Genç kadın bir an için anlamadı. Sonra altın halkalı gözlere ve dikilmiş kulaklara baktı. Oy'u unutmuştu.
"Detta soracak olursa büyük ihtimalle kalmayı seçecektir, çünkü ondan hiçbir zaman fazla hoşlanmadı. Ama Susannah sorarsa... bilmiyorum."
Detta derhal kayboldu. Geri dönecekti -Susannah, Detta Wal-ker'dan asla tamamen kurtulamayacağını biliyordu ve bunun bir sakıncası yoktu zira artık kurtulmak istemiyordu- ama o an için gitmişti.
"Oy?" dedi yumuşak sesle. "Benimle gelir misin, tatlım? Jake'i tekrar bulabiliriz belki. Tam olarak aynısı olmayabilir, ama..."
Kötü Topraklar ve Empatika'mn Beyaz Toprakları'nı aştıkları süre boyunca neredeyse tamamen sessiz olan Oy konuştu. "Ake?" dedi. Ama sesinde güçlükle hatırlayanlarda olduğu gibi bir şüphe vardı ve bunu duymak Susannah'mn kalbini kırdı. Ağlamayacağına dair kendi kendine söz vermiş ve Detta ağlamayacağını garanti etmişti ama Detta gitmişti. Gözyaşları yine yanaklarından aşağı süzülmeye başladı.
"Jake," dedi. "Jake'i hatırlıyorsun, bir tanem. Hatırladığını biliyorum. Jake ve Eddie'yi."
"Ake? Ed?" Sesinde bir nebze kesinlik vardı. Hatırlıyordu.
"Benimle gel," dedi Susannah ve Oy, aracın arkasına atlayacakmış gibi ona doğru yürüdü. Sonra sebebini hiç bilmeden ekledi. "Bundan başka dünyalar da var."
Oy bu kelimeler ağzından dökülür dökülmez durdu. Oturdu. Sonra tekrar kalktı ve Susannah bir an için ümitlendi: belki insanların Nozz-A-La içip Takuro Spirit kullandığı ve Shinnaro marka makinelerle fotoğraf çektiği bir New York'ta hâlâ küçük bir ka-tet, bir dan-tete-tet olabilirlerdi.
Ama Oy, Silahşor'un yanına döndü ve yıpranmış çizmesinin dibine oturdu. Bu çizmeler çok uzun yollar aşmıştı. Kilometreler ve tekerlekler, tekerlekler ve kilometreler. Ama yürüyüş artık neredeyse son bulmuştu.
"Olan," dedi Oy ve tuhaf sesindeki kararlılık, Susannah'mn yüreğine taş gibi bir ağırlığın çökmesine sebep oldu. Kalçasında ağır tabancayı taşıyan yaşlı adama hüzünle döndü.
"İşte," dedi. "Senin de kendine has bir çekimin var, değil mi? Her zaman vardı. Eddie'yi bir ölüme, Jake'i bir diğerine çektin. Şimdiyse Patrick ve hatta Oy. Mutlu musun?"
"Hayır," dedi Silahşor ve Susannah gerçeği söylediğini gördü. Daha önce bir insanın yüzünde hiç böylesine bir hüzün ve yalnızlık görmemişti. "Mutluluktan hiç bu kadar uzak olmamıştım, New York'lu Susannah. Fikrini değiştirip kalabilir misin? Yolun son kısmını benimle alır mısın? O zaman mutlu olurum."
Susannah çılgınca bir an için kalmayı düşündü. Elektrikli aracı kapıdan -tek yönlüydü ve hiçbir vaatte bulunmuyordu- uzaklaştırmayı ve onunla Kara Kule'ye gitmeyi düşündü. Bir gün daha yetecekti; öğleden sonra kamp kuracaklar ve Roland'ın istediği gibi ertesi gün günbatımında Kule'ye varacaklardı.
Sonra rüyasını hatırladı. İlahi söyleyen sesleri. Sıcak çikolata bardağını uzatan genç adamı.
"Hayır," dedi yumuşak sesle. "Şansımı deneyip gideceğim."
Bir an için Silahşor'un işini kolaylaştırıp gitmesine izin vereceğini sandı. Ama sonra Roland'ın öfkesi -hayır, umutsuzluğu- acıyla birlikte kendini gösterdi. "Ama emin olamazsın! Ya rüya bir tuzaksa, Susannah? Ya kapı açıkken gördüklerin de bir hileyse? Ya doğruca geçiş karanlığına dalarsan?"
"O zaman karanlığı sevdiklerimin düşünceleriyle aydınlatırım."
"Bu işe yarayabilir," dedi Roland, Susannah'mn duyduğu en acı sesle. "İlk on yıl için... veya yirmi... hatta belki yüz. Peki sonra? Sonsuzluğun kalanında ne yapacaksın? Oy'u düşün! Sence Jake'i unutmuş mudur? Asla! Asla! Ömrü boyunca unutmayacak! Yanlış bir şey olduğunu hissediyor! Gitme, Susannah. Yalvarırım, gitme. Gerekirse dizlerimin üzerine çökerim." Ve Susannah, Silahşor'un söylediğini yapmakta olduğunu dehşetle gördü.
"Fikrimi değiştirmeyeceğim," dedi. "Ve bu seni son görüşüm olacaksa -kalbim öyle olduğunu söylüyor- sana dair son anım diz çöküşün olmasın. Sen diz çöken bir adam değilsin, Steven'ın oğlu Roland hiçbir zaman olmadın ve seni o şekilde hatırlamak istemiyorum. Seni Calla Bryn Stur-gis'te olduğun gibi dimdik ayakta görmek istiyorum; dostlarınla Jericho Tepesi'ndeyken olduğun gibi."
Roland ayağa kalkıp ona yöneldi. Susannah bir an için kaba kuvvetle kalmasını sağlamaya niyetlendiğini sanıp korktu. Ama Silahşor'un tek yaptığı, elini koluna koyup tekrar çekmek oldu. "Tekrar sorayım, Susannah. Emin misin?"
Susannah kalbine danıştı ve emin olduğuna karar verdi. Riskleri anlıyordu ama evet... emindi. Neden? Çünkü Roland'ın yolu, silahın yoluydu. Roland'ın yolu, onunla birlikte ilerleyenler için ölüm yoluydu. Bu gerçek daha önce defalarca kanıtlanmıştı. Yolculuğunun ilk günlerinde, hatta daha da önce, Hax'in ihanetine kulak misafiri olup asılmasını garantilediği çocukluk günlerinde. Hepsi iyi bir amaç yolundaydı (Beyaz adını verdiği için) ve Susannah'nın bundan hiçbir şüphesi yoktu ama Eddie ve Jake yine de iki ayrı dünyadaki mezarlarında yatmaya devam ediyordu. Aynı kaderin Oy'u ve zavallı Patrick'i de beklemekte olduğunu biliyordu.
Ölümleri fazla uzakta da değildi.
"Eminim," dedi.
"Pekâlâ. Bana bir öpücük verir misin?"
Susannah kolundan tutarak onu kendine çekti ve dudaklarına bir öpücük kondurdu. Soluğunu içine çektiğinde bin yılın, on bin kilometrenin nefesini çekmiş oldu. Ve evet, ölümün tadını aldı.
Ama senin ölümün değil, Silahşor, diye düşündü. Başkalarının ölümü, asla senin değil. Çekiminden kaçabilirim, bana yarayabilir.
Öpücüğü sonlandıran Susannah oldu.
"Kapıyı benim için açabilir misin?" diye sordu.
Roland kapıya yürüdü, tokmağı kavradı ve çevirdi. Kolayca dönmüştü.
Soğuk hava, Patrick'in uzun saçlarını uçuracak şiddetle kapıdan çıktı ve beraberinde kar taneleri getirdi. Susannah ince kar tabakasının altındaki yeşil otları, patikayı ve demir kapıyı görebiliyordu. Sesler, tıpkı rüyasında olduğu gibi "What Child Is This"i söylüyordu.
Central Park olabilirdi. Evet, olabilirdi; belki eksen üzerindeki dünyalardan birinde bir başka Central Park, onun geldiği dünyadaki değil, ama zamanla alışacağı kadar yakın bir versiyonu vardı.
Ya da belki Roland'ın dediği gibi bu bir tuzaktı.
Belki geçiş karanlığıydı.
"Bu bir tuzak," dedi zihnini okuduğu muhakkak olan Roland.
"Hayat bir tuzak, sevgiyse göz boyama," dedi Susannah. "Belki tekrar görüşürüz, yolun sonundaki açıklıkta."
"Öyle diyorsan öyle olsun," dedi Silahşor. Bir ayağını öne uzattı, çizmesinin yıpranmış topuğunu toprağa bastırdı ve eğilerek selam verdi. Oy ağlamaya başladı ama Silahşor'un sol çizmesinin yanından ayrılmadı. "Hoşça kal, canım."
"Hoşça kal, Roland." Ve Susannah yüzünü tekrar kapıya çevirdi, derin bir nefes aldı ve araca gaz vererek kapının içine doğru ilerledi.
"Bekler diye bağırdı Roland ama Susannah ne döndü, ne de ona baktı. Kapıdan geçti. Ve kapı ardından, Roland'ın Batı Denizi'nin kıyısındaki uzun yürüyüşünü yaptığı günlerden beri rüyalarına giren o tok sesle, sertçe kapandı. İlahi söyleyenlerin sesi artık duyulmaz olmuştu. Tek duydukları, rüzgârın sesiydi.
Gilead'h Roland şimdiden eski ve önemsiz görünen kapının önüne oturdu. Bir daha asla açılmayacaktı. Yüzünü ellerine gömdü. Onları o kadar sevmemiş olsaydı kendini bu kadar yalnız hissetmeyeceğini düşündü. Yine de duyduğu pek çok pişmanlık arasında kalbini tekrar açmak yoktu. O anda bile.
19
Daha sonra -sonrası hep vardır, değil mi?- kahvaltı etti ve kendini payına düşeni yemeye zorladı. Patrick iştahla yedi ve sonra, Roland eşyaları toparlarken bir kuytuya çekilip ihtiyacını giderdi.
Üçüncü bir tabak vardı ve hâlâ doluydu. "Oy?" diye sordu Roland tabağı Hantal Billy'ye doğru hafifçe iterek. "Bir lokma bile yemeyecek misin?"
Oy tabağa baktı ve iki adım geriledi. Roland başını salladı ve tabaktaki yemeği otların üzerine döktü. Belki Mordred yiyeceklere rastlar ve yemeye değer bulurdu.
Yola koyulduklarında sabahın yarısını geride bırakmışlardı. Roland Ho Fat H'yi çekiyor, Patrick başı öne eğik halde yanında yürüyordu. Ku-le'nin ritmi kısa süre sonra Silahşor'un kafasının içini tekrar doldurdu. Artık çok yaklaşmışlardı. Bu düzenli, kesintisiz ritim Susannah'ya dair düşünceleri zihninden uzaklaştırdı ve Roland buna memnun oldu. Kendini düzenli tempoya kaptırdı ve hüznün içini terk etmesine izin verdi.
Commala-gel-gel, diye şarkı söylüyordu artık ufkun hemen ötesinde olan Kara Kule. Commala-gel-gel, Silahşor gel-gel.
Commala-gele-gele, yolculuk bitmek üzere.
İKİNCİ BÖLÜM MORDRED
1
Birlikte yolculuk etmeye başladıkları uzun saçlı genç, Susannah'nın omzunu kavrayıp uzaktaki dans eden, turuncu ışıkları gösterdiği sırada dan-tete onları izliyordu. Mordred, Susannah'nın Beyaz Baha'sının büyük tabancalarından birini çekerek hızla döndüğünü gördü. Odd's Lane'deki evde bulduğu uzağı gören cam gözler bir an için Mordred'in elinde titredi. Kara Kuş Anne'sinin Ressam'ı vurmasını ne kadar da isterdi! Kadının içi suçlulukla dolup taşacaktı! Kör bir baltanın ağzı gibi içine gömülecekti, evet! Yaptığı korkunç şeyin etkisiyle namluyu kendi kafasına dayayıp tetiği ikinci kez çekmesi bile mümkündü. Yaşlı Beyaz Baba'sı uyanıp bunu gördüğünde ne yapacaktı?
Ah, çocuklar ne kadar da hayalperest olur.
Düşündükleri elbette gerçekleşmedi ama seyre değer pek çok şey oldu. Ancak bazılarını görmek güçtü. Çünkü dürbünün titremesine yol açan sadece heyecan değildi. Artık sıkıca giyinmişti, Dandelo'nun evinde pek çok insan giysisi bulmuştu ama hâlâ üşüyordu. Çok sıcak olduğu zamanlar hariç. Her iki anda da, soğuk veya sıcak, dişsiz bir ihtiyar gibi tir tir titriyordu. Joe Collins'in evinden ayrıldığından beri her şey kademeli olarak daha kötüye gitmişti. Yüksek ateş, kemiklerinde bir fırtına gibj kükrüyordu. Mordred artık aç değildi (çünkü artık Mordred'in iştahı yoktu) ama Mordred hastaydı, hastaydı, çok hastaydı.
Aslında, Mordred ölüyor olabileceğinden korkuyordu.
Yine de Roland'ın grubunu büyük bir ilgiyle izledi ve ateş beslenince daha iyi görmeye başladı. Kapının yoktan var olduğunu gördü ama üzerindeki sembolleri okuyamıyordu. Ressam'ın bir şekilde kapıyı çizerek var ettiğini anladı... ne tanrısal bir yetenekti! Mordred, onu sırf bu yeteneğin kendisine geçip geçmeyeceğini görmek için yemek istiyordu. Geçeceğinden şüpheliydi, yamyamlığın manevi tarafı fazla abartılıyordu ama yaşayıp görmekten ne zarar gelirdi?
Görüşmelerini izledi. Ressam'a ve İt'e kendisiyle gelip gelmeyeceklerini sızlanarak sormasını seyretti (anladı)
(benimle gel ki tek başıma gitmek zorunda kalmayayım, haydi, benimle gel, ikiniz de gelin, iihühü)
ve teklifi hem çocuk, hem de hayvan tarafından reddedilince hissettiği üzüntü ve öfkeye coşkuyla tanık oldu. Bu gelişmenin işlerini zorlaştıracağını bilmesine rağmen çok keyiflenmişti. (En azından birazcık zorlaştıracağını, şekil değiştirip hamlesini yaptığında dilsiz bir çocuk ve bir Hantal Billy, onu ne kadar engelleyebilirdi?) Bir an için kadının o öfkeyle Yaşlı Beyaz Baha'sını kendi tabancasıyla vuracağını sandı. Mordred bunu istemiyordu işte. Yaşlı Beyaz Baba'sı ona ait olacaktı. Kara Ku-le'den gelen ses öyle söylemişti. Hastaydı şüphesiz, belki de ölmek üzereydi ama Yaşlı Beyaz Baba'sı onun öğünü olacaktı, Kara Kuş Anne'sinin değil. O kadın, eti tek bir lokma bile yemeden çürümeye bırakırdı! Ama onu vurmadı. Onun yerine Yaşlı Beyaz Baha'sını öptü. Mordred bunu görmek istemiyordu, bakmak midesini her zamankinden daha beter bulandırdı ve bu yüzden dürbünü bir kenara bıraktı. Küçük bir kızılağaç grubu arasında, otların üzerine uzandı. Titriyor, bedeni kâh yanıyor kâh buz kesiyordu. Kusmamaya çalışıyordu (önceki günün tamamını bağırsaklarını hem alttan, hem üstten boşaltarak geçirmiş gibiydi; sonunda karın kasları bu çift yönlü trafiği kaldıramayacak kadar yorulmuş, boğazından ip gibi, sümüksü sıvılardan, arkasından ise kahverengi bir sıvıyla osuruklardan başka bir şey çıkmaz olmuştu) ve dürbünü gözlerine tekrar götürdüğünde Kara Kuş Anne'sinin kullandığı aracın arkasının kapıdan geçip kaybolduğunu gördü. Kapıdan dışarı bir şeyler savruluyordu. Toz olabileceklerini düşündü, ama kar olmaları daha muhtemeldi. Şarkı söyleyen sesler de vardı. Bunları duyunca midesi kadının Yaşlı Beyaz Silahşor Baha'sını öptüğünü gördüğü andaki gibi şiddetle bulandı. Sonra kapı çarparak kapandı, şarkı sesleri kesildi ve Silahşor yüzünü ellerine gömüp zırlayarak oracığa oturdu. Hantal Billy yanına gidip teselli etmek istercesine uzun burnunu çizmelerinin üzerine koydu, aman ne tatlı, kusmuk gibi tatlı. Şafak vaktiydi, Mordred biraz uyudu. Yaşlı Beyaz Baha'sının sesiyle uyandı. Mordred'in saklandığı yer rüzgâr altı olduğu için sözcükleri net bir şekilde duyabiliyordu: "Oy? Bir lokma bile yemeyecek misin?" Hantal Billy yemeyecekti. Silahşor bunun üzerine tüylü it için doldurduğu tabağı otların üzerine boşalttı. Mordred daha sonra, yola devam ettiklerinde (Yaşlı Beyaz Silahşor Baba'sı robotun onlar için yaptığı arabayı Kule Yolu üzerindeki tekerlek izleri boyunca omuzları çökmüş, başı öne eğik halde çekiyordu) kamp alanına süzüldü. Dökülen yemeğin bir kısmını gerçekten de yedi -Roland tüylü itin yemesini istediğine göre zehirli olmadığı muhakkaktı- ama üç dört lokmadan sonra durdu zira devam ettiği takdirde yediklerini hem alttan, hem üstten çıkaracağını biliyordu. Bunu tekrar yaşamak istemiyordu. Yediklerinin hiç olmazsa bir kısmını içinde tutmayı başaramazsa onları izleyemeyecek kadar bitkin düşerdi. Ve takip etmek zorundaydı, aradaki mesafenin kısa bir süre daha açılmaması gerekiyordu. O gece olmalıydı. O gece olmak zorundaydı çünkü ertesi gün Yaşlı Beyaz Baba'sı Kara Kule'ye ulaşacak ve artık çok geç olacaktı. Kalbinin sesi öyle diyordu. Mordred, Roland gibi ayaklarım sürüyerek yürümeye başladı, ama ondan da yavaş ilerliyordu. Ara sıra karnına giren bir sancıyla iki büklüm oluyor, şekli belirsizleşiyor, örümceğin siyah rengi te ninin altında yüzeye çıkacakmış gibi oluyor, kıllı bacaklar özgür kalmaya çalıştıkça kalın ceketinin altında yumrular belirip kayboluyor, dişlerini sı-kıp iradesini son damlasına dek kullanarak değişimi engellediğinde yine eski haline dönüyordu. Bir keresinde altını sıvı, kahverengi dışkıyla doldurdu, bir başka seferde de pantolonunu indirebildi. Öyle ya da böyle olması onun için fark etmiyordu. Kimse onu Hasat Balosu'na davet etmemişti, ha ha! Davetiye postada kaybolmuştu mutlaka! Daha sonra, saldırı zamanı geldiğinde küçük Kızıl Kral'ı serbest bırakacaktı. Ama şimdi gerçekleşirse bir daha şekil değiştiremeyeceğinden neredeyse emindi. Yeterince gücü olmayacaktı. Örümceğin hızlı metabolizması hastalığını, kuvvetli bir rüzgârın ateşi canlandırması gibi büyütürdü. Onu yavaşça öldürecek olan illet, o şekilde hızla öldürürdü. Bu yüzden mücadele etti ve vakit öğleyi geçtiğinde kendini biraz daha iyi hissetti. Kule'nin ritmi giderek şiddetleniyordu. Hem gücü, hem aciliyeti artıyordu. Kızıl Baba'smın sesindeki sabırsızlık da öyle. Ona acele etmesini, geride kalmamasını söylüyordu. Yaşlı Beyaz Silahşor Baba'sı haftalardır gecede dört saatten fazla uyumuyordu, çünkü her gece, artık gitmiş olan Kara Kuş Anne'siyle nöbet tutuyordu. Ama Kara Kuş Anne'sinin arabayı çekmesi hiç gerek-memişti, değil mi? Hayır, arabanın içinde Bok Ülkesi'nin kraliçesi gibi kurumla oturmuştu. Yani Yaşlı Beyaz Silahşor Baba'sı, Kara Kule'nin onu canlandırıp kendine çeken ritmine rağmen çok yorgundu. O gece ilk nöbeti tutmaları için Ressam'a ve İt'e güvenmesi gerekecek ya da bütün gece uyumayacaktı. Mordred kendisinin bir gecelik uykusuzluğa dayanabileceğini düşündü, çünkü bir başkasına sahip olamayacağını biliyordu. Önceki gece yaptığı gibi iyice yaklaşacaktı. Yaşlı canavarın uzağı görmeye yarayan cam gözleriyle onları izleyecekti. Uykuya daldıklarında son kez şekil değiştirecek ve saldıracaktı. Savunun, Mordred geliyor, he he! Yaşlı Beyaz Baba'sı belki uyanmazdı bile, ama Mordred uyanmasını ümit ediyordu. En sonunda. Başına ne geldiğini anlamasına yetecek kadar bir süre. O kıymetli Kara Kule'sine ulaşmasına saatler kalmışken oğlu tarafından ölüm diyarına gönderildiğini görmeliydi. Mordred yumruklarını sıktı ve parmaklarının siyaha dönüşmesini izledi. Örümcek bacaklarının kurtulmaya çalışmasıyla bedeninin yan taraflarında kendini gösteren korkunç, bir o kadar da keyif veren kaşıntıyı hissetti; aynı anda hem hamile olan, hem de olmayan Kara Kuş Anne'si yüzünden sekiz yerine yedi taneydiler. Kara Kuş Anne'sinin geçiş karanlığında sonsuza dek çığlıklar atarak çürümesini diledi; ya da karanlıktaki Büyükler'den biri onu bulup yiyene dek. Değişime hem karşı koyuyor, hem de tetikleyecek düşünceleri aklından geçiriyordu. Sonunda düşünmeyi bırakıp sadece mücadele etti ve değişim isteği azaldı. Bir zafer osuruğu gönderdi, ama bu seferki uzun ve kokulu olmasına rağmen sessizdi. Popo deliği artık ses üretemeyen, ancak yutkunan bozuk bir düdük gibiydi. Parmakları pembemsi beyaz rengine döndü ve vücudunun iki yanındaki kaşıntı hissi kayboldu. Başı, yüksek ateş yüzünden ağırlaşmış gibiydi, ince kolları (birer değnek gibiydiler) ürpererek ağrıyordu. Kızıl Baba'smın sesi bazen yüksek, bazen alçaktı ama daima oradaydı: Gel bana. Koş bana. Gel, sen çift olan. Gel-com-mala, gel akıllı oğlum. Kule'yi yerle bir edeceğiz, var olan ışığı yok edecek ve karanlığa birlikte hükmedeceğiz.
Gel bana.
Gel.
2
Geride kalan üçünün (kendisi de sayılırsa dördü) ka'nm şemsiyesinin altından kaçtığı muhakkaktı. Prim'm çekilmesinden beri Mordred Deschain gibi bir yaratık görülmemişti; yarı insan, yarısı da o zengin ve kudretli çorbadan bir parçaydı. Ka'mn böyle bir yaratığı o an karşı karşıya bulunduğu gibi sıradan bir ölüme layık bulmayacağı muhakkaktı: yemek zehirlenmesi sonucu yüksek ateş.
Roland olsa ona, Dandelo'nun ahırının civarında bulacağı yiyecekleri yemesinin kötü bir fikir olacağını söylerdi; aynı şekilde Robert Browning de. Habis veya değil, gerçekten bir at veya değil, Lippy (ismini muhtemelen daha iyi bilinen bir Browning şiiri olan "Fra Lippo Lippi"den al-
mıştı) Roland hayatına kafasına sıktığı bir kurşunla son verdiğinde zaten hasta bir hayvandı. Ama Mordred, bir ata benzeyen yaratık önüne çıktı-ğında örümcek bedenindeydi ve eti yemekten onu hiçbir şey alıkoyamazdı. Dandelo'nun sıska atından nasıl o kadar çok et -çok da yumuşak ve ılıktı- ve o kadar bol pıhtılaşmamış kan olduğunu içini bir tedirginlik sararak merak etmesi, insan şekline bürünmesinden sonra olmuştu. Ne de olsa bir kar yığınının içinde günlerce beklemişti. Kısraktan geri kalanların kaskatı donmuş olması gerekirdi.
Sonra istifralar başlamıştı. Ardından ateşi yükselmiş, Yaşlı Beyaz Baha'sını parçalayacak kadar yakınına ulaşmadan örümcek şekline bü-rünmemek için sıkça mücadele etmesi gerekmişti. Gelişi binlerce yıl öncesinin kehanetlerinde (çoğunlukla Mannilerin dehşet dolu fısıltılarla aktardıkları kehanetler) belirtilmiş varlık, büyüyünce yarı insan, yarı tanrı olacak varlık, insanlığın sonunu ve Prim'in geri dönüşünü izleyecek olan varlık... o varlık sonunda saf ve kötü kalpli bir çocuk olarak vücut bulmuştu ve mide dolusu zehirli at eti yüzünden ölmek üzereydi.
Isa'nın bunda hiçbir payı olamazdı.
3
Roland ve iki yoldaşı, Susannah'nın onları terk ettiği gün fazla bir ilerleme kaydedemedi. Kule'ye ertesi gün günbatımında varmayı planladığı için o gün kısa bir mesafe almayı kararlaştırmamış olsaydı bile daha fazla ilerleyemezdi. Cesareti kırılmıştı, yalnızdı ve ölesiye yorgundu. Patrick de yorgundu ama o hiç olmazsa isterse arabada yolculuk edebiliyordu. O günün büyük bir bölümünde kâh uyuklayarak, kâh resim çizerek arabada gitmeyi tercih etmişti. Ara sıra inip kısa süreler için yürümüş, sonra Ho Fat Il'ye tekrar binip kıvrılarak uyumuştu.
Roland, Kule'nin ritmini kalbinde ve kafasının içinde kuvvetli bir şekilde hissedebiliyordu. Kule'nin artık binlerce ses söylüyormuş gibi gelen şarkısı çok güçlü ve tatlıydı, ama kemiklerini dolduran kurşunu bu bile yok edemiyordu. Mola verip öğle yemeği yiyebilecekleri gölgelik bir alan ararken (vakit öğle sonrasını bulmuştu) bitkinliğini ve üzüntüsünü bir anlığına unutturan bir şey gördü.
Yolun kenarında boş arsadakinin kusursuz bir ikizi gibi görünen yabani bir gül vardı. Mevsime kafa tutarcasına açmıştı; Roland baharın başlarında olduklarını düşünüyordu. Dışı toz pembe, içi parlak kırmızıydı; Roland bir kalbin arzusunun rengi olduğunu düşündü. Gülün önünde diz çöktü, kulağını taçyapraklarına yaklaştırdı ve dinledi.
Gül şarkı söylüyordu.
Bitkinlik olduğu gibi kaldı, (mezarın bu tarafında hep olduğu gibi) ama yalnızlık ve üzüntü hiç olmazsa bir süre için yüreğini terk etti. Gülün kalbine bakmak istedi ama sapsarı merkezi öylesine parlaktı ki doğruca bakmak mümkün değildi.
Gan'ın geçiti, diye düşündü. Bunun tam olarak ne anlama geldiğinden emin değildi ama haklı olduğunu biliyordu. Evet, Gan'ın geçiti, öyle!
Bu gül, boş arsadakinden hayati bir fark gösteriyordu: hastalık hissi ve belli belirsiz ahenksiz sesler yoktu. Bu gül çok sağlıklı, ışık ve sevgiyle doluydu. O ve diğerleri... tümü... öyle olmalıydı...
Işınlar'ı onlar besliyor, değil mi? Kokuları ve şarkılarıyla. Işınlar'ın onları beslediği gibi. Bu yaşayan bir güç sahası, veren ve alan her şey Kale'den yayılıyor. Ve bu sadece ilki, en dıştaki. Can'-Ka No Rey'de tıpkı bunun gibi on binlercesi var.
Bu düşüncenin şaşkmlığıyla kendini bir an güçsüz hissetti. Sonra içi öfke ve korkuyla doldu: o muhteşem kırmızı battaniyeyi gören yegâne kişi çılgının tekiydi. Dizginleri izin verirse hepsini bir anda kavurabilirdi.
Biri omzuna tereddütle dokundu. Ayağının dibinde duran Oy'la Pat-rick'ti dokunan. Gülün gerisindeki otlarla kaplı alanı işaret edip yeme hareketleri yaptı. Sonra gülü gösterip çiziyormuş gibi yaptı. Roland pek aç değildi ama çocuğun diğer fikri çok hoşuna gitti.
"Evet," dedi. "Burda birkaç lokma yeriz ve belki sen gülün resmini çizerken ben de küçük bir şekerleme yapabilirim. îki resim yapabilir misin,
Patrick?" Anladığından emin olmak için sağ elinin kalan parmaklarından ikisini kaldırdı.
Hâlâ anlamamış olan delikanlı kaşlarını çatarak başını hafifçe yana eğdi. Parlak saçları bir omzu üzerine perde gibi inmişti. Roland, Susan-nah'nın çocuğun saçlarını sözsüz itirazlarına rağmen derede yıkayışını hatırladı. Bu, Roland'ın aklına gelmezdi, ama delikanlı saçları yıkandıktan sonra çok daha iyi görünmeye başlanmıştı. Parlak saçlara bakınca içi, gü. le rağmen Susannah'ya duyduğu özlemle doldu. Susannah hayatına zarafet getirmişti. Ve bu sözcük o gidene dek aklından geçmemişti.
Artık yanında Patrick vardı; son derece yetenekliydi ama kavrayışı usandıracak kadar yavaştı.
Roland resim defterini, ardından gülü işaret etti. Patrick başını salladı, bu kadarını anlamıştı. Roland sonra sağlam elinin iki parmağını kaldırıp tekrar resim defterini gösterdi. Bu kez Patrick'in yüzü kavrayışın ışığıyla aydınlandı. Gülü, defteri, Roland'ı ve sonra kendini gösterdi.
"Aynen öyle, koca oğlan," dedi Roland. "Gülün ikimiz için birer resmi. Çok güzel, değil mi?"
Patrick başını hevesle salladı ve Roland yemeği hazırlarken çizmeye koyuldu. Roland yine üç tabak hazırlamış, Oy yemeyi yine reddetmişti. Roland, Hantal Billy'nin altın halkalı gözlerine bakıp bomboş olduklarını görünce -bir tür kayıp- içinde bir şeyler kırıldı. Oy bu şekilde yememeye daha fazla devam edemezdi; zaten fazlasıyla zayıftı. Cuthbert olsa, muhtemelen gülümseyerek kemik torbası derdi.
"Neden öyle bakıyorsun?" diye sordu Hantal Billy'ye tersçe. "Onunla gitmiş olmayı diliyorsan fırsatın varken gitmeliydin! Neden şimdi bana öyle mahzunca bakıyorsun?"
Oy, ona bir süre daha baktı ve Roland, küçük yaratığın duygularını incitmiş olduğunu gördü; aptalca ama doğruydu. Oy kuyruğunu indirerek uzaklaştı. Roland, onu geri çağırmayı düşündü ama bu daha da aptalca olurdu, değil mi? Planı neydi? Hantal Billy'den özür dilemek mi?
İçi kendine öfke ve hoşnutsuzlukla doldu; Eddie, Susannah ve Jake'i Amerika tarafından hayatına çekmeden önce böyle hisleri bilmezdi. Onlar gelmeden önce neredeyse hiçbir şey hissetmezdi; o günlerde hayatı basitti ve bunun da kendine göre iyi yanları vardı. En azından sert çıktığı için bir hayvandan özür dilemesi gerekip gerekmediğini düşünmezdi, tanrılar aşkına.
Gülün yanı başına çömelerek şarkısının sakinleştirici gücüne ve merkezinden yayılan parlak ışığına -sağlıklı ışığına- doğru eğildi. Sonra Patrick dikkatini çekmek için kuş ötüşüne benzeyen sesi çıkardı ve gülün resmini yapabilmesi için biraz kenara çekilmesini işaret etti. Bu, Roland'ın hissettiği rahatsızlığı ve sinir bozukluğunu arttırdı ama yine de tek kelime etmeden gülden uzaklaştı. Ne de olsa resmi yapmasını Patrick'ten isteyen kendisiydi, değil mi? Susannah orada olsa gözlerinin, çocuklarının yaramazlıkları üzerine bakışan anne babalar gibi nasıl anlayışla birleşeceğini düşündü. Ama Susannah orada değildi elbette; sonuncularıydı ve artık o da yoktu.
Dostları ilə paylaş: |