"Havla, Oy!" diye bağırdı Roland. "Havla ki birbirimize çarpmayalım!"
Oy havladı. Roland otuz adım sonra tekrar havlamasını söyledi ve Oy yine havladı.
"Roland ya bir başka merdivene gelirsek?" diye sordu Susannah.
"Geleceğiz." Ve doksan adım sonra geldiler. Susannah, Roland'ın sendeleyerek ileri atıldığını hissetti. Roland kollarını uzatınca omuz kasları gerildi ve Susannah bunu da hissetti. Düşmediler. Roland'ın reflekslerine hayran olmuştu. Basamakları karanlıkta hiç duraksamaksızın indiler. Bu kez kaç tane vardı? On iki mi? On dört mü? Sayıyı tam çıkaramadan basamaklar sona erdi. Böylece Roland'ın merdivenleri zifiri karanlıkta koşarak inebildiğini görmüş oldu. Ya ayağı bir çukura girerse? Tanrı biliyordu ya bu mümkündü zira zemin artık iyice çürümüştü. Ya önlerine iskeletlerden oluşmuş bir kemik yığını çıkarsa? Bu hızla koştuğu göz önüne alınırsa karşılarına böyle bir engelin çıkması en azından kötü bir düşüş anlamına gelirdi. Peki ya merdivenin başında bir kemik yığınına takılırca? Roland 'in basamakların üzerinden uçar hali gözlerinin önünde canlandı ve uğraşmasına rağmen bu görüntüyü zihninden uzaklaştıramadi. Merdivenin dibine çarptıklarında onların kaç kemiği kırılırdı? Sevgi. Um, bir sayı seç, derdi Eddie olsa. Bu şekilde körlemesine koşmak düpe. düz delilikti.
Ama başka seçenekleri yoktu. Arkalarındaki yaratığı artık net bir şekilde duyabiliyordu. Sadece salyalı ağzından çıkan nefesinin sesini değil geçitin duvarına (belki her iki duvara birden) zımpara kâğıdı sürtünüyor-muş gibi bir ses ve ara sıra fayanslardan birinin duvardan kurtularak düşüp kırıldığını duyuyordu. Bu sesler yardımıyla hayalinde bir görüntü canlandırmaması imkânsızdı ve Susannah'nın zihnindeki resimde bedeni geçiti dolduran dev gibi, aç, kapkara bir solucan duvardaki gevşek fayansları jelatinimsi vücuduyla söküp ezerek aralarındaki mesafeyi kapatıyordu.
Hem de büyük bir hızla kapatıyordu. Susannah sebebini bildiğini düşündü. Daha önce ışıklar eşliğinde ilerliyorlardı. Arkalarındaki şey her neyse, ışığı sevmiyor olmalıydı. Aklına Roland'ın Dogan'dan aldığı el feneri geldi, ama yeni piller olmadan hiçbir işe yaramazdı. Kahrolası şey yaktıktan yirmi saniye sonra sönerdi.
Ama... bir dakika.
Fenerin sapı.
Uzun sapı!
Susannah, Roland'm omzuna asılı olan ve o koştukça hoplayıp zıplayan deri çantaya uzandı ve elini soktu. Yiyecek konservelerini buldu, ama aradığı kutular onlar değildi. Sonunda kapağının çevresindeki oluktan tanıyarak birini buldu. Nasıl bu kadar tanıdık geldiğini sorgulamak için yeterince vakit yoktu, Detta'nın kendine göre sırları vardı ve muhtemelen biri de Sternolarla ilgiliydi. Koklayıp emin olmak için kutuyu burnuna yaklaştırdı ve Roland bir şeye takılıp -belki zeminde bir yarık, belki bir başka iskeletti- sendeleyince kutuyu kendi burnuna indiriverdi. Roland bu kez de düşmemeyi başarmıştı, ama er geç düşecek ve arkalarındaki yaratık tekrar kalkana dek onları yakalayacaktı. Susannah ılık kanın çenesine doğru süzüldüğünü hissetti. Peşlerindeki yaratık kan kokusunu almış imalıydı ki ıslak, korkunç bir çığlık attı. Susannah'nın aklına Florida balığında, pullu kafasını aya doğru kaldırmış dev bir timsah geldi. Arkalarındaki şey çok yaklaşmıştı.
Ah Tanrı'm bana yeterince zaman ver, diye düşündü. Bu şekilde ölmek istemiyorum. Vurulmak başka, karanlıkta bir yaratığa diri diri yem olmak...
O başkaydı.
"Daha hızlı!" dedi dişlerinin arasından ve kesik bacaklarıyla Roland'ın beline yorgun bir atın binicisi gibi vurdu.
Roland her nasılsa hızlanmayı başardı. Nefesleri artık acı veren kük-remelere dönüşmüştü. Commala dansını yaptıktan sonra bile böyle soluk soluğa kalmamıştı. Böyle devam ederse kalbi göğsünde çatlayacaktı. Ama...
"Daha hızlı, Tex! Elinden geleni yap, kahretsin! Bir fikrim var ama bu arada var gücünle koşman gerek!"
Ve Roland Discordia Şatosu'nun altındaki karanlık geçitte koşmaya devam etti.
12
Susannah serbest elini çantaya bir kez daha soktu ve bu kez el fenerini bulup çıkardı. Sonra feneri koltukaltına sıkıştırdı (düşürürse işlerinin bitik olduğunu biliyordu) ve Sterno kutusunun kapağını açtı. Havanın tıslamasını duyunca rahatladı ama şaşırmadı. Vakumlu kapak bozulmuş olsa içindeki yanıcı jölemsi madde uzun zaman önce buhar olur ve kutu hafiflerdi.
"Roland!" diye bağırdı. "Roland kibrit lazım!" "Gömlek... cebi!" dedi Roland soluk soluğa. "Uzan!" Ama Susannah önce feneri bacaklarının arasıyla Roland'm belinin arkasına düşürdü. Neyse ki kayıp yere düşmeden tekrar yakalayabildi. Sıkça kavradığı feneri Sterno kutusuna soktu. Kutuyu ve jöleyle kaplı feneri tutarken kibritlere uzanması için üçüncü bir el gerekiyordu, bu yü2. den kutuyu fırlatıp attı. Çantada iki kutu daha vardı ama bu fikir işe yaramazsa onları alma fırsatını hiçbir zaman bulamayacaktı.
Yaratık tekrar çığlık attı ve sesi tam arkalarındaymış gibi geldi. Susannah artık güneş altında çürüyen balıkların kokusunu andıran kokusunu da hissedebiliyordu.
Roland'ın omzu üzerinden uzandı ve cebinden tek bir kibrit aldı. Bi-rini yakmaya vakit olabilirdi ama iki kibrit yakmaya fırsat bulacağını sanmıyordu. Roland ve Eddie kibriti başparmaklarının tırnağıyla yakabiliyordu ama Detta Walker'in çok daha etkileyici bir numarası vardı ve bu numarayı beyaz erkek kurbanlarını hayrete düşürmek için daha önce bir çok kez kullanmıştı. Karanlıkta dudaklarını gererek dişlerini ortaya çıkardı ve kibritin başını ön üst iki dişinin üzerine yerleştirdi. Eddie oraday-san bana yardım et, tatlım... yardım et de doğru yapayım.
Kibriti çaktı. Damağı yandı ve sülfür tadı aldı. Kibritin alev alan başı karanlığa alışmış gözlerini neredeyse kör etmişti ama fenerin jöle kaplı ucunu yakacak kadar görebildi. Stemo hemen tutuştu ve feneri bir meşaleye çevirdi. Çok parlak sayılmazdı ama hiç yoktan iyiydi.
"Arkanı dön?' diye bağırdı.
Roland hemen durdu -tek bir soru veya itiraz olmaksızın- ve topuklarının üzerinde döndü. Susannah feneri havaya kaldırıp ileri doğru tuttu ve bir an için ikisi de ıslak bir yaratığın pembe albino gözlerle kaplı başını gördü. Gözlerin hemen altında kıvrılıp bükülen dokunaçlarla dolu kocaman bir ağız vardı. Sterno fazla bir aydınlık vermiyordu, ama zifiri karanlıkta yaratığın geriye çekilmesine yol açacak kadar parlaktı. Susannah yaratığın karanlığın içinde kaybolmadan önce gözlerinin kapandığını gördü ve ne kadar hassas olduklarını düşündü. Bu kadar cılız bir ışığa bile öyle tepki veriyorsa...
Geçitin duvarlarının dibinde kemik yığınları vardı. Fenerin ampullü ucu avucunun içinde ısınmaya başlamıştı bile. Oy kısa bacaklarını açmış, başını eğmiş, karanlığa deli gibi havlıyordu. Bütün tüyleri kabarmıştı.
"Çömel, Roland, çömel!"
Roland çömelince ona alevi şimdiden sönmeye yüz tutmuş feneri uzattı. Fenerin sapından yukarı uzanan alevler maviye dönüşüyordu. Kaklıktaki yaratık kulakları sağır edercesine kükredi. Susannah sağa sola dalgalanan şeklini yine seçebiliyordu. Işık zayıfladıkça daha da yaklaşıyordu.
Yerler ıslaksa işimiz bitti demektir, diye düşündü Susannah ama bir kemik bulma amacıyla zemini yoklarken kuru olduğunu anladı. Belki de duyuları onu umut verici mesajlar göndermek adına yanıltıyordu -yukarıdan damlayan su sesini duyabiliyordu- ama öyle olduğunu sanmıyordu.
Bir başka Sterno kutusu almak üzere çantaya uzandı ama kapak önce açılmamakta direndi. Yaratık yaklaşıyordu ve Susannah artık havaya kaldırılmış iri başının altındaki şekilsiz bacakları görebiliyordu. Demek bir solucan değil, bir tür dev kırkayaktı. Havlamayı kesintisizce sürdüren Oy, Susannah ile yaratığın arasına girdi. Bütün dişleri ortadaydı. Susannah ateşi yakamazsa yaratık önce Oy'u...
Tam o anda parmağını kutunun üzerine neredeyse yapışmış halkaya geçirmeyi başardı. Biı fissss sesi oldu. Roland ölmek üzere olan alevleri canlandırma umuduyla feneri aşağı yukarı sallıyordu (yanacak madde olsaydı belki yaptığı işe yarayabilirdi). Susannah çürümüş duvara yansıyan gölgelerinin dalgalandığını gördü.
Kemiğin çapı kutunun ağzı için fazla büyüktü. Askının yarı içinde, yarı dışında dengesiz bir pozisyonda durarak elini kutunun içine daldırdı ve bir avuç jöleyi kemiğin üzerine sürdü. Kemik ıslaksa bu şekilde en fazla birkaç saniyelik dehşet daha elde ederlerdi. Ama kuruydu... o yüzden belki... belki...
Yaratık daha da yaklaşmıştı. Susannah ağzından sarkan dokunaçların arasındaki sivri dişleri görebiliyordu. Biraz sonra Oy'a saldıracak kadar yaklaşmış olacak, bir kertenkelenin havadaki sineği yakaladığı hızla işini bitirecekti. Çürük balık kokusu çok keskin ve mide bulandırıcıya Arkasında başka ne olabilirdi? Ne tür korkunç varlıklar?
Şimdi bunu düşünmeye vakit yoktu.
Elindeki uyluk kemiğinin ucunu fenerin gövdesini yalayan mavi alev-lere değdirdi. Parlayan alev beklediğinden büyüktü -hem de çok- ve bu kez yaratığın çığlığında şaşkınlığın yanı sıra acı da vardı. Naylon yağmurluğa çamur yapıştırılmış gibi vıcık vıcık bir ses oldu ve yaratık geriledi.
"Bana biraz daha kemik ver," dedi feneri bir kenara bırakan R0. land'a. "Tanrı'nın belası kemiklerin kuru olmasına dikkat et!" Ve Det-ta'ya özgü o sert kahkahalarından birini attı.
Hâlâ soluğunu düzene sokmaya çalışan Roland söyleneni yaptı.
13
Geçitte ilerlemeye devam ettiler. Susannah askıya ters oturmuştu, artık Roland ile sırt sırtaydı. Güç bir pozisyondu ama imkânsız değildi. Eğer oradan çıkmayı başarabilirlerse sırtı birkaç gün fena halde ağrıyacaktı. Her sızıyı mutlulukla karşılayacağım, dedi kendi kendine, irene Tas-senbaum'un aldığı Eski Ev Günleri tişörtü hâlâ Roland'daydı. Tişörtü ona uzattı ve Susannah kemiğin altına sarıp iptidai meşaleyi dengesini koruyarak olabildiğince ileri uzattı. Roland koşamıyordu -koşmaya kalkarsa Susannah'nın askıdan düşeceği muhakkaktı- ama hızlı bir yürüyüş ritmi tutturmuştu. Arada sırada duraksıyor, yerden bir kola veya bacağa ait görünen bir kemik alıyordu. Oy ne yaptığını kısa sürede kavrayarak Silahşor'a kemik getirmeyi başladı. Yaratık onları izlemeye devam ediyordu. Susannah ara sıra tüyler ürpertici parlak derisini görüyor, karanlığın içinde kaldığı anlarda su dolu çizmelerle atılmış adımların seslerine benzeyen o sesi duyuyordu. Sesin yaratığın kuyruğundan çıktığını düşündü. Bu fikir içini korkunç, özel ve neredeyse aklını kaybetmesine yol açacak kadar yoğun bir dehşetle doldurdu.
Bir kuyruk! diye haykırdı kafasında bir ses. İçi su, jöle veya yarı pıhtı-mis kanla dolu bir kuyruk! Tanrı'm! Yüce Tanrı'm!
Susannah yaratığı saldırmaktan alıkoyanın sadece ışık değil aynı zamanda ateşe duyduğu korku olduğunu düşündü. Otomatik yanan ampullerin hâlâ çalışıyor olduğu bölümde onları bekleyip karanlıkta yakalayacağını düşünerek {düşünebiliyorsa) takip etmiş olmalıydı. İçinden bir ses, ateş yakabileceklerini biliyor olsa ampullerin çoğunun çalışmayıp ışığın çok cılız olduğu bölümde gözlerini kapatıp üzerlerine atılarak onları ezmeyi tercih edeceğini söylüyordu. O an için en azından geçici bir süreliğine şansı yoktu, çünkü kemiklerden şaşırtıcı derecede iyi meşaleler oluyordu (iyileşmekte olan Işın'ın onlara yardım ediyor olabileceğini düşünememişti). Tek sorun Sterno'nun ne kadar süre dayanacağıydı. Kemikler bir kez alev alınca yanmaya devam ettiği için fazla harcamasına gerek olmuyordu -bir süre sonra sönen ve bir kenara attığı birkaç nemli kemik hariç- ama en başta tutuşturmak gerekiyordu, üçüncü ve sonuncu kutu boşalmak üzereydi. Yaratık onlara yaklaştığı sırada ilk kutuyu attığı için acı bir pişmanlık duyuyordu ama başka ne yapacağını bilememişti. Ro-land'ın daha hızlı gidebilmesini diledi, ama askıda yüzü ona dönük halde otursa bile yapabileceğini sanmıyordu. Belki kısa süren bir koşu ama daha fazlası beklenemezdi. Gömleğinin altındaki kaslarının titrediğini hissedebiliyordu. Bütün gücü tükenmek üzereydi.
Beş dakika sonra, bir incik kemiğinin ucuna sürmek üzere elini Ster-no kutusuna daldırdığında tükenmiş olduğunu gördü. Arkalarındaki karanlığın içinden o vıcık vıcık ses duyuldu. Zihni, sesin kaynağının yaratığın kuyruğu olduğu konusunda ısrarlıydı. Takibe devam ediyordu. Yakıtlarının bitip tekrar karanlığa gömülmelerini bekliyordu. Sonra saldıracaktı.
Ve yiyecekti.
14
Bir savunma pozisyonuna ihtiyaçları olacaktı. Susannah bunu par-mak uçları kutunun dibine değdiği an anlamıştı. On dakika ve üç meşale sonra Silahşor'a kemiklerle dolu genişçe bir yer bulduğunda -bulabilirse-durmasmı söyledi. Paçavralar ve kemiklerle büyük bir ateş yakıp deli gibi koşabilirlerdi. Yaratığın ateşin diğer tarafından yaklaştığını duyduklarında -duyarlarsa- Roland, onu geride bırakıp yükünü hafifleterek kaçabilirdi. Bu fikri kendini kurban etme gibi görmüyor, sadece en mantıklısının bu olduğunu düşünüyordu; canavarın ikisine birden yetişmesine engel olabiliyorlarsa yapmalıydılar. Ayrıca kolayca pes etmeye hiç niyeti yoktu. Yaratığın, onu canlı ele geçirmesine izin vermeyecekti. Tabancası vardı ve kullanacaktı. Beş kurşun sai Kırkayak için, yaklaşmaya devam ederse altıncısı kendisi için.
Ancak bunları söylemesine fırsat kalmadan Roland tüm düşüncelerini silen iki kelime söyledi. "Işık," dedi soluk soluğa. "İlerde."
Susannah başını arkaya çevirdi ama önce hiçbir şey göremedi. Belki de elindeki meşale yüzündendi. Sonra çok hafif, beyaz bir ışıltı görür gibi oldu.
"Yine ampuller mi?" diye sordu. "Hâlâ çalışmakta olan bir dizi ampul mü var?"
"Belki. Ama sanmıyorum."
Susannah beş dakika sonra son meşalenin ışığında zemini ve duvarları görebildiğini fark etti. Zemin sadece dışarıdan içeri rüzgârla taşınmış olabilecek ince tozlar ve taşlarla kaplıydı. Susannah tekiyle hâlâ dibi bir tişörte sarılı yanmakta olan kemik parçasını tuttuğu ellerini havaya kaldırdı ve bir zafer çığlığı attı. Arkalarındaki yaratığın öfke ve isyanla dolu kükreyişi tüylerini ürpertmiş ama aynı zamanda kendini iyi hissettirmişti.
"Hoşça kal, şekerim!" diye haykırdı. "Hoşça kal seni göz kaplı bok!"
Yaratık tekrar kükredi ve öne atıldı. Susannah, onu bir an için net bir şekilde gördü: ağzına rağmen surat denemeyecek yuvarlak, dev gibi bir et yığ»"»; sert duvarlara sürtünmekten dolayı çizilmiş ve bir sıvının sızdığı boğumlu bir beden; her iki tarafında ikişer adet olmak üzere dört ko-lurnsu çıkıntıydı gördüğü. Çıkıntıların uçlarında sertçe açılıp kapanan kıskaçlar vardı. Susannah bir çığlık atarak meşaleyi fırlattı ve yaratık tekrar joılakları sağır edercesine kükreyerek geriledi.
"Annen sana hayvanları taciz etmenin kötü olduğunu söylemedi nü?" diye sordu Roland. Sesi öyle ifadesizdi ki Susannah şaka yapıp yapmadığını anlayamadı.
Beş dakika sonra dışarıdaydılar.
İKİNCİ BÖLÜM KÖTÜ TOPRAKLAR YOLUNDA
1
16. Kavis İstasyonu'na benzeyen ama ondan daha küçük olan bir başka barakamsı kulübenin yanında, taşlık bir tepenin eteğinde tekrar yüzeye çıktılar. Bu küçük binanın çatısı pasla kaplıydı. Önünde kabaca bir çember şekli oluşturan kemik yığınları vardı. Etrafındaki kayalar kararmış, bazı yerleri kırılıp kopmuştu. Kırıcılar'ın kaldığı Kraliçe Anne tarzı bina büyüklüğünde bir kaya ortadan ikiye ayrılmış, içindeki pırıldayan mineraller ortaya çıkmıştı. Hava soğuktu ve rüzgârın kesintisiz uğultusunu duyabiliyorlardı, ama kayalar rüzgârı nispeten engelliyor, soğuğu kesiyordu. Yüzlerini derin bir minnetle masmavi gökyüzüne kaldırdılar.
"Burda bir tür çarpışma olmuş, değil mi?" diye sordu Susannah.
"Evet, öyle görünüyor. Büyük bir savaş. Uzun zaman önce." Sesi son derece bitkindi.
Barakamsı kulübenin yarı açık kapısının önünde yere kapaklanmış bir tabela vardı, tabelada yazılanı görmek isteyen Susannah yere bırakılmakta ısrar etti. Roland, onu indirip sırtını bir kayaya dayayarak oturdu. Gözlerini artık arkalarında kalmış olan Discordia Şatosu'na dikmişti. Şatonun iki kulesi mavi göğe doğru yükseliyordu. Biri sağlamdı. Roland di-- rinin tepesinin yıkılmış olduğunu düşündü. Sonra dikkatini nefesini tonlamaya yöneltti. Altındaki toprak buz gibiydi ve Roland Kötü Topraklıdaki yolculuklarının çok çetin geçeceğini şimdiden biliyordu.
Bu arada Susannah tabelayı yerden kaldırmıştı. Bir eliyle tutup diğer eliyle üzerindeki toz toprağı sildi. Kelimeler İngilizceydi ve kanını dondurmuşlardı:
BU KONTROL NOKTASI KAPALIDIR. SONSUZA DEK.
Yazının altında, ona dikilmiş gibi görünen Kral'm Gözü vardı.
Barakamsı kulübenin ana odasında parçalanmış cihazlar ve hiçbiri tam olmayan iskeletler dışında hiçbir şey yoktu. Bununla birlikte Susannah hemen bitişikteki depoda hoş sürprizler buldu: raflar dolusu konserve yiyecek -taşıyabileceklerinden çok daha fazla- ve ayrıca kutularca Ster-no. (Roland'ın kutulanmış ısıya daha fazla burun kıvıracağını sanmıyordu ve haklıydı.) Birkaç iskelet dışında bir şey bulmayı ummayarak başını deponun arka kapısından uzattı. Gerçekten de bir iskelet vardı. Asıl ödül, kemiklerin içinde yattığı araçtı: Mia ile görüşmeleri sırasında kendini üzerinde oturur bulduğuna benzer kaba bir arabaydı. Bu hem daha küçüktü, hem de çok daha iyi durumdaydı. Tekerlekler ahşap değil, sentetik bir maddeyle kaplı metaldendi. Her iki tarafından, arabayı çekmek için kullanılan tutamaklar uzanıyordu. Susannah bunları görünce bunun uzak doğuda kullanılan çek-çek arabalarına benzer bir araç olduğunu anladı.
Güzel kıçımı çekmeye hazırlan bakalım, ahbap!
Detta'nın tipik kötü düşüncelerinden biriydi ama Susannah hazırlık-s« yakalanıp bir kahkaha attı.
"Komik olan nedir?" diye seslendi Roland.
"Göreceksin," dedi Susannah, Detta'yı hiç olmazsa sesinden uzaklaş. tırmaya çalışarak. Ama tam anlamıyla başarılı olamamıştı. "Evet göreceksin."
3
Çek-çek arabasının arkasında küçük bir motor vardı, ama ömrünün uzun yıllar önce dolduğunu ikisi de bir bakışta anladı. Roland depoda bir İngiliz anahtarı da dahil olmak üzere birkaç basit alet bulmuştu. Ağa açık halde donmuştu, ama bir miktar yağ (Susannah'ya çok tanıdık gelen, kırmızı-siyah bir teneke kutu içindeydi) tekrar kullanılabilir hale gelmesini sağlamıştı. Roland İngiliz anahtarını kullanarak küçük motoru söktü ve bir kenara yuvarladı. O çalışır, Susannah, Mose Baba'nın diyeceği gibi etrafı kolaçan ederken Oy yüzeye çıktıkları noktanın kırk adım ötesinde oturmuş, karanlıkta onları takip eden yaratığın gelme ihtimaline karşı nöbet tutuyordu.
"Yedi kilodan fazla değil," dedi Roland ellerini kot pantolonuna silip söktüğü motora bakarak. "Ama eminim bu ağırlıktan kurtulduğumuza bir süre sonra çok memnun olacağım."
"Ne zaman yola çıkıyoruz?"
"Arkaya taşıyabileceğim kadar konserveyi yerleştirir yerleştirmez," dedi Roland ve derin bir iç çekti. Kirli sakallı yüzü solgundu. Gözlerinin altında koyu halkalar vardı. Yanaklarındaki ve ağzının kenarlarındaki çizgiler iyice derinleşmişti. İp gibi zayıf görünüyordu.
"Roland, yapamazsın! O kadar erken olmaz! Tükenmiş haldesin!"
Roland sabırla oturmakta olan Oy'u ve kırk adım ötesindeki karanlık ağzı gösterdi. "Hava karardığında oraya bu kadar yakın olmak istiyor musun?"
"Bir ateş yakabiliriz..."
"Dostları olabilir," dedi Roland. "Ateşten korkmayan dostları. Geçitteyken yaratık bizi hiçbir şeyle paylaşmak istemedi, çünkü paylaşmak zorunda değildi. Ama şimdi umursamayabilir. Özellikle de intikam almak istiyorsa."
"Onun gibi bir yaratık düşünemez. Mümkün değil." Bu söylediğine • anmak yüzeye çıktıkları için artık daha kolaydı. Ama gölgeler uzayıp hava kararmaya başladığında fikrini değiştirebileceğini biliyordu.
"Bu riski göze alamayız," dedi Roland.
Susannah gönülsüzce de olsa ona hak verdi.
4
Şansları vardı, Kötü Topraklar'a uzanan dar patikanın büyük bölümü oldukça düzgündü. Bir yokuşa geldiklerinde Roland, Susannah'nın inip Ho Fat'm Lüks Taksisi adını verdiği arabanın yanında kendi tarzıyla elleri ve kesik bacakları üzerinde ilerlemesine itiraz etmedi. Tepenin üzerine varana dek bu şekilde gittiler. Discordia Şatosu azar azar gerilerinde kaldı. Roland tepesi parçalanmış kule kayaların ardında gözden kaybolana dek ilerledi. İkinci kule de görüş alanından çıkınca patikanın yanındaki taşlık alanı işaret ederek, "Bir itirazın yoksa bu gece orda kamp yapacağız," dedi.
Susannah'nın hiçbir itirazı yoktu. Ateş yakmak için yanlarında yeterince kemik ve paçavra getirmişlerdi, ama Susannah yakıtın fazla uzun süre dayanmayacağını biliyordu. Kumaş parçaları gazete kâğıdı gibi çabucak yanıp kül olacak, kemikler ise Roland'ın süslü yeni saatinin (Roland, ona saati kaba bir ifadeyle göstermişti) kollan gece yarısı birleştiğinde yanıp tükenmiş olacaktı. Ertesi gün ise hiç ateşleri olmayacak ve yiyecekleri ısıtamadan doğruca konservelerden yiyeceklerdi. Şartlarının çok daha kötü olabileceğini biliyordu -gün içinde hava yaklaşık yedi derece oluyordu ve bolca yiyecekleri vardı- ama bir kazak için çok şey verirdi. Kalın bir kaban içinse çok daha fazlasını.
"Belki ilerledikçe yakacak bir şeyler buluruz," dedi ateş yakılınca umutla (yanan kemiklerin kokusu berbattı, bu yüzden rüzgârı arkalarına alarak oturmuşlardı). "Çalılar... kuru otlar... kemikler... hatta belki kuru dallar."
"Sanmıyorum," dedi Roland. "Kızıl Kral'ın şatosunun bu tarafında bulamayız muhtemelen. Orta-Dünya'nın nerdeyse her yerinde görülebi-len şeytanotunu bile bulacağımızı sanmam."
"Ama emin olamazsın." Üzerlerindeki Central Park'ta bir bahar gü. nüne uygun kıyafetlerle günlerce soğuğa katlanma fikrini aklına getirmek
bile istemiyordu.
"Bence Gök Gürültüsü'nü karartırken bu toprakları öldürdü," dedi Roland düşünceli bir ifadeyle. "Önceden de fazla verimli olduğunu sanmıyorum, ama artık tamamen kısır. Yine de halimize şükredelim." Uzanıp Susannah'nın dolgun dudağının hemen kenarındaki sivilceye dokundu. "Yüz yıl önce bu büyüyüp genişleyerek etlerini kemiklerine kadar yerdi. Beynine de girer ve ölmeden önce seni çıldırtırdı." "Kanser mi? Radyasyon mu?"
Roland fark etmediğini söylemek istercesine omuz silkti. "Kızıl Kral'ın şatosunun ötesinde bir yerlerde yeniden otlara, hatta belki ormanlara bile rastlayabiliriz, ama biz oraya vardığımızda karlar altına gömülmüş olabilirler, o mevsimdeyiz. Havada, günün çabucak kararmasında görebiliyorum." Susannah şakacıktan inledi ama çıkan ses o kadar gerçekti ki korktu. Sesinde bezginlik ve dehşet vardı. Oy kulaklarını kaldırıp onlara baktı. "Neden beni biraz neşelendirmiyorsun, Roland?"
"Gerçekleri bilmen gerek," dedi Silahşor. "Elimizdekilerle uzun süre idare edebiliriz ama şartlar hiç hoş olmayacak, Susannah. İdareli kullanırsak arabadaki yiyecekler bize bir ay, belki daha fazla yeter... ve idareli kullanacağız. Yaşayan topraklara geldiğimizde karla kaplı olsa bile hayvanlar bulacağız. Ve istediğim de bu. O zamana dek hiç et yiyemeyecek olduğumuz için değil, derilerine ihtiyaç duyacağımız için. Umarım ihtiy3' cimiz çok fazla olmaz ama..."
"Ama olacağından korkuyorsun."
"Evet," dedi Roland. "Korkarım öyle olacak. Çünkü hayatta insanın esaretini uzun süren kesintisiz soğuk kadar kıran pek az şey vardır; öldürecek kadar değil, ama enerjiyi çalan, iradeyi zorlayan, vücuttaki yağı zar azar eriten sürekli soğuk kadar kötüsü yoktur. Korkarım önümüzde zorlu bir yolculuk var. Göreceksin." Ve Susannah gördü.
5
Hayatta kesintisiz soğuktan daha cesaret kırıcı pek az şey vardır. Gündüzler o kadar kötü değildi. En azından hareket ediyorlar, bu sayede vücutları ısısını koruyordu. Ama gün içinde bile rüzgârın kilometrelerce çıplak arazi boyunca ve nadiren karşılarına çıkan tepecikler veya yüksek kayalıklar arasında uluduğu açık alanlara geldiklerinde tahammül sınırları zorlanıyordu. Tepecikler ve kayalıklar daima mavi olan gökyüzüne, gömülmüş bir devin topraktan çıkan kızıl parmakları gibi uzanıyordu. Rüzgâr, Işın'ın Yolu üzerindeki bulutların altında yürüdükleri sırada daha da sert esiyor gibiydi. Susannah rüzgârdan korunmak için derileri çatlamış elleriyle yüzünü örtüyor, parmaklarının tamamen hissizleşmeyip sürekli bir batma hissi vererek karıncalanmasından nefret ediyordu. Gözleri sulanıyor, sonra yaşlar yanaklarından aşağı süzülüyordu. Gözyaşları donmuyordu, soğuk o kadar kötü değildi. Hava onları donduracak kadar değil, hayatlarını yavaş yavaş cehenneme çevirmeye yetecek kadar soğuktu. O nahoş günler ve korkunç gecelerde ruhunu ne için satabilirdi? Bazen tek bir kazağın yeteceğini düşünürdü, bazen de hayır, tatlım, şimdi bile bunun için kendine çok fazla saygın var, derdi kendi kendine. Tek bir kazak için sonsuza dek cehennemde -veya geçiş karanlığında- kalmaya razı olur musun? Elbette hayır.
Dostları ilə paylaş: |