çembere dahil olmadığım halde hissedebiliyordum ve hissettiğim için mutluydum çünkü o eski yer gerçekten insanı ürkütüyor." Battaniyeleri iyice üzerine sardı. "Tekrar gitmeye can attığım kesinlikle söylenemez."

"Ama gitmemiz gerekeceğini düşünüyorsun."

"Şatonun altında ilerleyip Discordia'ya açılan bir geçit var. Ted ve arkadaşları bu geçiti Ted'in hayalet-düşünceler dediği eski düşünceleri bularak tespit etti. Fred'in cebinde bir tebeşir varmış. Kapıyı onunla işaretledi ama bulmak yine de zor olacak. Aşağısı eski bir Yunan hikâyesinde boğa-canavarın kaçması gerektiği söylenen labirent gibi. Tekrar bulacağımızı sanıyorum..."

Roland eğilip Oy'un kürkünü okşadı. "Bulacağız. Küçük dostumuz kokunu geriye doğru takip edebilir. Değil mi, Oy?"

Oy başını kaldırıp altın halkalı gözleriyle ona baktı ama hiçbir şey söylemedi.

"Her neyse," diye devam etti Susannah. "Ted ve diğerleri kasabanın dışındaki yarıkta yaşayan yaratıklara dokundu. İstemeden oldu ama dokundular. O şeyler Kızıl Kral'ın ne yandaşı ne de karşıtı. Sadece kendileri için varlar ama düşünebiliyorlar. Ve telepati yetenekleri var. Orada olduğumuzu biliyorlardı. Temas kurulduktan sonra sohbet etmeye pek istekli gölündüler. Ted ve arkadaşlarının dediğine göre çok uzun zamandır Deney İstasyonu'nun altından yeraltı mezarlığına doğru bir tünel kazıyorlar-mış ve yüzeye çıkmalarına çok az kalmış. Çıktıktan sonra dünya üzerinde istedikleri yere gidebileceklermiş."

Roland çizmelerinin aşınmış topukları üzerinde ileri geri sallanarak bunu bir süre sessizce düşündü. Yüzeye çıkmalarından uzun zaman önce Susannah ile oradan gitmiş olacaklarını umdu... ama belki yaratıklar Mordred oraya geldiği sırada çıkmış olurdu. O zaman buçukluğun takibe devam etmek için onlarla yüzleşmesi gerekirdi. Bebek Mordred yeraltı-nın eski canavarlarına karşı. Bu hoş bir düşünceydi.

Sonunda başını sallayarak Susannah'ya devam etmesini işaret etti.

"Geçiş çınlaması bazı geçitlerden de geliyordu. Girişlerini kapatacak kapılar olmayan geçitlerden! Bunun ne anlama geldiğini biliyor musun?"

Biliyordu. Yanlış geçite girerlerse -ya da Ted ve arkadaşları yanlış kapıyı işaretlemişse- o, Susannah ve Oy Discordia Şatosu'nun tarafına varmak yerine sonsuza dek yok olacaktı.

"Beni orda tek başıma bırakmak istemediler -yollarına devam etmeden önce benimle revire kadar geldiler- ve ben de buna çok memnun oldum. Yolumu tek başıma bulmaya hiç hevesli değildim. Zaten muhtemelen asla bulamazdım."

Roland bir kolunu ona dolayarak sarıldı. "Planları Kurtların kullandığı kapıdan geçmek miydi?"

"Hı-hı, TURUNCU GEÇİŞ'KARTİ koridorunun sonundaki Kurtların çık-tl5i yere çıkacaklar, Whye Nehri'ni bulup Calla Bryn Sturgis'e geçecekler. Calla ahalisi onları aralarına alır, değil mi?"

"Evet."


"Bütün hikâyeyi dinlediklerinde onları... onları linç falan etmezler, değil mi?"

"Etmeyeceklerinden eminim. Kimse olmasa bile Henchick doğru söylediklerini anlayıp onları savunacaktır."

"Geçit Mağarası'ndaki kapıyı kullanıp Amerika tarafına dönmeyi umuyorlar." İçini çekti. "Umarım her şey istedikleri gibi olur ama şüpheliyim doğrusu."

Roland'ın da şüpheleri vardı. Ama o dördü çok güçlüydü ve Ted, ona son derece sebatkâr ve kararlı biri gibi görünmüştü. Manniler de kendilerine göre güçlüydü ve dünyalar arasında yolculuk söz konusu olduğunda çok ustalardı. Ted ve arkadaşlarının er ya da geç Amerika tarafına döneceklerine inanıyordu. Susannah'ya ka isterse olacağını söylemeyi düşündü ama bunun akıllıca olmayacağına karar vererek vazgeçti. Ka o an Susannah'nın sevdiği bir kelime sayılmazdı ve bu yüzden onu suçlayamazdı.

"Şimdi bana kulak ver ve iyice düşün, Susannah. Dandelo sözcüğü senin için herhangi bir anlam ifade ediyor mu?"

Oy başını kaldırıp parlak gözlerle onlara baktı.

Susannah bir süre düşündü. "Bir yerlerden hatırlıyor gibiyim," dedi. "Ama çıkaramadım. Neden?"

Roland, ona ölüm döşeğinde yatarken Eddie'ye bir şey... bir yer... veya bir kişi hakkında bir imgelem bağışlandığına inandığını söyledi. Dandelo adında bir şey. Eddie bu kelimeyi Jake'e, Jake Oy'a, Oy da Ro-land'a nakletmişti.

Susannah'nın kaşları kuşkuyla çatılmıştı. "Belki çok fazla dolaştırıldı. Çocukken bir oyun oynardık. İsmi 'kulaktan kulağa' idi. İlk çocuk bir cümle veya kelime düşünür ve yanındaki çocuğun kulağına fısıldardı. Sadece bir kez söylemeye izin vardı, tekrar etmek yasaktı. Yanındaki çocuk ne duyduysa diğer yanmdakinin kulağına fısıldar, böylece devam ederdi. Son çocuğa söylendiğinde bambaşka bir cümle veya kelimeye dönüşür, herkes kahkahalara boğulurdu. Ama bu kelime değişmişse güleceğimi hiç sanmıyorum."

"Eh," dedi Roland. "Kelimeyi aklımızda tutup yanlış olmadığını ummaktan başka yapacak şey yok. Belki de hiçbir anlamı yoktur." Ama buna inanmıyordu.

"Kıyafet konusunu ne yapacağız? Ya hava daha da soğursa?"

"İhtiyaç duyarsak kendimiz yapacağız. Nasıl yapıldığını biliyorum. Bugün bu konu için endişelenmek yersiz. Asıl sorun yiyecek bulmak. Sanırım mecbur kalırsak Nigel'ın kilerinden..."

"Dogan'ın altına mecbur kalmadıkça gitmek istemiyorum," dedi Susannah. "Revirin yanında bir mutfak olmalı. Zavallı çocuklara yemek veriyorlardı herhalde."

Roland bunu düşündükten sonra başını salladı. İyi fikirdi.

"Haydi şimdi gidelim," dedi Susannah. "Hava karardıktan sonra oranın en üst katında bile olmak istemiyorum."
4

Stephen King Turtleback Yolu'nda, '02 yılının ağustos ayında Fedic'i gördüğü bir hayalden gerçek dünyaya döner. "Hava karardıktan sonra oranın en üst katında bile olmak istemiyorum" yazar. Sözcükler önündeki ekranda belirir. Bir alt bölüm dediği kısmın sonuna gelmiştir, ama bu her zaman o günkü işinin bittiği anlamına gelmez. O günkü işinin bitmesi ne duyduğuna bağlıdır. Ya da daha doğrusu ne duymadığına. Ves'-Ka Gan'ı, Kaplumbağa'nın Şarkısı'nı dinlemektedir. Bazı günlerde belli belirsiz, bazı günlerdeyse kulaklarını sağır edecek kadar yüksek olan müzik bu kez susmuş görünür. Ertesi gün geri dönecektir. En azından o güne dek hep öyle olmuştur.

Çtrl ve S tuşlarına aynı anda basar. Bilgisayar, o gün yazdıklarının kaydedildiğini belirten hafif bir bip sesi çıkarır. Sonra kalçasmdaki ağrı vüzünden suratını buruşturarak ayağa kalkar ve ofisinin penceresine doğru yürür. Pencere, artık nadiren yürüdüğü yola doğru uzanan dik bir giriş voluna bakmaktadır. (Ana yol olan 7. Karayolu'nda artık hiç yürümemektedir.) Kalçası o sabah çok kötüdür ve bacak kasları alev almış gibidir. Dışarı bakarken kalçasını dalgınca ovar.

Roland seni piç kurusu, bana ağrıyı geri verdin, diye düşünür. Sancı kalçasından aşağı erimiş kurşun gibi iner, İlah diyebilir misiniz, İlah-bombası diyebilir misiniz, sonunda onun başına kalmıştır. Neredeyse canını kaybettiği kazanın üzerinden üç yıl geçmiştir, ama ağrısı hâlâ kesilmemiştir. Artık şiddeti daha hafiftir, insan bedeni kendi kendini iyileştirmekte çok usta, inanılmaz bir makinedir (bir kızgın-makine diye düşünür ve gülümser) ama ağrı ara sıra kötüleşir. Yazarken pek aklına gelmez, yazmak bir anlamda geçiş yapmak gibidir, ama masa başında birkaç saat geçirdikten sonra hep tutulur.

Jake'i düşünür. Jake öldüğü için son derece üzgündür ve son kitap basıldığında okuyucuların çılgına döneceğini tahmin etmektedir. Neden olmasın? Bazıları Jake Chambers'ı yirmi yıldır, neredeyse çocuğun yaşadığı hayat süresinin iki katı kadar bir zamandır tanır. Evet, çılgına döneceklerdir. Peki onlara cevap verse ve en az onlar kadar üzgün, en az onlar kadar şaşkın olduğunu söylese ona inanırlar mı? Büyükbabasının diyeceği gibi, daha çok bekler. Sadist'i, Annie Wilkes'in Paul Sheldon'a o aptal, kaz kafalı Misery Chastain'den kurtulmaya kalktığı için şımarık piç deyişini düşünür. Annie Paul'e yazarın karakterler için Tanrı olduğunu ve yazar istemezse karakterlerin ölmeyeceğini söylemiştir.

Ama o Tanrı değildir. En azından bu hikâyede. Kaza gününde Jake Chambers'ın da Roland Deschain'in de orada olmadığını adı gibi bilmektedir -fikir çok saçmadır, bunlar kurgu karakterler, Tanrı aşkına- ama fiyakalı Macintosh yazı makinesinin başında otururken duyduğu şarkının w noktada Jake'in ölüm şarkısı olduğunun farkındadır ve bunu göz ardı etmek Ves'-Ka Gan ile teması tamamen kaybetmek anlamına gelir. Bunu yapmamalıdır. Bitirmek istiyorsa yapmamalıdır. Diktiği bu şaşırtıcı hikâye ormanından çıkmak istiyorsa takip etmesi gereken ekmek kırıntılarından yol, sahip olduğu tek çıkış haritası o şarkıdır ve...

Onu kendin diktiğinden emin misin?

Şey... hayır. Aslında değil. O zaman beyaz önlüklü adamları çağırın.

Jake'in o gün orada olmadığından kesinlikle emin misin? Kahrolası kazanın ne kadarını hatırlıyorsun ki zaten?

Pek fazlasını değil. Bryan Smith'in minibüsünün tepesinin yokuşun başında belirdiğini ve aracın olması gerektiği gibi yolda değil, yolun sol kenarında olduğunu fark edişini hatırlamaktadır. Ondan sonra ilk hatırladığı Smith'in taş duvara oturmuş halde ona bakması ve bacağının altı, belki yedi yerden kırılmış olduğunu söyleyişi. Ama bu iki anının arasında -minibüsün yaklaşması ve olayın ardı- hafızası kapkara bir boşluktan ibarettir.

Ya da neredeyse kapkara.

Bazen geceler, tam olarak hatırlayamadığı rüyalardan uyandığında...

Bazen... şey...

"Bazen sesler oluyor," der. "Neden söyleyivermiyorsun?"

Sonra gülerek: "Sanırım şimdi söylemiş oldum."

Koridordan tırnakların zemine çarpmasıyla meydana gelen tıkırtılar gelir ve Marlowe uzun burnunu ofis kapısından içeri sokar. Kısa bacaklı, uzun kulaklı bir İrlanda Corgi'sidir ve artık iyice yaşlanmıştır. Onun da kendince ağrıları, sancıları vardır. Önceki sene kanser yüzünden bir gözünü kaybetmesi de cabası. Veteriner büyük ihtimalle operasyonu kaldıramayacağını söylemiş, ama o hayatta kalmayı başarmıştır. Ne uslu bir köpek. Ne çetinceviz hayvan. Başını yazara doğru kaldırır ve yüzünde o tanıdık, şeytani sırıtışla bakar. N'aber ahbap, der gibidir bakışı. Bugün iyi is çıkardın mı? Kitap nasıl gidiyor?

"İyidir," der Marlowe'a. "İdare ediyorum. Senden ne haber?"

Marlowe (bazen Ustaburun olarak bilinir) karşılık olarak kuyruğunu sallar-

"Yme sen." Ona böyle demiştim. O da bana sormuştu. "Beni hatırladın mT Ya da belki "Beni hatırladın," demişti. Ona susadığımı söyledim. İçecek u;r şeyi yoktu, üzgün olduğunu söyledi ve ben de ona yalancı dedim. Ve öyle demekte sonuna kadar haklıydım çünkü zerre kadar üzülmemişti. Susuzluğum umurunda bile değildi, çünkü Jake ölmüştü ve suçu benim üstüme atmaya çalıştı, orospu çocuğu kabahati bana atmaya çalıştı...

"Ama bunlar aslında olmadı," der King, Marlowe'un uzun şekerlemelerinden birini yapmadan önce mama kâsesini kontrol etmek için mutfağa gidişini izlerken. Evde sadece ikisi vardır ve böyle anlarda sık sık kendi kendine konuşur. "Bunu biliyorsun, değil mi? Hiçbirinin gerçekte olmadığını?"

Biliyordur galiba ama Jake'in o şekilde ölmesi çok tuhaftır. Jake bütün notlarında var ve bu bir sürpriz değil zira sonuna dek etrafta olacağını varsaymıştır. Aslında bu hepsi için geçerlidir. Elbette kötü bir hikâye hariç hiçbir hikâye tamamen yazarın kontrolü altında değildir, ama bu hikâye kontrolden öylesine çıkmıştır ki aptalca gelir. Kahrolası bir kurgu hikâye yazmak yerine bir olayın gerçekleşmesini izlemek -veya bir şarkıyı dinlemek- gibidir.

Öğle yemeği için kendine fıstık ezmeli jöleli bir sandviç yapmaya ve lanet hikâyeyi ertesi güne dek unutmaya kadar verir. O akşam yeni Clint Eastwood filmi Kan Borcu'mı görmeye gidecektir. Bir yere gidip bir şeyler yapabildiği için mutludur. Ertesi gün yine çalışma masasının başına geçecektir. Belki filmden bir şey kitaba eklenir... mesela Roland, kısmen Sergio Leone'nin İsmi Olmayan Adam'ı Clint Eastwood'dur.

Ve... kitaplardan bahsetmişken...

Sehpanın üzerinde o sabah FedEx ile Bangor'daki ofisinden gelmiş bir kitap vardır. Robert Browning'in Bütün Şiirleri. İçinde elbette "Childe Roland Kara Kule'ye Geldi" de vardır; King'in uzun (ve yorucu) hikâyesi-n'n kökünde yatan öykü şiir. Aklına aniden bir fikir gelir ve yüzünde kahkahanın hemen öncesindeki ifade belirir. Marlowe'un şeytani sırıtışı aklından geçenleri okuyabiliyormuşçasına (ve muhtemelen okuyordur King köpeklerin büyük ne-hissettiğini-çok-iyi-biliyorum diyarı Empathi-ca'nın dünyaya göçmüş sakinleri olduğundan daima şüphelenir) genişle. miş gibi görünür.

"Şiir için bir yer, yaşlı dostum," der King ve kitabı tekrar sehpanın üzerine atar. Kalın kitap sehpaya gürültüyle çarpar. "Bir yer, sadece bir tek yer." Sonra koltuğa iyice yerleşir ve gözlerini kapar. Sadece bir iki dakikalığına oturacağım, diye düşünür kendi kendini kandırdığını, uyuyakalmasının an meselesi olduğunu bilerek. Ve uyuyakalır.

DÖRDÜNCÜ KISIM

EMPATİKA'NIN BEYAZ TOPRAKLARI

DANDELO

BİRİNCİ BÖLÜM ŞATONUN ALTINDAKİ ŞEY
1

Gerçekten de 16. Kavis Deney İstasyonu'nun zemin katında, revirin hemen yakınında büyük bir mutfak ve bitişiğinde bir kiler buldular. Bir şey daha bulmuşlardı: bir zamanlar Kızıl Kral'in Operasyon Şeyi olan, şimdiyse Susannah Dean'in hızlı sağ eli sayesinde yolun sonundaki açıklığa varmış olan Richard P. Sayre'm ofisi. Sayre'ın masasının üzerinde dördü hakkında ayrıntılı dosyalar vardı. Dosyaları imha ettiler. Dosyalarda Eddie ve Jake'e ait, acı veren fotoğraflar vardı. Anılar daha iyiydi.

Sayre'ın ofisinin duvarında iki yağlıboya tablo vardı. Birinde güçlü kuvvetli, yakışıklı bir genç resmedilmişti. Belden yukarısı ve ayakları çıplak, saçları dağınıktı ve gülümsüyordu. Altında bir kot pantolon, omzunda bir tabanca askısı vardı. Jake'in yaşlarında görünüyordu. Resim insanda hoş duygular uyandırmıyordu. Susannah ressamın, Sayre'ın veya her 'kişinin birden Village'da homoseksüeller için kullanılan bir deyim olan lavanta Tepesi Takımı'ndan olabileceğini düşündü. Çocuğun saçları si-Vah» gözleri maviydi. Dudakları kıpkırmızıydı. Bedeninin yan tarafında morumsu bir yara izi, sol topuğunda ise dudakları kadar kırmızı bir doğum lekesi vardı. Kar beyazı bir at, önünde ölü yatıyordu. Sırıtan dudaklarının arasından görünen dişlerinde kan vardı. Çocuk, lekeli sol ayağım atın üzerine koymuştu ve zafer kazanmış bir edayla gülümsüyordu.

"Bu Arthur Eld'in atı, Llamrei," dedi Roland. "Resmi Gilead'ın sancağı üzerinde savaşlara taşınırdı ve tüm İç-Dünya'nın sigul'uydu.

"Yani bu resme göre Kızıl Kral mı yeniyor?" diye sordu Susannah. "O değilse bile oğlu Mordred?"

Roland kaşlarını kaldırdı. "Kızıl Kral John Farson sayesinde İç-Dünya topraklarını çok uzun zaman önce ele geçirdi," dedi. Ama sonra gülümsedi. Her zamanki görüntüsüne öylesine zıt, öyle aydınlık bir ifadeydi ki görmek Susannah'nın daima başını döndürürdü. "Ama bence önemli olan tek savaşı biz kazandık. Bu tabloda gösterilen birinin dileğinden, bir peri masalından ötesi değil." Sonra Susannah'yı şaşırtan bir şiddet gösterisiyle çerçevenin camını yumruklayarak kırdı ve resmi yırtarak çıkardı. Tam parçalara ayıracakken Susannah resmin alt köşesini işaret etti. Ressamın ismi küçük ama abartılı harflerle yazılmıştı: ^aMcA^amtMe,.

Diğer tabloda Kara Kule vardı; gökyüzüne yükselen isli, gri-siyah bir silindir. Can'-Ka No Rey'in, güller tarlasının uzak ucunda dikiliyordu. Rüyalarında Kule, New York'taki en yüksek gökdelenden bile yüksek görünüyordu (Susannah için bu Empire State Binası'ydı). Resimde yüz seksen metreden fazla görünmüyor ama bu, rüyamsı haşmetini eksiltmiyordu. Küçük pencereler tıpkı rüyalarında olduğu gibi spiral şeklinde dönerek yükseliyordu. En tepede birçok renkten oluşan -Roland her birinin Büyücü'nün kürelerinin renkleri olduğunu biliyordu- bir cumba pencere vardı. Merkezdeki rengin hemen dışındaki halka bir zamanlar Rhea adındaki malum cadıya bırakılmış pembe kürenin rengindeydi; merkezde ise Siyah On Üç'ün abanoz karası vardı.

"Gitmek istediğim yer o pencerenin gerisindeki oda olmalı," dedi Roland tablonun camına tıklayarak. "Yolculuğum orada son bulacak. Sesi alçak ve huşu doluydu. "Bu resim hiçbir rüyadan yapılmamış, Susan-

nah. Sanki tuğlalarına dokunup hissedebilecekmişim gibi. Sence de öyle değil mi?"

"Evet." Tek söyleyebildiği buydu. Merhum Richard Sayre'ın ofisinin duvarındaki tabloya bakmak nefesini kesiyordu. Her şey aniden mümkün görünmeye başlamıştı. Yolculuğun sonu kelimenin tam anlamıyla görüş alanlarının içindeydi.

"Resmi yapan kişi oraya gitmiş olmalı," dedi Roland dalgınca. "Resim sehpasını güllerin arasına koymuş olmalı."

"Patrick Danville," dedi Susannah. "Mordred ve ölü atın olduğu resmin altındaki ismin aynısı, görüyor musun?"

"Çok iyi görüyorum."

"Güllerin arasından kulenin dibindeki basamaklara uzanan patikayı da görüyor musun?"

"Evet. On dokuz basamak olduğundan eminim. Chassit. Ve tepedeki bulutlar..."

Susannah da görüyordu. Kule'den uzaklaşmadan önce bir tür anafor oluşturuyorlar, sonra tekrar Kaplumbağa'nın Yeri'ne, Işın'ın diğer ucuna doğru ilerliyorlardı. Ve Susannah bir şey daha gördü. Kule'nin dışında, yaklaşık on beşer metrelik aralarla balkonlar dizilmişti. Her birinin bel hizasına kadar yükselen oymalı demir parmaklıkları vardı. İkinci balkonda bir kırmızı, üç beyaz noktacık vardı: görülemeyecek kadar küçük bir yüz ve havaya kaldırılmış iki el.

"Bu Kızıl Kral mı?" diye sordu parmağıyla göstererek. Parmak ucunu tablodaki minik figüre dokundurmaya cesaret edememişti. Sanki bir anda canlanıp onu resmin içine çekeceğinden korkuyordu.

"Evet," dedi Roland. "İstediği yegâne şeyin dışına hapsedilmiş."

"O halde merdivenleri tırmanıp onun yanından geçebiliriz belki," dedi Susannah. "Geçerken de nanik yaparız." Roland ne dediğini anlama-m'§ görününce elini burnuna götürüp dilini çıkararak nanik yaptı.

Silahşor'un gülümsemesi bu kez belirsiz ve dalgındı. "O kadar kolay olacağını sanmıyorum."

Susannah içini çekti. "Ben de."

Oraya geliş amaçlarına ulaşmışlardı -hatta çok daha fazlasını bulmuşlardı- ama yine de Sayre'ın ofisinden ayrılmakta zorlanıyorlardı. Resim onları tutuyordu. Susannah, Roland'a resmi yanında götürmeyi isteyip istemediğini sordu. Sayre'ın masasındaki mektup açacağıyla resmi çerçevenin içinden kolayca kesip çıkarabilir ve rulo haline getirebilirlerdi. Roland bunu bir süre düşündükten sonra başını iki yana salladı. Tabloda yanlış türde dikkat çekebilecek uğursuz bir canlılık vardı; pervaneleri çeken ışık gibi. Böyle olmasa bile içinden bir ses resme bakarak çok fazla zaman harcayabileceklerini söylüyordu. Tablo dikkatlerini dağıtabilir, daha da kötüsü, onları hipnotize edebilirdi.

Sonuç olarak belki sadece bir başka akıl tuzağıdır, diye düşündü. Uykusuzluk gibi.

"Bırakacağız," dedi. "Yakında -aylar, hatta belki sadece haftalar sonra- aslım görebileceğiz nasılsa."

"Öyle mi dersin?" diye alçak sesle sordu Susannah. "Roland gerçekten öyle mi diyorsun?" "Evet."

"Üçümüz de mi? Yoksa sana Kule yolunun açılması için Oy ve benim de ölmem mi gerekiyor? Ne de olsa yola tek başına çıkmıştın, değil mi? Belki yine aynı şekilde sonuçlandırman gerekiyordur. Bir yazar öyle olmasını istemez mi?"

"Bu yapabileceği anlamına gelmez," dedi Roland. "Stephen King su değil, Susannah; o sadece suyun aktığı boru."

"Ne söylediğini anlıyorum ama tam olarak inanıp inanmadığımdan emin değilim."

Roland'm da tam anlamıyla emin olduğu söylenemezdi. Susannah'ya yolculuğunun asıl başlangıcında, Mejis'te, Curthbert ve Alain'in de yanında olduğunu, Gilead'dan daha sonraki ayrılışında Jamie DeCurry'nin de onlara katılarak üçlüyü dörtlü haline getirdiğini söylemeyi düşündü. Ama olculuğun esas başlangıcı Jericho Tepesi'ndeki savaştan sonra olmuştu ve evet, o zaman tek başınaydı.

"Yalnız başladım ama yalnız bitirmeyeceğim," dedi. Susannah tekerlekli bir ofis sandalyesiyle kolaylıkla oradan oraya gidiyordu. Roland, onu sandalyeden alıp artık hiç ağrımayan sağ kalçasına oturttu. "Basamakları tırmanmaya başladığımda, şu kırmızı yaratığın işini bitirdiğimde ve en tepedeki odaya girdiğimde Oy ile yanımda olacaksınız."

Susannah dile getirmedi ama bu sözler kulağına yalan gibi gelmişti, aslında her ikisi de aynı şekilde hissediyordu.
2

Fedic Hotel'e konserve yiyecekler, bir tava, iki tencere, iki tabak ve iki kişilik çatal bıçak seti götürdüler. Roland ayrıca bitmek üzere olan pilleri yüzünden ancak cılız bir ışıltı yayan bir el feneri, bir kasap bıçağı ve plastik saplı, oldukça kullanışlı küçük bir balta bulmuştu. Susannah yeni malzemelerini koyabilecekleri iki file torba buldu. Ayrıca revir mutfağının bitişiğindeki kilerdeki yüksek bir raftan üç teneke kutu jölemsi şey almıştı.

"Sterno," dedi ne olduğunu merak eden Silahşor'a. "Çok kullanışlıdır. Yakabilirsin. Yavaş yanar ve üzerinde yemek pişirebileceğin kadar sıcak mavi bir alevi vardır."

"Otelin arkasında küçük bir ateş yakarız diye düşünmüştüm," dedi Roland. "Bir ateş yakmak için bu kokulu naneye ihtiyacım olmadığı kesin." Bu son cümleyi hafif bir küçümseme tınısıyla söylemişti.

"Evet sanırım yok. Ama işimize yarayabilir."

"Nasıl?"


"Bilmiyorum, ama..." Omuz silkti.

Dış kapının yakınında içi ıvır zıvırla dolu, bir hademenin dolabına benzeyen bir dolap buldular. Dogan'da bir gün için yeterince zaman geddiğini düşünen Susannah bir an önce dışarı çıkmak için sabırsızlanıyordu ama Roland dolaba bir göz atmak istedi. Temizlik malzemelerine, kovalara ve paspaslara aldırmayarak köşede yığın halinde duran iplerle şeritlere yöneldi. Susannah iplerin üzerinde durduğu tahtaları görünce bunların geçici yapı iskelesi malzemesi olarak kullanıldığını tahmin etti. Aklına Roland'ın onları niçin aldığına dair bir fikir geldi ve yüreğine bir ağırlık çöktü. En başa döner gibiydiler.

"Sırtta taşınma günlerimin sona erdiğini sanıyordum," dedi tersçe. Sesinde yine Detta'dan hafif bir esinti vardı.

"Bu aklıma gelen tek yol," dedi Roland. "Tekrar seni taşıyabilecek kadar iyi olduğuma memnunum."

"Ve aşağıdaki geçitin tek yol olduğunu mu düşünüyorsun? Bundan emin misin?"

"Şatodan bir yol olabileceğini sanıyorum..." diyecek oldu ama Susannah başını iki yana sallamaya başlamıştı bile.

"Mia ile şatonun üzerindeydim, unutma. Diğer tarafta Discordia'ya inen boşluk en az yüz elli metre. Muhtemelen daha da fazla. Çok eskiden aşağı inen basamaklar vardı belki ama artık yok."

"O halde geçiti kullanacağız," dedi Roland. "Belki diğer tarafa vardığımızda üzerinde ilerleyebileceğin bir şey buluruz. Bir başka kasabada

veya köyde."

Susannah yine başını iki yana sallıyordu. "Bence burası medeniyetin son bulduğu yer, Roland. Ve mümkün olduğunca sarıp sarmalansak iyi olacak çünkü hava çok soğuyacak."

Ne var ki giyecekler, yiyeceklerin aksine yok denecek kadar azdı. Kimse hava geçirmez torbalara birkaç kazak veya hırka koymayı akıl etmemişti. Battaniyeler vardı ama onlar da iyice erimiş, neredeyse işe yaramaz hale gelmişti.

"Burdan bir an önce çekip gidelim, başka hiçbir şey umurumda değil," dedi Susannah bitkince.

"Gideceğiz," dedi Roland.

3

Susannah, Central Park'ta ve hava, soluğunu buharlaştıracak kadar soğuktur. Gökyüzü bembeyaz, kar göğüdür. Bir kolyüan gibi beline dolandığı sırada soğuktan oldukça memnun görünen ve kayalık adasında tembelce duran kutup ayısına bakmaktadır. Ilık dudaklar soğuk yanağını öper. Arkasını dönünce karşısında Jake ve Eddie'yi görür. İkisi de sırıtmaktadır ve ikisinin de basında birbirinin tıpatıp aynı kırmızı bereler vardır. Eddie 'ninkinin üzerinde MUTLU, Jake'inkinin üzerindeyse NOELLER yazar. Onlara, "Burda olamazsınız, siz öldünüz," demek için ağzını açar ama sonra çok yoğun bir rahatlamayla tüm olanların, tüm ölümlerin sadece gördüğü bir rüya olduğunu anlar. Nasıl şüphe edebilmiştir ki? Hantal Billy adında konuşabilen hayvanlar, insan bedenli, hayvan kafalı taheen denen yaratıklar, Fedic veya Discordia Şatosu diye bir yer gerçekte yoktur, olamaz.


Yüklə 2,92 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   37   38   39   40   41   42   43   44   ...   62




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin