Annesine gelince, kadıncağız Brautigan'ı bir türlü heceleyemiyordu. Ağzından çıkan isim her zaman Brattigan oluyordu. Kasten böyle söylüyor da olabilirdi, ama annesinin Ted hakkındaki düşüncesi Bobby'yi biraz rahatlatmaya başlamıştı. Liz'in Ted hakkındaki duygularının ikinci sınıftaki öğretmeni Bayan Evers'e karşı hissettiklerine benzemesinden korkmuştu. Annesi Bayan Evers'den ilk bakışta hoşlanmamış, Bobby'nin akıl erdiremediği bir sebep yüzünden ondan adeta nefret etmiş, yıl boyunca kadıncağız hakkında bir tek olumlu söz sarf etmemişti; Bayan Evers rüküş giyiniyordu, Bayan Evers saçlarını boyuyordu, Bayan Evers fazla makyaj yapıyordu, çocukları çimdikleyecek ve itekleyecek türden bir kadına benzediğinden Bayan Evers ufacık bir fiske dahi vurursa Bobby bunu hemen annesine söylemeliydi. Bütün bunlar ise, Bayan Evers'in Liz'e Bobby'nin bütün derslerinde başarılı olduğunu söylediği bir tek okul aile toplantısının sonucuydu. O yıl dört okul aile toplantısı daha olmuş, Bobby'nin annesi ise hepsini atlatmak için bahaneler yaratmıştı.
Liz'in insanlar hakkındaki karısı pek çabuk katılaşıyordu, kafasının içindeki görüntünüzün altına bir kere KÖTÜ sözcüğünü yazdı mı, bunu değiştirmek imkânsız olurdu. Bayan Evers altı çocuğu alevler içindeki bir okul otobüsünden kurtarmış bile olsa, Liz Garfield dudaklarını büzüp patlak gözlü ineğe mutlaka iki haftalık süt borçları olduğunu ileri sürerdi.
Ted genç kadına nazik davranmaya çalışıyor, ama ona asla yağcılık etmiyordu. Oysa Bobby insanların annesine yağ çektiklerini çok iyi biliyordu, bunu bazen kendisi de yapardı. Bazen bunun yararlarını da görürdü, ama bir yere kadar. Ted ile Bobby'nin annesi bir keresinde Dodgers'lerin bir.veda dahi etmeden ülkenin öbür ucuna göç etmelerinin ne kadar kötü olduğu hakkında on dakikaya yakın bir süre gevezelik etmişlerdi, ne var ki, ikisinin de Ebbets Field Dodger'in hayranları olması dahi aralarında bir dostluk doğurmamıştı. Onlar hiçbir zaman dost olamayacaklardı. Bobby'nin annesi Bay Brautigan'dan Bayan Evers'te olduğu gibi nefret etmiyordu, ama aralarında yine de yolunda gitmeyen bir şey vardı. Bobby bunun ne olduğunu bildiğini düşünüyordu. Her şeyi yeni kiracının eve taşındığı sabah annesinin gözlerinde görmüştü. Liz o adama güven duymuyordu.
Carol Gerber de Liz'le aynı görüşü paylaşıyordu. Bir akşam Bobby ve SJ ile Asher Caddesi'ne doğru yokuşu tırmandıkları sırada, "Bazen bir şeyden kaçıyormuş gibime geliyor," demişti.
Yaklaşık bir saat kadar top oynamışlar, arada Ted'le de konuşmuşlardı, şimdi de dondurma almak için Moon'un dükkânına doğru yol alıyorlardı. S-J'nin otuz cent'i vardı ve arkadaşlarına ikramda bulunacaktı. Yoyosu da yanındaydı. Onu arka cebinden çıkarmakta gecikmedi. Çok geçmeden sopayı kaldırıp indiriyor, etrafında döndürüyordu, vap-vap-vap.
"Bir şeyden mi kaçıyor? Şaka mı ediyorsun?" Bu fikir Bobby'yi şaşırtmıştı. Ancak, Carol insanları iyi tanıyordu. Bobby'nin annesi bile bunu fark etmişti. Bir gece, "Bu kız pek güzel değil, ama çok az şey dikkatinden kaçıyor, demişti.
Sully-John birden yoyosunu kolunun altına sıkıştırdı, yere diz çöktü, gözle görülmeyen bir makineliyi ateşledi ve bu arada oyunu için gerekli olan makineli tüfek takırtısını da taklit etmekte gecikmedi. "Beni asla canlı yakalayamayacaksın, aynasız! Gebert onları, Muggsy! Kimse Rico'nun elinden kurtulamaz! Aah, beni vurdular!" S-J göğsünü tutup, kendi etrafında döndü ve Bayan Conlan'ın çimenlerinin üstüne boylu boyunca uzandı.
Yetmiş beş yaşlarında huysuz bir kocakarı olan Bayan Conlan, "Hey çocuk! Defol oradan! Çiçeklerimi ezeceksin!" diye bağırdı.
Oysa Sully-John'un düştüğü yerin üç metre uzağında bile bir tek çiçek tarhı yoktu. Ama hemen ayağa fırladı. "Üzgünüm, Bayan Conlan."
Yaşlı kadın sert bir el hareketiyle çocuğun özürünü def etti ve uzaklaşırlarken tek kelime söylemeden arkalarından baktı.
Bobby, Carol'a, "Ted hakkında söylediklerinde ciddi değildin, değil mi?" diye sordu.
"Hayır," dedi kız. "Sanmıyorum. Ama sokağı dikizlerken hiç ona dikkat ettin mi?"
"Evet. Sanki gözleriyle birini arıyor, değil mi?"
Sully-John yine yoyosuyla oynamaya başlamıştı. Kırmızı lastik top çok geçmeden yine ileri geri gitmeye başladı. Sully sadece iki Brigitte Bardot filminin gösterime girdiği Asher Empire'ın yanından geçerlerken oyununa ara verdi. Afişte, YALNIZ YETİŞKİNLER, SÜRÜCÜ BELGESİ veya NÜFUS CÜZDANI GEREKLİ, İSTİSNA KABUL EDİLMEZ deniyordu. Filmlerden biri yeniydi; öbürü ise müzmin bir öksürük gibi ikide bir Empire'a gelen Ve Allah Kadını Yarattı idi. Afişlerdeki Brigitte'in üstünde bir havlu ve tatlı gülümseyişinden başka bir şey yoktu.
Carol, "Annem onun çöpten farksız olduğunu söylüyor," dedi.
S-J, "Eğer o çöpse ben de çöpçü olmak isterim," dedi ve Groucho gibi kaşlarını kıpır kıpır oynattı.
Bobby, Carol'a döndü. "Sence o sıradan biri mi?"
"Bunun nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum bile."
Tentenin altından geçerlerken Bayan Godlow (mahallenin çocukları ona Bayan Godzilla diyorlardı) bilet gişesinin camının arkasından onları şüpheyle süzdü. Carol omzunun üzerinden Brigitte Bardot ile havlusuna baktı. Yüzündeki anlamı isimlendirmek zordu. Merak mıydı acaba? Bobby bundan emin değildi. "Ama güzel, değil mi?" dedi.
"Sanırım."
"Üstünde yalnız bir havlu olunca insanların sana bakmalarına katlanmak için cesur olmalı. Yani, ben öyle düşünüyorum."
Sully-John, artık arkalarında kaldığına göre la femme Brigitte'le ilgilenmiyordu. "Ted nereden geldi dersin, Bobby?" diye sordu.
"Bilmiyorum. Geçmişinden hiç söz etmiyor."
Sully-John, beklediği yanıt sanki buymuş gibi başını salladı ve yo-yosuyla tekrar oynamaya başladı. Yukarı ve aşağı, kendi etrafında, vap-vap-vap.
Mayıs ayı gelince Bobby'nin düşünceleri yaz tatiline yöneldi. Sully'nin 'Büyük Tat' dediği şeyden daha güzel hiçbir şey yoktu dünyada. Arkadaşlarıyla gerek Broad Sokağı'nda, gerekse parkın öbür yanındaki Sterling House'da uzun saatler oyalanıyorlardı. Sterling House'da yazın yapılacak pek çok şey vardı; beysbol oynanıyor, haftada bir de West Haven'de Patagonia Plajı'na gidiliyordu. Bobby'nin ayrıca kendine ayıracak bol bol vakti olacaktı. Örneğin, artık daha çok okuyabilecekti, ama bu boş zamanında asıl yarım günlük bir iş bulmak istiyordu. Üstünde BİSİKLET FONU yazılı bir kavanozda yedi dolardan biraz fazla parası vardı; yedi dolar bir başlangıç olsa da kayda değer bir başlangıç değildi. Bu gidişle o bisikletle okula gidene kadar Nixon iki yıldır Başkan olacaktı.
Tatilin yaklaştığı günlerin birinde Ted ona karton kapaklı bir kitap verdi. "Bazı kitapların hem iyi bir öyküleri olduğunu, hem de güzel yazıldıklarını söylediğimi hatırlıyorsun, değil mi?" diye sordu. "Bu, işte onlardan biri, yeni arkadaşının gecikmiş doğum günü armağanı. Yani, beni arkadaşlığa kabul edersen."
"Arkadaşımsınız tabii. Teşekkür ederim!" diyen Bobby çok istekli olmasına rağmen kitabı biraz çekinerek aldı. Parlak renkli, gösterişli kapakları ve seks çağrışımlı yemlik cümleleri olan karton kapaklı kitaplara alışıktı. ("Kaldırıma çarptı... Ve daha da derine battı!") Bu kitapta her ikisi de yoktu. Halka olmuş bir grup erkek çocuğu kapağın bir köşesinde belli belirsiz göze çarpıyordu. Kitabın adı Sineklerin Tanrısı idi. Başlığın yukarsında yemlik bir cümle yoktu, hatta, "Hayatınız boyunca unutmayacağınız bir öykü," bile denilmiyordu. Özetle, okuyucuyu davet etmeyen ürkütücü görünüşü, kapağın altındaki öykünün ağır bir şey olacağını ima ediyordu. Okul ödevlerinin bir parçası oldukları sürece ağır kitaplara karşı değildi Bobby. Ama zevk için okunacaksa bu tür öykülerin kolay olması gerektiğini düşünüyordu, yani yazarın gözlerinizi bir sağa, bir sola kaydırmak dışında her şeyi yapması gerekirdi. Aksi halde, zevk bu işin neresindeydi?
Çocuk, kitabı çevirmeye yeltendi. Ama Ted elini onun elinin üstüne koyarak onu durdurdu. "Yapma," dedi. "Hatırım için yapma."
Bobby yaşlı adama bir şey anlamamış gibi baktı.
"Kitaba keşfedilmemiş bir ülkeye yaklaşır gibi yaklaşmalısın. Haritasız gel. Onu keşfet ve kendi haritanı çiz."
"Ya onu sevmezsem?"
Ted omuzlarını silkti. "O zaman bitirmezsin. Bir kitap bir tulumba gibidir. Önce sen ona vermezsen o da sana bir şey vermez. Bir tulumbanın silindirine kendi suyundan döküp onu kullanıma hazırlarsın, kolunu kendi kuvvetinle çalıştırırsın. Bunu yaparsın, çünkü daha fazlasını almayı beklersin. Kabul mu?"
Bobby onayladı.
"Hiçbir şey akmazsa bir su tulumbasını ne kadar zamanda kullanıma hazırlar ve kolunu çalıştırırsınız?"
"Herhalde çok uzun zaman değil."
"Bu kitap en az iki yüz sayfadır. İlk yüzde onu okursun, bu yirmi sayfa eder. Matematiğinin okuman düzeyinde olmadığını biliyorum. O zaman kitabı beğenmediğini fark edersen, aldığından fazlasını vermiyorsa onu bir kenara bırakırsın."
Bobby, "Keşke okulda da aynı şeyi yapsalar," dedi. Ezberlemeleri gereken Ralph Waldo Emerson'un bir şiirini düşünüyordu. "Selin üzerinden aştığı kaba saba köprüde," diye başlıyordu. S-J şaire Ralph Waldo Emerslop diyordu.
"Okul farklı." Ted'in mutfak masasının başında oturmuşlar, bulundukları yerden çiçekler içindeki arka bahçeyi görüyorlardı. Bir sonraki sokak olan Colony'de Bayan O'Hara'nın köpeği Browser ılıman ilkbahar havasını uuf-uuf-uuf'arıyla dolduruyordu. Ted bir Chesterfield içiyordu. "Okul dedin de aklıma geldi," dedi. "Bu kitabı oraya götürme. İçinde öğretmeninin okumanı istemeyebileceği şeyler var. Bu yüzden bir arbede çıkabilir."
"O da ne oluyor?"
"Patırtı. Ve okulda başın derde girerse evde de girecek demektir. Bunu benim söylememe gerek yok sanırım. Annen ise..." Adamın sigara tutan elinin yaptığı hareketin anlamını Bobby hemen anladı. Annen bana güvenmiyordu bu.
Bobby, Carol'un Ted'in belki de bir şeyden kaçtığını, annesinin de Carol'un pek çok şeyi dikkatinden kaçırmadığını söylediğini anımsadı.
"Bu kitapta başımı derde sokabilecek ne var?" diye sordu. Sineklerin Tanrısı'na yepyeni bir ilgiyle bakıyordu.
Ted dudak büktü. "Fazla önemsenecek bir şey yok." Sigarasını teneke bir tablanın içinde ezdi, küçük buzdolabının başına gitti ve içinden iki şişe gazoz çıkardı. Bira ya da şarap yoktu dolapta, sadece gazozla cam bir şişenin içinde krema vardı. "Sadece ağaçları gören, ormanı ise hiçbir zaman göremeyen bir erişkin tipi vardır. Kitabın ilk yirmi sayfasını oku, Bobby. Bir daha geriye bakmayacaksın. Bunu sana garanti edebilirim."
Ted gazoz şişelerini masanın üstüne bıraktı ve bir açacakla kapakları açtı. Sonra kendi şişesini kaldırarak Bobby'ninkiyle tokuşturdu. "Adadaki yeni dostlarına içelim," dedi.
"Hangi ada bu?"
Ted Brautigan gülümsedi ve buruşuk bir pakedin içindeki sonuncu sigarayı çekti. "Bunu keşfedeceksin," dedi.
Bobby bunu keşfetti artık. Sineklerin Tanrısı'nın müthiş bir kitap, belki de şimdiye kadar okuduklarının en iyisi olduğunu keşfetmek için yirmi sayfa bile okuması gerekmedi. On sayfa okuduktan sonra büyülenmişti; yirmi sayfa sonra artık kitaba tutsak olmuştu. Ralph'la, Jack'le, Piggy ile ve küçüklerle birlikte o da adada yaşıyor, paraşütüne dolanıp kalmış çürümekte olan bir pilot olduğu anlaşılacak Canavar'ın korkusuyla titriyordu. Zararsız bir grup okul çocuğunun vahşileşmesini, sonunda da aralarında bir noktaya kadar insan kalmış olan biricik arkadaşlarını avlamaya girişmelerini önce üzülerek, sonra da dehşetle okudu.
Kitabı, okulun tatile girmesinden bir hafta önceki cumartesi günü bitirdi. Öğle vakti olup da Bobby hâlâ odasından çıkmayınca annesi merak etti. Öyle ya, ne arkadaşları oynamak için gelmiş, ne Bobby cumartesi sabahının çizgi filmlerini seyretmiş, ne de on ile on bir arasının melodilerini dinlemişti. Annesi sonunda onu odasında aramaya geldi, kitabı bırakıp yataktan kalkmasını ve parka gitmesini söyledi.
Liz, "Sully nerede?" diye sordu.
"Dalhouse Square'de. Orada bir okul bandosu konseri var." Bobby kapı aralığında duran annesine ve etrafındaki sıradan şeylere şaşkın gözlerle bakıyordu. Öykünün dünyası onun için o kadar canlı ve gerçek olmuştu ki, gerçek dünya şimdi ona sahte ve ölü gözüküyordu.
"Ya kız arkadaşın nerede? Niçin onu alıp parka gitmiyorsun?"
"Carol benim kız arkadaşım değil, anne."
"Her ne olursa olsun, ikinizin kaçıp evleneceğinizi söylemek istemedim ki, Bobby."
"O ve birkaç kız daha geceyi Angie'nin evinde geçirdiler. Carol, bir arkadaşlarının evinde geceledikleri zaman bütün geceyi ayakta geçirip eğlendiklerini söylüyor. Şimdi yatakta olduklarına ya da öğle yemeği niyetine kahvaltı ettiklerine bahse girerim."
"Öyleyse kendi başına parka git. Beni sinirlendiriyorsun. Cumartesi sabahı televizyon çalışmadığı zaman bana ölmüşsün gibi geliyor." Liz, oğlunun odasına girdi ve kitabı çocuğun ellerinin arasından çekti. Bobby onun sayfaları çevirmesini, rasgele paragraflar okumasını çaresizlik içinde seyrediyordu. Çocukların, kılıçlarını yaban domuzunun kabaetine (şu farkla ki İngiliz oldukları için Bobby'ye daha da çirkin gelen "makat" diyorlardı) sokmasından söz ettikleri kısmı fark ederse ne yapardı? İşte onu bilemiyordu. Bütün hayatı boyunca birlikte yaşamışlardı, hayatının en büyük kısmında yalnız ikisi baş başa kalmışlardı, öyle olduğu halde çocuk, annesinin herhangi bir durumda nasıl tepki vereceğini öngöremiyordu.
"Bu Brattigan'ın sana verdiği kitap mı?" diye sordu
"Evet."
"Doğum günü armağanı olarak mı verdi?"
"Evet."
"Konu neymiş?"
"Birkaç çocuk ıssız bir adaya düşüyorlar. Gemileri batıyor. Sanırım, olay III. Dünya Savaşı sonrasında geçiyor. Kitabın yazarı açık seçik belirtmiyor."
"Demek bilim kurgu."
"Evet." Bobby hâlâ biraz sersem gibiydi. Sineklerin Tanrısı'yla Güneşin Etrafındaki Çember'in arasında dağlar kadar fark olduğunu düşünüyordu. Ne var ki, annesi bilim kurgudan nefret ettiği için kitabı karıştırmasına ve bunun potansiyel tehlikesine olsa olsa bu son verebilirdi.
Liz kitabı oğluna geri verdi ve pencerenin yanına yürüdü. "Bobby?" Kadın oğluna bakmıyordu, daha doğrusu önce bakmamıştı. Üstünde eski bir gömlekle cumartesilere mahsus pantolonu vardı. Parlak öğle güneşi gömleği şeffaflaştırdığından çocuk, annesinin hiç yemek yemiyormuş gibi ne kadar sıska olduğunu ilk kez gördü. "Ne var, anne?" diye sordu.
"Bay Brattigan sana başka armağanlar da verdi mi?"
"Onun adı Brautigan, anne."
Kadın camdaki yansımasına... ya da belki oğlunun yansımasına kaşlarını çatarak bakıyordu. "Benim sözlerimi düzeltme; Bobby. Verdi mi?"
Bobby şöyle bir düşündü. Bir iki kez zencefilli gazoz, bazen bir ton balıklı sandviç, Sully'nin annesinin çalıştığı fırından bir çörek, ama armağan yok. Yalnız, Bobby'nin şimdiye kadar aldığı en güzel armağanlardan biri olan kitap. Çocuk omuzlarını silkti. "Yok canım, niçin versin ki?"
"Bilmiyorum. Zaten daha yeni tanıdığın bir adamın sana niçin bir doğum günü armağanı verdiğini de bilemem." Liz, kollarını sivri uçlu küçük göğüslerinin altında kavuşturdu ve Bobby'nin penceresinden dışarı bakmayı sürdürdü. "Bana Hartford'da bir hükümet işinde çalıştığını, ama şimdi emekli olduğunu söyledi. Sana da aynı şeyi mi söyledi?"
"Onun gibi bir şey." Aslını söylemek gerekirse Ted, Bobby'ye çalışma hayatı hakkında hiçbir şey açıklamamış, sormak ise Bobby'nin aklına bile gelmemişti.
"Nasıl bir hükümet işinde çalışmış? Bölümü neymiş? Sağlık ve sosyal yardım mı? Ulaştırma mı? Gelirler kontrolörünün ofisi mi?"
Bobby bu soruların hepsine "hayır" der gibi başını salladı. Gelirler Kontrolörü de neydi?
Liz, "Eğitimle ilgili bir şey olduğuna bahse girerim," dedi düşünceli bir tavırla. "Öğretmenlik yapmış biri gibi konuşuyor. Öyle değil mi?"
"Evet öyle."
"Hobileri var mı?"
"Bilmiyorum." Okuma merakı vardı tabii. Annesinin o hoşlanmadığı torbaların ikisi karton kapaklı kitaplarla doluydu. Bunların çoğu ise çok ağır eserler izlenimi uyandırıyordu.
Bobby'nin yeni adamın uğraşları hakkında bir şey bilmeyişi her nedense annesini rahatlatmıştı. Omuzlarını silkti. Tekrar konuştuğu zaman Bobby'den çok, kendi kendisiyle konuşur gibiydi. "Armağanı sadece bir kitap. Üstelik ciltsiz bir kitap."
"Bana bir iş bulacağını söyledi, ama şimdiye kadar arkası gelmedi."
Liz hızla döndü. "Sana bir iş önerirse ya da herhangi bir görev verirse bunu önce benimle konuşacaksın. Anlaşıldı mı?"
"Tabii ki." Annesinin heyecanı Bobby'yi şaşırtmış, biraz da rahatsız etmişti.
"Söz mü?"
"Söz."
"Yemin et, Bobby."
Çocuk ellerini kalbinin üstünde kavuşturdu ve, "Tanrı adına anneme söz veriyorum," dedi.
Bu yemin edildikten sonra çoğunlukla mesele kapanırdı, ama Liz bu kez tatmin olmuş görünmedi.
"Sana hiç... Demek istediğim seninle hiç..." Kadın arkasını getirmeyerek sustu. Hiç âdeti olmadığı halde sıkılmış gibi davranıyordu. Çocuklar da Bayan Bramwell kendilerini bir cümledeki isimler veya fiilleri ayırmaları için kara tahtaya yollayıp da bilemedikleri zaman bazen böyle görünürlerdi.
"Bana ne yaptı demek istiyorsun, anne?"
Liz sert sert, "Neyse, boş ver!" dedi. "Haydi çık git, Bobby. Parka ya da Sterling House'a git. Sana bakmaktan yoruldum."
Bobby, öyleyse niçin odama girdin, diye düşündü, (ama tabii ki söylemedi) Canını sıkacak bir şey yapmıyordum ki, anne. Seni rahatsız etmiyordum ki.
Bobby, Sineklerin Tanrısı'nı arka cebine soktu ve kapıya yöneldi. Oraya varınca dönüp baktı. Annesi hâlâ pencerenin yanındaydı, ama yine onu gözetliyordu. Bobby böyle anlarda annesinin yüzünde asla bir sevgi belirtisi göremiyordu, olsa olsa bir tür düşünce, bazen de (ama her zaman değil) sempatik bir anlam görebiliyordu.
"Anne?" Çocuk annesinden elli cent istemeyi düşünüyordu. Bu parayla Colony'nin Kafeteryasında bir gazozla iki sosis satın alabilirdi. Kızartılmış çöreklerin içindeki ve yanındaki patates cipsleri ve hıyar turşusu dilimleriyle verilen Colony'nin sosislerini seviyordu.
Liz dudaklarını büzünce çocuk sosis gününde olmadığını anladı. "Hiç isteme, Bobby. Aklına bile getirme." Aklına bile getirme, Liz'in dilinden düşmeyen deyişlerdendi. "Bu hafta ödemem gereken bir sürü fatura var, onun için o dolar işaretlerini gözlerinden uzaklaştır."
Mesele, aslında Liz'in ödemesi gereken bir sürü fatura olmamasıydı. Bobby elektrik faturasıyla ev kirası çekini geçen çarşamba günü üstünde Bay Monteleone yazılı zarfta görmüştü. Ve okul döneminin başı değil, sonu olduğu için Liz onun yakında giysilere ihtiyacı olacağını da iddia edemezdi. Bobby son günlerde annesinden sadece Sterling House'un üç aylık taksitleri için beş dolar istemişti; bu paranın yüzmeyle Kurtlar ve Aslanlar Beysbolü artı sigortayı kapsadığını bildiği halde Liz buna bile itiraz etmişti. Karşısındaki annesi değil de başka biri olsaydı, Bobby bunu ucuzluk derecesinde pintice bir davranış olarak nitelendirirdi. Ama ona bunu söyleyemezdi; Liz'e paradan söz açıldı mı bunun tartışmayla bitmesi kaçınılmazdı; hele para konusundaki görüşlerinin en küçük bir ayrıntısına itiraz etmek isteri krizi geçirmesine yol açardı. Böyle olduğu zamanlar Liz ürkütücü oluyordu.
Bobby gülümsedi. "Peki, öyle olsun, anne."
Liz de karşılığında gülümseyerek üzerinde BİSİKLET FONU yazılı kavanozu çenesiyle gösterdi. "Oradan bir miktar ödünç alsana. Kendini biraz şımart. Korkma, kimseye bir şey söylemem. Aldığını sonra yerine koyarsın."
Bobby hâlâ gülümsüyordu, ama büyük bir çaba harcayarak. Annesi nasıl da rahat konuşuyordu. Colony'de iki sosisli sandviçle belki bir tart satın alabilmek için ona elektrik ya da telefon parasının veya sözüm ona "iş elbiseleri" için ayırdığı paranın birazını ödünç almasını önerecek olsa ne kadar kızacağını aklına bile getiremiyordu. Bobby kimseye bir şey söylemeyeceğini, parayı daha sonra yerine koyabileceğini söylese bile suratına tokadı yiyeceği kuşkusuzdu.
Commonwealth Park'a varana kadar çocuğun içerleme duyguları hafiflemiş, ucuz kelimesi aklından çıkmıştı. Güzel bir gündü, onun da bitirilecek olağandışı bir kitabı vardı. Böyle bir durumda içerleme duygusuna nasıl yenik düşerdiniz? Kuytu bir köşede bir bank buldu ve Sineklerin Tanrısı'nı açtı. Kitabı hemen bugün bitirmek, ne olup bittiğini öğrenmek zorundaydı.
Son kırk sayfa bir saatini aldı ve o bu süre içinde etrafındaki her şeyden tamamen koptu. Sonunda kapağı kapadığında kucağının küçük beyaz çiçeklerle dolduğunu gördü. Saçları da onlarla doluydu; hiç fark etmeden bir elma baharı fırtınasının içinde oturup kalmıştı.
Bobby eliyle yaprakları yere süpürürken bir yandan da etrafındaki her şeyden habersiz görünüyordu. Çocuklar salıncakta sallanıyor, bir direğin ucuna iple bağlı topa vuruyor, onu savurup duruyorlardı. Gülüyor, birbirlerini kovalıyor, otların arasında yuvarlanıyorlardı. Bunlar gibi çocuklar, çürümekte olan bir domuz kafasına çırılçıplak bir durumda tapınabilirler miydi acaba? Bu gibi fikirleri, çocuk sevmeyen (ki Bobby'nin bildiği kadarıyla öyleleri çoktu) bir yetişkinin uydurmaları olarak düşünmek kolaydı, ama Bobby sonra kum bahçesine baktı. Küçük bir çocuk orada oturmuş, insanın yüreğini paralarcasına hıçkırıyor, yaşça daha büyük başka bir çocuk ise arkadaşından zorla kopardığı bir Tonka kamyonuyla kayıtsızca oynuyordu.
Kitap mutlu bir sonla noktalanıyor muydu? Bir ay önce ne kadar çılgınca görünse de, Bobby şimdi bundan pek emin değildi. Sonunun iyi veya kötü, mutlu ya da hazin olduğundan emin olamadığı bir kitabı hayatı boyunca hiç okumamıştı. Ama Ted bunu mutlaka biliyordu. Ted'e soracaktı.
Sully on beş dakika sonra hoplaya zıplaya parka girip onu gördüğünde Bobby hâlâ aynı bankta oturuyordu. Sully, "Hey!" diye bağırdı. "Evine uğradım, annen de senin burada ya da belki Sterling House'da olduğunu söyledi. Sonunda kitabını bitirebildin mi?"
"Evet."
"İyi miydi?"
"Evet."
S-J başını salladı. "Gerçekten sevdiğim bir kitap okumadım hiç, ama sanırım, sana inanabilirim.
"Konser nasıldı?"
Sully omuzlarını silkti. "Herkes gidene kadar ıslık çaldık, onun için de bizim için iyiydi denebilir. Winiwinaia Kampı'ndaki haftayı kim kazandı dersin?" Winnie Kampı YMCA'nın, Storr'ların kuzeyindeki ormanlarda George Gölü'nün kıyısındaki kızlar kampıydı. HAK -yani Harwich Aktiviteleri Komitesi, her yıl kurayla orada bir hafta armağan ediyordu.
Bobby içinde bir kıskançlık kıpırtısı hissetti. "Deme."
Sully-John sırıttı. "Evet, dostum! Şapkanın içinde en az yetmiş isim vardı, dazlak kafalı moruk Bay Coughlin de şapkanın içinden çeke çeke John L. Sullivan, Junior, Broad Sokağı 93 numarayı çekti. Annem neredeyse donuna yapıyordu."
"Ne zaman gidiyorsun?"
"Okul kapandıktan iki hafta sonra. Annem de Wisconsin'de ninemle dedemi görmeye gidebilmek için fırın sahibinden aynı tarihlerde bir haftalık izin almaya çalışacak. Büyük Gri Köpekle gidecek." Büyük Tat yaz tatili, Şu Büyük Ed Sullivan'lı pazar gecesi, Büyük Gri Köpek de kuşkusuz bir Greyhound otobüsüydü. Yerel otogar Asher Empire'la Colony Aşevi'nin yukarsındaki sokaktaydı.
"Sen de annenle Wisconsin'e gitmek istemez miydin?" Bobby, arkadaşının şansından dolayı duyduğu mutluluğu biraz bulandırma isteğinin önüne geçememişti.
"Biraz. Ama kampa gidip ok atmayı yeğlerim." Çocuk, kolunu Bobby'nin omuzlarına doladı. "Senin de benimle gelmeni isterdim, kitap düşkünü piçkurusu."
Bobby bu sözlere bozuldu. Sineklerin Tanrısı'na bakınca yakında onu tekrar okuyacağını anladı. Belki de canı sıkılırsa ağustos başlarında (Mayıs ayında inanması zor olsa da ağustosta çoğu kez canı sıkılıyordu.) Sonra Sully-John'a bakarak gülümsedi ve o da kolunu S-J'nin omuzlarına doladı. "Şanslı bir herifmişsin," dedi.
Bankta bir süre elma baharı yağmurunun altında kollarını birbirlerinin omuzlarına dolamış vaziyette oturarak küçük çocukların oynamasını seyrettiler. Sully bundan sonra Empire'daki matineye gitmek istediğini, gelecek programın fragmanlarını kaçırmak istemiyorsa hemen harekete geçmek zorunda olduğunu söyledi.
"Niçin sen de gelmiyorsun, Bobborino? Kara Akrep oynuyor. Filmin başından sonuna kadar canavarlar var."
Bobby, "Gelemem. Meteliksizim," dedi. Bu doğruydu (Bisiklet Fonu kavanozundaki yedi dolar sayılmazsa tabii), zaten o bugün sinemaya gitmek istemiyordu. Üstelik okulda bir çocuktan Kara Akrep'in müthiş olduğunu, akreplerin iğnelerini öldürdükleri insanların vücuduna bir ucundan sokup öbür ucundan çıkardıklarını, Mexico kentini de yerle bir ettiklerini duymasına rağmen.
Dostları ilə paylaş: |