"Jimmy Gee'yle mi bağlantısı var?"
"Çeşit çeşit adamlarla."
"Bay Files dövüşün şikeli olduğunu bilmiyor muydu?"
"Emin değildi. Bileceğini düşündüm."
"Ama ihtiyar Gee biliyordu. Kimin kasten yenileceğini biliyordu."
"Evet. Bu da benim şansım. Kasırga Haywood sekizinci raundda yere yıkılıyor. Gelecek yıl şartlar elvereceği zaman Kasırga rövanşını elde edecek."
"Bay Girardi orada olmasaydı bahse tutuşur muydunuz?"
"Hayır." Ted hiç duraksamadan cevabı yapıştırmıştı.
"O zaman para işiniz ne olacaktı? Yani gideceğiniz zaman demek istiyorum."
Bu sözler Ted'in keyfini kaçırdı, "Gideceğiniz zaman." Kolunu Bobby'nin omuzlarına dolayacakmış gibi yaptı, ama sonra kendini tuttu.
"Daima bir şey bilen biri vardır," dedi.
Asher Caddesi'ndeydiler şimdi. Gerçi hâlâ Bridgeport'daydılar, ama Harwich kent sınırına kadar sadece bir millik yolları kalmıştı. Bobby ne olacağını bilerek Ted'in nikotin lekeli, iri ellerine uzandı.
Ted dizlerini kapı tarafına çevirdi ve dizleriyle birlikte ellerini de uzaklaştırdı. "Yapmasan daha iyi olur."
Bobby'nin bunun niçinini sormasına gerek yoktu. İnsanlar bir şeylerin üzerine YAŞ BOYA. DOKUNMAYIN gibilerden işaretler koyarlar. Yeni boyanmış bir yere dokunduğunuz takdirde, boya elinize çıkar. Boyayı yıkayıp temizleyebilirsiniz ya da zamanla kendiliğinden yok olur. Ama bir süre olduğu yerde kalır.
"Nereye gideceksiniz?"
"Bilmiyorum."
Bobby, "Kendimi kötü hissediyorum," dedi. Gözlerinin köşelerinde batma hissediyordu. "Başınıza bir şey gelirse, suç benim olacak Bazı şeyler, dikkat etmemi söylediğiniz şeyler gördüm, ama hiçbir şey söylemedim. Gitmenizi istemiyordum. Kendi kendime sizin deli olduğunuzu söyledim. Her konuda değil de, sizi izlediklerini düşündüğünüz alçak adamlar hakkında. Onun için bir şey söylemedim. Bana bir görev verdiniz, ben ise onu yüzüme gözüme bulaştırdım."
Ted'in kolu yine havaya kalktıysa da onu tekrar indirdi ve Bobby'nin bacağına hafif bir şaplak indirmekle yetindi. Yankee Stadyumu'nda Tony Kubek ikinci kez sayı yapmıştı. Kalabalık çıldırmıştı. .
Ted, "Ama ben biliyordum," dedi yavaşça.
Bobby ona bakakalmıştı. "Ne? Anlayamadım."
"Bana yaklaştıklarını hissediyordum. Translarım o yüzden sıklaştı. Yine de ben aynen senin yaptığın gibi kendi kendime yalan söylüyordum. Hem de aynı sebepten. Seni bırakıp gitmek istediğime inanıyor musun, Bobby? Özellikle annenin aklının böylesine karışık olduğu, kadıncağızın böylesine mutsuz olduğu bugünlerde. Açık konuşmak gerekirse onu düşündüğüm için değil; onunla bir türlü anlaşamadık, birbirimizi ilk gördüğümüz andan beri anlaşamadık, ama o senin annen..."
"Annemin ne kusuru var?" Bobby sesini yükseltmemesi gerektiğini hatırlamıştı, ama buna rağmen Ted'in kolunu yakalayıp sarsmaya başladı. "Söyleyin! Nedenini biliyorsunuz, değil mi? Sorun Bay Biderman mı? Sorun Bay Biderman'la mı ilgili?"
Ted bakışını dışarı dikti. Kaşları çatılmış, dudakları gerilmişti. Sonunda içini çekerek kendine bir sigara yaktı. "Bobby," dedi. "Bay Biderman iyi bir adam değil. Annen de bunu biliyor, ama bazen iyi olmayan insanlara katlanmak ve iyi geçinmek zorunda olduğumuzu iyi biliyor. Bunu başardı da. Son bir yılın içinde gurur duymadığı şeyler yaptı, ama dikkatli davrandı. Bazı açılardan benim kadar dikkatli davranması gerekti ve ben ondan hoşlansam da, hoşlanmasam da bu tarafını takdirle karşılıyorum."
"Annem ne yaptı? O, anneme neler yaptırdı?" Bobby'nin boğazına bir şey düğümlenmişti. "Bay Biderman onu niçin Providence'e götürdü?"
"Emlak komisyoncularının konferansı için götürdü."
"Hepsi bu kadar mı? Hepsi bu kadar mı?"
"Bilmiyorum. Annen de bilmiyordu ya da belki bildiği ve korktuğu şeyi umutlarıyla kamufle etti. Orasını bilemem. Bazen biliyorum, bazen birçok şeyi doğrudan ve çok net olarak biliyorum. Seni ilk gördüğüm an bir bisiklet istediğini, bir bisiklet sahibi olmanın senin için çok önemli olduğunu ve becerebilirsen bu yaz bisiklet almana yetecek parayı kazanmak niyetinde olduğunu bildim. Kararlılığın hoşuma gitmişti."
"Bana kasten dokundunuz, değil mi?"
"Evet, öyle. En azından ilk defasında. Seni biraz tanımak için yaptım bunu. Ama arkadaşlar birbirine casusluk etmezler; gerçek arkadaşlık gizliliğe saygı duyar. Ayrıca ben dokununca bir tür pencere açılıyor. Sanırım, bunu sen de biliyorsun. Sana ikinci dokunuşum... gerçekten dokunuşum, sana tutunuşum, biliyorsun... o bir hataydı. Ama o kadar kötüsü değil. Sen de bir süre gerekli olandan fazlasını bildin, ama o an geçti, değil mi? Sana dokunmaya devam etseydim, yani birbirine yakın olan kimselerin yaptıkları gibi dokunmayı sürdürseydim, her şeyin değişeceği bir an gelecekti. Etki yok olmayacaktı." Ted büyük kısmı içilmiş sigarasını kaldırdı ve dudak buruşturarak ona baktı. "Bunlardan bir tane fazla içmeye gör, hayat boyu tutsağı olursun."
"Annem şimdi iyi mi?" Bobby, Ted'den yanıt alamayacağını bile bile bunu sormuştu. Ted'in Allah vergisi yeteneği o kadar uzağa ulaşamıyordu.
"Bilmiyorum," dedi. "Yani ben..."
Ted ansızın irkildi. Pencereden ilerdeki bir şeye bakıyordu. Sigarasını koltuğun kolundaki küllüğe bastırdı, öylesine sert bastırdı ki, kıvılcımlar elinin üstüne sıçradı. Ama o bunları hissetmemiş gibiydi, "Tanrım," dedi. "Tanrım, şimdi hapı yuttuk."
Bobby de pencereden ilersini görmek için adamın kucağının üzerinden yana uzandı. Asher Caddesi'ne bakarken, Ted'in az önce söylediklerini düşünüyordu. Sana dokunmaya devam etseydim, birbirine yakın olan kimselerin yaptıkları gibi dokunmayı sürdürseydim...
İlerde üç yolun kesişme noktası yer alıyordu: Asher Caddesi, Bridgeport Caddesi ve Connecticut paralı yolu, Puritan Meydanı diye bilinen bir yerde birbirine kavuşuyordu. Tramvayların rayları öğleden sonra güneşinde pırıl pırıldı. Servis arabaları kilitlenmiş trafiğin içine dalmak için sıralarını beklerken sabırsızlıkla klaksonlarını çalıyorlardı. Ağzında düdük, ellerinde de beyaz eldivenler olan ter içindeki bir polis trafiği yönetiyordu. Solda William Penn Grili vardı. Burası, Connecticut'ın en lezzetli bifteklerini pişirmesiyle ünlüydü. (Ajansın Waverley Malikânesi'ni satmasından sonra Bay Biderman bütün ofisi oraya götürmüş, Bobby'nin annesi de akşama belki bir düzine William Penn kibrit paketiyle eve dönmüştü.) Annesi bir keresinde Bobby'ye restoranın en ilginç yanının, barın Harwich kent sınırının ötesinde olmasına rağmen, restoranın Bridgeport'ta kalışı olduğunu söylemişti. Önde, Puritan Meydanı'nın tam kenarında DeSoto markalı bir otomobil park edilmişti. Rengi Bobby'nin daha önce hiç görmediği, hatta varlığından bile habersiz olduğu bir mordu. Renk o kadar parlaktı ki, bakınca insanın gözleri ağrıyordu. Bobby'nin yalnız gözlerini değil bütün başını ağrıtıyordu.
Arabaları da sarı paltoları, sivri burunlu ayakkabıları ve saçlarını arkaya yatırmak için kullandıkları parfüm kokan yağlı madde gibi kaba ve bayağı olacak. Mor renkli araba krom süslemelerle doluydu. Çamurluklarının etekleri vardı. Motor kapağının üstündeki süs kocamandı; Reis DeSoto'nun başı puslu ışıkta sahte bir mücevher gibi ışıldıyordu. Lastikleri beyaz ve şişmandı. Arkada kamçı gibi bir anten vardı. Ucunda da bir rakun kuyruğu asılıydı.
Bobby, "Alçak adamlar," diye fısıldadı. Tartışmaya yer yoktu. Araba bir DeSoto'ydu, ama aynı zamanda hayatında gördüğü arabaların hiçbirine benzemiyordu, bir asteroid kadar yabancıydı. Tıkalı üç yol kavşağına yaklaşırlarken Bobby, koltuğun döşemesinin metalik bir yusufçuk yeşili olduğunu gördü; bu renk arabanın moruyla kontras oluşturuyordu. Direksiyon beyaz kürkle kaplıydı. "Tanrım, bu onlar!"
Ted, "Onları aklından çıkarmalısın!" dedi. Bobby'yi omuzlarını kavradı (Önde Yankee'lerin maçı çın çın ötüyor, şoför arkadaki müşterisine dikkat bile etmiyordu. Buna da şükür.) ve onu bir kere daha şiddetle sarstıktan sonra salıverdi. "Onları aklından çıkarmalısın, anlaşıldı mı?"
Bobby denileni yaptı. George Sanders, düşünceleriyle planlarını çocuklardan gizlemek için beyninde bir tuğla duvar bina etmişti. Bobby, Maury Wills'i daha önce bir kere kullanmıştı, ama bu kez beysbolün düşüncelerini kesebileceğine inanmıyordu. Bunu ne başarabilirdi ki?
Bobby, Puritan Meydanı'nın üç veya dört blok ilersinde Asher Empire'ın tentesinin kaldırımın üzerine taştığını görebiliyordu. Birden Sully-John'un Bolo yoyosunun pap-pap-papını duydu. S-J, "O süprüntüyse, ben çöpçü olmak isterim," demişti.
O gün görmüş oldukları poster Bobby'nin aklından çıkmıyordu. Sadece bir havluya bürünmüş, gülümseyen Brigitte Bardot. (Gazeteler onun için Fransızların seks kediciği diyorlardı.) Köşebaşı Cebi'ndeki takvimlerin birinde arabadan inen kadına, etekliği yukarı kaymış ve jartiyerleri ortaya çıkmış olana benziyordu biraz. Ama Brigitte Bardot daha güzeldi. Ve o gerçekti. Ama tabii ki Bobby Garfield ve akranlarına göre fazla yaşlıydı.
Bin transistorlu radyodan Paul Anka'nın 'Ben o kadar gencim, sen ise çok yaşlısın, böyle dediler bana sevgilim' şarkısı duyuluyordu. Ama o hâlâ güzeldi. Bir seks ilahesiydi. Bobby arkasına dayanınca onu giderek daha net olarak görüyor, gözlerine, nöbetlerinden birini geçirdiği zaman Ted'de görülen o her şeyden uzaklaşma egemen oluyordu. Bobby duştan yeni çıkmış gibi nemli sarı saçlarını, havlunun içinde göğüslerinin kıvrımlarını, uzun bacaklarını, Yetişkinlere Mahsus, Sürücü Ehliyeti veya Kimlik Belgesi istenir yazısının yukarsındaki boyalı ayak tırnaklarını görebiliyordu. Bardot'nun sabununun kokusu -hafif çiçek kokusu- da burnuna doluyordu. Nuit en Paris'nin kokusunu duyuyordu. Bitişik odadaki radyoyu da duyuyordu. Şarkıyı söyleyen Savin Rock'daki Freddy Cannon'du.
İçinde yolculuk ettikleri taksinin William Penn Grill'in önünde, bir yarayı andıran o DeSoto'nun yanında durduğunun başka bir dünyadaymış gibi belirli belirsiz bilincine vardı. Bobby arabayı adeta kafasının içinde duyabiliyordu; sesi çıksaydı, "Vur beni, ben fazla morum! Vur beni, ben fazla morum!" diye bağıracaktı. Ve bunun pek uzağında olmayan bir yerde onların varlığını seziyordu. Restoranda biftek yiyorlardı. ikisi de bifteklerini aynı şekilde az pişmiş yiyorlardı. Gitmeden önce telefon odasına bir kayıp evcil hayvan posteri veya elde basılmış bir SAHİBİNDEN SATILIK OTOMOBİL kartı bırakabilirlerdi, tabii ki başaşağı olarak. Sarı paltolu ve beyaz ayakkabılı adamlar içerdeydiler işte. Çiğe yakın sığır eti lokmalarının arasında martini içiyorlardı. Akıllarını bu yöne çevirirlerse...
Duş kabininden dışarıya buhar sızıyordu. B.B. boyalı çıplak ayaklarının üstüne dikildi ve havlusunu açarak önce kısa bir süre kanatlara benzetti, sonra da yere kaydırdı. Bobby onun aslında hiç de Brigitte Bardot olmadığını gördü. Carol Gerber'di. "İnsanların, üstünde bir havlu dışında hiçbir şey yokken sana bakmalarına izin vermek için cesur olman gerekir" demişti ve işte şimdi o havluyu bile yere bırakmıştı. Bobby şimdi onu sekiz, on yıl sonraki haliyle görüyordu.
Bobby ona bakıyor, başını çeviremeden çaresizce bakıyor, aşkın çaresizliğini yaşıyor, Carol'un sabunu ve parfüm kokuları arasında, radyosunun sesi (Freddy Cannon yerini The Platters'e bırakmıştı.) açıkken boyalı küçük ayak tırnaklarının manzarasının karşısında kendini kaybediyordu. Kalbi bu arada gümbür gümbür atıyor, çizgileri başka dünyaların içinde kayboluyordu. Bundan farklı dünyaların içinde...
Taksi sürünür gibi ağır ağır ilerlemeye başladı. Restoranın yanına Park edilmiş (Bir yükleme noktasına park edilmişti, ama umurlarında mıydı?) dört kapılı mor ucube arkaya doğru kaymaya girişti. Taksi sarkarak durdu, bir tramvay klang-klang sesleri arasında Puritan Meydanı'ndan geçerken şoför belli belirsiz küfrediyordu. DeSoto şimdi arkalarındaydı, krom süslemelerinden yayılan ışık yansımaları taksinin içinde düzensiz şekilde dans ediyordu. Bobby birdenbire dayanılma? kaşıntının göz yuvarlaklarının arkasına saldırdığını hissetti. Bunun hemen arkasından görüş alanına büklümlü kara iplikler yağmaya bası di. Bobby, Carol'u görüş açısında tutmayı başardı, ama şimdi ona sanki bir parazit alanının içinden bakıyordu.
Bizi hissediyorlar... ya da bir şey hissediyorlar. Tanrım, bizi buradan kurtar. Yalvarırım, buradan kurtar bizi.
Şoför trafiğin içinde bir boşluk yakalayarak arabayı hemen oraya sürdü. Bir an sonra Asher Caddesi'nde hatırı sayılır bir hızla yol alıyorlardı. Bobby'nin gözlerinin arkasındaki kaşıntı hissi hafiflemeye yüz tuttu. İç görüş alanındaki kara iplikler de silindi, Bobby o zaman çıplak kızın Carol olmadığını (en azından artık olmadığını), hatta Brigit Bardot bile olmadığını, sadece kendisinin hayal gücünün çırılçıplak soyduğu Köşebaşı Cebi'ndeki takvim kızı olduğunu gördü. Radyodaki müzik kaybolmuştu. Sabun ve parfüm kokuları da öyle. Kızdan eser yoktu. O sadece...
Bobby, "O sadece tuğla duvara çizilmiş bir resim," dedi. Doğrulup oturdu.
Şoför, "Ne diyorsun, çocuk?" diye sordu ve radyoyu kapadı. Oyun sona ermişti. Mel Ailen sigara satıyordu.
Bobby, "Hiç," dedi.
"Sanırım daldın, değil mi? Trafik ağır ilerliyor, sıcak bir gün... Arkadaşın hâlâ uyur görünüyor."
Ted, "Hayır uyumuyorum," diyerek doğruldu. Gerindi, omurları çatırdayınca suratını ekşitti. "Ama sanırım biraz kestirdim." Arka pencereden dışarıya bir göz attıysa da William Penn Grili artık görünürde değildi. "Yanılmıyorsam, Yankee'ler kazandı, öyle değil mi?"
Şoför gülmeye başladı. "Yankee'ler oynarken nasıl olup da uyuduğunuza şaşıyorum."
Broad Sokağı'na saptılar. Taksi iki dakika sonra 149 numaranın önünde durdu. Bobby farklı bir boya rengi ya da belki yeni eklenmiş bir bölüm görmeyi beklermiş gibi binaya baktı. Oradan on yıl uzak kalmış gibi bir his duyuyordu. Bir bakıma öyleydi de, Carol Gerber'i yetişkin olarak görmemiş miydi?
Taksiden inerken Bobby, onunla evleneceğim, diye karar verdi. Tony Sokağı'nda Bayan O'Hara'nın köpeği bunu ve insanların tüm kötülüklerini reddeder gibi havlıyordu: hav-hav, hav- hav-hav.
Ted, elinde cüzdanıyla taksinin sürücü yanındaki penceresine doğru eğildi. Bunun içinden iki banknot aldı, bir an düşündükten sonda bir üçüncüyü ilk ikisine kattı. "Üstü kalsın."
Şoför, "Siz bir centilmensiniz," dedi.
Bobby, "O bir nişancıdır," diye düzeltti. Taksi uzaklaşırken sırıtıyordu.
Ted, "içeri girelim. Dışarda olmak benim için güvenli değil," dedi.
Kapının dışındaki basamakları çıktılar, Bobby de cebindeki anahtarla kapıyı açtı. Gözlerinin arkasındaki o garip kaşıntıyı ve siyah iplikleri düşünüyordu. Özellikle iplikler korkunçtu, ona kör olmanın eşiğindeymiş gibi şeyler hissettirmişti. "Bizi gördüler mi, Ted? Her ne yapıyorlarsa bizi hissettiler mi?"
"Hissettiklerini biliyorsun... Ama ne kadar yakında olduğumuzu bildiklerini sanmıyorum." Garfield'lerin dairesine girdikleri zaman Ted güneş gözlüğünü çıkarıp gömleğinin cebine tıktı. "Ööf, burası çok sıcakmış!"
"Niçin bizim yakında olduğumuzu bilmediklerini düşünüyorsunuz?"
Ted bir pencereyi açmak üzereyken durdu ve omzunun üzerinden Bobby'ye baktı. "Bilmiş olsalardı, burada durduğumuz zaman mor araba hemen arkamızda olurdu."
Bobby de pencereleri açmaya başlarken, "O bir araba değildi," dedi. Pencere açmanın fazla bir yararı olmadı. İçeri girerek perdeleri hafif hafif kabartan hava, neredeyse bütün gün dairenin içinde tutsak kalan hava kadar sıcaktı. Bobby devam etti. "Ne olduğunu bilmiyorum, ama sadece bir araba gibi gözüküyordu. Onlar hakkında hissettiklerim ise..." Bobby sıcağa rağmen ürperdi.
Ted vantilatörünü alıp Liz'in biblolarının dizili olduğu rafın yanındaki pencereye yürüdü ve vantilatörü pencere pervazının üstüne oturttu. "Kendilerini kamufle ediyorlar, ama biz onları buna rağmen hissediyoruz," dedi. "Ne olduklarını bilmeyen kimseler de onları çoğu kez hissederler. Kamuflajın altındakilerden bir şeyler dışarı sızıyor. Kamuflajın altındaki şey her neyse çirkin. Ne kadar çirkin olduğunu hiçbir zaman öğrenmemeni dilerim."
Bobby de aynı şeyi diliyordu. "Onlar nereden geliyorlar, Ted?" diye sordu.
"Karanlık bir yerden."
Ted eğilip vantilatörün fişini prize soktu ve aygıtı çalıştırdı. Vantilatörün odanın içine üfürdüğü hava biraz daha serindi, ama Köşebaşı Cebi'ndeki ya da Criterion'daki kadar değil.
"Orası başka bir dünyada mı? Örneğin, Güneşin Etrafındaki çember gibi bir yerde mi? Öyle, değil mi?"
Ted hâlâ prizin yanında dizlerinin üstündeydi. Dua ediyormuş gibi bir izlenim uyandırıyordu. Bobby'nin gözüne, ölüm derecesinde bitkin görünmekteydi. Alçak adamlardan nasıl kaçabilirdi? Görünüşe bakılırsa, Spicer'in tuhafiye dükkânına kadar bile sendelemeden gidemezdi.
"Evet," dedi sonunda. "Onlar başka bir dünyadan geliyorlar. Başka bir yerden ve başka bir zamandan. Sana bütün söyleyebileceklerim bu. Daha fazlasını bilmek senin için güvenli değil."
Ama Bobby bir soru daha sormak zorundaydı. "Siz de o başka dünyaların birinden mi geldiniz?"
Ted ona ciddi bir bakış fırlattı. "Teaneck'den geldim."
Bobby ona bir an bakakaldı. Sonra gülmeye başladı. Vantilatörün yanında yere diz çökmüş durumda olan Ted de ona katıldı.
Gülmeyi en sonunda kesebildikleri zaman Ted, "Takside ne düşünüyordun, Bobby?" diye sordu. "Dert başladığı sırada nereye gittin?" Ted kısa bir duraklama kaydetti. "Ne gördün?"
Bobby, ayak tırnakları pembeye boyanmış yirmi yaşındaki Carol'u, ayaklarının dibine düşmüş havlusuyla anadan doğma çıplak duran ve etrafında buharlar uçuşan Carol'u düşündü. Yalnız Yetişkinler, Sürücü Belgesi Olması Zorunlu. İstisna Kabul Edilmez.
Çocuk, "Söyleyemem," dedi sonunda. "Çünkü..."
"Çünkü bazı şeyler kişiye özel, değil mi? Anlıyorum." Ted ayağa kalktı. Bobby yardım etmek için yaşlı adama doğru bir adım atınca Ted elinin hareketiyle onu durdurdu. "Belki de bir süre çıkıp oynamak istersin," dedi. "Daha sonra -saat altı sularında diyelim- güneş gözlüğümü takarım ve blokun ötesine yürüyüp Colony Restoranı'nda biraz bir şey yeriz."
"Ama fasulye istemem."
Ted'in dudaklarının köşeleri gülümseme olarak nitelenebilecek bir şekilde kıvrıldı. "Kesinlikle fasulye yok, fasulye yasak. Saat onda arkadaşım Len'e telefon edip dövüşün nasıl sonuçlandığını sorarım. Ne dersin?"
"Alçak adamlar... şimdi beni de bulmaya çalışacaklar mı?"
Ted, "Öyle bir olasılık olduğunu düşünsem sana kapının dışına adım attırmam," diye karşılık verdi. Şaşırmış görünüyordu. "Sağlığın yerinde. Sağlıklı kalmanı garantileyeceğim. Haydi, git artık. İstediğin kadar oyna. Benim yapılacak işlerim var. Yalnız saat altıda dönmüş ol ki senin yüzünden endişelenmeyeyim."
"Tamam."
Bobby odasına gitti ve Bridgeport'a yanında götürdüğü dört tane çeyrek doları Bisiklet Fonu kavanozuna iade etti. Odasında etrafına bakınarak her şeyi; kovboy yatak örtüsünü, duvarların birindeki annesinin fotoğrafını, bir başka duvardaki tahıl kutu kapaklarını biriktirerek elde ettiği maskeli Clayton Moore'un imzalı fotoğrafını, köşedeki (bir tanesinin atkısı kopuk) tekerlekli patenlerini, duvara dayalı yazı masasını yepyeni gözlerle gördü. Oda, gözüne daha ufak görünüyordu şimdi, gelinecek bir yerden çok, çıkılacak bir yer olmuştu sanki. Turuncu kütüphane kartının içine uzandığını hissediyor, içindeki acı bir ses de onu engellemeye çalışıyor, hayır, hayır, hayır, diye bağırıyordu.
VIII. BOBBY BİR İTİRAFTA BULUNUYOR. GERBER
BEBEĞİYLE MALTEX BEBEĞİ. RIONDA. TED BİR YERE
TELEFON EDİYOR. AVCILARIN ÇAĞRISI.
Commonwealth Parkı'nda küçük çocuklar top oynuyorlardı. B sahası boştu; C sahasında ise turuncu St. Gabriel tişörtlerini giymiş birkaç yeniyetme bir tür beysbol oynuyorlardı. Carol Gerber kucağında atlama ipiyle bir bankta oturuyor, onları seyrediyordu. Bobby'nin geldiğini görünce gülümsemeye başladı, ama bu gülümseyiş hemen yüzünden silindi.
"Bobby, neyin var senin?"
Bobby, Carol söyleyene kadar kendisinde yolunda gitmeyen şey olduğunun farkında değildi. Ne var ki kızın yüzündeki endişe onun bilincine varmasına yol açtı ve onu yıktı. Mesele, alçak adamlar gerçeği ve Bridgeport'un dönüş yolunda yaşadıkları korkuydu. Diğer bir mesele de Bobby'nin annesi adına duyduğu endişe ve özellikle Ted'di. Ted'in onu niçin evden sepetlediğini ve şu anda ne yaptığını çok iyi biliyordu: Yaşlı adam küçük bavullarını ve saplı kese kâğıtlarını doldurmakla meşguldü. Arkadaşı gidiyordu.
Bobby ağlamaya başladı. Bir kızın ve özellikle bu kızın önünde cıvımak istemiyordu, ama elinde değildi.
Carol donakalmıştı, korkmuş görünüyordu. Sonra banktan kalkarak yanına yaklaştı ve ona sarıldı. "Ağlama, Bobby, her şey düzelecek."
Gözlerindeki yaşlardan önünü göremeyen ve şimdi daha da çok ağlayan Bobby, (Başının içinde sanki şiddetli bir fırtına kopmuştu.) kızın kendisini küçük koruluğa sürüklemesine karşı koymadı. Orada beysbol sahalarından ve patikalardan görülmeyeceklerdi. Carol, Bobby'yi salıvermeyerek otların üstüne oturdu. Bir elini, çocuğun terden ıslanmış saçlarının üstünde gezdiriyordu. Bir süre hiçbir şey söylemedi. Bobby de konuşamayacak haldeydi. Sadece boğazı sancıyıncaya ve gözleri yuvalarının içinde zonklayıncaya kadar hıçkırabildi.
Sonunda hıçkırıklarının araları uzamaya başladı. Doğrulup koluyla yüzünü sildi. Duyguları onu dehşete düşürmüş ve utandırmıştı. Kızın yüzünü tükürük ve sümük içinde bırakmıştı.
Ama Carol umursar görünmüyordu. Çocuğun ıslak yüzüne dokundu. Bobby bir hıçkırık daha salıvererek kızdan biraz uzaklaştı ve otlara bakışını dikti. Yaşların yeni yıkadığı gözleri olağanüstü keskinleşmişti sanki; her otu ve çiçeği görebiliyordu.
Carol yine, "Her şey düzelecek," derken Bobby onun yüzüne bakamayacak kadar utanç içindeydi.
Bir süre konuşmadan oturdular. Carol daha sonra, "Bobby, istersen, senin kız arkadaşın olurum," dedi.
Bobby, "Sen benim kız arkadaşımsın," dedi.
"Öyleyse derdinin ne olduğunu söyle bana."
Bobby de bir süre sonra kendini arkadaşına her şeyi anlatır buldu.
Anlatışına Ted'in evlerine taşınmasından ve annesinin görür görmez ondan hoşlanmamasından başladı. Carol'a Ted'in nöbetlerinin ilgili alçak adamları ve alçak adamların bıraktıkları işaretleri anlattı. O bunları anlattığı sırada Carol onun koluna dokundu.
Çocuk, "Ne! Bana inanmıyor musun?" diye sordu. Boğazında hâlâ ağlama krizlerinin sonrasındaki o boğuk doluluk vardı, ama yavaş yavaş iyileşiyordu. Carol ona inanmıyor olsa bile arkadaşına tozmayacaktı. Onu kınamayacaktı bile. İçindekileri bir başkasıyla paylaşmak onu rahatlatacaktı. "Önemli değil," dedi. "Sana kaçık gibi göründüğümün farkındayım."
Carol, "Sek sek çizgilerinin yanındaki o garip işaretleri kentin her yanında gördüm," dedi. "Yvonne'la Angie de gördüler. Onlarla bunu konuştuk. Sek sek şekillerinin yanına küçük yıldızlarla ayları çizmişler. Bazılarının yanında kuyruklu yıldızlar da vardı."
Bobby kıza bakakalmıştı. "Benimle alay etmiyorsun ya?"
"Ne münasebet. Niçin bilmem ama, kızlar daima seksek oyunlarına bakarlar, içine bir sinek uçmadan kapat şu ağzını."
Bobby ağzını kapadı.
Carol başıyla onayladı, sonra Bobby'nin elini avucuna aldı ve parmaklarını onunkilere doladı. Parmaklarının birbirlerine ne kadar uyduklarını görmek Bobby'yi şaşırttı. Carol, "Şimdi de kalanları bana anlat," dedi.
Bobby de anlattı, son olarak da geçirdiği şaşkınlık verici günle anlatısını tamamladı: sinemayı, Köşebaşı Cebi'ne uğramalarını, Alanna'nın babasını ve kendisini tanıyışını, eve dönerken atlattıkları tehlikeyi sıraladı. Mor DeSoto'nun nasıl gerçek bir otomobil izlenimi bırakmadığını, sadece bir otomobile benzediğini anlatmaya çalıştı. Bu arada her nasılsa canlıymış izlenimini uyandırdığını eklemeyi de ihmal etmedi. İkinci sınıftayken çıldırdıkları sesli hayvan kitapları dizilerinde Dr. Dolittle'ın bazen bindiği devekuşunun kötülük simgesi bir benzeriydi sanki. Bobby'nin tek itiraf etmediği şey, taksi William Penn'i geçerken gözlerinin arkaları kaşınmaya başladığı zaman düşüncelerini nereye gizlediğiydi.
Uzunca bir bocalamadan sonra son olarak en kötüsünü ağzına çıkardı; annesinin Bay Biderman'la ve öbür erkeklerle Providers'a gitmesinin bir hata olmasından korkuyordu. Hem de kötü bir hata
Carol, "Bay Biderman'ın annene tutkun olduğunu mu düşünüyorsun?" diye sordu. O sırada kızın atlama ipini bıraktığı banka dönüyorlardı. Bobby ipi alıp Carol'a uzattı. Parktan çıkıp Broad Sokağı'na doğru yürümeye başladılar.
Dostları ilə paylaş: |