"Evet." Dayanıp dayanamayacağımı bilmiyordum ama yapabileceğimi sanıyordum ve Ring'in trene yetişmek istediğini biliyordum.
"Bir avukat -avukatın- olarak bunun çok akılsızca bir hareket olduğunu söylemeliyim ve mahkemede geri teperse sırf seni koridora çekip 'sana söylemiştim' diyebilmek için bir ara verilmesi talebinde bulunacağım. Anlıyorsun, değil mi?"
"Evet. Annene selam söyle."
"Belki bu akşam," dedi Ring. Sesi gözlerini deviriyormuş gibi geliyordu. "O zamana dek konuşamam sanırım. Gitmem gerek, Steven."
"Tamam."
"Umarım seni eker."
"Umduğunu biliyorum."
Telefonu kapattı ve annesini görmeye, Babylon'a gitti. Birkaç gün sonra tekrar görüştüğümüzde, aramızda tartışmayı kaldıramayacak bir şey vardı. Ama birbirimizi birazcık bile olsa daha iyi tanıyor olsaydık sanırım bu konuyu konuşurduk. Bunu gözlerinde gördüm ve muhtemelen o da benim gözlerimde gördü. Gördüğümüz şuydu: annesi merdivenlerden düşüp kalçasını kırmamış olsaydı o da William Humboldt gibi ölmüş olabilirdi.
Ofisimden on biri çeyrek geçe çıktım. Yürüyerek Gotham Cafe'ye vardığımda saat on ikiye çeyrek vardı. Özellikle erken gitmiştim, restoranın Humboldt'un söylediği yerde olduğundan emin olmak istiyordum.
Böyleyimdir, sanırım hayatım boyunca da aşağı yukarı böyle oldum. Evliğimizin ilk günlerinde Diane bana "takıntılı" derdi ama galiba sonra farklı düşünmeye başladı. Başkalarının yeterliliklerine kolay kolay değer vermem, hepsi bu. Bunun çok rahatsız edici bir kişilik özelliği olduğu -ve Diane'i çıldırttığını biliyorum ama bu özelliğe benim de pek bayıldığımı hiçbir zaman anlamadı. Bazı şeyleri değiştirmek zordur. Ve bazı şeyler vardır ki ne kadar çabalarsanız çabalayın asla değiştiremezsiniz. Restoran, tam Humboldt'un söylediği yerdeydi. Üzerinde GOTHAM CAFE yazan yeşil bir tentesi vardı. Camlarının üzerine beyaz çizgilerle bir şehir silueti çizilmişti. New York tarzı görünüyordu. Ayrıca oldukça sıradandı. Şehir merkezindeki yaklaşık sekiz yüz pahalı restorandan biriydi işte.
Buluşma yeri tespit edilip, ben de o an için huzura erdikten sonra (ama sadece bu konuda, Diane'i göreceğim için hâlâ fazlasıyla gergindim ve bir sigara için yanıp tutuşuyordum) Madison'a yürüdüm ve bir valiz mağazasında on beş dakika oyalandım. Vitrine bakmak yetmezdi; Diane ve Humboldt şehir merkezinden gelecek olurlarsa beni görebilirlerdi. Diane beni arkadan görse bile tanırdı. Omuzlarımın duruşunu, paltomu taşıyışımı biliyordu ve beni görmesini istemiyordum. Erken geldiğimi bilmelerini istemiyordum. Muhtaç olduğum fikrini uyandırabilirdi. Bu yüzden mağazadan içeri girdim.
İhtiyacım olmadığı halde bir şemsiye aldım ve mağazadan tam on ikide çıktım. Beş dakika sonra Gotham Cafe'de olmayı planlamıştım. Babamın bir sözü vardı: Orada olmak senin için önemliyse beş dakika erken git. Eğer gitmen onlar için önemliyse, beş dakika geç git. Artık kimin için neyin daha önemli olduğunu bilemeyecek bir noktaya gelmiştim ama babamın söylediği, en güvenlisi gibi görünmüştü. Sadece Diane ile buluşuyor olsam sanırım tam vaktinde orada olurdum.
Hayır, bu doğru değil. Sadece Diane ile buluşuyor olsam on ikiye çeyrek kala içeri girer, onun gelmesini beklerdim.
Bir süre tentenin altında durup içeri baktım. İçerisi aydınlıktı ve bu benim gözümde olumlu bir puandı. Ne yiyip içtiğimi göremediğim loş restoranlardan nefret ederim. Beyaz duvarlarda canlı renklerde empresyonist tablolar asılıydı. Ne oldukları anlaşılmıyordu ama önemli değildi, ana renkleri ve geniş, coşkulu fırça darbeleriyle görsel kafein etkisi görüyorlardı. Gözlerim Diane'i aradı ve uzun salonun ortalarında bir masada, duvar kenarında ona benzer bir kadının oturduğunu gördüm. O olduğundan emin olamamıştım, çünkü arkası dönüktü ve zor şartlar altında arkadan bakıp tanıma konusunda pek yetenekli sayılmazdım. Birlikte oturduğu, saçları dökülen kilolu adamın Humboldt olduğunu sanıyordum. Derin bir nefes aldım, restoranın kapısını açtım ve içeri girdim.
Sigarayı bırakmanın iki aşaması vardır ve tekrar dönüş vakalarının çoğunlukla ikincisi süresince olduğundan eminim. Fiziksel aşama on gün iki hafta civarı sürer ve sonra belirtilerin çoğu -terleme, baş ağrısı, kasılma, göz ağrısı, uykusuzluk, hassaslık- kaybolur. Bunun ardından çok daha uzun süren ruhsal aşama başlar. Bu aşamanın belirtileri oldukça çeşitli olabilir: hafif, bazen şiddetliye varan depresyon, melankoli, duygusal anlamda sıfıra inme, unutkanlık hatta bir tür geçici okuma bozukluğu. Tüm bunları biliyorum çünkü okudum. Gotham Cafe'de olanlardan sonra çok önemli olduğunu düşündüm. Sanırım bu konuya duyduğum ilginin Hobi Ülkesi ile Tutku Diyarı arasında bir yerde olduğunu söylemek mümkün.
İkinci aşamanın en sık görülen belirtisi, hafif bir gerçekdışılık hissi. Nikotin sinir sisteminde sinyallerin iletimini hızlandırıyor ve konsantrasyonu geliştiriyor -bir başka deyişle beynin bilgi otobanını genişletiyor. Fazla bir katkı değil ve düzgün düşünmek için şart değil (çoğu sigara tiryakisi aksine inansa da) ama birdenbire ortadan kalktığında bütün dünyanın bir nevi hayal âlemi olduğu gibi bir his duyuyorsunuz- ki bu his bende fazlasıyla yoğundu. İnsanların, arabaların ve kaldırımların yanımdan bir sinema perdesindeymiş gibi geçtiğini düşündüğüm çok oldu. Dev çarkları çeviren ve büyük davulları çalan görünmez eller tarafından kontrol edilen bir sahne gibiydi. Bazen de kendimi taş kesilmiş gibi hissediyordum çünkü büyük bir çaresizlik ve ruhsal bitkinlik duyuyordum. Her şey öyle veya böyle gelişebilirdi ve benim buna müdahale edecek gücüm yoktu. Geriden izleyip kaderime razı olmak zorundaydım, çünkü tüm benliğimi sigara içmemeye adamıştım.
Bunların olanlarla ne kadar ilgisi var bilmiyorum ama biraz da olsa diye düşünüyorum çünkü o şef garsonu görür görmez adamda bir terslik olduğunu hissetmiş, benimle konuştuğu anda emin olmuştum.
Uzun boyluydu, kırk, kırk beş yaşlarındaydı. Zayıftı (smokini içinde öyle görünüyordu; sıradan giysiler içinde muhtemelen sıska görünürdü) ve bıyıklıydı. Bir elinde deri kaplı bir mönü vardı. Bir başka deyişle New York'taki yüzlerce şık restoranda şef garsonlar nasıl görünüyorsa öyle görünüyordu. Yamuk duran papyonu ve ceketini düğmelediği yerin hemen üst kısmında, gömleğindeki leke hariç. Bir çeşit koyu sos veya bir jöle topağı lekesi gibi görünüyordu. Başının arkasında birkaç tel isyan edercesine havaya dikilmiş, bana eski Little Rascals'daki Alfalfa'yı hatırlatmıştı. Bunun üzerine neredeyse kahkahayı basacaktım -çok gergin olduğumu tahmin edersiniz- ama dudağımı ısırarak kendimi engelledim.
"Buyurun, efendim?" dedi masaya yaklaştığımda. Aksanı farklıydı. Zaten New York'taki bütün şef garsonlar aksanlı konuşur ama hangi aksan olduğunu çıkarabilmek mümkün değildir. Seksenlerin ortalarında çıktığım bir kız -espri anlayışı olan bir kızdı (maalesef bir de uyuşturucu bağımlılığı vardı)- bir keresinde bana bütün şef garsonların aynı adada doğup büyüdüklerini, aynı dili konuştuklarını, bu yüzden aksanlarını kimsenin tanımadığını söylemişti.
"Hangi dil?" diye sormuştum ona.
"Züppece," demiş ve gülmekten kırılmıştım.
Dışarıdan baktığımda gördüğüm kadına doğru döndüğümde bunu hatırladım -artık Diane olduğundan neredeyse emindim- ve kendimi tutmak için tekrar dudağımı ısırmak zorunda kaldım. Sonuç olarak Humboldt ismi ağzımdan gizlenmeye çalışılmış bir hapşırık gibi çıktı.
Şef garsonun solgun kaşları çatıldı. Gözlerini benimkilere dikti. Masaya yaklaşırken kahverengi olduklarını düşünmüştüm ama yakından görünce siyah olduklarını anladım.
"Anlamadım, efendim?" dedi ama bakışları Defol, Jack der gibiydi. Kaşları gibi solgun olan uzun parmakları -bir konser piyanistinin parmaklarına benziyorlardı- mönünün deri kabına sabırsızca vuruyordu. Menünün içinden çıkan ve bir kitap ayracını andıran püskül ileri geri sallanıyordu.
"Humboldt," dedim. "Üç kişilik bir masa olacaktı." Gözlerimi yamuk duran papyonundan ayıramıyordum. Sola doğru öylesine eğilmişti ki bir ucu neredeyse çenesinin altına değiyordu. Ve kar beyazı gömleğindeki leke yakından bakınca sostan ziyade yarı kurumuş kanı andırıyordu.
Rezervasyon defterine bakıyor, başının gerisindeki asi saç telleri öne arkaya hafifçe sallanıyordu. Saçlarının geri kalanı son derece muntazam bir şekilde taranmıştı. Tarağın dişlerinin geçtiği yerlerdeki boşluklardan kafa derisini görebiliyordum. Smokininin omuzlarında kepekler vardı. Böyle paspal görünen bir garsonun kovulmasına hiç şaşmayacağımı düşündüm.
"Ah, evet, mösyö." (Ah, evet, mössö.) İsmi bulmuştu. "Masanız..." Başını defterden kaldırıyordu ki aniden durdu. Soma daha da keskin bakan gözlerle -eğer bu mümkünse- bana ve aşağı baktı. "O köpeği içeri sokamazsınız," dedi sertçe. "O köpeği içeri sokamayacağınızı daha önce kaç kere söyledim!"
Bağırmıyordu ama sesi öyle yükselmişti ki kürsüye benzer masasının civarındaki masalardaki konuklar yemek yemeyi kesip merakla etraflarına bakındılar.
Ben de etrafıma bakındım. Öyle kesin bir ifadesi vardı ki etrafta birinin köpeğini göreceğimden emindim. Ama ne başka biri, ne de bir köpek vardı. Ondan sonra, neden bilmiyorum, şemsiyemden bahsettiğini anladım. Belki şef garsonların büyüdüğü adada konuşulan dilde şemsiyeler için argo deyim, köpekti. Özellikle de yağmursuz bir günde bir müşteri tarafından taşınıyorsa.
Tekrar şef garsona döndüğümde elinde benim mönümle masasından uzaklaşmaya başladığını gördüm. Onu takip etmediğimi hissetmiş olmalıydı çünkü durup kaşlarını hafifçe kaldırarak omzu üzerinden bana baktı.
Sesinde kibar bir sorudan başka bir şey yoktu -geliyoğ musunuz mössö- ve takip ettim. Adamda bir terslik olduğunu biliyordum, yine de peşinden gittim- Dana önce hiç gitmediğim ve muhtemelen bir daha da hiç gitmeyeceğim bir restoranın şef garsonunda ne gibi bir terslik olduğunu düşünmeye zamanım yoktu; Humboldt ve Diane ile görüşmeliydim, bunu sigara içmeden yapmalıydım ve Gotham Cafe'nin şef garsonunun sorunu her ne ise, çözümünü kendi bulmak zorundaydı. Köpek dahil.
Diane döndü ve gözlerinde önce donuk bir nezaketten başka bir şey göremedim. Sonra onun hemen altında öfke gördüm, veya gördüğümü sandım. Birlikte olduğumuz son üç dört ayda pek çok kez tartışmıştık ama daha önce gözlerinde o an hissettiğime benzer gizli bir öfke gördüğümü hatırlamıyordum. Makyaj, yeni elbise (mavi, puantiye yok, yandan fermuvarı yok) ve yeni saç modelinin arkasına gizlenmeye çalışılmış bir öfkeydi. Yanındaki iriyarı adam bir şeyler söylüyordu, Diane uzanıp adamın koluna dokundu. Adam bana dönüp ayağa kalkmaya davranırken Diane'in yüzünde başka bir şey daha gördüm. Bana öfkeli olduğu kadar benden korkuyordu da. Ve tek bir söz etmemiş olmasına rağmen kan beynime çıkmıştı. Yüzünde ve gözlerinde olumsuz bir ifade vardı; alnına BİR SÜRE İÇİN KAPALIYIZ tabelası assa yeriydi. Bundan daha iyisini hak ediyordum.
"Mösyö," dedi şef garson Diane'in solundaki sandalyeyi çekerek. Onu zorlukla duydum. Az önceki tuhaf davranışı ve yamuk papyonu aklımdan uçup gitmişti. Sigarayı bırakışımdan beri ilk kez sigara içme düşüncesini de unutmuştum. Tek düşünebildiğim, yüzündeki dikkatli ifade ve ona bu kadar kızgınken onu hâlâ nasıl bakarken acı duyacak kadar çok isteyebildiğimdi. Yoksunluk belki sevgiyi her zaman arttırmıyordu ama gözleri tazelediği muhakkaktı.
Tahmin ettiklerimi görüp görmediğimi düşünme vaktim de oldu. Öfke? Evet, bu mümkündü, hatta muhtemeldi. Bana öfkeli olmasaydı zaten en başta terk edip gitmezdi ama korku? Tanrı aşkına, "Diane benden niçin korkuyor olabilirdi? Ona parmağımı bile sürmemiştim. Evet kavgalarımız sırasında sesimi yükseltmiştim ama aynı şey onun için de geçerliydi.
"Afiyet olsun, mösyö," dedi şef garson bir başka evrenden izmet eden insanlar genelde bu evrende kalır, sadece bir isteğimiz veya şikâyetimiz olduğunda ortaya çıkarlardı.
"Bay Davis, ben Bill Humboldt," dedi Diane'in yanındaki adam ıslak ve kızarık görünen iri elini uzattı. Uzatılan eli sıktım. Bedeninin geri kalanı da eli gibi iriydi ve geniş yüzünde sürekli içki içenlerin yüzünde ilk kadehten sonra beliren kızarıklık vardı. Kırklı yaşlarının ortalarında olmalıydı. Sarkık yanaklarının on yıl sonra gerdanıyla birleşeceğini tahmin etmek güç değildi.
"Memnun oldum," dedim lekeli gömlekli şef garsonu düşünmediğim gibi ağzımdan çıkanları da zerre kadar düşünmeyerek. Tek istediğim tanışma faslını geride bırakmak ve kırmızı-krem rengi giysili, solgun pembe rujlu, bakımlı, ince, güzel sarışına dönmekti. Pek uzun sayılmayacak bir süre önce yatağımızda bana sımsıkı sarılıp kulağıma, "Haydi, daha hızlı," diye fısıldayan güzel kadına.
"Bay Ring nerede?" diye sordu Humboldt etrafına bakınarak. Hareketi biraz abartılıydı.
"Bay Ring şu anda Long Island'a gidiyor. Annesi düşüp kalçasını kırmış."
"Oh, harika," dedi Humboldt. Önündeki yarısı içilmiş martini kadehini aldı ve kürdana batırılmış zeytin dudaklarına dayanana dek başına dikti. Zeytini geri tükürdü, boş kadehi masaya bıraktı ve bana baktı. "Ve size ne söylemiş olduğunu bildiğime bahse girerim."
Bu söylediğini duydum ama umursamadım. O an için Humboldt'un varlığının anlamı, dinlemek istediğim radyo programındaki hafif parazitten öte değildi. Diane'e baktım. Öncekinden daha güzel ve alımlı görünüyordu, inanılmazdı. Sanki benim bilmediğim bir şeyler öğrenmiş gibiydi (evet, daha iki hafta olmasına ve Pound Ridge'de Ernie ve Dee Dee Coslaw ile yaşıyor olmasına rağmen).
"Nasılsın, Steve?" diye sordu.
"İyiyim," dedim. Sonra ekledim. "Aslında o kadar iyi değilim. Seni özledim."
Aldığım tek karşılık, temkinli bir sessizlik oldu. İri mavi-yeşil gözler bana bakmıyordu. Ve elbette ben de seni özledim gibi bir karşılık yoktu.
"Ve sigarayı bıraktım. Bu da durumumu pek kolaylaştırdı sayılmaz."
"Sonunda bıraktın demek? Ne iyi."
Nazik ve baştan savan ses tonu yeni bir öfke dalgasının benliğimi kaplamasına yol açtı ve bu seferki çok daha çirkindi. Sanki söylediğim doğru olmayabilirdi ama bu onun için önemli değildi. İki yıl boyunca sigara içtiğim için söylemediğini bırakmamıştı -kanser olmama sebep olacaklardı, onun kanser olmasına sebep olacaklardı, ben bırakana kadar hamile kalmayı kesinlikle düşünmüyordu, bu konuda söyleyeceklerim varsa hiç söylemesem daha iyiydi- ve birdenbire sigara içişimin hiçbir önemi kalmamıştı çünkü artık ben umurunda değildim.
"Konuşmamız gereken önemli konular var," dedi Humboldt. "Tabii sizin için bir sakıncası yoksa."
Sandalyesinin yanında, yerde, o büyük evrak çantalarından vardı. Çantayı hafif bir homurtuyla aldı ve annesi kalçasını kırmış olmasa avukatımın oturuyor olacağı sandalyenin üzerine koydu. Çantanın tokalarını açmaya başladı ama o andan sonra onun ne yaptığıyla ilgilenmeyi bıraktım. Aslında sakıncası vardı. Bu bir öncelik meselesiydi. Ring gelemediği için ani bir mutluluk duydum. Durum açık seçik ortadaydı.
Diane'e baktım ve, "Tekrar denemek istiyorum," dedim. "Tekrar bir araya gelemez miyiz? Bu mümkün mü?"
Yüzünde beliren su katılmamış dehşet ifadesi, o ana dek varlıklarından habersiz olduğum umutlarımı yerle bir etti. Bana cevap vermek yerine Humboldt'a baktı.
"Bunları konuşmak zorunda olmadığımızı söylemiştin!" Sesi suçlayıcı bir tondaydı ve titriyordu. "Konunun açılmasına bile izin vermeyecektin!"
Humboldt biraz telaşlanmış görünüyordu. Omuzlarını silkti ve başını kaldırıp tekrar Diane'e bakmadan önce boş martini kadehine kısa bir bakış fırlattı. Sanırım duble ısmarlamadığına pişman olmuştu. "Bay Davis, görüşmeye avukatı olmadan geleceğini bilmiyordum. Beni arayıp söylemeliydiniz, Bay Davis. Aramadığınıza göre şimdi belirteyim; Diane bu görüşmeye katılmayı kabul ederken aklında kesinlikle tekrar birleşmeye dair bir düşünce yoktu. Boşanma kararı kesin."
Onay almak için kısaca Diane'e baktı ve beklediğini aldı. Diane söylediklerini doğrularcasına başını sallıyordu. Yanakları masaya oturduğum zamana kıyasla çok daha kızarıktı ama bu kızarıklık utançla bağdaştırılabilecek türden değildi. "Kesin olduğuna bahse girebilirsiniz," dedi ve yüzünde yine öfke gördüm.
"Diane, neden?" Sesimdeki sızlanma tonundan nefret ediyordum, bir koyunun melemesine benziyordu, ama bu konuda yapabileceğim bir şey yoktu. "Neden?"
"Of Tanrım," dedi. "Gerçekten bilmiyor musun?"
"Hayır..."
Yanakları daha da kızarmıştı, kızarıklık neredeyse şakaklarına dek yükseliyordu. "Doğru, muhtemelen bilmiyorsun. Tam senden beklenecek şey." Masadan su bardağını aldı. Elleri öylesine titriyordu ki neredeyse yarısına yakını masa örtüsünün üzerine döküldü. O anda yıldırım gibi beni terk ettiği güne döndüm. Portakal suyu bardağını ellerim titrediği için düşürüşümü, elimi keseceğimi bile bile kırıkları toplamaya kalkışımı hatırladım.
"Kesin, bunun amacımız için hiçbir yararı yok," dedi Humboldt. Bir kavgayı başlamadan önlemeye çalışan bir okul gözetmenine benziyordu ama gözleri garsonumuzu veya herhangi bir garsonu yakalayabilmek için salonun gerisini tarıyordu. Yeni bir içki siparişi vermek üzerinde öyle yoğunlaşmıştı ki bizimle pek ilgilendiği söylenemezdi.
"Sadece bilmek istiyorum..." diye söze başladım.
"Bilmek istediklerinizin burada bulunuşumuzun sebebiyle bir ilgisi yok," dedi Humboldt ve bir an için elinde diplomasıyla hukuk fakültesinden çıktığı gün nasıl bir avukat olduğunu hayal ettim. Acar, kararlı, çakı gibiydi büyük ihtimalle.
"Ya, evet, sonunda," dedi Diane. Tiz sesi kırılgandı. "Sonunda konu senin isteklerin veya senin ihtiyaçların değil."
"Ne demek istediğini anlamadım ama dinlemeye hazırım," dedim, "Bir evlilik danışmanıyla görüşebilirdik, buna karşı değilim..."
Ellerim avuç içleri dışa gelecek şekilde omuz hizasına kaldırdı, "Aman Tanrım, Bay Maço çağı yakalıyor," dedi ve elleri tekrar kucağına düştü. "Atının üzerinde günbatımına doğru sürüp gittiğin onca günden sonra. Öyle olmadığını söyle, Joe."
"Kes şunu," dedi Humboldt ona. Müvekkilinden, yakında müvekkilinin eski kocası olacak adama döndü (evet, bu olacaktı; sigara içmemenin verdiği gerçekdışılık hissi bu akıbetin gelişini gizleyemiyordu). "Bir kelime daha ettiğinizi duyarsam bu görüşmeye son vereceğim." Hafif bir gülümsemeyle bize baktı. "Ve daha günün spesiyalitesini bile öğrenmedik."
Bu -onlara katılmamdan sonra yemekten ilk bahsedilişiydi- kötü şeylerin başlamasından hemen önceydi. Yakın masalardan birinden gelen somon kokusunu aldığımı hatırlıyorum. Sigarayı bırakmamın üzerinden geçen iki haftada koku alma duyum inanılmayacak kadar keskinleşmişti ama bunu bir lütuf olarak görmüyorum, özellikle de somon söz konusuyken. Bir zamanlar severdim ama şimdi tadı bir yana, kokusuna bile tahammül edemiyorum. Bana göre acı, korku, kan ve ölüm kokuyor.
"O başlattı," dedi Diane somurtarak.
Sen başlattın, diye düşündüm, terk edip giden sendin, ama bunları yüksek sesle söylemedim. Humboldt ne demek istediğini açıkça ortaya koymuştu; çocukça ben -yapmadım sen- yaptın inatlaşmasına girersek Diane'i elinden tuttuğu gibi yanımdan uzaklaştıracaktı. Bir içki ihtimali bile onu restoranda tutmaya yetmeyecekti.
"Tamam," dedim uysalca., ve inanın bana, bunun için çok büyük bir çaba göstermek zorunda kaldım. "Ben başlattım. Sonraki adım nedir?" Biliyordum elbette. Kâğıtlar, kâğıtlar, kâğıtlar. Ve belki de bu acınası duamdan çıkarabileceğim tek tatmin hissi, onlara avukatım olmadan değil imzalamak, o kâğıtları okumaya bile niyetli olmadığımı söyleyeceğim andı-. Diane'e kaçamak bir bakış attım ama önündeki boş tabağa bakıyordu ve saçları yüzünü gizliyordu. Uzanıp yeni mavi elbisesi içindeki omuzlarını kavramak ve onu bir bez bebek gibi sarsmak için dayanılmaz bir istek duydum. Bu işte yalnız olduğunu mu sanıyorsun? diye bağıracaktım Bu işte yalnız olduğunu mu sanıyorsun? Eh, Marlboro Adam'ın sana söyleyecekleri var, güzelim, sen inatçı, bencil bir sürtük...
"Bay Davis?" diye sordu Humboldt kibarca.
Başımı ona çevirdim.
"Demek buradasınız," dedi. "Sizi yine kaybettiğimizi düşünmüştüm"
"Pek sayılmaz," dedim.
"Güzel. Harika."
Elinde birkaç deste kâğıt vardı. Kâğıtlar birbirlerine renkli ataçlarla tutturulmuşlardı, kırmızı, mavi, sarı, mor. Gotham Cafe'nin duvarlarındaki Empresyonist tablolarla uyum sağlamışlardı. O an bu buluşmaya fazlasıyla hazırlıksız geldiğimi fark ettim ve bunun tek sebebi avukatımın o sırada Babylon'a giden bir trende oluşu değildi. Diane yeni bir elbise almıştı; Humboldt büyük evrak çantasını ve renkli ataçlarla tutturulmuş kâğıtlarını getirmişti; benimse tek sahip olduğum, yağmursuz bir günde yanımda getirdiğim şemsiyeydi. Başımı eğip sandalyemin yanına dayamış olduğum şemsiyeye baktım (kontrol etmek hiç aklıma gelmemişti) ve fiyat etiketinin hâlâ sapından sallandığım gördüm. Anında kendimi Minnie Pearl gibi hissettim.
İçerisi, restoranlarda sigara içilmesinin yasaklanmasından sonra çoğu yerde olduğu gibi harika kokuyordu -çiçek, şarap, taze kahve ve çikolata kokusu- ama benim hissettiğim en belirgin koku somondu. Çok güzel koktuğunu ve somon yemeyi planladığımı hatırlıyorum. Ayrıca öyle bir görüşmede yiyebilirsem her yerde yiyebileceğimi düşünmüştüm.
"Burada hem sizin, hem Bayan Davis'in birlikte büyük çabalarla oluşturduğunuz birikiminize haksızca el sürmesini engelleyen ve aynı zamanda maddi olarak bağımsız kalmanızı temin eden maddeleri olan birkaç form var," dedi Humboldt. "Ayrıca imzalamanız gereken belgeler ve durumunuz mahkemede açıklık kazanana dek birikiminizi üçüncü bir şahsın kontrolündeki bir hesaba aktarmanızı sağlayacak formlar var."
Ona hiçbir şey imzalamayacağımı ve bu, görüşmenin sona ereceği anlamına gelecekse umurumda olmadığını söylemek için ağzımı açtım ama tek bir söz bile edemedim. Şef garson bana fırsat vermedi. Aynı anda hem konuşuyor, hem çığlık atıyordu. Daha doğrusu midesinde bir buhar kazanı, boğazındaysa bir çaydanlık düdüğü varmış ve sürekli ötüyormuş gibi bir ses çıkarıyordu.
"O köpek... İiiiii!... Sana o köpeği kaç kere söyledim... İiiiii!.... Hiç uyuyamadım... İiiiii!. Yüzünü doğra dedi o orospu... İiiiii!.... Benimle nasıl alay dersin?... İiiiii!.... Şimdi de o köpeği buraya getirmişsin... İiiiii!...."
Elbette yemek salonuna ani bir sessizlik çöktü. Müşteriler, uzun, ince, smokinli adam hızlı adımlarla yaklaşırken sohbetlerini kesip başlarını tabaklarından kaldırdılar ve merakla tiz sesin kaynağına baktılar. Şef garsonun papyonu şimdi olması gereken pozisyona göre doksan derece dönmüş, yani saat altıyı gösteren akrep ve yelkovanın şeklini almıştı. Yürürken ellerini arkasına saklamış, hafifçe öne eğilmişti. Ona bakarken aklıma Washington Irving'in talihsiz öğretmeni Ichabod Crane'in altıncı sınıftaki edebiyat kitabımdaki resmi gelmişti.
Baktığı ve giderek yaklaştığı kişi bendim. Neredeyse hipnotize olmuş gibi hissederek ona bakıyordum -gireceğiniz sınava hiç çalışmadığınızı veya Beyaz Saray'da sizin onurunuza düzenlenen yemeğe çıplak katılmak zorunda kaldığınızı gördüğünüz rüyalara benziyordu- ve Humboldt hareket etmeseydi bu halde oturmaya devam edecektim.
Sandalyesini geri ittiğini duydum ve ona baktım. Peçetesi bir elinden gevşekçe sarkar halde ayağa kalkıyordu. Hem şaşırmış, hem çok öfkeli görünüyordu. Birden iki şeyi fark ettim: Humboldt'un sarhoş, hem de adam akıllı sarhoş olduğunu ve olanları, hem ona hem saygınlığına sürülmüş bir leke olarak gördüğünü. Ne de olsa restoranı o seçmişti ama o da ne, şef garson birden keçileri kaçırmıştı.
"İiiiii!.... Sana göstereceğim! Dünyanın kaç bucak olduğunu göreceksin..."
"Ulu Tanrım, altını ıslatmış," diye mırıldandı yakın masalardan birinde oturan bir kadın. Sesi alçaktı ama şef garson yeni bir çığlık silsilesine hazırlanırken söylediği için açık seçik duyulmuştu ve baktığımda kadının doğru söylediğini gördüm. Sıska adamın pantolonunun önü ıslaktı
"Bana bak, salak herif," dedi Humboldt ona bakarak ve şef garson sol elini arkasından çıkardı. Elinde, hayatımda gördüğüm en büyük kasap bıçağı vardı. Uzunluğu altmış santim kadar olmalıydı. Ucu, eski korku filmlerinde olduğu gibi hafifçe genişti.
"Dikkat!" diye haykırdım Humboldt'a. Duvar dibindeki masalarda birinde oturan çerçevesiz gözlüklü zayıf adam bir çığlık attı ve ağzının içindeki yarı çiğnenmiş kahverengi yemek parçacıkları masa örtüsünün üzerine düştü.
Humboldt ne benim haykırışımı, ne de duvar dibindeki adamın çığlığını duymuşa benziyordu. Kaşlarını çatmış, büyük bir öfkeyle şef garsona bakıyordu. "Eğer müşterilerinize hizmet etme tarzınız buysa bir daha buraya..." diye söze başladı Humboldt.
Dostları ilə paylaş: |