KUZEY MERKEZ POZİTRONİK, LTD.
INew York// Maksimum Güvenlik
Susannah tüm bunları diğer tarafta da gördüğü için biliyordu ama SÖZLÜ GİRİŞ KODU GEREKLİ yazısının altında uğursuzca yanıp sönen kıpkırmızı harflerle şu yazılıydı:
#9 SON VARSAYILAN
"Şimdi ne yapmak istersiniz, hanımefendi?" diye sordu, Nigel.
"Beni yere bırak, hayatım."
Bir an için Nigel, ona karşı gelse ne yapacağını düşündü ama robot tereddüt etmedi bile. Susannah eski stiliyle kapıya doğru süründü-yürü-dü-emekledi ve ellerini üzerine dayadı. Kapı ne ahşaptan, ne de metalden yapılmış gibiydi. Çok hafif bir mırıltı duyabiliyordu. Chassit'i (Ali Baha'nın açıl susam 'inin kendi versiyonu) denemeyi düşündü ama zahmet etmedi. Bir kapı kolu bile yoktu. Tek yönlü, tek yönlü anlamındaydı; şaka yapmıyorlardı.
(JAKE!)
Tüm gücüyle gönderdi.
Cevap yoktu. O belli belirsiz
(naynanay)
saçma kelime bile. Bir süre daha bekledi, sonra arkasına döndü ve sırtını kapıya yaslayarak oturdu. Yedek şarjörleri açık bacaklarının arasına bırakarak Walther PPK'yı sağ elinde tutmaya devam etti. Sırtı kilitli bir kapıya dayalıyken sahip olunabilecek iyi silahlardan biriydi; ağırlığı hoşuna gidiyordu. Bir zamanlar diğerleriyle birlikte pasif direniş adında bir protesto yönteminin eğitimini almıştı. Yumuşak karnını ve diğer hassas bölgelerini koruyarak yemekhanenin zeminine yat. Sana vuranlara, hakaret edenlere, ailene şovenlere karşılık verme. Zincirlerinde şarkı söyle. Eski arkadaşları şimdi olduğu kişiyi görselerdi ne derlerdi?
"Biliyor musun? Umurumda bile değil," dedi Susannah. "Pasif direniş de öldü."
"Hanımefendi?" "Yok bir şey, Nigel." "Hanımefendi acaba size..." "Ne yaptığımı mı soracaksın?" "Evet, tam üstüne bastınız." "Bir arkadaşı bekliyorum, Chumley. Bir dostu." DNK 45932'nin ona isminin Nigel olduğunu hatırlatacağını sandı, ama beklediği gerçekleşmedi. Robot, onun yerine ne kadar beklemeye niyetli olduğunu sordu. Susannah, ona cehennem donana dek bekleyeceğini söyledi. Bunun üzerine uzun bir sessizlik oldu. Sonunda Nigel sordu. "O halde ben gidebilir miyim, hanımefendi?" "Nasıl göreceksin?"
"Kızılötesi görüş sistemini açtım. Üç-X makrovizyon kadar tatmin edici değil ama tamirat bölümüne gitmeme yeter."
"Tamirat bölümünde seni tamir edebilecek biri var mı?" diye merakla sordu Susannah. Şarjörü serbest bırakan düğmeye bastı, sonra çıkan yağlı, metalik ŞAK! sesinden ilkel bir zevk alarak geri yerleştirdi.
"Bunu bilmiyorum, hanımefendi," diye cevapladı Nigel. "Ama olasılığın çok düşük, yüzde birden az olduğunu söyleyebilirim. Kimse gelmezse ben de sizin yaptığınız gibi bekleyeceğim."
Susannah kendini aniden çok yorgun hissederek başını salladı; büyük görevin orada bittiğinden bir anda emin oldu... orada, bir kapının önünde. Ama pes etmiyordunuz, değil mi? Pes etmek korkaklara görey-di, silahşorlara değil.
"İyi olasın, Nigel... beni taşıdığın için teşekkür ederim. Uzun günler ve hoş geceler dilerim. Umarım gözlerine kavuşursun. Onları parçaladığım için üzgünüm ama kötü bir zamandı ve hangi tarafta olduğunu bilmiyordum."
"Esenlikler dilerim, hanımefendi."
Susannah başını salladı. Nigel gürültülü adımlarla uzaklaştı ve Susannah, New York'a açılan kapının kör tarafında yapayalnız kaldı. Jake'i bekliyordu. Jake'i dinliyordu.
Ama tek duyduğu, duvarların gerisindeki paslı makinelerin gıcırtılı mırıltısıydı.
BEŞİNCİ BÖLÜM ORMANDA, KUDRETLİ ORMANDA
1
Jake'in orada kalıp peder ile birlikte ölmesini sadece sığ adamlarla vampirlerin Oy'u öldürebilecekleri düşüncesi engelledi. Kararını vermesi pek uzun sürmedi,
(OY, YANIMA GEL!)
diye haykırdı toplayabildiği tüm zihinsel güçle ve Oy hızla ayaklarının dibine koştu. Jake, kaplumbağa yüzünden büyülenmişçesine hareketsiz kalan ve SADECE PERSONEL yazılı kapının iki yanında dikilen sığ adamların arasından geçti. Oy ile restoranın loş turuncu-kırmızı ışığından bembeyaz, göz alıcı bir aydınlığa ve yemeklerin keskin kokusuna girdiler. Sıcak ve ıslak buhar Jake'in yüzünü yaladı; (orman)
belki arkadan gelecekler için sahneyi hazırlıyordu. (kudretli orman)
belki de hazırlamıyordu. Gözbebekleri küçülünce görüşü netleşti ve Dixie Pig'in mutfağında olduğunu gördü. Ve bu ilk kez de değildi. Bir keresinde, Kurtlar'ın Calla Bryn Sturgis'e gelmesinden kısa bir süre önce Jake, Susannah'yı (ama o zaman Mia'ydı) bir rüyada takip etmiş ve yiye. cek aradığı bomboş, kocaman bir mutfağa gitmişlerdi. O mutfak buydu, ama artık bomboş değildi, canlı bir telaş hâkimdi. Dev bir domuz, açık ocağın üzerindeki ateşte kızarıyordu. Ateşe düşen her yağ damlası alevle-rin demirlerin arasından biraz daha yükselmesine sebep oluyordu. İki tarafta devasa fırınlar vardı. Üzerlerindeki kazanlar neredeyse Jake ile aynı boydaydı. Kazanlardan birini karıştıran gri derili yaratık o kadar iğrençti ki Jake, ona bakmaya güçlükle tahammül edebildi. Kalın dudaklı, gri ağzının her iki yanından yukarı iri, kıvrık dişler uzanıyordu. Sarkık yanakları siğillerle kaplıydı. Yaratığın üzerindeki beyaz aşçı önlüğü ve kafasındaki şapka her nasılsa kâbusu tamamlıyor, bir kat cilayla sabitliyordu. Bu iğrenç mahlukun gerisinde, buharın arasında neredeyse kaybolmuş iki beyaz önlüklü yaratık yan yana bulaşık yıkıyordu. İkisinin de boynunda fularlar vardı. Biri insandı, on yedi yaşlarında bir delikanlıydı. Diğeriyse bacaklar üzerinde dev bir ev kedisi gibiydi.
"Vai, vai, los mostros pubes, tre cannits en founs!" dedi korkunç şef bulaşıkçı gençlere cırlak bir sesle. Jake'i fark etmemişti. İçlerinde sadece biri -kedi- fark etti. Kulaklarını geriye yatırıp tısladı. Jake sağ elindeki Oriza'yı hiç düşünmeden fırlattı. Buharla kaplı mutfakta ıslık çalarak ilerleyen Oriza, kedi-yaratığın kafasını bedeninden ayınverdi. Kafa bulaşık suyunun içine yuvarlandığı sırada yeşil gözler hâlâ parlıyordu.
"San fai, can dit los!" diye haykırdı şef. Ya olanların farkında değildi ya da kavramakta güçlük çekiyordu. Jake'e döndü. Gri, eğimli alnının altındaki bulanık gri-mavi gözler, sezgili bir yaratığa aitti. Jake yaratığı karşıdan görünce tam olarak ne olduğunu anladı: bir tür canavarımsı, zeki yaban domuzuydu. Bu da kendi cinsini pişirdiği anlamına geliyordu. Dixie Pig'e son derece uygundu.
"Can foh pube ain-tet can fah! She-sopan! Vai!" Bu Jake'e söylenmiş ti. Ve sonra, çılgınlığı tamamlarcasına: "Ve yıkamayacaksan başlama biler
Diğer bulaşıkçı, insan olan, şefi uyarmak için bağırıyordu ama do-uz_yaratık ona aldırmadı. Görünüşe bakılırsa şef, yardımcılarından birini öldürdüğü için ölü kedinin yerine Jake'in geçmesi ve yarım bıraktığı j«e devam etmesi gerektiğini düşünüyordu.
Jake diğer tabağı fırlattı ve yaban domuzunun boğazını yararak sesini kesti. Yaratığın sağındaki fırının üzerine belki bir galon kan fışkırdı ve cızırdayarak korkunç bir kokuya neden oldu. Yaban domuzunun kafası önce sağa, ardından geriye düştü ama tamamen kopmadı. Yaratık (boyu iki metre on santim vardı) sol tarafına doğru iki sarsak adım attı ve şişte çevrilen, cızırdayan domuza sarıldı. Başı bedeninden biraz daha ayrılarak yaratığın sağ omzu üzerinden sarktı. Tek gözü, buharla buğulanmış flore-san lambalara dönmüştü. Yaratığın elleri, sıcağın etkisiyle şişteki domuza yapıştı ve erimeye başladı. Sonra yaban domuzu ateşin üzerine kapaklandı ve önlüğü alev aldı.
Jake tam vaktinde döndü ve diğer bulaşıkçının bir elinde bir et bıçağı, diğerinde satırla kendisine yaklaşmakta olduğunu gördü. Jake saz keseden bir 'Riza daha çıkardı ama fırlatmasını, piç kurusuna Margaret Ei-senhart'ın "derin saç kesimi" dediğini yapmasını söyleyen kafasının içindeki sese rağmen tabağı fırlatmadı. Margaret Eisenhart'ın bu sözü üzerine diğer Tabak Kardeşleri katıla katıla gülmüştü. Jake fırlatmayı çok istediği halde kendini tutmaya devam etti.
Karşısındaki, mutfağın parlak beyaz ışığı altında teni solgun, sarım-sı-gri görünen bir genç adamdı. Hem dehşete düşmüş, hem de kötü beslenmiş gibi görünüyordu. Jake tabağı uyarırcasına kaldırınca delikanlı durdu. Ama gözlerini diktiği Jake'in elindeki 'Riza değil, ayaklarının dibindeki Oy'du. Hantal Billy'nin tüm tüyleri kabarmış, cüssesini neredeyse iki katına çıkarmıştı ve diş gösteriyordu.
"ingilizce..." diye başladı Jake ama o sırada restoranın kapısı açıldı. Sığ adamlardan biri hızla içeri daldı. Jake tabağı hiç tereddüt etmeden fırlattı. Buhar dolu parlak havada inleyerek süzülen tabak yabancının boğazını tam Adem elmasının üzerinden biçti. Kafasız beden alkışlan Kabul ederek seyirciyi selamlayan bir komedyen gibi önce sola, sonra sağa doğ-ru sendeledikten sonra yere kapaklandı.
Jake hemen bir diğer tabağı çekip aldı ve sai Eisenhart'ın "yüklü" dediği pozisyonu alarak kollarını göğsünde çaprazladı. Bıçakla satırı hâlâ tutmakta olan bulaşıkçı gence baktı. Ama gözlerinde tehdit eder bir ifade olmadığını düşündü. Tekrar denedi ve bu kez soruyu tamamlayabildi. "İngilizce biliyor musun?"
"Evet," dedi delikanlı. Bulaşık yıkamaktan kızarmış başparmağı ve işaret parmağını Jake'e göstererek birbirine yaklaştırmak için satırı elinden bıraktı. "Ama sadece azıcık. Buraya geldiğimde başladım öğrenmeye." Diğer elini açınca et bıçağı da satırın yanını boyladı.
"Orta-Dünya'dan mı geldin?" diye sordu Jake. "Ordan geldin, değil mi?"
Bulaşıkçı gencin fazla zeki olduğunu sanmıyordu ("Parlak değil," diye burun kıvırırdı Elmer Chambers) ama en azından ev hasreti çekecek kadar akıllıydı; duyduğu dehşete rağmen Orta-Dünya'nm adını duyunca gözlerinde bir pırıltı belirmişti. "Evet," dedi bulaşıkçı. "Ludweg'den geldim ben."
"Lud şehrine yakın mı?"
"Beğensen de beğenmesen de kuzeyinde oranın," dedi delikanlı. "Beni öldürecek misin, ahbap? Mutsuzum ama istemiyorum ölmeyi."
"Bana doğruyu söylersen ölümün benim elimden olmayacak. Burdan bir kadın geçti mi?"
Bulaşıkçı bir anlık duraksamadan sonra, "Evet," dedi. "Sayre ve adamlarının elindeydi. Kadın pek kendinde değil, başı önde..." Kafasını sallayarak gördüğünü taklit etti ve köyün delisine daha da benzedi. Jake, Roland'ın Mejis'teki günlerini anlatırken bahsettiği Sheemie'yi hatırladı.
"Ama ölmemişti."
"Hayır. Nefes aldığını duydum."
Jake kapıya baktı ama gelen giden yoktu. Henüz. Bir an önce gitmeliydi ama...
"Adın nedir, ahbap?"
"Jochabim, Hossa'nın oğlu."
"Dinle, Jochabim. Bu mutfağın ötesinde New York adında bir dünya var ve senin gibi gençler özgürce yaşıyor. Fırsatın varken burdan çıkmanı öneririm."
"Beni bulur onlar, geri getirirler ve cezalandırırlar." "Hayır anlamıyorsun, dışarısı tahmin edemeyeceğin kadar büyük. Lud'un eskiden..."
Jochabim'in boş gözlerine baktı ve hayır, diye düşündü. "Asıl anlamayan benim. Ve onu gitmeye ikna etmek için daha fazla vakit harcarsam hiç şüphesiz sonum...
Restorana giden kapı tekrar açıldı. Bu kez iki sığ adam vardı. Kapıdan aynı zamanda geçmeye kalkışınca bir anlığına omuz omza çerçeveye sıkıştılar. Jake tabakların ikisini birden fırlattı ve buğulu havada çaprazlama uçuşlarını izledi. 'Rizalar yeni gelen iki sığ adamı aynı anda kafasız bıraktı. Sırtüstü düştüler ve kapı bir kez daha kapandı. Jake, Piper Oku-lu'ndayken Pers Ordusu'nun Yunan Ordusu'nun on katı olduğu Thermopylae Savaşı'nı işlemişlerdi. Yunanlılar, Persleri dar bir dağ geçitine çekmişlerdi; onun ise mutfak kapısı vardı. Birer ikişer geldikleri sürece (ki onu bir şekilde ablukaya almadıkları sürece öyle yapmaları gerekecekti) hepsini haklayabilirdi.
En azından Orizaları tükenene kadar. "Silahlar?" diye sordu Jochabim'e. "Burda silah var mı?" Jochabim başını iki yana salladı, ama yüzündeki ifade öylesine donuktu ki mutfakta silah yok diyor da olabilirdi, seni anlamıyorum da.
"Pekâlâ, ben gidiyorum," dedi Jake. "Ve fırsatın varken sen de girmezsen göründüğünden de aptalsın demektir, Jochabim. Dışarda video oyunları var, oğlum... düşünsene."
Ama Jochabim, ona hâlâ aynı ebleh yüz ifadesiyle bakıyordu. Bunu Sören Jake pes etti. Biri kapının diğer tarafından ona seslendiğinde Oy ''e konuşmak üzereydi.
"Hey, evlat." Kaba. Güvenli. Bilmiş. Jake bunun beş papel için sizi vurabilecek veya canı istediğinde sevgilinizle sevişecek bir adamın sesi olduğunu düşündü. "Rahip arkadaşın öldü. Aslında arkadaşın akşam yemeği oldu. Daha fazla saçmalık olmadan dışarı çıkarsan belki tatlı olmaktan yırtarsın."
"Cehenneme git," dedi Jake. Sözleri Jochabim'in aptallık duvarını bile geçmiş olmalıydı, genç bulaşıkçı şok olmuş görünüyordu. "Son şansın," dedi kaba ses. "Dışarı çık."
"Siz girin," diye bağırdı Jake. "Bir sürü tabağım var!" Aslında içinde hızla koşup kapıdan geçerek restoranın yemek salonundaki sığ adamlar ve kadınlarla çarpışmak için çılgınca bir dürtü vardı. Hem bu fikir, Ro-land'ın da bileceği gibi o kadar çılgınca değildi; böyle bir saldırıyı hiç beklemiyor olacaklardı ve çabuk fırlatacağı yarım düzine tabakla onları paniğe sokup bir kargaşa yaratma şansı vardı.
Asıl sorun, perdenin gerisinde karınlarını doyuran canavarlardı. Vampirler. Onlar paniğe kapılmayacaktı ve Jake bunu biliyordu. İçinden bir ses, Büyükbabalar mutfağa girebilmiş olsaydı (ya da belki onları yemek salonunda tutan, sadece ilgisizlikleriydi, pederin cesedinden geri kalanlar onlara daha çekici geliyordu) çoktan ölmüş olacağını söylüyordu. Muhtemelen Jochabim de onunla aynı kaderi paylaşacaktı.
Tek dizinin üzerine çökerek mırıldandı. "Oy, Susannah'yı bul!" Ve mesajını çabuk bir zihinsel görüntüyle kuvvetlendirdi.
Hantal Billy, Jochabim'e güvensizce bir bakış fırlattıktan sonra yeri koklamaya başladı. Zemin yakın zamanda paspaslandığı için nemliydi. Jake, Oy'un kokuyu bulamayacağından korktu. Sonra hayvan kısa, keskin bir ses çıkardı (bir insanın kelimesinden ziyade bir köpeğin havlamasını andırıyordu) ve burnu yerde, mutfaktaki ocaklarla buharlı pişiriciler arasındaki boşlukta ilerlemeye başladı. Şef Yaban Domuzu'nun dumanı tüten cesedini koklamak için kısaca durduktan sonra ilerlemeye devam etti. "Beni dinle, küçük piç!" diye bağırdı kapının diğer tarafındaki sığ adam. "Sabrım tükenmek üzere!"
"Güzel," diye karşılık verdi Jake. "Haydi içeri gel! Bakalım geri dönebilecek misin!"
Jochabim'e bakarak sesini çıkarmaması için parmağını dudağına bastırdı. Bulaşıkçı genç, ona neredeyse fısıldarcasına, alçak sesle bir şey söylediği sırada dönüp kaçmak üzereydi; Jochabim bağırarak dışarıdaki-lere çocuk ve Hantal Billy'nin Thermopylae Geçiti'ni artık tutmadığını haber verene dek ne kadar zamanı olacağını hiç bilmiyordu.
"Ne?" diye sordu Jake, ona güvensizce bakarak. Delikanlı akıl tuzağına dikkat et demiş gibi gelmişti ama bunun bir anlamı yoktu, değil mi?
"Akıl tuzağına dikkat et," dedi Jochabim daha açık seçik konuşarak ve sonra kirli tabaklara döndü.
"Ne akıl tuzağı?" diye sordu Jake, ama Jochabim, onu duymazdan geldi. Kalıp onu sorguya çekecek zamanı yoktu. Omzunun gerisinden arkayı kontrol ederek Oy'a yetişmek için koştu. Sığ adamlar içeri girecek olursa bunu ilk bilen kendisi olmak istiyordu.
Ama kimse girmedi, en azından Oy'un peşinden bir başka kapıdan geçip restoranın kilerine, kahve ve baharat kokan, kutularla dolu loş odaya girene dek. Doğu Stoneham Levazımatçısı'nın arkasındaki depoya benziyordu ama burası daha temizdi.
2
Dixie Pig'in kilerinin diğer ucunda kapalı bir kapı vardı. Gerisindeki basamaklar Tanrı bilir nereye kadar iniyordu. Kirli, sinek pislikleriyle kaplı cam hazneler gerisindeki düşük voltajlı ampuller merdivenlere hafif bir aydınlık veriyordu. Oy hiç tereddüt etmeden basamaklardan inmeye başladı. Başının ve kuyruk kesiminin düzenli salınımı neredeyse komikti. Burnunu yerden ayırmadan ilerliyordu. Jake, Oy'un Susannah'nın kokusunu takip eteğini biliyordu, bunu küçük dostunun zihninde görebiliyordu.
Jake basamakları saymayı denedi, yüz yirmiye kadar geldi ama sonra 'Pin ucunu kaçırdı. Hâlâ New York'ta (veya altında) olup olmadıklarını merak ediyordu. Bir keresinde hafif ama tanıdık bir gürleme duydu. Bir metro treninin sesine benziyordu. Eğer öyleyse hâlâ New York'talar de. mekti.
Basamaklar nihayet sona erdi. Otel lobisine benzeyen, tonozlu, dev bir salona varmışlardı ama otel yoktu. Burnunu yerden ayırmayan Oy, sa-lonu boydan boya geçti. Kuyruğu kısa yaylar çizerek sallanıyordu. Jake ona yetişmek için koşmak zorunda kaldı. Artık keseyi doldurmayan 'Rj. zalar, birbirlerine çarparak gürültü yapıyordu. Lobi benzeri salonun diğer ucunda büfemsi bir yapı vardı. Tozlu camlarından birine şöyle yazılmıştı:
NEW YORK HATIRASI SATIN ALMAK İÇİN SON ŞANS. Bir başka yazı şuydu: 11 EYLÜL 2001'i ZİYARET EDİN! BU MUHTEŞEM OLAY İÇİN HÂLÂ BİLET VAR! DOKTOR RAPORU OLMAYAN ASTİMLİLARA YASAK! Jake, 11 Eylül 2001'de o kadar harika ne olabileceğini merak etti, sonra bilmek istemediğine karar verdi.
Kafasının içinde aniden, doğruca kulağına söylenmiş gibi net bir ses duydu: Hey! Hey Pozitronikçi bayan! Hâlâ orada mısın?
Jake, Pozitronikçi bayanın kim olduğunu bilmiyor ama soruyu soran sesi çok iyi tanıyordu.
Susannah! diye bağırdı hediyelik eşya dükkânının yanında durarak. Yorgun suratında şaşkın, neşeli bir sırıtış belirdi ve onu yine bir çocuk yüzüne çevirdi. Suze, orada mısın?
Susannah'nın şaşkın bir mutlulukla bağırdığını duydu. Jake'in onu takip etmeyi bıraktığını fark eden Oy geri dönerek sabırsızca, "Ake.'Ake," dedi. Jake o an için dostunu duymazdan geldi.
"Seni duyuyorum!" diye bağırdı. "Nihayet! Tanrı'm, kiminle konuşuyordun öyle? Bağırmaya devam et ki sesini takip ederek sana..."
Arkasından -belki basamakların tepesinde, belki merdiveni yarılamış- birinin sesi geldi. "Bu o!" Silah sesleri oldu ama Jake onları zorlukla duydu. Bir şey sürünerek zihnine girmiş ve onu dehşete düşürmüştü. Düşünsel bir el gibiydi. Kapının ötesinden onunla konuşan sığ adam olabil ceğini düşündü. Sığ adamın eli, Jake Chambers'ın Dogan'ı denebilecek bir yerdeki kontrol düğmelerini bulmuş, ayarlarla oynuyordu. Onu
(beni dondurmaya beni dondurmaya ayaklarımı yere mıhlamaya)
durdurmaya çalışıyordu. Ve bu ses zihnine, mesaj alıp gönderdiği sırada girmişti. Açıkken...
Jake! Jake, neredesin?
Susannah'ya cevap verecek zaman yoktu. Jake, Sesler Mağara-sı'ndaki Bulunmamış Kapı'yı açabilmek için zihninde milyonlarca kapının açılışını canlandırmıştı. Şimdiyse birinin Tanrısal bir gümbürtüyle, şiddetle kapandığını hayal etti.
Tam vaktinde yapmıştı. Ayakları bir süre daha zemine yapışık kaldı. Sonra bir şey acıyla haykırdı ve geri çekildi. Jake'i serbest bıraktı.
Jake önce,sarsakça, sonra hızla ilerledi. Ucuz kurtulmuştu! Susannah'nın çok uzaklardan gelen seslenişini tekrar duydu ama cevap vererek zihnini tekrar açmaya cesaret edemedi. Tek umudu, Oy'un Susannah'nın kokusunu kaybetmemesi ve onun da seslenmeye devam etmesiydi.
3
Daha sonra, Bayan Shaw'un radyosunda çalan şarkıyı mırıldanmaya Susannah'nın o son, belirsiz çığlığının ardından başladığını düşünecekti, ama kesin bir şey söylemek mümkün değildi. Bu, bir baş ağrısının başlangıç anını veya insanın soğuk aldığı anı tam olarak bulmaya çalışmasına benziyordu. Jake'in emin olduğu bir şey varsa o da silah seslerinin devam ettiği ve bir keresinde de seken bir kurşunun vızıltısını duyduğuydu. Ama aralarında epeyce bir mesafe vardı ve sonunda eğilerek ilerlemeyi (arkasına bakmayı) tamamen bıraktı. Ayrıca Oy artık çok hızlı ilerliyor, neredeyse son sürat koşuyordu. Gömülü makineler vızıldayıp gümbürdüyor-du. Zemin hizasına yükselen çelik raylar, Jake'e bir zamanlar orada bir tramvay veya ona benzer bir aracın işlediğini düşündürdü. Duvarlara bekli aralıklarla resmi bildiriler asılmıştı: BİR SONRAKİ DURAK PATRICIA, FEDIC; MAVİ KARTINIZ YANINIZDA MI? Bazı yerlerde fayanslar duvardan düşmüştü, başka yerlerde çelik raylar eksikti. Jake birkaç kez çok eskiden kalma iğrenç sularla dolu derin çukurlar gördü. Oy ile birlikte golf arabasıyla üstü açık vagon karışımı birkaç aracın ya. nından geçtiler. Gözleri ölgün kırmızı ışıklar saçan ve gıcırtılı, cılız bir sesle dur diyor gibi görünen şalgam kafalı bir robotla karşılaştılar. Jake peşlerine düşmesi halinde robota tabakla zarar verip veremeyeceğini bil-miyordu ama yine de 'Rizalardan birini kavradı. Neyse ki robot hiç kıpır-damadı. Artık pillerindeki ya da enerji hücrelerindeki veya atom birimindeki ya da çalışmasını sağlayan ne ise ondaki güç tükenmek üzereydi. Ja-ke orada burada duvar yazıları gördü. İkisi tanıdıktı. Birincisi, HERKES Kİ-ZİL KRALA SELAM VERSİN idi. İ harfinin noktası kırmızı bir gözden ibaretti. Diğeriyse BANGO SKANK, '84'tü. Tann'm, diye düşündü Jake dikkati dağılarak. Şu Bango denen adam hiç yerinde durmuyor. Ve sonra bir şarkı mırıldandığını fark etti. Tam olarak kelimeler değildi, Bayan Shaw'un mutfaktaki radyosunda duyduğu ve güçlükle hatırlayabildiği eski bir şarkıdan bölük pörçük, anlamsız seslerdi: "A-naynanay, a-naynanay, a-nay-nanay..."
Şarkının tılsıma benzer büyüsünden ürkerek mırıldanmayı kesti ve Oy'a durmasını söyledi. "İşemem lazım, oğlum."
"Oy!" Dik kulaklar ve parlak gözler mesajın kalanını iletiyordu: Acele et.
Jake fayans döşeli duvarlardan birine işedi. Yeşilimsi bir sıvı fayansların arasından sızıyordu. Peşinden gelenlere kulak kabartınca düş kırıklığına uğramadı. Arkada kaç kişi vardı? Ne tür yaratıklardı? Roland muhtemelen bilirdi ama Jake'in hiçbir fikri yoktu. Yankılanan sesler sayılarının çok fazla olduğu izlenimi veriyordu.
Son damlalardan kurtulurken Jake Chambers'ın aklına pederin bunu bir daha asla yapamayacağı geldi. Artık ne ona gülümseyecek, ne parmağını ona sallayacak ne de yemekten önce istavroz çıkaracaktı. Onu öldürmüşlerdi. Canını almışlardı. Nefesini ve nabzını durdurmuşlardı. Peder artık hikâyeden çıkmıştı. Artık onu sadece rüyalarda görebilirlerdi-Belki. Jake ağlamaya başladı. Gülümsemesi gibi gözyaşları da onu hemen küçük bir çocuğa çeviriyordu. Kokuyu takibe bir an önce dönmek isteyen ny dönüp birkaç adım ilerlemişti. Şimdi ise omzu üzerinden endişeyle jake'e bakıyordu.
"Bir şey yok, iyiyim," dedi Jake. Sonra pantolonunun önünü ilikledi ve elleriyle yanaklarını sildi. Ama iyi değildi. Peşinden gelen sığ adamlar yüzünden üzgünden, kızgından, ürkmüşten de öte bir haldeydi. Sistemindeki adrenalin azalmış, açlığını hissetmeye başlamıştı. Yorgundu da. Yorgun mu? Daha da ötesi, tükenmeye yakındı. En son ne zaman uyuduğunu hatırlamıyordu. Kapıdan New York'a çekildiğini, Oy'un neredeyse bir taksinin altında kalacağını ve ismi küçükken odasındaki televizyonda izlediği eski siyah beyaz filmde George M. Cohan'ı canlandıran Jimmy Cagney'in adını anımsatan İlah-bombası rahibini hatırlıyordu. Çünkü o filmde Harrigan adlı bir adamla ilgili bir şarkı vardı: H-A-çift R-I; Harri-gan, bu benim adım. Tüm bunları hatırlıyor ama en son ne zaman doğru düzgün yemek yediğini...
"Ake," diye havladı Oy, kader kadar amansızdı. Jake yorgunca Hantal Billyler'in bir pes etme noktası varsa Oy'un o noktaya varmasına daha epey zaman olduğunu düşündü. "Ake-Ake!"
"Tamam, tamam," dedi duvardan uzaklaşarak. "Ake-Ake şimdi koşa koşa gidecek. Devam et. Susannah'yı bul."
Ağır adımlarla yürümek istiyordu ama bu muhtemelen yeterli olmayacaktı. Normal hızla yürümek de öyle. Hafifçe koşmaya ve şarkıyı bu kez sözleriyle mırıldanmaya başladı: "Ormanda, kudretli ormanda, bir aslan uyuyor bu gece... Ormanda, sessiz ormanda, bir aslan uyuyor bu gece... ohhh..." Sonra tekrar o anlamsız nakaratı mırıldanmaya başladı, naynanay, naynanay, naynanay, daima WCBS kanalındaki eski şarkılar programına ayarlı olan mutfaktaki radyodan yayılan anlamsız kelimeler... ama bir filmin anısı bu şarkının anısına dahil olmuştu, değil mi? Yankee Doodle Dandy değil, bir başka film miydi? İçinde korkunç canavarlar olan? Daha çok küçükken, belki hâlâ altı bezlenirken (paçavra) gördüğü bir film?
"Köyün yakınında, sessiz köyün yakınında, bir aslan uyuyor bu gece... Köyün yakınında, huzurlu köyün yakınında bir aslan uyuyor bu gece... HUH-oh, a-naynanay, a-naynanay..."
Yan tarafını ovarak soluk soluğa durdu. Orada biraz sancısı vardı, ama en azından o an için kötü değildi. Onu durduracak kadar derine sap-lanmamıştı. Ama o yapışkan sıvı... fayansların arasından sızan yeşilimsi sıvı... kırık seramik ve eski harcın arasından süzülüyordu çünkü burası
{ormandı)
şehrin altıydı ve belki de orada
(naynanay)
yeraltı mezarları vardı veya...
Dostları ilə paylaş: |