"Onunla George Gilman komiteyi kurdular. Her neyse, Hunter içeride yer olmadığı için Stoke'un koltuk değneklerini Saab'ın penceresinin dışında tutuyor, bizler de Ain't Marchin' Anymore'u söylüyor ve yeterince kalabalık olursak savaşı durdurabileceğimizi konuşuyor, daha doğrusu, Stoke dışında hepimiz bu gibi şeyleri konuşuyorduk. Stoke oldukça sessiz biri."
Ben de o fikirdeydim. Stoke onların yanında bile konuşmuyor, ancak bir vaaz vermek gerektiği zaman ağzını açıyordu. Ama Nate, Stoke'u düşünmüyordu, Nate, Nate'i düşünüyordu. Ayaklarının onu, kalbinin gitmek istediği yere götürmekteki anlaşılmaz reddi üzerinde kafesini yoruyordu.
"Giderken hep, 'Onlarla yürüyeceğim. Doğrusu bu olduğu... en azından ben öyle düşündüğüm için... onlarla yürüyeceğim. Ve birisi bana yumruğunu sallarsa ben şiddete başvurmayacağım. O adamı kazandılar, belki biz de kazanabiliriz,' diye düşünüyordum." Nate bize baktı. "Bu hususta hiçbir şüphem yoktu."
Skip, "Evet," dedi. "Biliyorum."
Nate devam etti. "Ama oraya varınca, yapamadım. SAVAŞI DURDURUN, AMERİKA HEMEN ŞİMDİ VİETNAM'DAN DIŞARI ve ÇOCUKLARI VATANA GÖTÜRÜN türünden pankartların dağıtılmasına yardımcı oldum. Carol'la ben, Stoke'un da yafta taşırken koltuk değneklerini kullanabilmesi için gerekeni yaptık. Ama ben bir pankart alamadım. Bill Shadwick, Kerry Morin ve Lorlie McGinnis adında bir kızla kaldırımda duruyordum... Lorlie, botanik laboratuvarında ortağımdır..." Nate gazete yaprağını Skip'in elinden aldı ve bütün bunların gerçekten olduğunu doğrulatmak ister gibi inceledi. Evet, Rinty'nin sahibi ve Cindy'nin erkek arkadaşı gerçekten savaş karşıtı bir gösteriye gitmişti. İçini çekti ve gazete kâğıdının yavaşça yere uçmasını seyretti. Bu ona o kadar ters düşen bir şeydi ki, yüreğim sızladı.
"Onlarla yürüyeceğimi düşünüyordum. Başka niçin gelmiştim ki? Orono'dan gelirken kafamda şüphenin izi bile yoktu."
Yalvarır gibi bana baktı. Onu anladığımı anlatmak ister gibi başımı eğdim.
"Ama sonra onlarla yürüyemedim. Nedenini ise bilmiyorum."
Skip onun yanına oturdu. Ben Phil Ochs albümünü bularak pikabın tablasının üstüne oturttum. Nate, Skip'e baktı, sonra gözlerini öte yana çevirdi. Nate'in elleri, bütün vücudu gibi ufak ve zarifti. Tırnakları dışında. Onlar diplerine kadar kemirilmişti.
Skip ona yüksek sesle bir soru sormuş, o da cevaplıyormuş gibi, "Tamam," dedi. "Nedenini biliyorum. Onların tutuklanacaklarından, benim de onlarla birlikte tutuklanacağımdan korkuyordum. Tutuklanırken resmimin çekilip gazetelerde yayınlanacağından ve ailemin de bunu göreceğinden korkuyordum." Araya uzunca bir sessizlik girdi. Zavallı Nate kalanını söylemeye çalışıyordu. İğneyi dönen plağın ilk oyuğunun yukarsında tutarak söylemesini bekledim. Sonunda söyledi de. "Annemin görmesinden korkuyordum."
Skip, "Önemi yok, Nate," dedi.
Nate titreyen bir sesle, "Hiç sanmıyorum," diye karşılık verdi. Skip'le göz göze gelmekten kaçıyor, dışarı fırlamış kaburgaları ve pijamasının via tişörtünün arasındaki soluk Yanki derisiyle yatağının üstünde oturuyor, kemirilmiş tırnaklarına bakıyordu. "Savaş hakkında tartışmalara girmek istemiyorum," dedi. "Ama Harry ve Lorlie istiyorlar... George Gillian dersen, Georgie bu konuda konuşurken onu susturamazsınız. Kolejin öbür üyeleri de öyleler. Konuşmaya sıra gelince, onlardan çok Stoke'a benziyorum."
"Hiç kimse Stoke'a benzeyemez," dedim. Onunla Bennett's Run'da karşılaştığım günü hatırlamıştım. "Niçin kendini zorluyorsun?" diye sormuştum. Bay Güvenilirlik, "Benim bir koruyucuya ihtiyacım yok," diye karşılık vermişti.
Nate hâlâ tırnak diplerini inceliyordu. "Benim ne düşündüğümü biliyor musunuz? Johnson Amerikalı gençleri oraya sebepsiz yere ölmeleri için gönderiyor. Bu Harry Swidrowski'nin düşündüğü gibi ne emperyalizm, ne de sömürgecilik. Özetle hiçbir izm veya lik değil. Johnson bunu kafasında Davy Crockett, Daniel Boone ve New York Yankee'leriyle karıştırıyor, hepsi bu. Ve eğer böyle düşünüyorsam; bunu söylemeliyim. Ve bunu durdurmaya çalışmalıyım. Kilisede, okulda ve kahrolası Amerika'nın İzcileri'nde öğrendiğim bu. Direnmek zorundasınız. Yanlış bir şeyin gerçekleştiğini görürseniz, örneğin, büyük birinin bir küçüğü dövdüğünü görürseniz, buna cesaretle karşı çıkmanız, en azından durdurmaya çalışmanız gerekir. Ama ben, annemin benim tutuklanırken bir resmimi görmesinden ve ağlamasından korkuyordum."
Nate başını kaldırınca ağladığını gördük. Birazcık ağlıyordu; sadece gozkapaklarıyla kirpikleri yaştı, hepsi bu kadar. Ama bu kadarı bile onun için çok önemliydi.
"Bir şey keşfettim," dedi. "Stoke Jones'un ceketinin arkasındaki şeyin ne olduğunu."
"Neymiş?" diye sordu Skip.
"İngiliz Donanması'nın iki semafor harfinin bileşimidir. Bakın." Nate ayağa kalkıp çıplak topuklarını birbirine yapıştırdı. Sol kolunu dimdik olarak yükseğe kaldırmak, sağ kolunu da yere indirmek suretiyle düz bir hat oluşturdu. "Bu N," dedi. Sonra kollarını vücuduyla kırk beş derecelik birer açı oluşturacak şekilde tuttu. Üst üste getirilince şeklin Stoke'un paltosunun arkasına mürekkeple çizdiği şekli oluşturduğunu görebiliyordum. "Bu da bir D."
Skip, "N-D," dedi. "Bu ne oluyor?"
"Bu harfler nuclear disarmament, yani nükleer silahsızlanma anlamına geliyor. Bertrand Russell bu simgeyi ellili yıllarda icat etmişti Nate onu not defterinin arkasına çizdi:
"Ona barış simgesi" diyordu
Skip, "ilginç," dedi.
Nate gülümseyip parmaklarıyla gözlerinin altını sildi. "Ben de öyle düşünmüştüm," dedi. "Mükemmel bir şey." İğneyi plağın üstüne indirdim ve Phil Ochs'un şarkısını dinledik. Biz Atlantis'lilerin dediği gibi şarkının içine daldık.
Amerika'nın kuzeydoğusunda Brown, Columbia, Cornell, Dartmouth, Harvard, Princeton Yale ve Pennsylvania üniversitelerinin oluşturduğu ön planda atletik bir kolejler birliği ve çoğu zaman bu üniversitelerdeki öğrencilere özgü moda ve davranış biçimlerini belirten bir terim.
20
Chamberlain' Üç'ün ortasındaki salon benim Jüpiter'im; muazzam bir yerçekimi olan ürkütücü bir gezegen olmuştu. Ben buna rağmen o gece karşı koydum ve telefon bölmesine sokularak tekrar Franklin'i aradım. Bu kez Carol'u yakaladım.
Hafifçe gülerek, "Ben iyiyim," dedi. "Gerçekten iyiyim. Polislerden biri hatta bana küçük hanımefendi dedi. Bu ne ilgi, Pete?"
Gilman denen o herif sana ne kadar bir ilgi gösterdi acaba? Bunu sormak dilimin ucuna kadar geldi, ama on sekiz yaşıma rağmen bu türlü davranmanın yanlış olacağını biliyordum.
"Bana bir telefon etmeliydin," dedim. "Belki ben de seninle giderdim. Benim arabayı alabilirdik."
Carol kıkırdamaya başladı. Tatlı, ama şaşırtıcı bir sesti.
"Ne?"
"Savaş karşıtı bir gösteriye çamurluğunun üstünde Goldwater etili olan bir steyşınla gittiğimi düşünüyordum." Ben de bunun komik olacağını düşündüm.
Carol, "Hem sanırım, senin yapılacak başka işlerin vardı," dedi.
"Bu da ne demek şimdi?" Bilmiyormuşum gibi. Telefon kulübesiydim, salonun camlarından kat arkadaşlarımın bir sigara dumanı bulutu içinde kâğıt oynadıklarını görebiliyordum. Ve kulübenin kapalı kapısına rağmen Ronnie Malenfant'ın tiz takırtısını duyabiliyordum. Kahpe Kız'ı kovalıyoruz, çocuklar, o siyah sürtüğü arıyoruz ve onu mutlaka saklandığı yerden çıkaracağız."
Carol, "Ders çalışmak veya King," dedi. "Dilerim, ders çalışıyordun. Katımdaki kızlardan biri Lennie Doria'yla çıkıyor... daha doğrusu, Lennie'nin vakti olduğu zaman onunla çıkıyordu. Arkadaşım buna cehennemin kart oyunu diyor. Yoksa bana dırdırcı gözüyle mi bakıyorsun?"
Olup olmadığına karar veremeyerek, "Hayır," diye atıldım. Belki bana biraz dırdır yapılmasına ihtiyacım vardı. "Carol, iyi misin?"
Uzunca bir sessizlik oldu. Genç kız sonunda, "Evet," dedi. "Tabii ki iyiyim."
"O çıkagelen inşaat işçileri..." : Carol, "Onlarınkisi daha çok ağız kalabalığıydı," dedi. "Merak etme." Ama bana her şey yolundaymış gibi gözükmüyordu. Bir de üstelik kaygılanmam gereken George Gilman vardı. Ondan Carol'un arkasında bıraktığı erkek arkadaşı Sully yüzünden olduğundan daha fazla kaygı duyuyordum.
Ona, "Nate'in sözünü ettiği komiteden misin?" diye sordum. "Hani şu Direniş Komitesi mi nedir?"
Carol, "Hayır," dedi. "Yani henüz değilim. George katılmamı önerdi. Fen dersleri kursumdaki çocuk o. George Gilman. Onu tanıyor musun?"
"Ondan söz edildiğini duydum," dedim. Telefonun ahizesini fazla sıkı tutuyor, parmaklarımı bir türlü gevşetemiyordum.
"Gösteriyi bana haber veren o oldu. Onunla ve başka birkaç kişiyle gittim. Ben..." Carol arkasını getirmedi ve merakla sordu. "Onu kıskanmıyorsun, değil mi?"
"Bilmem," diye itiraf ettim. "Seninle bir öğleden sonra geçirdi,. Onu kıskanmamın yeridir sanırım."
"Onu kıskanma. Zeki bir çocuk olduğu belli, ama aynı zamanda çirkin bir saç kesimi ve hilekâr bakışlı iri gözleri var. Tıraş olmasına oluyor, ama daima atladığı koca bir bölüm göze yama gibi gözüküyor. Atraksiyonun o olmadığına emin olabilirsin."
"Öyleyse nedir?"
"Seni görebilir miyim? Sana bir şey göstermek istiyorum. Uzun zaman almaz. Ama açıklayabilmem iyi olurdu..." Açıklamadan söz ederken genç kızın sesi titremişti; ağlamaklı olduğunu anlamıştım.
"Yolunda gitmeyen nedir?"
"Yani beni Alees'da gördükten sonra babamın büyük bir olasılıkla eve almayacak olması dışında bir şeyi mi kastediyorsun? Bu hafta sonu kilitleri değiştireceğine bahse girerim. Tabii şimdiye kadar değiştirmemişse."
Nate'in, tutuklandığını gösteren bir resmi annesinin görmesinden korktuğunu söylemesini anımsadım. Annesinin iyi huylu küçük dişçi adayı Federal Merkez'in önünde izinsiz gösteri yaparken enselenmişti ha. Bu ne yüz karasıydı böyle. Ya Carol'un babası? Belki aynı şey değildi, ama yakındı. Carol'un babası gönüllü olarak donanmaya katılan yürekli bir vatandaştı ne de olsa.
"O haberi görmeyebilir," dedim. "Görse bile, gazete kimsenin adını vermedi."
"Ya fotoğraf?" Karşısındaki geri zekâlı biriymiş gibi sabırlı bir tavırla konuşuyordu. "Sen fotoğrafı görmedin mi?"
Yüzünün kameraya çevrili olmadığını ve görülebildiği kadarının da gölgede kaldığını tam söyleyecekken arkasında HARWICH LİSESİ yazısının sırıttığı gözlerimin önünde canlandı. Hem adam Carol'un babasıydı Tanrı aşkına. Carol'un yüzü yana çevrili olsa bile kızını tanırdı.
İçimi çektim. "Resmi de görmeyebilir. Damariscotta, Alews'un satıldığı kesimin uzak ucunda."
"Sen hayatını böyle mi yaşamak istiyorsun, Pete?" Genç kız hâlâ sabırlı bir tavırla konuşuyordu, ama sinirlenmek üzere olduğu belliydi. "Yani bir şeyler yapıp sonra insanların bunu öğrenmeyeceklerini mi ümit edeceksin?"
"Hayır," dedim. Annmarie Soucie'nin Carol Gerber'in varlığından habersiz olduğu düşünülürse, böyle dediği için ona kızabilir miydim? Hiç sanmıyorum. Carol'la ben evli falan değildik, ama konu evlilik değildi. "Hayır, öyle bir şey ümit etmeyeceğim. Ama lanet olası gayeyi adamın burnuna sokman da gerekmez, öyle değil mi, Carol?"
Genç kız güldü. Bu seste, az önceki kıkırtısında dikkatimi çeken tını yoktu, ama hazin bir gülüşün bile hiç yoktan iyi olduğunu düşünüm, "Benim göstermem gerekmez," dedi. "O öğrenecektir. Her zaman öyle olur. Ama gitmek zorundaydım, Pete. Ve büyük bir olasılıkla Direniş Komitesi'ne de katılacağım. George Gilman'ın suçüstü yakalanan küçük bir çocuğa benzemesine, Harry Swidrowski'nin de ağzının berbat kokmasına rağmen. Çünkü... çünkü..." Daha fazlasını sorma der gibi içini çekti. Sonra birden sordu. "Baksana, sigara aralarında nereye gittiğimizi biliyor musun?"
"Holyoke'da mı? Tabii."
Carol, "On beş dakika sonra orada buluşalım. Olur mu?" dedi.
"Evet."
"Daha okumam gereken pek çok şey olduğu için uzun zaman kalamam, ama..."
"Orada olacağım."
Telefonu kapayarak bölmeden çıktım. Ashley Rice salonun kapısında durmuş sigara içiyor ve ayaklarıyla step hareketleri yapıyordu. İki oyun arasında olduğunu tahmin ettim. Yüzü fazla soluktu, uzayan sakalı kalemle yapılmış siyah işaretleri hatırlatıyordu, gömleği ise kirlinin ötesinde bir hal almıştı, içinde yaşanılmışa benziyordu. Gözlerinde sonradan ağır kokain müptelalarında görmeye alışacağım bir TEHLİKE! YÜKSEK VOLTAJ! bakışı vardı. Oyun da zaten buydu; bir tür uyuşturucu. Ama insanı yumuşatan türden bir şey değil.
"Ne dersin, Pete?" diye sordu. "Birkaç el oynamak ister misin?"
"Belki sonra," diyerek koridorda yürümeye başladım. Stoke Jones üstünde eski püskü bir sabahlıkla banyodan çıkıyordu. Koltuk değnekleri koyu kırmızı yer muşambasının üstünde ıslak ve yuvarlak izler bırakıyordu. Uzun ve dağınık saçları ıslaktı. Duşta durumu nasıl idare fiğini merak ettim; umumi hamamlarda sonradan standart olarak kabul edilen parmaklıklar ve tutamaçlar o tarihlerde yoktu. Ama Stoke bunu tartışmak isteyecek bir ruh hali içinde görünmüyordu. Ne bu ne de başka bir şeyi.
"İşler nasıl, Stoke?" diye sordum.
Bir yanıt vermeden geçip gitti. Başı eğikti. Uçlarından sular damlayan saçları yanaklarına yapışmış, sabununu ve havlusunu bir kolunun altına sıkıştırmıştı. "Rip-rip, rip-rip" diye mırıldanıyordu. Başını kaldırıp bana bakmadı bile. Stoke Jones hakkında ne söylerseniz söyleyin, keyfinizi kaçıracağına güvenebilirdiniz.
21
Holyoke'a vardığımda Carol oraya gelmişti bile. Beraberinde bir çift süt kasası getirmiş, onlardan birinin üstüne oturarak bacak bacak üstüne atmış ve bir sigara yakmıştı. Öbür kasanın üstüne oturarak kolumu onun omuzlarına doladım ve onu öptüm. Carol da bir şey söylemeyerek başını bir an omzumun üstüne koydu. Bu ondan beklenmeyecek bir hareketti, ama hoştu. Kolumu omuzlarından çekmeden yukarıya yıldızlara baktım. Gece mevsimin bu kadar ilerlemesine rağmen ılıktı, bir sürü kişi -ve en başta çiftler- havanın güzelliğinden yararlanarak dolaşmaya çıkmıştı. Fısıltılı konuşmalarını duyabiliyordum. Yukarımızda, yemekhanedeki bir radyodan popüler bir şarkı kulağa geliyordu. Odacılardan biri radyosunu açmış olacaktı.
Carol en sonunda başını kaldırdı ve benden biraz uzaklaştı, kolumu çekebileceğimi anlatmasına yetecek kadar uzaklaşmıştı. Bu ondan beklenecek bir hareketti. "Teşekkür ederim," dedi. "Birisinin beni kucaklamasına ihtiyacım vardı."
"Benim için zevkti."
"Babamla karşılaşacağım zamanı düşününce ürküyorum. Çok değil, ama biraz."
"Bir sorun olmayacaktır." Bunu öyle olacağını bildiğim için söylememiştim -böyle bir şeyi bilemezdim- öyle söylemek gerektiği için söylemiştim.
"Harry ile, George'la ve öbürleriyle gitmemin sebebi babam değildi. Yani ortada Freudçu bir isyan ya da onun gibi bir şey yok."
Carol sigarasını parmaklarının arasından yere fırlattı, kıvılcımlar püskürterek Bennett's Run'ın tuğlalarına çarpmasını izledik. Genç kız handan sonra kucağında küçük çantasını buldu, onu açıp içinden cüzdanınını çıkardı ve küçük selüloit pencerelere sıkıştırılmış resimleri karıştırdı. Bunların bir tanesini çekerek bana uzattı. Odacıların büyük bir olasılıkla yerleri temizledikleri yemekhanenin pencerelerinden yandan ışıkta resmi görebilmek için öne eğildim.
Besimde on bir veya on iki yaşlarında üç çocuk görülüyordu: bir tozla iki erkek çocuğu. Hepsinin arkasındaki mavi tişörtlerde iri kırmızı harflerle STERLING HOUSE yazılıydı. Bir yerdeki park alanında duruyorlardı ve kollarını birbirlerinin omuzlarına dolamışlardı. Göze hoş görünen arkadaşça bir poz vermişlerdi. Kız ortadaydı ve tabii ki Carol'du.
"Sully-John hangisi?" diye sordum. Carol bana biraz şaşırmış gibi bakarken dudaklarında yine o gülümseyiş vardı. Bunu o daha söylemeden biliyordum galiba. Sully-John geniş omuzları, bütün yüzünü kaplayan gülümseyişi ve yüzüne dökülen siyah saçları olan çocuk olmalıydı. Saçları bana Stoke'unkileri hatırlatmıştı, ama çocuk belli ki kendi saçlarında bir tarak gezdirmişti. Parmağımı onun üstüne bastırdım. "Bu o, değil mi?"
Carol, "Sully bu," diye doğruladı, sonra öbür oğlanın yüzüne tırnağıyla dokundu. Teni güneşte bronzlaşmaktan çok, yanık gibi gözüküyordu. Dar yüzü, birbirine yakın gözleri ve asker tıraşlı saç kesimiyle orman Rockwell'in Saturday Evening Post adlı kitabının kapağındaki çocuğa benziyordu. Alnında hafif bir kırışık göze çarpıyordu. Sully'nin kolları bir çocuğa göre şimdiden fazlaca kaslıydı; öbür çocuğun ise değnek gibi sıska kolları vardı. Şimdi belki de hâlâ öyleydiler. Carol'un omuzlarına sarılı olmayan eli kahverengi büyük bir beysbol eldiveninin içindeydi.
"Bu da Bobby," dedi genç kız. Sesi her nedense değişmişti. Bu seste onda daha önce duymadığım bir şey vardı. Üzüntü mü? Ama hâlâ gülümsüyordu. Eğer üzüntü duyuyorsa, niçin gülümsüyordu? "Bobby Garfield ilk erkek arkadaşımdı," dedi. "İlk aşkım olduğunu söyleyebilirsin. Onlar o sıralarda çok samimi iki arkadaştılar. O kadar uzun bir zaman önce değil, 1960'ta, ama öyle çok zaman geçmiş gibi görünüyor ki."
"Ona ne oldu?" diye sordum. Carol'un, o ince yüzlü ve havuç kafalı çocuğun öldüğünü söyleyeceğini sanmıştım.
"O ve annesi başka bir yere taşındılar," dedi. "Bir süre mektuplaştık, ama sonra aramızdaki bağlantı koptu. Çocukların nasıl oldukların bilirsin."
"Güzel bir beysbol eldiveniymiş."
Carol hâlâ gülümsüyordu. Resme bakarken hâlâ gülümseyen gözlerinin dolu dolu olduğunu görebiliyordum. Yemek salonundaki fluoresanların ışığında gözyaşları gümüş renkli gözüküyordu, tıpkı bir masal prensesinin gözyaşları gibi.
"O Bobby'nin en sevdiği eşyasıydı. Alvin Dark adında bir beysbol oyuncusu var, değil mi?"
"Vardı."
"İşte Bobby'ninki bir Alvin Dark modeliydi."
"Benimkisi bir Ted Williams'dı. Annemin onu birkaç yıl önce bir kermeste satın aldığını sanıyorum."
Carol, "Bobby'nin eldiveni çalındı," dedi. Benim hâlâ orada olduğumu bildiğine emin değilim. O dar ve hafif somurtkan yüze parmağının ucuyla dokunup duruyordu. Sanki kendi geçmişinin içine geri çekilmişti. İpnotizmacıların iyi deneklerle bunu yapabildiklerini duymuştum. "Willie onu almıştı," dedi.
"Willie mi?"
"Willie Shearman. Bir yıl sonra Sterling House'da onunla top oynadığını görmüştüm. Öfkemden çıldırmıştım. O sıralarda annemle babam sürekli kavga ediyorlar, boşanacakları güne yaklaşıyorlardı. Bense her an öfkeliydim. Onlara kızıyor, matematik öğretmenime kızıyor, bütün dünyaya kızıyordum. Willie'den hâlâ korkuyordum, ama bundan da çok ona kızıyordum... Ayrıca, o gün yalnız başıma da değildim. Bunun üzerine Willie'nin üzerine yürüdüm ve ona elindekinin Bobby'nin eldiveni olduğunu bildiğimi, onu bana vermesi gerektiğini söyledim. Bobby'nin Massachusetts'deki adresini bildiğimi, eldiveni ona göndereceğimi söyledim. Willie aklımı kaçırdığımı, eldivenin kendisine ait olduğunu söyledi ve yanında adını gösterdi. Bobby'nin adını elinden geldiğince silmiş ve üstüne kendininkini yazmıştı. Ama ben hâlâ Bobby'nin bby'sini görebiliyordum."
Ürpertici bir öfke sesine yansımıştı. Bu onun daha genç görünmesine neden oluyordu. Belleğim beni bu konuda yanıltıyor olabilirdi, ama hiç sanmıyorum. Yemek salonunun beyaz ışığının kıyısında otururken bence yaklaşık on iki veya en çok on üç yaşında görünüyordu.
"Ama cebin üstündeki Alvin Dark imzasını silememiş ya da üstüne başka bir şey yazamamıştı. Sonunda kızardı. Pancar gibi morardı. Sonra, biliyor musun? Onunla arkadaşlarının bana yaptıklarından dolayı özür diledi. Bunu yapan bir tek o oldu ve samimiyetine inanıyorum. Ama eldiven konusunda yalan söyledi. Aslında onu istediğini sanmıyorum, eskiydi, bazı yerleri aşınmıştı, üstelik eline uymuyordu. Gelgelelim onu saklamak istediği için yalan söyledi. Bunun sebebini anlayamıyorum. Hiçbir zaman anlayamadım da."
"Pek anladığımı sanmıyorum," dedim.
"Niçin anlayacaktın ki? Olanlar benim kafamın içinde bile karmakarışık. Annem bir gün bana kazaya uğrayan veya bir dövüşün ortasına düşenlerin başına böyle şeylerin geldiğini söylemişti. Olanların bir bölümünü çok iyi hatırlıyorum -özellikle de içinde Bobby'nin de bulunduğu bölümleri- ama bunun dışındaki hemen hemen her şey başkalarının bana sonradan anlattıklarından ibaret.
"Evimin bulunduğu sokağın alt tarafındaki parkta bulunduğum sırada o üç çocuk; Harry Doolin, Willie Shearman ve bir başkası çıkageldiler. O üçüncünün adını hatırlamıyorum. Zaten önemi de yok. Beni dövdüler. Sadece on bir yaşında olmam onları durdurmadı. Harry Doolin bir beysbol sopasıyla bana vurdu. Willie ile öteki çocuk da kaçamayayım diye beni sıkıca tutuyorlardı."
"Bir beysbol sopası ha? Benimle alay mı ediyorsun?"
Carol başını salladı. "Önceleri şaka ediyorlardı. Öyle sandım. Ama sonra iş değişti. Kolum çıktı. Ben haykırmaya başlayınca kaçtılar. Orada oturmuş, kolumu tutuyordum. Canımın yanmasından... ve sanırım uğradığım şoktan... ne yapacağımı bilemiyordum. Belki de ayağa kalkıp yardım aramaya çalıştım, ama başaramadım. Derken Bobby çıkageldi. Beni yürüterek parktan çıkardı, sonra da kucakladı ve evine taşıdı. Yılın en sıcak günlerinin birinde Broad Sokağı yokuşunun tepesine kadar kollarının arasında taşıdı."
Resmi Carol'un elinden alarak ışığa tuttum ve asker tıraşlı çocuğa baktım. Değnek gibi kollarına, sonra da kıza bakıyordum. Çocuktan üç beş santim boyluydu, omuzları da daha genişti. Sonra, adı Sulivan olan öbür çocuğa baktım. Yüzüne dökülen siyah saçları ve ideal Amerikalı genç gülümseyişi olan çocuğa. Onda Stoke Jones'un saçları Skip Kirk'ün gülümseyişi vardı. Sully'nin, kızı kollarının arasında taşımasını gözlerimin önünde canlandırabiliyordum, ama öteki çocuk..."
Carol, "Biliyorum," dedi. "Yeterince iri gözükmüyor, değil mi? Ama beni taşıdı. Ben bayılmak üzereydim, o da beni taşıdı." Genç kız böyle diyerek resmi geri aldı.
"Ve Bobby bunu yaparken, senin dövülmene yardımcı olan o Willie adındaki çocuk geri gelerek Bobby'nin eldivenini çaldı, öyle mi?"
Genç kız "evet" der gibi başını eğdi. "Bobby beni evine götürdü. O sırada binanın üçüncü katında ihtiyar bir adam oturuyordu. Adı Ted'di. Ted her şey hakkında bir şeyler biliyordu. Çıkan kolumu yerine oturttu. Bunu yaparken de ısırmam için bana pantolon kayışını verdi ya da belki Bobby'nin kayışıydı. Böyle yapmakla acıyı yakalayabileceğimi böyleydi. Ben de bunu yaptım. Bundan sonra... Bundan sonra kötü bir şey oldu."
"Bir beysbol sopasıyla dövülmekten de mi daha kötü bir şey?"
"Bir bakıma. Bunu konuşmak istemiyorum." Carol, resme bakarak önce bir gözündeki, sonra da ötekindeki yaşları sildi. "Bir süre sonra Bobby ile annesi Harwich'den ayrıldılar. Bobby bu arada sopayı kullanan çocuğu, Harry Doolin'i iyice dövüp hırpalamıştı.
Genç kız bundan sonra fotoğrafı cüzdanındaki küçük göze yerleştirdi.
"O gün hakkında en iyi hatırladığım -belki de hatırlanmasına değer- tek şey Bobby Garfield'in benim tarafımı tutması. Sully daha iriydi, orada olsaydı Sully de beni savunurdu, ama orada değildi. Beni yokuşun tepesine kadar taşıyan Bobby oldu. Doğru olanı yaptı. Bu, bütün hayatım boyunca birisinin benim için yaptığı en iyi, en önemli şeydir. Bunu anlayabiliyor musun, Pete?"
"Evet. Anlıyorum."
Başka bir şey daha anlıyordum. Nate'in kısa bir süre önce söylediklerinin neredeyse aynını söylüyordu... şu farkla ki o yürümüştü.
Pankartlardan birini alarak onunla yürümüştü. Nate Hoppenstand tabii . sakayla işe başlayan, ama sonra işi ciddileştiren üç çocuk tarafından dövülmemişti. Fark belki de buydu.
Carol, "Beni o yokuşun tepesine kadar taşıdı," dedi. "Onu bu yüzden ne kadar sevdiğimi söylemek isterdim. Ayrıca sizden küçük olan ve size zararı dokunmayanların canını yakmanın bir bedeli olduğunu Harry Doolin'e gösterdiği için onu sevdiğimi söylemek isterdim."
"Bu yüzden de yürüdün."
"Yürüdüm. Birine nedenini söylemek istiyordum. Anlayacak birine söylemek istiyordum. Babam anlamak istemiyor, annem ise anlayamıyor. Arkadaşı Rionda bana telefon etti ve şöyle dedi..." Genç kız sözlerini bitirmedi. Kasanın üstüne oturup küçük çantasını kurcalamaya başladı.
"Ne dedi?"
"Hiç." Carol kendini tükenmiş ve terk edilmiş hissediyordu. Onu öpmek, en azından kolumu omuzlarına dolamak istiyordum, ama ikisini de yapmanın aramızdakileri bozmasından korktum. Çünkü bir şey olmuştu. Öyküsünde büyülü bir yan vardı. Ortasında değilse bile, kenarlarında olduğunu hissediyordum.
"Yürüdüm ve sanırım Direniş Komitesi'ne katılacağım. Oda arkadaşım deli olduğumu, okul sicilimde komünist bir grubun üyeliği bulunursa hiçbir zaman bir iş bulamayacağımı söylüyor. Ama ben buna rağmen yapacağım."
Dostları ilə paylaş: |