TAHTA'ya asla iç çamaşırı yazmak zorunda kalmıyorum. Yaklaşık beş haftada bir çekmecedeki tüm çamaşırlar yok oluyor ve yerlerine dört yepyeni Hanes şort seti geliyor. Tuvalet kâğıdı, çamaşır deterjanı, bulaşık deterjanı, sabun... bunların hiçbirini yazmak zorunda kalmıyorum.
Ne dersiniz, yıkılıyor, değil mi?
VI
Ne temizlikçileri ne de perşembe günleri As the World Turns sırasıyla içinde yetmiş dolar olan zarfı bırakan adamı (belki de kadın) gördüm. Onları görmek için bir istek de duymuyorum zaten. Öncelikle, buna ihtiyaç duymuyorum. Ve evet, kabul ediyorum, onlardan korkuyorum. Tıpkı onunla buluştuğum gece büyük, gri Mercedes'inin direksiyonunda oturan Bay Sharpton'dan korktuğum gibi. İsterseniz beni mahkemeye verin.
Cuma günleri öğle yemeğini evde yemem. As the World Turns'ü seyreder, sonra arabama atlayıp gezmeye çıkarım. Mickey D's'de bir hamburger yer, sonra sinemaya giderim. Çıktığımda hava güzel olursa parka uğrarım. Parkı seviyorum. Düşünmek için iyi bir yer ve doğrusu bugünlerde düşünecek çok fazla şeyim var.
Hava kötü olursa alışveriş merkezine gidiyorum. Günler kısalmaya başladığı için tekrar bowling oynamayı düşünüyorum. En azından cuma öğleden sonraları yapılacak bir şey çıkar. Eskiden Pug'la bowling oynamaya giderdik.
Pug'ı özlediğimi söyleyebilirim. Onu arayabilmeyi isterdim. Biraz çene çalardık, ona olanlardan söz ederdim. Örneğin o Neff denen adamdan.
Her neyse, kural kuraldır.
Ben evde yokken temizlikçiler evi duvardan duvara, yerden tavana temizliyorlar, bulaşıkları yıkıyorlar (bu işte ben de fena sayılmamama rağmen), yerleri, kirli çamaşırları yıkıyorlar, çarşafları değiştiriyorlar, temiz havlular koyuyorlar, buzdolabını malzemeyle dolduruyorlar ve TAHTA'da yazılı olan bir şey varsa getiriyorlar. Dünyanın en iyi hizmet veren otelinde kalmak gibi bir şey. Elbette yıkılıyor.
Pek dokunmadıkları bir yer varsa o da çalışma odası. Orayı öyle karanlık tutuyorum. Perdeler daima kapalı duruyor. Temizlikçiler de diğer odalarda yaptıkları gibi perdeleri açmıyorlar. Cuma akşamı diğer odalarda yoğun bir şekilde hissedilmesine rağmen çalışma hiçbir zaman Lemon Pledge kokmuyor. Bazen koku öyle rahatsız oluyor ki aksırıp duruyorum. Alerjik bir durum değil. Daha ziyade burnumun protesto gösterisi.
Birileri odadaki halıyı süpürüyor ve çöpü boşaltıyor ama ne kadar dağınık olurlarsa olsunlar masanın üzerindeki kâğıtlara asla dokunulmuyor. Bir keresinde diz hizasındaki çekmecenin üzerine ince bir parça bant yapıştırdım. O akşam eve döndüğümde sapasağlam duruyordu. O çekmecede bir şey sakladığım falan yok. Anlarsınız ya, sadece bilmek istedim.
Ayrıca bilgisayar ve modemi çalışır halde bırakırsam döndüğümde yine çalışır halde buluyorum. Monitörde bir ekran koruyucu oluyor. Kapalı halde bırakırsam akşam döndüğümde yine kapalı halde buluyorum. Dinky'nin çalışma odasında etrafı kurcalamıyorlar.
Belki temizlikçiler de benden korkuyor.
VII
Tam annem ve Pizza Roma için pizza dağıtma işinin beni çıldırtacağını düşünmeye başlamıştım ki o telefon görüşmesi hayatımı değiştirdi. Kulağa çok abartılı geldiğini biliyorum ama gerçek bu. Telefon, izinli olduğum gece geldi. Valide kız arkadaşlarıyla Bingo oynamak için Reservation'a gitmişti. Muhtemelen sigara içiyorlar ve B-12 rakamı her çıktığında sunucunun, "Pekâlâ hanımlar, vitamininizi almayı unutmayın," deyişine kahkahayı basıyorlardı. Bense TNT kanalında bir Clint Eastwood filmi seyrediyor, Dünya Gezegeni'nin farklı bir noktasında olmayı diliyordum. Saskatchewan'a bile razıydım.
Telefon çaldı ve Pug olduğunu düşünerek açtım. Sesimin düzgün çıkmasına gayret ederek, "Yıkılıyor Kilisesi'nin Harkerville Şubesi'ni aradınız, ben Rahip Dink."
"Merhaba, Bay Earnshaw," dedi bir ses. Daha önce hiç duymadığım sesti ve az önce söylediğim saçmalıklar aklını hiç karıştırmamış gibiydi. Ama ben her ikimiz için yeterince korkmuştum. Telefonu o şekilde – laf aramızda -en baştan itibaren havalı davranmaya çalıştığınızda- diğer taraftaki kişinin hiçbir zaman beklediğiniz kişi olmadığına dikkat etmiş miydiniz? Bir keresinde bir kızın telefonu erkek arkadaşının aradığını zannederek, "Selam, ben Helen ve beni becermeni istiyorum," diye açtığını ve arayanın babası olduğunu duymuştum. Bu da muhtemelen New York kanalizasyonundaki timsahlar (veya Penthouse'daki mektuplar) gibi bir hurafe ama söylemeye çalıştığım şeyi anladınız sanıyorum.
"Oh, affedersiniz," dedim. Karşıdakinin Rahip Dink'in aynı zamanda Bay Earnshaw, yani Richard Eller Earnshaw olduğunu nereden bildiğini merak edemeyecek kadar telaşlanmıştım. "Başka biri olduğunuzu sanmıştım."
"Zaten başka biriyim," dedi ses ve o an olmasa da sonra buna güldüm. Evet, Bay Sharpton başka biriydi. Hem de ne biri.
"Size yardımcı olabilir miyim?" diye sordum. "Annemi aradıysanız mesaj bırakmak zorundasınız çünkü..."
"...Bingo oynamaya gitti, biliyorum. Ama görüşmek istediğim kişi sizsiniz. Size bir iş teklifinde bulunmak istiyorum."
Bir süre şaşkınlıktan konuşamadım. Sonra anladım... bir tür telefon şakasıydı. "Benim bir işim var," dedim. "Teşekkürler."
"Pizza servisi yapmak mı?" Sesinde hafif bir alay vardı. "Buna bir iş denebilirse tabii."
"Siz kimsiniz, bayım?" diye sordum.
"İsmim Sharpton. Şimdi asıl konuya gelelim, Bay Earnshaw. Dink? Sana Dink diyebilir miyim?"
"Tabii," dedim. "Ben de sana Sharpie diyebilir miyim?"
"İstediğini söyle, yeter ki dinle."
"Dinliyorum." Gerçekten de dinliyordum. Neden olmasın? Televizyondaki film Coogan'ın Blöfü'ydü. Clint'in en iyi filmlerinden biri olduğu söylenemezdi. Seyretmesem de olurdu.
"Sana şimdiye kadar aldığın ve bundan sonra alabileceğin en iyi iş teklifini yapmak istiyorum. Bu sadece bir iş değil, Dink. Aynı zaman bir macera."
"Vay canına, bunu daha önce nerede duymuştum acaba?" Kucağımdaki patlamış mısır kâsesine elimi daldırıp ağzıma bir avuç mısır attım Bu görüşme eğlenceli olmaya başlamıştı.
"Başkaları sadece vaat eder, bense gerçekleştiririm. Ama bunu yüz yüze tartışmalıyız. Benimle buluşur musun?"
"Homo musun?" diye sordum.
"Hayır." Sorum onu biraz eğlendirmiş gibiydi. Doğru söylediğine inandım. Aslında telefonu o şekilde açışımdan beri bu işin içindeydim "Cinsel tercihim o yönde değil."
"Öyleyse neden benimle uğraşıyorsun? Gecenin dokuz buçuğunda arayıp bana kahrolası bir iş teklif edecek kimseyi tanımıyorum."
"Bana bir iyilik yap. Telefonu bırak ve dış kapının önüne git."
Bu iş gittikçe daha saçma bir hal alıyordu. Ama kaybedecek neyim vardı? Söylediğini yaptım ve yerde bir zarf olduğunu gördüm. Ben Clint Eastwood'un Don Stroud'u Central Park'ta kovalamasını izlerken biri mektup aralığından bırakmış olmalıydı. Birçok zarfın ilkiydi ama elbette o zaman bunu bilmiyordum. Zarfı yırtıp açtım ve içinden yetmiş dolar ve bir de not çıktı.
Bu, muhteşem bir kariyerin başlangıcı olabilir!
Oturma odasına geri döndüm. Gözümü paradan ayıramıyordum. Şaşkınlığımı anlayabiliyor musunuz? Neredeyse patlamış mısır kâsesinin üzerine oturacaktım. Son anda görüp kâseyi kenara ittim ve kendimi kanepeye bıraktım. Almacı aldım. Sharpton'ın gitmiş olabileceğini düşünüyordum ama alo dediğimde cevap verdi.
"Bunun anlamı nedir?" diye sordum. "Yetmiş papel ne için? Papel bende kalıyor ama bu, sana bir borcum olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü ben hiçbir şey istemedim."
"Paranın hepsi senin," dedi Sharpton. "İstediğini yapabilirsin. Ama sana bir şey söyleyeyim, Dink... bir iş, sadece para demek değildir. Asıl önemli olan o işin yan menfaatleridir. Asıl güç oradadır."
"Öyle diyorsanız öyledir."
"Kesinlikle öyle. Tek istediğim benimle buluşman ve biraz dinlemen. Kabul edersen sana hayatını değiştirecek bir teklifim olacak. Yeni bir hayata açılan bir kapı gözüyle bakabilirsin. Teklifimi yaptıktan sonra ne istersen sorabilirsin. Ama dürüst olacağım; istediğin tüm cevapları alamayabilirsin."
"Ya çekip gitmeye karar verirsem?":
"Elini sıkar, sırtını sıvazlar, sana bol şans dilerim."
"Ne zaman buluşmak istemiştiniz?" Bir parçam -çoğunluğum- hâlâ bunun bir şaka olduğunu düşünüyordu, ama yine de bir fikir oluşmaya başlamıştı. Öncelikle ortada para vardı; Pizza Roma için çalışmakla iki haftada kazanacağım para, ki o da ancak işler iyi olursa. Ama beni asıl ikna eden Sharpton'ın konuşma tarzıydı. Eğitim görmüş gibiydi... ve eğitim derken Van Drusen'daki Koyunun Rektumu Eyalet Koleji'ni kastetmiyorum. Ve onunla buluşmamın ne zararı olurdu? Skipper'ın kazasından beri Dünya Gezegeni'nde bana acı verme amaçlı ve tehlikeli bir yaklaşımda bulunan kimse olmamıştı. Şey, belki valideyi bu kategoriye sokabiliriz ama onun tek silahı diliydi... ve böyle ayrıntılı bir şakayı düşünemezdi. Ayrıca yetmiş dolardan böyle kolayca ayrılabileceğini düşünemiyordum., Hele Bingo oynanıyorken.
"Bu gece," dedi. "Hatta hemen şimdi."
"Pekâlâ, neden olmasın? Buraya gelin. Mektup aralığından para dolu bir zarf bıraktığınıza göre sanırım adresi vermeme gerek yok."
"Evinde olmaz. Super Savr'ın otoparkında buluşalım."
Midem, kabloları kopmuş bir asansör gibi düştü sanki ve konuşma tüm çekiciliğini bir anda yitirdi. Belki bu bir tür tuzaktı, hatta içinde polisler bile yer alıyor olabilirdi. Kendi kendime İsa dışında Skipper'ı hiç kimsenin bilemeyeceğini düşündüm. Ama mektup vardı; Skipper mektubu bir yerde bırakmış olabilirdi. İçindekileri hiç kimse anlayamazdı (sadece kız kardeşi Debbie'nin ismi anlaşılabilirdi, ama dünyada milyonlarca Debbie vardı). Bayan Bukowski'nin bahçesinin önündeki kaldırıma attığım şeyleri olduğu gibi bu mektuptakileri de hiç kimsenin anlaması mümkün değildi... yani lanet olası telefon çalmadan önce böyle diyordum. Nasıl emin olabilirdim? Suçluluk hissiyle ilgili söyleneni bilirsiniz. Skipper konusunda kendimi tam olarak suçlu hissetmiyordum yine de...
"Supr Savr bir iş görüşmesi yapmak için biraz tuhaf bir yer değil Özellikle de saat sekizde kapandığı düşünülürse."
"İşte bu yüzden ideal bir yer, Dink. Halka açık bir yerde rahat edilmeden konuşabileceğiz. Kart Korral'ın hemen yanına park edeceğim Arabayı görürsün, büyük, gri bir Mercedes."
"Zaten orada başka araba olacağını sanmıyorum," dedim ama telefonu kapamıştı.
Almacı yerine koydum ve neredeyse farkında olmadan parayı cebime soktum. Tüm vücudum ince bir ter tabakasıyla kaplanmıştı. Telefondaki ses benimle Kart Korral'ın, Skipper'ın beni sürekli taciz ettiği yerin yanında buluşmak istiyordu. Skipper bir keresinde orada parmaklarımı alışveriş arabalarının arasında sıkıştırarak ezmiş, ben çığlıklar atarken gülmüştü. Tırnaklarımdan ikisi kapkara olup düşmüştü. Mektubu denemeyi o zaman kafama koymuştum. Ve sonuçları inanılmaz olmuştu. Skipper Brannigan'ın bir hayaleti varsa mutlaka Kart Korral'da dolaşıyor, kendine işkence edecek yeni kurbanlar arıyor olmalıydı. Telefondaki ses orayı tesadüfen seçmiş olamazdı. Kendi kendime saçmaladığımı, böyle tesadüflerin sık sık olduğunu söyledim, ama nedense kendi söylediğime inanamıyordum. Bay Sharpton, Skipper'ı biliyordu. Bir şekilde biliyordu.
Onunla buluşmaya korkuyordum ama fazla seçeneğim yok gibi görünüyordu. Hiç olmazsa ne kadarım bildiğini öğrenmeliydim. Ve kimlere söyleyebileceğini.
Kanepeden kalktım ve ceketimi giydim (baharın ilk günleriydi ve geceleri serin oluyordu, galiba batı Pennsylvania'da geceler her zaman soğuk oluyor). Kapıya yöneldim, sonra geri dönüp anneme bir not bıraktım. "Birkaç adamla görüşmeye gidiyorum," yazdım. "Gece yarısı gibi dönerim." Aslında gece yarısından önce dönmeye niyetliydim ama not bırakmak iyi bir fikir gibi görünmüştü. Neden öyle göründüğünü o an düşünememiştim ama şimdi biliyorum. Eve dönmeyecek olursam annemin beni arayacağından emin olmak istiyordum.
VIII
İki tür korku vardır, yani benim teorim öyle. Biri televizyon korkusu, biri gerçek korku. Bence hayatımızın çoğunda televizyon korkusu yaşıyoruz Doktorun muayenehanesinde kan testi sonuçlarımızı beklerken veya karanlıkta kütüphaneden eve dönerken gölgelerin arasından birinin çıkarak bize saldıracağından korktuğumuz gibi. Aslında bunlardan gerçekten korkmuyoruz, çünkü derinlerde bir yerde kan testlerinin sonucunun temiz çıkacağını ve gölgeler arasında kimsenin olmadığını biliyoruz. Neden? Çünkü öyle şeyler sadece televizyonda olur.
Neredeyse bir dönüm genişliğindeki boş otoparkta tek başına duran büyük, gri Mercedes'i gördüğümde Skipper Brannigan'la koli deposunda olduğum günden sonra ilk kez gerçek korkuyu hissettim.
Bay Sharpton'ın arabası otoparkın sarı ışığı altına park edilmişti. Modeli en az 450, muhtemelen bir 500'dü. Bugünlerde yüz yirmi bin papel tutan türden bir arabaydı. Park lambaları yanık halde Kart Korral'ın (neredeyse boştu, dışarıda sadece üç tekerlekli, bozuk bir alışveriş arabası kalmıştı) yanında duruyordu. Motoru uykulu bir kedi gibi mırıldanıyor, beyaz egzoz dumanı, gecenin karanlığına yükseliyordu.
Arabayı ona doğru sürdüm. Kalbim yavaş ama şiddetli bir şekilde çarpıyordu ve ağzımda metalimsi bir tat vardı. Tek istediğim Ford'un (o günlerde içine yoğun bir pizza kokusu sinmişti) gazını kökleyerek oradan defolup gitmekti ama adamın Skipper'ı bildiği fikrini aklımdan çıkaramıyordum. Kendi kendime bilinecek bir şey olmadığını, Charles "Skipper" Brannigan'ın bir kazaya kurban gittiğini veya intihar ettiğini, polislerin hangisi olduğundan emin olamadığını (onu tanıyor olsalardı intihar ihtimalini hemen bir kenara atarlardı, Skipper gibileri yirmi üç yaşında hayata kendi isteğiyle veda etmezdi) söylüyordum ama bu, içimden yükselen, başımın dertte olduğunu haykıran mızmız sesi susturamıyordu. Mektup birinin eline geçmiş, o da ne olduğunu anlamış olmalıydı.
Haykıran sesin mantığı yoktu ama olması da gerekmiyordu, öyle yüksek bir sesti ki mantığı boğuyordu. Mercedes'in yanına park ettim, camımı indirdim.Aynı anda Mercedes'in sürücü tarafındaki cam da indi. Bay Sharpton'la birbirimize Hi-Hat'te buluşan iki eski dost gibi baktık
Şimdi onun hakkında pek fazla şey hatırlamıyorum. O zamandan biri onu düşünmekle geçirdiğim saatler göz önüne alındığında bu biraz garip ama hatırlamıyorum. Zayıftı ve bir takım elbise giymişti. Öyle şeylerden pek anlamam ama takımının kaliteli olduğunu söyleyebilirim. Takım elbise giydiğini görmek beni biraz rahatlatmıştı. Sanırım bilinçsizce takım elbisenin iş, kot pantolon ve tişörtün ayvayı yemek anlamına geleceğini düşünmüştüm.
"Merhaba, Dink," dedi. "Ben Bay Sharpton. İçeri gel ve otur."
"Neden olduğumuz yerde kalmıyoruz?" diye sordum. "Camdan cama konuşabiliriz. İnsanlar bunu hep yapıyor."
Hiçbir şey söylemeden bana baktı. Birkaç saniye sonra Ford'un kontağını kapatıp indim. Sebebini tam olarak bilmiyorum ama indim. Hayatımda hiç bu kadar korkmamıştım. Gerçek korkuydu. Gerçeğin gerçeğinin gerçeği. Belki bu yüzden bana istediğini yaptırabilmişti.
Kart Korral'a bakıp Skipper'ı düşünerek bir süre Bay Sharpton'ın arabasıyla benimki arasında dikildim. Uzun boyluydu. Dalgalı sarı saçlarını hep geriye doğru tarardı. Sivilceleri vardı. Dudaklarıysa ruj sürmüş kızlar gibi kıpkırmızıydı. "Hey Dinky, haydi mallarını görelim," derdi. Veya, "Hey Dinky, benimkini emmek ister misin?" Bilirsiniz, bunun gibi iğneleyici sözler. Alışveriş arabalarım bir araya topladığımız zamanlarda bazen beni bir arabayla kovalardı. Tekerleklerini topuklarımda hissederdim. Lanet olası bir yarış arabası taklidi yaparak, "Innnnn! Innnnnnn! Innnnnnn!" diye bağırıyordu. Birkaç kere beni yere düşürmüştü. Yemek vaktinde beni kucağımda tepsiyle görürse yemeğimin yere dökülmesi için bana sert bir şekilde çarpardı. Eminim neden söz ettiğimi anlıyorsunuzdur. Benimle uğraşmak için hiçbir fırsatı kaçırmazdı.
Çalışırken saçlarımı atkuyruğu şeklinde toplardım. Supermarket kuralı, saçın uzunsa bağlayacaksın. Skipper bazen arkamdan sessizce yaklaşır, saçımı topladığım lastik bandı çekerdi. Lastik bazen kopar, ucu yüzüme çarpardı. Bu yüzden işe gitmeden önce cebime birkaç yedek bant alırdım. Bunu neden yaptığımı, neye katlandığımı düşünmemeye çalışırdım. Çünkü düşünecek olursam muhtemelen kendimden nefret etmeye başlayacaktım.
Bir keresinde bunu yaptığında topuklarımın üzerinde dönerek ona bakmıştım. Yüzümde bir şey görmüş olmalı ki alaycı gülümsemesi gitmiş, yerini bir başka gülümseme almıştı. Bu kez dişleri görünüyordu. Depodaydık. Kuzey duvarı, arkasında et dolabı olduğu için daima soğuk olurdu. Ellerini yumruk yapıp havaya kaldırdı. Diğer çocuklar, kucaklarında yemekleriyle bize bakıyordu. Hiçbirinin bana yardım etmeyeceğini biliyordum. Pug bile etmeyecekti. Zaten boyu bir altmış iki, kilosu da ancak elli beşti. Skipper onu çiğ çiğ yerdi ve Pug bunun bilincindeydi.
"Haydi, bok surat," demişti Skipper yüzünde hâlâ aynı gülümsemeyle. İki parmağının arasında tuttuğu kopuk bant, küçük bir kızıl kertenkelenin dili gibi sarkıyordu. "Gel bakalım, benimle dövüşmek istiyorsun ha? Seni kıracak değilim. Haydi, gel."
Asıl yapmak istediğim neden uğraşılacak biri olarak beni seçtiğini, neden birini seçmek zorunda olduğunu sormaktı. Ama bunlara verecek bir cevabı olamazdı. Skipper gibileri asla hesap vermez. Tek yapmak istedikleri, dişlerinizi dökmektir. Böylece hiçbir şey söylemeden yerime oturdum ve sandviçimi elime aldım. Onunla dövüşmeye kalkarsam muhtemelen hastanelik olurdum. Sandviçi yemeye başladım ama artık açlık hissetmiyordum. Skipper birkaç saniye bana baktıktan sonra yumruk yaptığı parmaklarını gevşetti. Kopuk bant, bir marul kasasının yanma, yere düştü. "Seni işe yaramaz pislik," dedi Skipper. "Seni lanet olası hippi pisliği." Sonra dönüp uzaklaştı. Aradan bir iki gün geçmişti ki parmaklarımı iki alışveriş arabasının arasında sıkıştırarak ezdi. Ondan birkaç gün sonra ise Metodist Kilisesi'nde, çalan org eşliğinde saten üzerinde, tabutunda yatıyordu. Ama kendi sonunu kendi getirmişti. En azından o zaman böyle düşünmüştüm.
"Anılarda küçük bir gezinti mi?" diye sordu Bay Sharpton ve bu beni o ana döndürdü. Arabasıyla benimki arasında, Skipper'ın bir daha kimsenin parmaklarını ezemeyeceği Kart Korral'ın yanındaydım.
"Neden bahsettiğinizi anlamadım."
"Önemli değil zaten. İçeri gel, Dink. Biraz konuşalım."
Mercedes'in kapısını açıp içeri girdim. Tanrım, o koku. Deri ama tam olarak deri değil. Monopol oyununda Hapisten-Bedava-Çıkış kartı vardır ya? Bay Sharpton kadar zengin olup öyle kokan bir araba alabilmek için Hapisten-Bedava-Çıkış kartına sahip olmanız gerekiyor.
Derin bir nefes alıp, bir süre tuttum, bıraktım ve, "Bu araba yıkılıyor," dedim.
Bay Sharpton güldü. Sinek kaydı tıraşlı yanakları ön konsolun ışıklarında parladı. Ne kastettiğimi sormadı; biliyordu. "Her şey öyle, Dink," dedi. "Ya da olabilir. Doğru insan için tabii."
"Öyle mi?"
"Kesinlikle." Sesinde zerre kadar şüphe yoktu.
"Kravatınızı beğendim," dedim. Sadece konuşmuş olmak için söylemiştim ama yalan değildi. Kravat için yıkılıyor diyemezdim ama yine de fena değildi. Üzerinde kurukafalar veya dinozorlar veya golf sopaları olan kravatları biliyorsunuzdur. Bay Sharpton'ın kravatının üzerinde bir elin tuttuğu kılıç resimleri vardı.
Güldü ve okşar gibi elini kravatının üzerinde gezdirdi. "Şanslı kravatım," dedi. "Onu taktığımda kendimi Kral Arthur gibi hissediyorum." Yüzündeki gülümseme yavaş yavaş soldu ve şaka yapmadığını anladım. "Kral Arthur en cesur ve yetenekli adamları topluyordu. Dünyayı yeniden düzenlemek için Yuvarlak Masa'da yanında oturacak şövalyeleri."
Bu sözler tüylerimi ürpertti. Belli etmemeye çalıştım. "Benden ne istiyorsun, Art? Kutsal Kâse'yi ya da her ne deniyorsa onu bulman için sana yardım etmemi mi?"
"Bir kravatla kral olunmaz," dedi. "Merak ettiysen bunun farkındayım."
Kendimi biraz huzursuz hissederek yerimde kıpırdandım. "Hey sana laf sokmaya çalışmıyor..."
"Sorun değil, Dink. Gerçekten. Sorunun cevabı şu: ben hem bir kafatası avcısı, hem bir yetenek avcısı, hem de yürüyen ve konuşan kaderim. Sigara?"
"Sigara içmem."
"Güzel, daha uzun yaşayacaksın. Sigara insanı öldürür. Yoksa insanlar neden sigaralara tabut çivisi desin?"
"Beni canevimden vurdun," dedim.
"Umuyorum," dedi Bay Sharpton sigarasını yakarak. "Tüm kalbimle umuyorum. Sen en üst raflarda bulunan mallardansın, Dink. Buna inanır mısın bilmem, ama doğru."
"Bahsettiğiniz teklif nedir?"
"Bana Skipper Brannigan'dan bahset."
En kötü kâbusum gerçekleşmişti. Biliyor olamazdı, hiç kimse biliyor olamazdı ama bu adam her nasılsa biliyordu. Başım zonkluyor, vücudum uyuşuyordu. Dilim tutkallanmış gibi damağıma yapışmış bir halde öylece oturuyordum.
"Haydi, anlat bana." Sesi gecenin geç saatinde kısa dalga yayın yapan bir radyo gibi çok uzaklardan geliyordu.
Dilimi damağımdan ayırmayı başardım. Kolay olmadı ama yaptım. "Ben bir şey yapmadım." Kendi sesim de radyodaki gibi çok uzaktan geliyor gibiydi. "Skipper bir kaza yaptı, hepsi bu. Arabayla eve dönerken yoldan çıktı. Arabası yuvarlandı ve Lockerby Deresi'ne düştü. Akciğerlerinde su bulmuşlar, galiba boğuldu. Yani teknik olarak öyle. Ama gazetede yazdığına göre boğulmasaymış da ölecekmiş çünkü takla atarken kafası parçalanmış. Bazıları kaza olmadığını, Skipper'ın intihar ettiğini söylüyor ama ben buna inanmıyorum. Skipper... hayattan kendi canına kıymayacak kadar çok zevk alıyordu."
"Evet. Ve sen de o zevkin bir parçasıydın, değil mi?"
Bir şey söylemedim ama dudaklarım titriyordu ve gözlerimde vardı.
Bay Sharpton uzanıp omzumu tuttu. Boş bir otoparkta, Bulunduğun zaman arabasının içinde onun gibi yaşlı bir adamdan beklenecek hareketle ama bana o niyetle dokunmadığını biliyordum, benden öyle bir beklentisi yoktu. Tek yaptığı beni rahatlatmaya çalışmaktı. O şekilde dokunulmak iyi gelmişti. O ana kadar ne kadar üzgün olduğumu anlamamıştım. Bazen bilmezsiniz, çünkü derinlerde kalır. Başımı eğdim. Yüksek sesle ağlamıyordum ama gözyaşlarını yanaklarımdan aşağı yuvarlanıyordu. Bay Sharpton'ın kravatındaki kılıçların sayısı önce ikiye, sonra üçe katlandı
"Polis olduğumdan endişeleniyorsan buna hiç gerek olmadığını söylemeliyim. Ve sana para verdim. Ama öyle olmasaydı bile genç Bay Brannigan'ın başına gelenlere hiç kimse inanmaz. Ulusal televizyonda itiraf etsen bile inanmazlar. Sence de öyle değil mi?"
"Evet," diye fısıldadım. Sonra sesimi yükselttim. "Çok fazla şeye katlandım. Ama öyle bir an geldi ki artık tahammül edemedim. Buna o sebep oldu. Beni o zorladı."
"Bana ne olduğunu anlat," dedi Bay Sharpton.
"Ona bir mektup yazdım," dedim. "Özel bir mektup."
"Evet, çok özel olduğu kesin. Sadece onun üzerinde işe yaraması için mektuba ne ekledin?"
Ne kastettiğini anlamıştım ama bundan fazlası vardı. Mektuplar kişiye özel hale getirildiğinde güçleri de artıyordu. Sadece tehlikeli değil, aynı zamanda ölümcül oluyorlardı.
"Kız kardeşinin ismini," dedim. Sanırım her şeyden vazgeçtiğim an oydu. "Kız kardeşi, Debbie."
IX
Buna her zaman sahiptim... bu şeye. İçten içe varlığının farkındaydım ama ismini, ne anlama geldiğini, nasıl kullanabileceğimi bilmiyordum. Bu konuda çenemi kapalı tutmam gerektiğini de hissediyordum
aşmalarında yoktu. Bilselerdi sanırım beni bir sirke koyarlardı. Ya Şişhaneye.
Bir gün camları kirli bir pencerenin önünde durmuş, bahçeye baktığımı hatırlıyorum (çok silik bir anı, sanırım üç ya da dört yaşındaydın). Kırmızı bayraklı bir posta kutusu ve odun kesme tezgâhı gördüğümü hatırlıyorum, demek ki taşrada, Mabel Teyze'nin evinde kaldığımız günlerde Babam bizi terk ettikten sonra orada yaşamaya başlamıştık. Valide hanım Harkerville Fancy Fırını'nda bir iş bulunca şehre geri dönmüştük. O zamanlar beş yaşlarındaydım. Okula başladığımda şehirde olduğumuzdan eminim. Haftanın beş günü Bayan Bukowski'nin lanet köpeğinin önünden geçmek zorunda kalıyordum. O köpeği asla unutmayacağım. Beyaz kulaklı bir bokserdi. Anılarda küçük bir gezinti daha.
Her neyse, pencereden baktığım sırada birkaç sinek camın üst kısmında vızıldıyordu, nasıl olduğunu bilirsiniz. Ses hiç hoşuma gitmiyordu ama sinekler, ulaşamayacağım kadar yüksekteydi. Kıvrılmış bir dergiyle bile onları kovamıyordum. Parmağımın ucuyla alttaki kirli camın üzerine iki üçgen çizdim. Sonra bu üçgenleri bir arada tutan özel bir daire çizdim. Daireyi oluşturan çizginin iki ucunu birleştirmiştim ki sinekler -dört beş tane vardı- ölü bir halde pencerenin eşiğine düştüler. Fasulye şeklindeki şekerler kadar iriydiler. Tadı meyanköküne benzeyen siyah fasulye şekerleri. Birini elime alıp baktım ama pek ilginç görünmüyordu. Yere atıp pencereden bakmaya devam ettim.
Dostları ilə paylaş: |