Bobby, "Dedem beni karşılayacak," diye yineledi. "Sana elli cent bahşiş bırakmamı söyledi."
Şoför anlık bir kararsızlık geçirdi. Bobby onu razı etmek için başka bir çare düşünüyordu ki, adam içini çekerek boş işaretini indirdi ve arabayı hareket ettirdi. Evinin önünden geçerlerken Bobby, dairelerinde ışık olup olmadığına baktı. Yoktu, henüz yoktu. Çocuk arkasına yaslanarak Harwich'in arkalarında kalmalarını bekledi.
Şoförün adı Roy DeLois'di. Bu, taksimetresinin üstünde yazılıydı. Bridgeport yolunda ağzını açıp bir şey söylemedi. Pete'i veterinere götürerek hayvanın hayatını noktalayacak iğneyi yaptırdığı için üzgündü. Pete on dört yaşındaydı. Bir Collie çoban köpeğine göre ileri bir yaştı bu. Ama köpek Roy DeLois'in biricik gerçek arkadaşıydı. Roy, Pete'yi doyururken, "Haydi, koca oğlan, yemene bak, hesabı ben ödeyeceğim," demek adetindeydi. Her gece aynı şeyi söylüyordu. Roy DeLois karısından boşanmıştı. Bazen Hartford'daki bir striptiz kulübüne gidiyordu. Bobby, üstlerinde tüyler, kollarında da uzun beyaz eldivenler olan dansçıları hayal meyal gözlerinin önünde canlandırdı. Pete'nin görüntüsü çok daha netti. Roy DeLois veterinerden çıkarken sıkıntılı değildi, ama evinde Pete'nin kilerdeki boş tabağını görünce hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.
William Penn Gril'in yanından geçtiler. Bütün pencerelerden parlak ışıklar dışarı taşıyordu. Lokalin iki yanına üç bina bloku boyunca arabalar dizilmişti. Fakat Bobby beceriksizce kılık değiştirmiş canlı yaratıklara benzeyen kaçık DeSoto'lar veya başka arabalar görmedi. Gözlerinin arkası kaşınmadığı gibi, görüş alanında kara iplikler de yoktu.
Taksi kanal köprüsünü geçti, böylece oralardaki bir yere gelmiş oldular. Yanlarında demirden yıldırıma benzer zikzaklar çizmiş yangın merdivenleri bulunan apartmanlardan dışarıya İspanyol müziği taşıyordu. Bazı sokak köşelerinde parlak saçları arkaya taranmış delikanlılar durmaktaydı. Başka sokak köşelerinde ise gülüşen genç kızlar göze çarpıyordu. Damalı araba kırmızı ışıkta durunca kahverengi tenli bir adam taksiye sokuldu. Kalçaları, beyaz donunun bel lastiğinin altına sarkmış gabardin pantolonunun içinde yağ gibi çalkalanıyordu. Elindeki kirli bezle taksinin ön camını temizlemeyi teklif etti. Roy DeLois hayır gibilerden başını salladı ve ışık değiştiği anda arabayı sürdü.
"Kahrolası İspanyollar," diye söylendi. "Ülkeye girmeleri yasaklanmalı. Yeterince zencimiz yok mu zaten?"
Narragansett Sokağı geceleyin farklı gözüküyordu. Biraz daha ürkütücü, aynı zamanda daha da muhteşem. Çilingirler... çek bozma servisleri... içersinden kahkahalar ve otomat müziği taşan birkaç bar ve ellerinde bira şişeleriyle gençler. Sonra ROD'UN SİLAHLARI, Rod'un biraz ötesinde ve ÇOK ÖZEL HATIRA EŞYASI satan dükkânın yanında da WO TOMBUL MAKARNA ŞİRKETİ. Köşebaşı Cebi buradan dört blok ötede olmalıydı. Saat sadece sekizdi. Bobby yeterince erken gelmişti.
Roy DeLois kaldırımın kenarında durduğunda taksimetresinde seksen cent yazıyordu. Buna sözünü ettiği elli cent'lik bahşiş eklenince, BİSİKLET FONU'nda koca bir delik açılmış sayılırdı, ama Bobby'nin umurunda değildi. Hiçbir zaman annesi kadar çok para kazanamayacaktı. Alçak adamlara yakalanmadan Ted'i uyarabilirse Bobby sonsuza dek yürümeye itiraz etmeyecekti.
Roy DeLois, "Seni burada bırakmak hiç hoşuma gitmiyor," dedi. "Deden nerede?"
Bobby neşeli görünmeye çalışarak ve bunu hemen hemen başararak, "Birazdan gelir, birazdan gelir," dedi. Zorda kalınca insanın neler başarabileceğine şaşmamak elde değildi.
Çocuk böyle diyerek şoföre parayı uzattı. Roy DeLois bir an parayı alıp almama konusunda tereddüt etti, hatta küçük müşterisini Spencer'e geri götürmeyi bile aklından geçirdi. Ama sonra, Çocuk Spencer hakkında doğruyu söylemiyorsa burada işi ne? Herhalde bir kadın aramaya gelmiş olamayacak kadar genç, diye düşündü.
Bobby, ben iyiyim, diye içinden şoföre hitap etti. Evet, bunu yapabilirdi, biraz olsun yapabilirdi. Sen istediğin kadar tasalan. Ben iyiyim
Roy De Lois sonunda buruşmuş dolarla bozuklukları aldı. "Bu gerçekten çok fazla."
Bobby taksiden inerken, "Dedem bana bazı kimseler gibi cimri olmamamı söyler hep," dedi. "Belki kendine yeni bir köpek alsan iyi olacak. Örneğin, bir yavru köpek."
Roy DeLois belki elli yaşında vardı, ama şaşkınlık onu olduğundan çok daha genç gösterdi. "Nasıl..."
Bobby bundan sonra adamın, çocuğun köpeği nasıl öğrendiğini umursamadığına karar verdiğini hissetti. Roy DeLois arabayı çalıştırdı ve Bobby'yi Wo Tombul Makarna Şirketi'nin önünde bırakarak uzaklaştı.
Çocuk taksinin arka farlarının ışığı kaybolana kadar orada durdu, bundan sonra Köşebaşı Cebi'ne doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Sadece ÇOK ÖZEL HATIRA EŞYASI'nın tozlu camekânından içeriye bakacak kadar durakladı. Bambu stor yukarı itilmişti, ama sergilenen tek özel hatıra eşyası tuvalet biçimindeki seramik bir sigara tablasıydı. Tablanın sigara konacak yerinde bir oyuk vardı. Su tankının üstüne de POPONUZU PARK EDİN yazılıydı. Bobby bunu komik bulmasına rağmen bir camekânda sergilenmesini uygun görmedi. O daha çok çeşitli seks eşyası göreceğini ummuştu. Özellikle artık güneş battığına göre.
Bobby yürümeyi sürdürdü. BRIDGEPORT MATBAASI ile BEKLERKEN PAPUÇLARINIZ ONARILIR ve HER TÜRLÜ VESİLE İÇİN ŞİRİN KARTLAR gibi dükkânların yanından geçti. İlerde bir bar daha vardı, köşebaşında başka gençler göze çarpıyor ve Cadillac'ların sesi duyuluyordu. Bobby karşı kaldırıma geçti. Sırtını kamburlaştırarak ve başını eğerek yürüyordu. Ellerini ceplerine sokmuştu.
Barın karşısında iş hayatı sona ermiş bir restoran bulunuyordu. Lime lime olmuş tentesi hâlâ sabunlu camekânlarının yukarsına sarkıyordu.
Bobby bunun gölgesine girerek yürüdü. Bir bağırtı ve arkasında da kırılan bir şişe sesi duyunca çocuk irkildi. Bir sonraki köşeye varınca köşegen olarak tekrar karşı kaldırıma, Köşebaşı Cebi'nin bulunduğu kaldırıma geçti.
Bir yandan yürürken aklını dışarıya yönlendirerek Ted'le ilgili bir şeyler yakalamaya çalıştı, ama hiçbir şey yoktu. Bobby buna şaşırmadı. Ted'in yerinde olsa, dikkati çekmeden vakit öldürebileceği Bridgeport Halk Kütüphanesi gibi bir yere giderdi. Kütüphane kapandıktan sonra belki bir lokma bir şey yer, böylece, biraz daha vakit kazanırdı. Sonunda bir başka taksi çağırıp parasını almaya giderdi. Çocuk çevreyi öyle yoğun bir şekilde dinliyordu ki, önünü görmeyerek başka bir yayaya çarptı.
Adam gülerek, "Hey, cabron", dedi, ama hoş bir gülüş değildi bu. Eller Bobby'nin omuzlarını yakalayarak çocuğu hareketsizleştirdiler. "Nereye gidiyordun, orospu çocuğu?"
Bobby başını kaldırınca annesinin köşebaşı çocukları diyeceği türden dört gencin BODEGA adındaki bir yerin önünde durduğunu gördü. Hepsi Porto Riko'luydu ve keskin ütü çizgili pantolonlar giymişlerdi. Pantolonlarının paçalarının altında sivri burunlu siyah çizmeler dikkati çekiyordu. Ayrıca, arkasında DIABLOS yazılı mavi ipekli ceketler giymişlerdi. T harfi şeytanın tırmığıydı. Tırmıkta Bobby'ye yabancı gelmeyen bir şey vardı, ama çocuğun bunu düşünecek vakti yoktu. Bir çetenin dört üyesine çattığını anlamıştı.
Kısık bir sesle, "Özür dilerim," dedi. "Gerçekten... Üzgünüm."
Omuzlarını tutan ellerden kurtuldu ve o gencin yanından uzaklaşmaya yeltendi. Ama bir tek adım atmıştı ki, ötekilerden biri onu yakaladı. Bu kişi, "Nereye gidiyordun, piço?" diye sordu. "Nereye gidiyorsun, Piçom benim."
Bobby kendini kurtardıysa da dördüncü genç onu tekrar ikinciye doğru itti. İkinci genç Bobby'yi yine yakaladı ve bu kez hiç de nazik kavranmıyordu. Harry ile arkadaşları tarafından kuşatılmak gibi bir şeydi bu, hatta çok daha kötü.
Üçüncü genç, "Paran var mı, piço?" diye sordu. "Çünkü bur paralı bir yoldur."
Hepsi gülerek daha fazla yaklaştılar. Baharlı tıraş losyonların briyantinlerinin ve kendi korkusunun kokusu Bobby'nin burnuna doluyordu. Akıllarının sesini duyamıyor olsa da buna gerek var mıydı? Herhalde onu dövecek ve parasını alacaklardı. Eğer şanslıysa bütün yapacakları bu olacaktı... ama şanslı olmayabilirdi.
Dördüncü genç şarkı söyler gibi bir sesle, "Küçük çocuk," dedi Elini uzatarak Bobby'nin kısa saçlarını avuçladı ve çocuğun gözlerinden yaş fışkırtıncaya kadar çekti. "Küçük muchado, yanında para olarak ne var? Dostumuz fenaro'dan sende ne kadar var? Sende bir şev varsa gitmene izin vereceğiz. Eğer yoksa testislerini ezeceğiz."
"Onu rahat bırak, Juan."
Bobby dahil hepsi dönüp baktılar. O da sırtına bir Diablos ceketi geçirmiş ve keskin ütü çizgili bir pantolon giymiş beşinci bir genç onlara katılmıştı. Yalnız bunun ayaklarında sivri burunlu çizmeler yerine mokasen ayakkabılar vardı. Bobby onu hemen tanıdı. Ted, Köşebaşı Cebi'nde bahse girerken, Sınır Devriyesi oyununu oynayan gençti. Tırmık deseni bu yüzden Bobby'ye tanıdık gelmişti, gencin eline dövmeyle resmedilmişti. Ceketi tersine çevrilerek beline sarılmıştı, (Bobby'ye, "Burada kulüp ceketi giyilmez," demişti.) ama buna rağmen Diablos işaretini taşıyordu.
Bobby yeni gelenin aklının içine bakmaya çalıştı, ama sadece silik şekiller gördü. Bayan Gerber'in onları Savin Rock'a götürdüğü gündeki gibi yeteneği siliniyordu; panayır alanının sonundaki McQuown'un tezgâhından ayrılmalarından sonra tamamen yok olmuştu. Işık bu kez daha uzun sürmüştü, ama gidiyordu işte.
Bobby'nin saçlarını çeken oğlan, "Hey Dee," dedi. "Bu küçük adamı biraz tartaklıyacaktık. Diablo arazisinden geçmenin bedelini ödemeli."
Dee, "Bu çocuk ödemeyecek," diye karşılık verdi. "Ben onu tanıyorum. O benim compadre'm."
Bobby'ye cabron ve piço, diyen genç, "Kent merkezinin küçük ibnelerinden birine benziyor. Ona biraz saygı göstermeyi öğretecektim," dedi.
Dee, "Onun senden herhangi bir ders almaya ihtiyacı yok. Benim sana bir ders vermemi istiyor musun, Moso?" dedi.
Moso kaşlarını çatarak biraz geri çekildi ve cebinden sigara çıkardı.
Ötekilerden biri ona hemen ateş verdi, Dee de Bobby'yi sokağın biraz ötesine çekti.
Çocuğun omzunu dövmeli eliyle kavrayarak, "Burada işin ne amino?' diye sordu. "Burada tek başına bulunman budalalalık, hele gece vakti burada tek başına bulunman düpedüz delilik."
Bobby, "Elimde değil," dedi. "Dün beraberinde olduğum adamı mutlaka bulmalıyım. Adı Ted. Yaşlı, zayıf ve oldukça uzun boylu biridir. Sırtını Boris Karloff gibi hafifçe kamburlaştırarak yürüyor. Biliyorsunuz, Karloff o korku filmlerindeki adam."
Dee içini çekti. "Boris Karloff'u biliyorum, ama şu lanet Ted'i tanımıyorum. Onu hiç görmedim. Çocuk, sen buradan uzaklaşmalısın."
Bobby direndi. "Benim Köşebaşı Cebi'ne gitmem lazım."
Dee, "Oradan geliyorum," dedi. "Boris Karloff'a benzeyen hiç kimse görmedim."
"Daha saat çok erken. Sanırım, dokuz buçukla on arasında orada olacaktır. Geldiği zaman benim orada olmam gerekiyor, çünkü peşinde bazı adamlar var. Üstlerinde sarı paltolar, ayaklarında da beyaz ayakkabılar olan adamlar. Çok gösterişli arabalar kullanıyorlar... Bir tanesi mor bir DeSoto..."
Dee çocuğu yakalayıp bir tefecinin kapısına öylesine şiddetle yapıştırdı ki Bobby, onun, köşebaşı arkadaşlarına uymaya karar verdiğini sandı. Tefeci dükkânının içinde gözlüğünü dazlak kafasının tepesine oturtmuş ihtiyar bir adam rahatsız olarak etrafına bakındı, sonra yine okumakta olduğu gazetesine döndü.
Dee, "O uzun sarı paltolu jefeler ha," diye soludu. "O herifleri gördüm. Başka görenler de var. O gibi heriflerle alışverişinin olmasını istemezsin, chico. Onlarda ters bir şeyler var. Mallory'nin meyhanesine takılan kötü çocuklar onların yanında iyi çocuk kalıyor."
Dee'nin yüzündeki anlam Bobby'ye Sully-John'u hatırlatmıştı, S-J'nin Commonwealth Parkı'nın dışında garip bazı adamlar gördüğünü söylediğini de anımsadı. Bobby o adamların neresinin garip olduğunu sorduğunda Sully tam olarak bilmediğini söylemişti. Ama Bobby biliyordu. Sully alçak adamları görmüştü. Daha o zamandan her yeri kokluyorlardı.
Bobby, "Onları ne zaman gördünüz?" diye sordu. "Bugün mü?"
Dee, "Çocuk, bırak da biraz nefes alayım," dedi. "Daha iki saat önce kalktım. O zamanın en büyük kısmını da banyoda sokak için süslenmekle geçirdim. Onların Köşebaşı Cebi'nden çıktıklarını gördüm iki kişiydiler. Sanırım, evvelsi gündü. O yer son zamanlarda garipleşti. Dee bir an durduktan sonra, "Juan, yaklaşır mısın?" dedi.
Saç çekici hemen itaat eti. Dee ona İspanyolca bir şeyler söyledi Juan karşılık verdi, Dee, Bobby'yi işaret ederek daha da kısa bir karşılıkta bulundu. Juan avuçlarını keskin ütü dikişli pantolonunun dizlerine dayayarak sordu. "Sen o adamları gördün mü?"
Bobby evet gibilerden başını eğdi.
"Bir kısmı büyük bir mor DeSoto'daydı. Bir kısmı bir Chrysler'de, bir kısmı da 98 modeli bir Oldsmobile'deydi."
Bobby yalnız DeSoto'yu görmüştü, ama başıyla doğruladı.
Juan, "O arabalar gerçek arabalar değiller," dedi. Gülüp gülmediğini görmek için yan gözle Dee'ye baktı. Dee gülmüyordu. Sadece Juan'a devam etmesini işaret etti. Porto Riko'lu, "O arabalar başka şey," dedi.
Bobby, "Bence onlar canlı," dedi.
Juan'ın gözleri parladı. "Evet; canlı gibiler! O adamlar da..."
"Neye benziyorlar? Arabalarından birini gördüm, ama onları görmedim."
Juan anlatmayı denedi, ama en azından İngilizce olarak söyleyemedi. Bunun yerine İspanyolcaya başladı. Dee arkadaşının söylediklerinin bir kısmını İngilizceye çevirirken dalgın gözüküyordu. Juan'la giderek daha fazla konuşuyor, Bobby'yi görmezlikten geliyordu. Öbür köşebaşı çocukları -Bobby gerçekten de çocuk olduklarını gördü-yaklaşıp onlar da katkıda bulundular. Bobby konuşmalarını anlayamıyordu, ama hepsinin korktuğunu fark etti. Yeterince çetin cevizdiler -oralarda ertesi güne sağ çıkmak için çetin ceviz olmak zorundaydınız- ama alçak adamlar hepsini korkutmuştu. Bobby kafasının içinde son bir net görüntü yakaladı: baldırlarının yarısına kadar inen hardal renginde bir palto; adamların O. K.'da Çatışma veya Muhteşem Yedili filmlerde giydikleri türden bir palto giymiş ve geniş adımlarla yürüyen, uzun boylu bir adam.
Adı Filio olduğu anlaşılan genç, "Dört tanesinin berber dükkânından çıktığını gördüm," diye atıldı. "Bu adamlar oraya buraya girip sorular soruyorlar. Büyük otomobillerinden birini de daima çalışır halde kaldırımın kenarında bırakıyorlar. Burada böyle bir şey yapmanın, kaldırım kenarında çalışır halde bir araba bırakmanın delilik olduğunu düşünebilirsiniz, ama o kahrolası lenduha'ları kim çalmak ister ki?"
Bobby kimsenin çalmak istemeyeceğini biliyordu. Denediğinizde direksiyon yılana dönüşür ve sizi boğazlardı. Koltuk da bir bataklık kumu havuzuna dönüşerek sizi boğardı.
Filio, "Grup halinde geliyorlar," diye devam etti. "Ve hava kaldırımın üstünde yumurta pişirilecek kadar sıcak olmasına rağmen, hepsi o uzun sarı paltoları giyiyorlar. Hepsinin ayaklarında o güzel beyaz ayakkabılardan var, herkesin ayaklarına baktığımı bilirsiniz, ayakkabılar bende bir tutku. Ve sanmıyorum ki... Ve sanmıyorum ki..." Filio bir duraklama geçirdikten sonra Dee'ye İspanyolca bir şey söyledi.
Bobby onun ne söylediğini sordu.
Juan, "Ayakkabılarının yere basmadığını söyledi," dedi. Gözleri irileşmişti. Ama içlerinde küçümseme ya da inanmazlık yoktu. "Kocaman bir kırmızı Chrysler'lerinin olduğunu, ona dönerken de lanet olası ayakkabılarının yere tam dokunmadığını söylüyor." Juan, iki parmağına ağzının önünde çatal biçimini verdi, aralarından tükürdü, sonra istavroz çıkardı.
Bundan sonra bir iki saniye süreyle kimse bir şey söylemedi. Arkasından Dee ciddi bir tavırla Bobby'ye doğru eğildi. "Bunlar arkadaşımı arayan adamlar mı?"
"Doğru. Onu uyarmalıyım."
Bobby çılgınca bir fikre kapılmıştı. Dee güya onunla Köşebaşı Cebi'ne gelmeyi önerecek, Diablo'ların kalan üyeleri de onlara katılacaktı. 'Batı Yakası Hikâyesi'ndeki Jet'ler gibi uyum halinde parmaklarını şaklatarak sokaktan geçeceklerdi. Gerçekte iyi kalpli olan bu çete üyeleri şimdi onun dostları olacaklardı.
Tabii ki öyle bir şey olmadı. Moso, Bobby'nin ona rastladığı yere doğru uzaklaştı. Öbürleri de onu izlediler. Juan kısa bir süre durarak, "Bu cabellero'larla hele bir karşılaş, ölü bir piço olursun dostum," dedi.
Geride yalnız Dee kalmıştı. O da, "Arkadaşım haklı," dedi. "Dünyan sana ait olan bölümüne dönmelisin, dostum. Senin amigo varsın kendi başının çaresine baksın."
Bobby, "Yapamam," dedi. Sonra merakla sordu. "Sen yapabilir miydin?"
"Sıradan adamlarla karşı karşıya olsak iş değişirdi. Ama bunlar bildiğimiz türden insanlar değil."
Bobby, "Doğru," dedi. "Ama..."
"Sen delisin, küçük çocuk. Poco loco."
"Olabilir." Bobby kendini gerçekten de kaçık hissediyordu.
Dee uzaklaşırken Bobby'nin kalbi sıkışıyordu. Koca oğlan köşebaşına vardı, arkadaşları karşı kaldırımda onu bekliyorlardı- sonra hızla dönerek eline tabanca şeklini verdi ve namluyu Bobby'ye çevirdi. Bobby sırıttı.
Dee, "Vaya con Dios, mi amigo loco," dedi, sonra çete ceketinin yakasını kaldırarak karşıya geçti.
Bobby öbür yana döndü ve yine yürümeye başladı. Neon ışıklarının düşürdüğü ışık gölcüklerinin etrafını dönüyor ve elinden geldiğince gölgede kalmaya dikkat ediyordu.
Köşebaşı Cebi'nin karşısında bir cenazeci vardı, yeşil tentenin üstünde DESPEGNI CENAZE SALONU yazılıydı. Camekânında yüzü soğuk bir mavi neonla belirtilmiş bir saat asılıydı. Saatin altındaki bir yaftada da ZAMAN VE GELGİT HİÇBİR İNSANI BEKLEMEZ deniliyordu. Saate bakılırsa, sekizi yirmi geçiyordu. Zamanında yetişmişti. Cebin ötesinde nispeten güvenlik içinde bekleyebileceği bir geçit gözüne ilişti. Fakat böylesinin en akıllıca davranış olacağını bilse bile Bobby durup bekleyemezdi. Akıllı biri olsaydı, buraya gelmezdi zaten. Akıllı bir yaşlı baykuş değildi o; yardıma ihtiyacı olan korkmuş bir çocuktu. Köşebaşı Cebi'nde yardım bulacağından şüpheliydi, ama belki de yanılıyordu.
Bobby, GİRİN. İÇERSİ SERİN yazısının altından geçti. Hayatında ya hiç bu kadar az ihtiyacı olmamıştı; sıcak bir gece olmasına rağmen, bütün vücudu buz kesilmişti, Tanrım, oradaysan, yalvarırım bana şimdi yardım et. Cesur olmama yardım et... ve şanslı olmama yardım et. Bobby kapıyı açtı ve içeri girdi.
Bira kokusu çok daha yoğun ve çok daha tazeydi. Kumar otomatlarının yer aldığı salon ışıklar ve gürültü içindeydi. Daha önce yalnız Dee'nin otomatların başında kumar oynadığı yerde şimdi en az iki düzine genç vardı. Hepsi de sigara içiyordu. Hepsinin üstünde atletler, başlarında Frank Sinatra modeli şapkalar vardı. Hepsinin Gottlieb makinelerinin cam tepelerinin üstüne bırakılmış Bud şişeleri duruyordu.
Len Files'ın masasının çevresi eskisinden daha aydınlıktı. Nedeni de (bütün iskemleleri dolu olan) barda ve kumar otomatlarının bulunduğu salonda daha fazla ışık olmasıydı. Bilardo salonu ise çarşamba günü karanlık sayılabilecek olmasına karşın, şimdi bir ameliyathane gibi ışıklandırılmıştı. Bütün masaların başında müşteriler vardı. Adamlar sigara dumanının mavi sisi içinde eğiliyor, dönüyor ve atışlarını yapıyorlardı. Duvarların dibindeki sandalyelerin hepsi doluydu. Bobby ayaklarını ayakkabı boyacısının sandığına dayamış ihtiyar Gee'yi gördü.
"Ne halt etmeye buradasın?"
Bir kadından beklenmeyecek kadar kaba olan ses Bobby'yi ürküttü. Dönünce Alanna Files'la karşılaştı. Masanın gerisindeki oturma odasının kapısı kadının arkasından kapanıyordu. Alanna bu gece krema kadar beyaz, güzel omuzlarını ve çok iri göğüslerinin tepesini açıkta bırakan beyaz ipekli bir bluz giymişti. Beyaz bluzun altında Bobby'nin hayatında gördüğü en kocaman kırmızı pantolon dikkati çekiyordu. Bir gün önce Alanna sevecen ve güler yüzlü davranmış, hatta onunla alay eder gözükmüştü, ama Bobby bunu umursamamıştı. Bu gece ise kadın ölüm derecesinde bir korku içinde görünüyordu.
"Üzgünüm... Burada olmamam gerektiğini biliyorum, ama dostum Ted'i mutlaka bulmam gerekiyor. Düşündüm ki... Düşündüm ki..."
Bobby sesinin odada serbestçe uçan bir balon gibi küçüldüğünü hissetti.
Çok yanlış olan bir şey vardı. Bazen gördüğü bir düşe benziyordu. Bu düşte kürsüsünde oturarak imlaya ya da fen derslerine çalışıyor veya bir öykü okuyordu. Derken herkes onunla alay etmeye başlıyor, çocuk da okula gelmeden önce pantolonunu giymeyi unuttuğun fark ediyordu. Şimdi ise masasında çırılçıplak oturuyor, kızlar, öğretmenler, herkes onu görüyordu.
Kumar odasındaki zil sesleri tamamen kesilmemiş, ama yavaşlamıştı. Bar tarafından gelen konuşma ve gülüş sesleri de neredeyse kesilmişti. Bilardo toplarının tıkırtısı bile. Bobby etrafına bakmıyor, midesinde yine yılanların dolaştığını hissediyordu.
Herkes ona bakmıyor olsa da çoğu bakıyordu, ihtiyar Gee kirli bir kâğıtta yakılarak açılmış deliklere benzeyen gözlerle ona bakıyordu. Ve Bobby'nin aklındaki pencere şimdi donuklaşmış olsa da çocuk oradaki birçok kişinin kendisini onu bir bakıma beklediklerini hissediyordu. Onların bunu bildiklerinden kuşkuluydu ve bilseler dahi bunun nedenini bilmeyeceklerdi. Midwich'in insanları gibi bir çeşit uykudaydılar. Alçak adamlar buraya gelmişlerdi.
Alanna fısıltıyı andıran bir sesle, "Çık buradan, Randy," dedi. Üzüntüsü arasında Bobby'yi babasının adıyla çağırmıştı. "Henüz bunu yapabilecekken çık git."
İhtiyar Gee boyacı sandığının önündeki iskemleden kalkarken gofre kumaştan dikilmiş ceketi sandığın ayaklığına takıldı. Kumaş yırtıldı, ama ipekli astarın oyuncak bir paraşüt gibi dizinin yanında uçuşmasına dikkat etmedi bile. Gözleri yakılmış deliklere her zamankinden fazla benziyordu. İhtiyar Gee tereddütlü bir sesle, "Onu yakalayın," dedi. "O çocuğu yakalayın."
Bobby yeterince görmüştü. Buradan bir yardım umamazdı. Kapıya doğru sendeledi ve hızla açtı. Arkasındaki insanların hareket etmeye, ağır ağır hareket etmeye başladıklarını hissetti. Onlar fazla ağır hareket ediyorlardı.
Bobby Garfield kendini gecenin karanlığına attı.
İki blok koştuktan sonra yanına saplanan bir sancı yüzünden önce yavaşlamak, sonra da durmak zorunda kaldı. Hiç kimsenin onu izlememiş olması iyiydi, ama Ted parasını almak için Köşebaşı Cebi'ne giderse işi bitikti. Sakınması gereken yalnız alçak adamlar da değildi.
Simdi ihtiyar Gee ve oradaki öbür adamlardan da sakınması gerekiyordu. Ama Ted bunu bilmiyordu. Mesele şuydu: Bobby bu konuda ne yapabilirdi?
Etrafına bakınınca vitrinlerin kaybolduğunu gördü. Bir ambar ve antrepo bölgesine gelmişti. Yapılar, bütün hatları silinmiş dev suratlara benziyorlardı. Havada bir balık ve odun talaşı, ayrıca, bayat et olabilecek belirsiz bir çürük kokusu vardı.
Buna karşı yapabileceği hiçbir şey yoktu. O sadece bir çocuktu ve her şey onun etki alanından çıkmıştı. Bobby bunu anlıyordu ve her şeye rağmen Ted'i uyarmadan Köşebaşı Cebi'ne girmesine izin veremeyeceğini biliyordu. Bunda kahramanca bir yan yoktu, sadece bir deneme yapmadan gidemezdi. Üstelik kendisini bu duruma sokan annesi olmuştu. Onun öz annesi. "Senden nefret ediyorum, anne," diye mırıldandı. Hâlâ üşüyor, buna rağmen bütün vücudundan terler fışkırıyordu. Bedeninin her santimi sanki ıslakmış gibi bir etki yapıyordu. "Don Biderman'la öteki heriflerin sana ne yaptıkları umurumda değil. Sen pis bir cadısın ve ben senden nefret ediyorum."
Bobby dönüp geldiği yolu gölgelerin siperinde geri gitmeye başladı, iki kere birilerinin yaklaştığını duydu ve kapı aralıklarında büzülüp o kişiler geçene kadar kendini küçülterek bekledi. Kendini küçültmesi kolaydı. Hayatında kendini hiç bu kadar küçük hissetmemişti.
Bu kez o dar sokağa saptı. Yolun bir yanında çöp varilleri, öbür yanında da bira kokan depozitolu şişelerle dolu üst üste dizili karton kutular vardı. Bu karton kule Bobby'den on beş, yirmi santim yüksekti, arkasına geçtiğindeyse sokaktan kesinlikle görülemiyordu. Beklerken sıcak ve kürklü bir cisim ayağına sürünerek geçince az daha haykırıyordu. Neyseki çığlığı daha ağzından dökülemeden boğdu. Aşağı bakınca da yeşil otomobil farlarına benzeyen gözleriyle kendisine bakan sıska bir sokak kedisiyle karşılaştı.
Bobby, "Defol," diye fısıldayarak hayvana bir tekme attı. Kedi inci gibi dişlerini gösterip tısladı, sonra sokakta kırıta kırıta uzaklaşmaya başladı. Küçümsemeyi çağrıştıran bir hareketle kuyruğunu dikmişti. Çöp yığınları ve cam kırıklarının arasından kayar gibi ilerliyordu. Bobby yakınındaki tuğla duvarın öbür yanında Köşebaşı Cebi'nin müzik otomatının titreşimlerini duyabiliyordu. Mickey'le Sylvia 'Aşk Gariptir'i söylüyorlardı. Gerçekten de garipti. Tam bir baş belası.
Dostları ilə paylaş: |