"Joe!" dedi Susannah. Sesi bir fısıltıdan ibaretti. Başı dönüyor, çok uzaklardan gelen, şarkı söyleyen sesler duyuyormuş gibi geliyordu. "Ah, Joe! Bu resim..."
"Evet, güzelim," dedi Susannah'nın tepkisinden memnun olduğu açık' ça görülen yaşlı adam. "Çok güzel, değil mi? Onun için duvara astım zatefl' Daha başka resimler de var ama en güzeli bu. Tam günbatımında, gölgelerin Yolu üzerinde sonsuzluğa doğru uzamyormuş gibi görünüyor. Ki za-n Kjr bakıma uzanıyorlar, bunu ikinizin de bildiğinden eminim."
[Çil
Roland uzun bir yarış koşmuş gibi soluk soluğaydı, ama Susannah, Silahşor'un sık ve hırıltılı nefesini hayal meyal hissediyordu. Büyülenmemin tek sebebi resmin üzerindeki görüntü değildi.
"Bu bir Polaroid!"
"Eh... evet," dedi adam, Susannah'nın sesindeki heyecana şaşırarak. "Sanırım Kekeme Bili istesem bana bir Kodak makine de getirirdi, ama filmleri nerde banyo ettirecektim? Video kamerayı akıl ettiğim sırada -televizyonun altındaki cihaz onun kaydettiklerini gösterebiliyor- geri dönmek için fazla yaşlıydım. Lippy de beni taşıyamayacak kadar yaşlanmıştı. Ama yapabilseydim mutlaka giderdim çünkü harika bir yerdir. Sıcak kalpli hayaletlerle doludur. Oradayken çok uzun zaman önce kaybettiğim dostlarımın, annemin ve babamın şarkı söyleyen seslerini duymuştum. Ben her zaman..."
Roland felç olmuş gibiydi. Susannah bunu Silahşor'un donmuş kaslarında hissedebiliyordu. Sonra kaslarındaki kilit açıldı ve Susannah'nın başını döndürecek bir hızla yaşlı adama döndü. "Oraya gittin mi?" diye sordu. "Kara Kule'ye gittin mi?"
"Evet, gittim," dedi ihtiyar. "Resmi kim çekti sanıyorsun? Kahrolası Ansel Adams mı?"
'We zaman çektin?"
"Bu resim son ziyaretimden," dedi yaşlı adam. "İki yıl önce yaz mevsimiydi, ama biliyorsunuzdur, orası alçak topraklar. Orda kar yağıyorsa da ben hiç görmedim."
"Buraya uzaklığı ne kadar?"
Joe görmeyen gözünü kapatarak hesapladı. Fazla uzun sürmemişti ama Susannah ve Roland'a çok, çok uzun gibi gelmişti. Rüzgâr dışarıda Şiddetle esmeye devam ediyordu. Yaşlı at, sesi protesto ediyormuşçasına ^Şnedi. Camları buğulanmış pencerenin ötesinde kar taneleri yeryüzüne hzla iniyordu.
"Şey," dedi sonunda yaşlı adam. "Şimdi bayırdasınız ve Kekeme Bjı, Kule Yolu'nu olabildiğince uzun bir mesafe boyunca küreyerek temj2 t» tar; yaşlı makine onca boş zamanı başka nasıl değerlendirecek? Elbette şu fırtına sona erene dek burda beklemek isteyeceksiniz..."
"Yola çıktıktan ne kadar süre sonra varırız?" diye sordu Roland.
"Gitmek için sabırsızlanıyorsun, değil mi? Evet, gitmeye can atryor. sun. Eh, neden olmasın? İç-Dünya'dan geliyorsan buraya varman ç^ uzun bir zaman almıştır. Kaç yıl olduğunu düşünmek bile istemiyorum. Kanımca Beyaz Topraklar'dan çıkmanız altı gün alır ya da belki yedi..."
"Bu topraklara Empatika mı diyorsunuz?" diye sordu Susannah.
Yaşlı adam gözlerini kırpıştırdı ve Susannah'ya aklı karışmışçasma baktı. "Yoo, öyle demiyoruz, hanımefendi," dedi. "Buralara Beyaz Top-raklar'dan başka bir isim verildiğini duymadım."
Şaşkınlık ifadesi sahteydi. Susannah bundan neredeyse emindi. Bir çocuk temsilindeki Noel Baba kadar neşeli olan Joe Collins az önce ona yalan söylemişti. Susannah bunun sebebini bilmiyordu, ama konunun üzerine gidemeden Roland sertçe sordu. "Bu konuyu şimdilik bir kenara bırakabilir miyiz? Babalarınızın hatırı için?"
"Evet, Roland," dedi Susannah uysalca. "Elbette."
Roland kucağında Susannah olduğu halde Joe'ya döndü.
"Sanırım dokuz gün kadar sürer," dedi Joe çenesini kaşıyarak. "Çünkü yol özellikle Bili kar kürerken epeyce kaygan olabiliyor, ama onu engellemek imkânsız. Aldığı emirleri uyguluyor. Programı öyleymiş." Yaşlı adam, Roland'ın konuşmaya hazırlandığını görünce elini kaldırdı. "Hayır, hayır, konuyu gereksiz yere uzatıp sizi sıkmak gibi bir niyetim yok bayım, ya da sai, hangisini tercih edersen. Sadece başka insanlarla olmaya alışık değilim.
"Kar hattının ötesine geçtikten sonra on, on iki günlük bir yürüyüş var ama istemezseniz yürümek zorunda değilsiniz. Ordaki Pozitronik kulübesinin dışına park etmiş tekerlekli araçlar var. Golf arabalarına benziyorlar Doğal olarak hepsinin aküsü bitik -ezilmiş bir şapka gibi- ama orada da bir jeneratör var. Benimki gibi bir Honda ve son gidişimde hâlâ çalışıyordu, gill her makinenin bakımını elinden geldiğince iyi yapmaya çalışır. Bahsettiğim araçlardan birini çalıştırabilirseniz yolunuz en fazla dört gün sürer. 3enim fikrim şöyle: tüm yolu yayan aşarsanız on dokuz gün sürer. Ama son bölümü mırıltımotorlarla alırsanız -mırıldanır gibi ses çıkardıkları için onla-ra böyle diyorum- on günde varırsınız. En fazla on bir günde."
Odaya bir sessizlik çöktü. Rüzgâr kar tanelerini kulübeye doğru savurarak esti ve Susannah uğultunun insan sesine benzediğini bir kez daha düşündü. Çatının saçağının ve açıların bir numarasıydı şüphesiz.
"Yürümemiz gerekse bile üç haftadan az," dedi Roland. Kulenin günbatımında solgun göğe yükseldiği Polaroid'e elini uzattı, ama dokunmadı. Sanki dokunmaya korkuyordu. "Onca yıl ve onca kilometreden sonra."
Dökülen litrelere? kan da cabası, diye düşündü Susannah. Ama bunu Roland ile baş başa olsalar bile yüksek sesle dile getirmezdi. Gerek yoktu; ne kadar kan döküldüğünü Roland da onun kadar iyi biliyordu. Ama burada bir terslik vardı. Bir terslik, yanlış olan bir şey vardı. Ve Silahşor bunun farkında değil gibiydi.
Sempati, başkalarının duygularına saygı duymaktı. Empati ise o duyguları paylaşmaktı. Neden herhangi bir yere Empatika adı verilsin, diye düşündü.
Ve bu hoş adam niye bu konuda yalan söylesin?
"Bana bir şey daha söyle, Joe Collins," dedi Roland.
"Tabi, Silahşor. Eğer yapabilirsem."
"Yanına kadar gittin mi? Yapıldığı taşlara dokundun mu?"
Yaşlı adam önce Roland'a onunla dalga geçip geçmediğinden emin değilmiş gibi baktı. Dalga geçmediğini anlayınca yüzünü bir şok ifadesi sardı. "Hayır," dedi ve sesi ilk kez Susannah kadar Amerikalı gibi duyuldu- "Bu fotoğrafı çektiğim yer, gitmeye cesaret ettiğim son nokta. Gül alasının başlangıcı. İki yüz, iki yüz elli metre uzağı. Robot bu mesafeye tekerleğin beş yüz yayı diyor."
Roland başını salladı. "Neden daha ileri gitmedin?"
"Çünkü daha fazla yaklaşmanın beni öldürebileceğini düşündüm
Durmam mümkün olmayacaktı. Sesler beni çekecekti. O gün böyle dusunmuştum, şimdi de böyle düşünüyorum."
7
Susannah'nın yüzündeki yara, akşam yemeğinden sonra -bu dünyaya çekildiğinden beri yediği en iyi yemekti, hatta hayatı boyunca yediği ye-meklerin en iyisi bile olabilirdi- patlayarak açıldı. Bir açıdan Joe Col-lins'in kabahatiydi ama Odd's Lane'in yegâne sakinini suçlayabilecekleri pek çok şeyin olduğu daha sonrasında bile Susannah onu suçlu bulmadı. Sevimli ihtiyarın isteyeceği son şeydi bu mutlaka.
Onlara uzun zamandır yedikleri geyik etinden sonra çok lezzetli gelen kızarmış tavuk sundu. Sofrada tavuğun yanı sıra soslu patates püresi, kalınca dilimlenmiş yabanmersini jölesi, bezelye ("Maalesef sadece konservede var," demişti) ve küçük, haşlanmış soğanlar vardı. Ayrıca yumurtalı içkiler sunulmuştu. Susannah ve Roland rom önerisini reddedip içkiyi çocuksu bir açgözlülükle içti. Joe, Oy'a da et ve patatesten oluşan bir yemek hazırlamış, tabağı fırının önüne, yere koymuştu. Oy yemeğini hemen midesine indirmiş, sonra mutfakla oturma/yemek odasının arasına yatarak ağzının kenarına bulaşmış yemek kırıntılarını temizlemek için yalanmaya başlamıştı. Bir yandan da kulaklarını havaya dikmiş, insanların konuşmalarını dinliyordu.
"Tatlı için yerim kalmadı, o yüzden teklif bile etme," dedi Susannah ikinci tabağının dibindeki sosu bir ekmek parçasıyla sıyırırken. "Sandalyeden inip inemeyeceğimi bile bilmiyorum."
"Eh, önemli değil," dedi hayal kırıklığına uğramış görünen Joe. "Belki sonra yersin. Çikolatalı pudingle karamela vardı."
Roland geğirmesini gizlemek için peçetesini ağzına götürdü ve, "Be" ikisinden de küçük bir parça alabilirim sanırım," dedi.
"Şey, aslında ben de alabilirim," dedi Susannah. En son karamela yi-• jnjn üzerinden kaç asır geçmişti?
Tatlı faslı da bittikten sonra Susannah bulaşıklara yardım etmeyi önerdi, ama Joe elini sallayarak onu yerine oturttu. Tabaklarla tencereleri bulaşık makinesine az önce doldurmuştu ve hepsini birden daha sonra yıkayacaktı. Roland ile mutfağa gidip gelirken daha çevik, bastona daha az bağımlıymış gibi görünüyordu. Susannah bir gıdım romun (belki çok daha fazlasıydı, özellikle de son kadehe koyduğu miktar göz önüne alınırsa) hareketlerine bir canlılık katmış olabileceğini düşündü.
Joe kahve hazırladı ve üçü (Oy da sayılırsa dördü) oturma odasına geçti- Dışarıda hava kararmış ve rüzgâr şiddetini iyice arttırmıştı. Mord-red dışarıda bir yerde, belki bir ağaç dibinde veya bir kayanın yanında çö-melmiş, soğuktan korunmaya çalışıyor, diye düşündü Susannah ve içinden yükselen merhamet hissini yine bastırması gerekti. Katil veya değil, onun hâlâ küçük bir çocuk olduğunu bilmese işi daha kolay olurdu. "Bize buraya nasıl geldiğini anlat, Joe," dedi Roland. Joe sırıttı. "Bu tüyler ürperten bir hikâye," dedi. "Ama gerçekten duymak istiyorsanız anlatmamın benim için bir sakıncası yok." Sırıtış yerini hüzünlü bir gülümsemeye bıraktı. "Konuşacak birilerinin olması güzel bir duygu. Lippy dinleme konusunda çok iyi ama hiç karşılık vermiyor."
Joe öğretmen olmaya niyetlendiğini ama o hayatın kendisine göre olmadığını kısa sürede anladığını anlattı. Çocukları seviyordu -hatta onlara bayılıyordu- ama idari saçmalıklardan ve kalıpçı eğitim sisteminden nefret ediyordu. Sadece üç yıl öğretmenlik yapmış, sonra bırakıp eğlence sektörüne geçmişti.
"Şarkı söylüyor veya dans mı ediyordun?" diye sordu Roland. "İkisi de değil," dedi Joe. "Tek kişilik komedi şovu yapıyordum. Stand-up dedikleri türden." "Stand-up mı?"
"Komedyen olduğunu söylüyor," dedi Susannah. "Espriler yapıyormuş. "
"Doğru!" dedi Joe coşkuyla. "Bazıları esprilerimi komik de bulur^ Gerçi azınlıktaydılar ama olsun."
Daha önce erkekler için indirimli satışlar yapan bir giyim mağaz^ sahibi olup iflas etmiş bir menajeri vardı. Olaylar zincirleme gelişmiş, bit gösteri diğerini takip etmişti. Sonunda kendini bir sahilden diğerine, ikinci, üçüncü sınıf gece kulüplerinde gösteri yapar bulmuştu. Altında yıprat mış, ama güvenilir eski bir Ford kamyonet vardı ve menajeri Shantz, onu nereye gönderirse oraya gidiyordu. Neredeyse hiçbir hafta sonu çalışma-mıştı zira üçüncü sınıf gece kulüpleri bile hafta sonları rock'n roll grupla-rı kiralamak istiyordu.
Bu anlattıkları altmışlı yılların sonları, yetmişlerin başlarıydı ve o dönemde Joe'nun "son olaylar malzemesi" dedikleri hiç eksik olmazdı: hip-piler, sutyen yakanlar, Kara Panterler, film yıldızları ve her zaman olduğu gibi politikacılar ama dediğine göre o daha geleneksel yaklaşıma sahip bir komedyendi. Güncel olayları tiye alma işini isterlerse Mort Sahi ve George Carlin gibiler yapabilirdi, o daha çok kaynanamdan bahsetmişken ve Polonyalı dostlarımızın aptal olduğunu söylerler, ama size tanıdığım bir İrlandalı kızdan bahsedeyim gibi esprileri tercih etmişti.
O hikâyesini anlatırken tuhaf (ve -en azından Susannah için- dokunaklı) bir şey oldu. Joe Collins'in Orta-Dünya aksam, sana uyarsa gibi sözleri yerini Amerika'ya özgü bir başka aksana bıraktı. Bazı kelimeleri i harfini yutarak telaffuz etmesini beklemeye başladı, ama bunun sebebi muhtemelen Eddie ile çok fazla vakit geçirmiş olmasıydı. Joe Collins'in bulunduğu yerin aksanını hemen kapan türde bir adam olduğunu düşündü. Brooklyn'de bir kulüpte gösteri yaparken Brooklyn aksanıyla, Pitts-burgh'dayken de Pittsburgh aksanıyla konuşuyor olmalıydı muhtemelen. Roland bir ara sözünü kesip ona bir komedyenin saray soytarısına aynı olup olmadığını sordu ve yaşlı adam içten bir kahkaha patlattı, "üstüne bastın. Kral ve saray mensupları yerine duman altı bir odada ellerinde içkileriyle oturan insanlar olduğunu düşün."
Roland gülümseyerek başını salladı.
"Ortabatı'da tek gecelik gösteriler yapan bir komedyen olmanın avantajları da vardı," dedi Joe. "Gösteri beğenilmezse kırk beş yerine yir-ffli dakika yapıp bir sonraki kasabaya geçebiliyordum. Orta-Dünya'da muhtemelen beğenmediklerinin kafasını koparıyorlardır."
Silahşor bunun üzerine kahkahalara boğuldu, bu ses hâlâ Susan-nah'yı afallatma etkisine sahipti (kendisi de gülüyor olmasına rağmen). »Doğru diyorsun, Joe."
Joe 1972 yazında Cleveland'da, azınlık mahallesine yakın bir yerde olan Jango's adında bir gece kulübünde sahne alıyordu. Bu kez azınlık mahallesinin ne olduğunu öğrenmek isteyen Roland, yaşlı adamın sözünü tekrar kesti.
"Bir şehirde," diye araya girdi Susannah. "İnsanların siyah ve fakir olduğu yerleşim alanı. Aynasızlar öyle yerlerde önce coplarını savurur, sonra soru sorar."
"Bing!" diye bağırarak parmak eklemleriyle kafasına vurdu Joe. "Daha iyi tarif edemezdim."
Evin önünden yine o bebek sesine benzer çığlık duyuldu ama rüzgâr o an nispeten sakin esiyordu. Susannah, Silahşor'a doğru baktı ama Roland duyduysa da renk vermedi.
Rüzgârın sesiydi, dedi Susannah kendi kendine. Başka ne olabilir ki?
Mordred, diye fısıldadı kafasının içinde bir ses. Dışarıda bir yerde donmakta olan Mordred. Biz burada sıcak kahvelerimizi içerken dışarıda donan Mordred.
Ama hiçbir şey söylemedi.
Joe kulübün olduğu semtte birkaç haftadır olaylar yaşandığını söyledi ama çok fazla içki içiyordu ("Şişenin dibine vuruyorduk," demişti) ve 'kinci gece seyirci sayısının ilk gecenin beşte biri olduğunu zar zor fark et-m'Şti. "Almış başımı gidiyordum. Ritmimi tutturmuştum ve sahnede fırtına gibi esiyordum."
Sonra birileri kulübün camından içeri molotofkokteyli fırlatma (Roland, molotofkokteyli terimine yabancı değildi) ve kaynanamı ele a;„ hm demeye bile kalmadan mekân alevler içinde kalmıştı. Joe hemen ark taraftaki kapıya yönelmişti. Tam caddeye varacaktı ki üç adam ("Hens' de siyahtı ve NBA oyuncusu iriliğindeydiler") onu yakalamıştı. İkisi sıkjCa tutuyor, üçüncüsüyse yumrukluyordu. Sonra biri kafasına bir şişe indir. miş ve ışıklar kararmıştı. Kendine geldiğinde Stone's Warp adında, ana caddesindeki boş binaların üzerindeki levhalara göre terk edilmiş bir kasabanın yakınında, bir tepenin otlarla kaplı yamacındaydı. Joe Collins'e göre kasaba, tüm aktörlerin terk ettiği bir kovboy filmi setini andırıyordu.
Susannah bu sıralarda sai Collins'in hikâyesine pek inanmadığım fark etti. Şüphesiz çok eğlenceli bir hikâyeydi ve Jake'in ilk seferinde arabanın altında kalıp öldükten sonra Orta-Dünya'ya gelişi düşünülürse imkânsız olduğu da söylenemezdi. Ama yine de çoğuna inanmıyordu. Asıl mesele şuydu: fark eder miydi?
"Cennet olduğu söylenemezdi, çünkü ne melek koroları ne de bulutlar vardı," dedi Joe. "Ama yine de bir tür ölüm sonrası hayat olduğunu düşündüm." Etrafta bir süre dolaşmıştı. Yiyecek ve bir at (Lippy) bulup yola devam etmişti. Bazıları dost, bazıları düşman, bazıları sağlıklı, bazıları değişime uğramış insan gruplarıyla karşılaşmıştı. Onlardan dili ve Or-ta-Dünya tarihini yeterli miktarda öğrenmişti; Işınlar'ı ve Kule'yi biliyordu elbette. Bir ara Kötü Topraklar'ı aşmayı denemiş ama cildinde tuhaf yaralar ve kızarıklıklar belirince korkup geri dönmüştü.
"Bardağı taşıran damla kıçımda çıkan çıban oldu," dedi. "Bu dediğim altı veya sekiz yıl önce olmalı. Lippy ile daha fazla ilerlemekten vazgeçtik ve sonra Westring denen bu yeri bulduk. Sonra da Kekeme Bili, beni buldu. Biraz tıp bilgisi vardı, kıçımdaki çıbanı tedavi etti."
Roland, ona Kara Kule'ye son kez hacca giden deli Kızıl Kral'ın oradan geçişini görüp görmediğini sordu. Joe görmediğini söyledi. Ama altı ay önce korkunç bir fırtına olmuş ("göz gözü görmüyordu") ve bir sure bodrum katında kalmıştı. Bodrumdayken elektrikler jeneratöre rağmen kesilmişi ve karanlıkta büzülüp beklerken çok korkunç bir yaratığın yalanlarda olduğunu hissetmiş, zihnine dokunup saklandığı yeri bulabileceğinden korkmuştu.
"Nasıl hissettim biliyor musunuz?" diye sordu.
Roland ve Susannah başını iki yana salladı.
"Abur cubur gibi," dedi Joe. "Atıştırılacak bir yiyecek gibi."
Hikâyesinin bu kısmı doğru, diye düşündü Susannah. Biraz değiştirmiş olabilir ama genel olarak doğru. Bu şekilde düşünmesinin sebebi, Kızıl Kral'ın kendi portatif fırtınası içinde yolculuk etmesinin kulağa dehşet verecek kadar makul gelmesiydi.
"Ne yaptın?" diye sordu Roland.
"Uyudum," diye cevap verdi Joe. "Bu taklit yapmak gibi Tanrı vergisi bir yetenek... gerçi gösterimde ünlülerin taklidini yapmam, çünkü taşrada fazla tutulmuyor. Rich Little değilsen yani. Garip ama gerçek. İstediğim zaman hemen uykuya dalabilirim ve o gün bodrumda yaptığım da buydu. Uyandığımda ışıklar tekrar yanmaya başlamıştı ve... her neyse o gitmişti. Kızıl Kral'ı biliyorum elbette, ara sıra insanlara -sizin gibi gezginlere-rastlarım ve onlar da Kızıl Kral'dan bahseder. Genellikle ondan bahsederken kem göz hareketini yapar ve parmaklarının arasından tükürürler. Sizce o muydu? Sizce Kızıl Kral Kara Kule'ye giderken gerçekten Odd's Lane'den geçmiş midir?" Sonra cevaplamalarına fırsat vermeden devam etti. "Eh, neden olmasın? Ne de olsa Kule Yolu ana geçit. Doğruca Kule'ye gidiyor."
O olduğunu biliyorsun, diye düşündü Susannah. Nasıl bir oyun oynu-yorsun, Joe?
Rüzgâr olmadığı neredeyse muhakkak olan tiz çığlık tekrar duyuldu. Susannah, Mordred olduğunu da sanmıyordu. Sesin, Joe Collins'in Kızıl Kral oradan geçtiği sırada saklandığını söylediği bodrum katından geldiğini düşünüyordu. Gerçekten saklandıysa elbette. Aşağıda şimdi kim vardi? Ve Joe'nun yaptığı gibi saklanıyor muydu yoksa oraya hapsedilmiş bj tutsak mıydı?
"Kötü bir hayat olmadı," diyordu Joe. "Umduğum gibi bir hayat olduğu söylenemez elbette ama bir teorim var, umdukları hayatı yaşavan insanların sonu genellikle bir kutu uyku hapı içmek veya namluyu ağzma sokup tetiği çekmek oluyor."
Roland biraz geriden takip ediyor gibiydi. "Bir saray soytarısıydm ve bu tavernalardaki insanlar saray mensuplarıydı."
Joe pek çok beyaz dişi gözler önüne sererek gülümsedi. Susannah kaşlarını çattı. Daha önce dişlerini görmüş müydü? Pek çok kez gülüşmeler olmuştu ve görmüş olması gerekirdi, ama gördüğünü hatırlamıyordu. Dişlerinin çoğunu kaybetmiş birinin peltek konuşmasına sahip olmadığı muhakkaktı (böyle insanlar takma diş için gelip babasına danışırdı). Daha önce tahmin etmesi gerekseydi dişlerinin olduğunu ama çoğunun aşınıp küçüldüğünü söylerdi ve...
Senin neyin var, kızım? Birkaç konuda yalan söylemiş olabilir ama yemek masasına oturduktan sonra yepyeni dişler çıkarmış olamaz herhalde! Hayal gücünü biraz kontrol altına alsan iyi olur.
Ama gerçekten abartıyor muydu? Eh, mümkündü. Ve belki o cılız çığlık gerçekten de saçaklar arasından esen rüzgârjn iniltisiydi.
"Esprilerinle fıkralarım dinlemek isterdim," dedi Roland. "Gösterinde yaptığın gibi, sana uyarsa."
Susannah, ona bu isteğin altında gizli bir sebep olup olmadığını anlayabilmek için dikkatle baktı ama Silahşor'un ilgisi samimi görünüyordu. Roland'ın içinde bulunduğu neşeli ruh hali oturma odasının duvarına raptiyelerle tutturulmuş Kara Kule Polaroid'ini (Joe'nun hikâyesini dinlerken gözü sürekli fotoğrafa kaymıştı) görmesinden önce başlamıştı ve Roland için alışılmadık bir ruh haliydi. Sanki hastaydı ve bilinci gidip geliyordu.
Silahşor'un sorusu Joe Collins'i şaşırtmış, aynı zamanda hoşnut et-mjş görünüyordu. "Ulu Tanrı'm," dedi. "Son gösterimin üzerinden bin yıl geçm'Ş gibi geliyor... ve burda zamanın bir ara esnediği düşünülürse, gerçekten bin yıl geçmiş olabilir. Nasıl başlayacağımı bildiğimden emin deği-
lım.
Susannah, "Dene," diyerek kendini şaşırttı.
8
Joe bir süre düşündükten sonra ayağa kalktı ve gömleğindeki kırıntıları silkeledi. Bastonunu sandalyesinin yanında bırakıp topallayarak odanın ortasına yürüdü. Oy başını kaldırıp kulaklarını dikerek ona eğlendiril-nıeyi bekliyormuşçasına baktı. Suratında o eski sırıtışı vardı. Joe bir an kararsız göründü. Sonra derin bir soluk alıp verdi ve onlara gülümsedi. "Beğenmezseniz kafama çürük domates atmayacağınıza söz verin," dedi. "Unutmayın, çok uzun zaman oldu."
"Bizi evine alıp karnımızı doyurana öyle bir şey yapmayız," dedi Susannah. "Hayatta olmaz."
Daima gerçekçi olan Roland, "Zaten domatesimiz yok," dedi.
"Pekâlâ, tamam. Gerçi kilerde konserve domates var... aman, bunu söylediğimi unutun!"
Susannah gülümsedi. Roland da öyle.
Cesaretlenen Joe devam etti. "Tamam, bazılarının göl üzerindeki yanlışlık dediği o büyülü şehirdeki büyülü mekân Jango's'a gidelim. Bir diğer deyişle Cleveland, Ohio'daki. İkinci gösteri. Bitirme fırsatı bulamadığım gösteri ve hızımı almış gidiyordum, inanın bana çok iyiydim. Bana Wr saniye verin..."
Gözlerini kapadı. Kendini toparlamaya çalışıyor gibiydi. Tekrar açtığında her nasılsa on yaş gençleşmiş göründü. Çok şaşırtıcıydı. Ve konuştuğunda sadece sesinin değil, görünüşünün de Amerikalı gibi olduğum, gördü. Susannah bunu kelimelerle ifade edebileceğini sanmıyordu, ama doğru olduğunu biliyordu: karşısındaki adam Amerika yapımı Joe Col-lins'ti.
"Hey, bayanlar baylar, Jango's'a hoş geldiniz, ben Joe Collins, ama siz değilsiniz."
Roland kıkırdadı ve Susannah daha ziyade nezaket icabı gülümsedi... bu bayat bir espriydi.
"Müdüriyet size bunun bir papele iki bira gecesi olduğunu hatırlatmamı istedi. Anlaşıldı mı? Güzel. Onları motive eden kazanç, beni ise kendi popülaritem. Çünkü ne kadar çok içerseniz ben de o kadar komik-leşirim."
Susannah'nın gülümsemesi genişledi. Komedinin bir ritmi vardı, hayatı buna bağlı olsa bile kalabalık bir kulüpte beş dakika bile sahnede kalamazdı ama bunu o bile bilirdi. Bir ritim vardı ve Joe sallantılı bir başlangıcın ardından kendininkini buluyor gibiydi. Gözleri yarı kapalıydı ve Susannah sahne üzerinden seyircilerin renkli şekillerini -Büyücü'nün Küreleri gibi rengârenk- gördüğünü ve tüten elli sigaranın dumanının kokusunu hissettiğini tahmin edebiliyordu. Bir eli mikrofonun metal sapında; diğeri istediği hareketi yapabilmek için serbest. Joe Collins bir cuma gecesi Jango's'ta...
Hayır, cuma değil. Hafta sonları kulüplerin rock'n roll grupları tuttuğunu söylemişti.
"Şu göl üzerindeki hata saçmalığını boş verin, Cleveland güzel bir şehir," dedi Joe. Ritmini giderek arttırıyordu. Eddie olsa rap yapmaya başladığını söylerdi. "Ailem Cleveland'dandır, ama yetmiş yaşına geldiklerinde Florida'ya taşındılar. İstemediler ama ne yaparsınız, kanunlar böyle-Bing!" Joe parmak eklemleriyle kafasına vurdu ve gözlerini şaşılaştırdi-
Roland, Florida'nın nerede olduğuna dair en ufak fikri olmamasına rağmen tekrar kıkırdadı. Susannah'nın gülümsemesi iyice genişlemişti.
"Florida harika bir yerdir," dedi Joe. "Harikadır. Yeni evlilerin ve bir ayağı çukurda olanların yuvasıdır. Büyükbabam emekli olup Florida'ya gitmişti, ruhu şad olsun. Sonum geldiğinde ben de Büyükbaba Fred gibi uykumda, huzur içinde ölmek isterim. Kullandığı arabadaki yolcular gibi çığlıklar atarak değil."
Roland bunun üzerine kükrercesine güldü. Susannah da ona katıldı. Oy'un sırıtışı hiç bu kadar geniş olmamıştı.
"Büyükannem de harika bir kadındı. Yüzmeyi biri onu Cuyahoga Nehri'ne götürüp kayıktan suya ittiğinde öğrendiğini söyledi. Ben de ona dedim ki, 'Hey büyükanne, niyetleri sana yüzme öğretmek değilmiş.'"
Roland bir kahkaha patlattı, burnunu sildi, sonra tekrar güldü. Yanaklarına renk gelmişti. Kahkahalar metabolizmayı hızlandırıyordu, Susannah bunu bir yerde okuduğunu hatırlıyordu. Bu durumda kendisinin-ld de hızlanıyor olmalıydı, çünkü o da gülüyordu. Sanki tüm korkusu ve kederi açık bir yaradan akıyordu. Sanki...
Şey, kan gibi.
Zihninin gerisinde cılız bir alarm zili duydu ama umursamadı. Telaş edecek ne vardı ki? Gülüyorlardı Tanrı aşkına! Eğleniyorlardı!
"Bir dakikalığına ciddileşebilir miyim? Hayır mı? Eh, sen de üzerine bindiğin ihtiyar at da def olup gidin... yarın sabah uyandığımda ben ayık olacağım ama sen hâlâ çirkin olacaksın."
"Ve kel."
(Roland kükrercesine güldü.)
"Ciddi olacağım, tamam mı? Hoşunuza gitmezse kendiniz bilirsiniz, büyükannem harika bir kadındı. Kadınlar genellikle harikadır, biliyor ^uydunuz? Ama erkekler gibi onların da kusurları vardır. Mesela bir ka-dln fırlatılan topu yakalamakla bir bebeğin hayatını kurtarmak arasında
Dostları ilə paylaş: |