"Yanlış saatlerde ya da saat aralarında çalmaya başlayabilir. Ayrıca, gazetede önemsiz kilise vandalizm olayları hakkındaki raporları ara. Dostlarım kiliselerden hoşlanmasalar da fazla çılgınca işlere yanaşmazlar; kelime oyunum için kusura bakma ama alçak bir profil göstermeyi, yani göze çarpmamayı yeğlerler. Etrafta olduklarını gösteren başka işaretler de var, fakat sana fazla yüklenmenin anlamı yok. Ben şahsen posterlerin en güvenli ipuçları olduğuna inanıyorum."
"'Ginger'i görürseniz, onu eve getirin.' Ginger'in kızıl renkli kedilere verilen ad olduğunu herkes bilir."
"Bu tam anlamıyla..."
"Bobby?" Bu annesinin sesiydi. Arkasından, kadının cumartesileri giydiği altı lastik papuçların gıcırtısı duyuldu. "Bobby, yukarda mısın?"
III. BİR ANNENİN GÜCÜ. BOBBY IŞINI GÖRÜYOR. "SANA DOKUNUYOR MU?" OKULUN SON GÜNÜ.
Bobby ile Ted bakıştılar. İkisinin de gözlerinde suçluluk vardı. İkisi de masanın kendilerine ait tarafında oturuyorlardı. Delice şeyler konuşuyor değil de, delice şeyler yapıyormuş gibi bir havaları vardı.
Bobby, bir halt ettiğimizi görecek. Her şey yüzümden okunuyor, diye düşündü.
Ted ona, "Hayır," dedi. "Yüzünden hiçbir şey okunmuyor. Böyle zannetmene neden olan şey onun senin üzerindeki güçtür. Bu, bir annenin gücüdür."
Bobby adama şaşkın halde bakakalmıştı. Aklımdan geçenleri mi okudun? Az önce aklımdakileri mi okudun?
Annesi şimdi hemen hemen üçüncü kat sahanlığındaydı ve Ted bir yanıt vermeyi istemiş olsa dahi buna vakit yoktu. Zaten zaman olsaydı bile bir yanıt verebileceğine dair yüzünde herhangi bir şey okunmuyordu. Bobby de duyduklarından anında şüphelenmeye başladı.
Derken annesi kapı aralığında belirdi. Bir oğluna, bir Ted'e, sonra yine oğluna bakıyor, bakışları değer biçiyordu. "Demek buradaymış-sın," dedi. "Tanrım, Bobby, seni çağırdığımı duymadın mı?"
"Ağzımı açmama vakit kalmadan yetiştin, anne."
Annesi kişner gibi bir ses çıkardı. Ağzında anlamsız, küçük bir gülümseme belirdi. Bu otomatik sosyal gülümsemesiydi. Gözleri odadaki iki kişinin arasında bir ileri, bir geri gidip geliyor, uygunsuz bir şey, hoşuna gitmeyecek yanlış bir şey arıyordu. "Senin dışardan geldiğini duymadım."
"Yatağında uyuyordun."
Ted o sırada, "Bugün nasılsınız, Bayan Garfield?" diye sordu.
"Çok iyiyim." Kadının gözleri hâlâ odadaki iki kişinin arasında gidip geliyordu. Onun ne aradığı konusunda Bobby'nin hiçbir fikri yoktu, ama suçluluk dolu o anlam yüzünden kaybolmuş olmalıydı. Annesi o anlamı görmüş olsa Bobby bunu şimdi bilecek, annesinin bildiğini anlayacaktı.
Ted, "Bir gazoz ister misiniz?" diye sordu. "Şalgam suyum var. Ahım şahım bir şey değil, ama soğuktur."
Liz, "Çok iyi olur," dedi. "Teşekkür ederim." Odaya girerek masa başında Bobby'nin yanına oturdu. Bir yandan Ted'in küçük buzdolabını açıp şalgam suyunu çıkarışını seyrederken, diğer bir yandan dalgın bir tavırla oğlunun bacağını okşuyordu. "Buraları şimdilik o kadar sıcak değil, ama önümüzdeki ay kavurucu olacağını garantileyebilirim. Kendinize bir vantilatör alırsanız iyi edersiniz."
"Bu da bir fikir." Ted şalgam suyunu temiz bir bardağa doldurdu,' sonra bardağı ışığa tutarak buzdolabının önünde durdu ve köpüklerin yatışmasını bekledi. Bobby'nin gözünde TV reklamındaki bir bilim adamına benziyordu. X markasıyla Y markasına ve Rolaids'in nasıl kendi ağırlığının elli yedi katı kadar mide asidi fazlalığı tükettiğine (şaşkınlık verici, ama gerçek) kafayı takmış birine.
Liz biraz sinirli bir tavırla, "Bir bardak dolusu istemiyorum, bu kadarı yeter," dedi. Ted bardağı getirdi, Liz de ona kadeh kaldırdı, "işte böyle." Genç kadın içecekten bir yudum aldı ve içtiği şalgam suyu değil de çavdar viskisiymiş gibi yüzünü buruşturdu. Sonra bardağının üzerinden bakarak Ted'in oturuşunu sigarasının külünü silkeleyişini ve izmariti tekrar ağzının köşesine sıkıştırışını seyretti.
Genç kadın, "Siz ikiniz enikonu içli dışlı olmuşsunuz," diye belirtti. "Mutfak masasının başında oturup rahat rahat şalgam suyu içiyorsunuz. Bugün nelerden konuştunuz acaba?"
Bobby, "Konumuz Bay Brautigan'ın bana verdiği kitaptı," dedi.' Sesi kulağa sakin ve doğal geliyordu, hiçbir gizlisi olmayan bir ses gibi. "Sineklerin Tanrısı'nın sonunun mutlu mu yoksa hazin mi olduğuna karar veremediğim için kendisine sormak istedim."
"Ya? Peki, ne dedi?"
"Her ikisinin de doğru olduğunu. Sonra da üzerinde düşünmemi söyledi."
Liz güldü, ama pek neşeli olmayan bir gülüştü bu. "Ben de polisiye romanlar okuyorum, Bay Brattigan, ama düşüncelerimi gerçek hayata saklıyorum. Ne var ki ben emekli değilim."
Ted, "Değilsiniz tabii," dedi. "Siz hayatınızın en parlak çağını yaşıyorsunuz."
Liz adama "yağcılıkla bir yere varamazsın" der gibilerden baktı. Bobby bu bakışı çok iyi biliyordu.
Ted ona, "Bobby'ye küçük bir iş önerdim," dedi. "Kabul edebileceğini söyledi... Tabii sizin izninizle."
İş sözünü duyunca Liz'in kaşları çatılmıştı, ama izninin alınmasından söz edilince yumuşadı. Uzanıp Bobby'nin kızıl saçlarına dokundu; bu o kadar alışılagelmedik bir hareketti ki, Bobby'nin gözleri irileşti. Liz'in bakışı Ted'in yüzünden ayrılmamıştı. Bobby onun adama güvenmediğini, hiçbir zaman da güvenmeyeceğini anlamıştı. "Nasıl bir iş önerdiniz?" diye sordu.
"Bay Brautigan benim..."
Genç kadın, "Şşşt," dedi. Hâlâ bardağının üzerinden Ted'i süzüyor, bakışı adamın üstünden ayrılmıyordu.
Ted, "Onun bana her gün, belki öğleden sonraları gazete okumasını isterim," dedi ve gözlerinin eskisi gibi olmadığını, küçük puntolu yazıların ona gitgide daha fazla sorun çıkardıklarını açıkladı. Üstelik haberleri yakından izlemeyi seviyordu; çok ilginç günler yaşıyorlardı, Bayan Garfield de o fikirde değil miydi? Kendisi ayrıca köşe yazılarına meraklıydı, Stewart Alsop'u, Walter Winchell'i ve diğerlerini izlemek zorundaydı. Winchell bir dedikoducu da olsa çok ilginçti. Bayan Garfield de öyle düşünmüyor muydu?
Bobby dinliyordu. Annesinin yüzüyle duruşundan -hatta şalgam suyunu yudumlayışından- onun Ted'in söylediklerine inandığı halde gergin olduğunu anlıyordu. Bu kadarı iyiydi de ya Ted yine zırvalamaya başlarsa? Ya sarı paltolu alçak adamlardan ve telefon tellerine asılı uçurtma kuyruklarından söz ederse, bir de bunları gevelerken bakışını boşluğa dikerse?
Neyse ki, bunların hiçbiri olmadı. Ted, Dodgers'lerin -özellikle de Maury Wills'in- ne yaptığını, hem de Los Angeles'a gittikleri halde merak ettiğini söyleyerek konuşmasını bitirdi. Üstelik bunlar, biraz utanç verici olsa da, gerçeği söylemeye kararlı biri tavrıyla söyledi. Bobby bunun hoş bir tavır olduğunu düşündü.
"Sanırım, bu fena bir iş olmaz." Bobby'nin kanısınca, annesi istemeye istemeye konuşmuştu. "Hatta mükemmel bir işe benziyor. Benim de böyle bir işim olsun isterdim."
"Sizin kendi işinizde mükemmel olduğunuza bahse girerim, Bayan Garfield."
Kadın ona bir kez daha yağcılık bana sökmez bakışını yöneltti. "Çapraz bilmeceyi yapması için ona fazladan ödeme yapmanız gerekecek," diyerek ayağa kalktı. Bobby de annesinin ne demek istediğini tam olarak anlayamamakla beraber, ardındaki gaddarlığa şaşırmıştı. Bir lokumun içine gömülmüş cam parçası gibi bir şeydi bu. Liz sanki Ted'in bozulan gözleriyle aklını aynı zamanda alaya almak istemişti. Adamcağızı sanki oğluna yakınlık gösterdiği için cezalandırmak istiyordu. Bobby annesini aldattığı için hâlâ utanç duyuyor ve onun bunu keşfetmesinden korksa da aynı zamanda sevinç duyuyordu. Annesi bunu hak etmişti. Liz, "Benim Bobby'm çapraz bilmece çözmede ustadır," dedi.
Ted gülümsedi. "Buna eminim."
"Haydi artık aşağı in, Bobby. Bay Brattigan'a biraz dinlenme fırsatı vermeli."
"İyi ama..."
"Doğrusu biraz uzanmak istiyorum, Bobby. Biraz başım da ağrıyor. Sineklerin Tanrısı'nı beğenmene sevindim. İstersen yarın pazar gazetesinin makalesiyle işine başlayabilirsin. Ama seni uyarıyorum, fena halde pişeceksin."
"Öyle olsun."
Bobby'nin annesi Ted'in daire kapısının dışındaki küçük sahanlığa çıkmıştı bile. Bobby de arkasındaydı. Kadın burada dönerek Bobby'nin başının yukarsından Ted'e baktı. "Niçin okumanızı verandada yapmıyorsunuz?" diye sordu. "Temiz hava ikinize de iyi gelir. Bu boğucu odadan bin kat iyidir. Ben de oturma odasından sizi duyabilirim."
Bobby, ikisinin arasından bir mesaj geçtiğini hissetti. Bu pek telepatik sayılmazdı, ama yine de bir anlamda öyleydi. Yetişkinlerin uyguladıkları türden sıradan bir telepati.
Ted, "İyi fikir," dedi. "Evin önündeki veranda ideal olur. İyi akşamlar, Bobby. İyi akşamlar, Bayan Garfield."
"Görüşürüz, Ted," demek Bobby'nin dilinin ucuna kadar geldiyse de son anda kendini toparlayarak, "Görüşürüz, Bay Brautigan," dedi.
Merdivene yürürken pis bir kazayı atlatmış biri gibi belli belirsiz gülümsüyordu.
Annesi hâlâ kapının önünden ayrılmamıştı. "Ne kadar zamandır emeklisiniz, Bay Brattigan?" diye sordu. "Umarım bunu sormamın sizin için bir sakıncası yoktur."
Bobby, annesinin Ted'in soyadını kasten yanlış söylemediğine inanır gibi olmuştu. Ama birden kararını değiştirdi. Kasten yanlış söylüyordu. Tabii ki kasten.
"Üç yıl oluyor." Ted sigarasını ağzına kadar dolu küllüğün içinde ezdi ve hemen bir yenisini yaktı.
Ne var ki, Liz onun yakasını bırakmak niyetinde değildi. "Demek oluyor ki... siz altmış sekiz yaşındasınız."
"Aslında altmış altı yaşındayım." Ted gayet tatlı bir sesle ve samimi görünerek konuşuyordu, ama Bobby onun bu sorulardan pek hoşlanmadığının farkındaydı. "Vaktinden iki yıl önce tam aylıkla emekli edildim. Sağlık nedeniyle."
Bobby içinden inledi. Sakın nesi olduğunu adamdan sorma, anne. Sakın yapma bunu.
Liz sormadı. Bunun yerine Hartford'da ne yaptığını sordu.
"Muhasebeciydim. Saymanlıkta çalışıyordum."
"Bobby ile ben eğitimle ilgili bir işiniz olduğunu düşünmüştük. Muhasebe ha! Büyük sorumluluk içeren bir işe benziyor."
Ted gülümsedi. Bobby bu gülümseyişte korkunç bir anlamın varlığını sezdi. Adam, "Yirmi yılda üç hesap makinesi eskittim," dedi. "Bu eğer sorumluluksa, evet sorumluydum. Apeneck Sweeney dizlerini açar; daktilo otomatik bir elle gramofona bir plak koyar."
"Anladığımı söyleyemem."
"Bu, fazla önemli olmayan bir işte çok fazla yıl harcadığımı söyleme biçimim."
"Besleyecek, barındıracak ve büyütecek bir çocuğunuz olsaydı, işiniz size çok önemli görünecekti." Liz böyle derken Ted'e çenesini hafifçe doğrultarak bakmıştı. Bu bakış, Ted konuyu tartışmak isterse kendisinin buna hazır olduğunu anlatıyordu. Gerekirse savaşacaktı da.
Bobby, Ted'in savaşmaya niyeti olmadığını görerek rahatladı. "Sanırım haklısınız, Bayan Garfield. Yerden göğe kadar haklı," dedi sadece.
Liz çenesini bir süre daha dikerek ona emin olup olmadığını sordu. Ted'e fikrini değiştirmesi için adeta fırsat vermek istiyordu. Adam başka bir şey söylemeyince gülümsedi. Onun zafer gülümseyişiydi bu. Bobby annesini seviyordu, ama aynı zamanda ondan bıkmıştı. Bakışlarını, deyişlerini ve hoşgörüsüz düşünce biçimini bilmekten bıkmıştı.
Liz, "Şalgam suyu için teşekkürler, Bay Brattigan. Çok lezzetliydi," dedi ve bu sözlerden sonra oğlunu aşağı götürdü. İkinci katın sahanlığına vardıklarında elini Bobby'nin üstünden çekti ve yolun kalan kısmını önden yürüyerek katetti."
Bobby yeni işini akşam yemeğinde konuşmaya devam edeceklerini tahmin etmişti, ama olmadı. Annesinin aklı ondan çok uzaklarda görünüyordu. Bakışları da dalgındı. Sövüşten ikinci bir dilimi Bobby iki kez istemek zorunda kaldı. Akşamın daha ileri bir saatinde telefon çalınca da annesi, oturup TV seyrettikleri divandan fırlayıp yanıtlamaya koştu. Tıpkı Ricky Nelson'un Ozzie ve Harriet şovunda telefon çaldığı zaman yaptığı gibi yerinden sıçramıştı. Liz dinledi, bir şey söyledi, sonra divana dönerek oturdu.
Bobby, "Kimdi?" diye sordu.
Liz, "Yanlış numara," dedi.
Bobby Garfield hayatının o yılında hâlâ bir çocuğun güveniyle uykuyu bekliyordu: Sırtüstü yatıyor, topuklarını yatağın köşelerine uzatıyor, ellerini, dirsekler dışarı taşacak biçimde yastığın altının serinliğine sokuyordu. Ted'in ona sarı paltolu alçak adamları anlattığı, ("Arabalarını da unutma, fantezi boyalı büyük arabalarını da unutma.") gece de Bobby çarşafı beline kadar çekmiş bu şekilde yatıyordu. Penceredeki panjurların gölgelerinin dörde doğradığı ay ışığı zayıf çocuk göğsünün üstüne düşüyordu.
Eğer bu konuyu düşünmüş olsaydı (ama düşünmemişti), Ted'in alçak adamlarının karanlıkta yalnız kaldığı zaman daha gerçek olmalarını beklerdi. Yalnızlığı arasında yalnızca kurmalı Big Ben'inin tik-takıyla öbür odadaki televizyon gece haberlerinin mırıltısı ona eşlik ediyordu. O oldum olası hep öyleydi; Schock Tiyatrosu'nda Frankenstein'a gülmek, canavar gözüktüğü zaman yalancıktan bayılır gibi yaparak, "Ooo, France!" diye bağırmak kolaydı. Özellikle Sully-John gece yatısında olduğu zaman. Gelgelelim S-J horlamaya başladıktan sonra (ya da daha beteri, Bobby yalnız olunca) Dr. Frankenstein'ın canavarı pek gerçek değilse bile, mümkün gözüküyordu insana.
Bu mümkün oluş Ted'in alçak adamlarını kapsamıyordu, insanların kayıp evcil hayvan posterleri aracılığıyla iletişim kurmaları karanlıkta daha da çılgınca görünüyordu. Gerçi tehlikeli bir çılgınlık değildi bu. Bobby, Ted'in zırdeli olduğunu sanmıyordu, ama kendisine zararı dokunacak kadar zekiydi. Özellikle vaktini dolduracak o kadar az uğraşı olduğuna göre. Ted biraz... evet... biraz... Bobby'nin, kelimeyi seslendirmeye dili varmıyordu. Egzantrik kelimesi aklına gelseydi dört elle buna sarılırdı.
O her defa aklımdan geçenleri okuyabiliyordu. Bu nasıl olabilirdi? Yok, Bobby yanılmıştı, duyduğunu sandığı şeyler bahsinde yanılmıştı. Belki de Ted onun aklından geçenleri okumuştu, aslında o kadar da ilginç olmayan yetişkinlere özgü duyum-ötesi algı aracılığıyla yapmıştı bunu. Yüzündeki suçluluğu camın üstündeki ıslak bir çıkartma gibi soymuştu. Allah biliyor ya, annesi bunu her zaman yapabiliyordu... en azından bugüne kadar yapabilmişti.
Ama...
Ama hiçbir şey. Ted kitaplar hakkında çok şey bilen hoş bir adamdı, ama zihin okumuyordu. Aynen Sully-John Sullivan'ın bir sihirbaz olmaması ve hiçbir zaman olamayacak olması gibi.
Bobby, "Hepsi yanlış yönlendirme," diye mırıldandı. Ellerini yastığın altından çekti, bilekleri hizasında çaprazladı ve salladı. Bir kumrunun gölgesi ay ışığında göğsünün yukarsından süzülüp geçti.
Bobby gülümsedi, gözlerini kapadı ve uykuya daldı.
Ertesi sabah binanın ön verandasında oturmuş, Harwich Pazar Gazetesi'nden birkaç yazıyı yüksek sesle okuyordu. Verandadaki salıncağa ilişmiş olan Ted, sakin bir tavırla dinliyor, bir yandan da Chesterfield tüttürüyordu. Arkasında ve solunda Garfield'lerin ön odasının perdeleri açık pencerelerden içeriye ve dışarıya dalgalanıyordu. Bobby, annesinin, ışığın en iyi olduğu yerdeki koltuğunda yanında dikiş sepetiyle oturarak okunanları dinlediğini ve etek bastırdığını (etek boylarının yine uzadığını söylemişti Bobby'ye) görür gibiydi. Sırf New York ve Londra'daki bir avuç homo öyle dediği için etekleri bir yıl kısaltıyor, ertesi ilkbahar söküyor ve etek boylarını tekrar uzatıyordunuz. Liz niçin zahmet ettiğine bile akıl erdiremiyordu. Annesinin sahiden içerde olup olmadığı hakkında Bobby'nin hiçbir fikri yoktu, açık pencerelerle uçuşan perdeler kendi başlarına bir şey ifade etmiyorlardı, ama yine de hayali o yönde işliyordu. Biraz büyüyünce, annesinin orada oturduğunu her zaman düşlediğini anlayacaktı. Kapıların dışında, gölgelerin net görmeyi önleyecek kadar yoğun oldukları yerdeki bir bankta, karanlıkta merdivenlerin tepesinde olduğunu düşlemişti hep.
Okuduğu sporla ilgili yazılar ilginçti (Maury Wills fırtına gibiydi),? köşe yazıları daha az ilginç, yorum sütunları sıkıcı, uzun ve anlaşılmaz, "mali sorumluluk" ve "depresif tabiatlı ekonomik göstergeler" gibi anlaşılmaz cümlelerle doluydu. Öyle de olsa, bunları okumanın Bobby açısından bir sakıncası yoktu. Ne de olsa bir iş görüyordu, para kazanıyordu ve pek çok iş de zaten çoğu kez sıkıcıydı. Bay Biderman'ın onu'1 özellikle geç saatlere kadar bıraktığı günlerde annesi bazen, "Ekmeğini kazanmak için çalışmak zorundasın," derdi. Bobby ayrıca, "depresif tabiatlı ekonomik göstergeler" türünden cümlelerin ağzından çıkmasıyla gururlanıyordu. Dahası, öbür iş -gizli olanı- Ted'in, peşinde bazı adamlar olduğu konusundaki kaçıkça zannından kaynaklanıyordu; Bobby de sırf bunun için para alacak olsa da adamı bir şekilde oyuna getiriyormuş gibi hissedecekti.
Ama bu da işinin parçası olduğundan o pazar öğleden sonrasında kolları sıvadı. Annesi öğle uykusundayken Bobby bina blokunun etrafını dolaştı ve sarı paltolu alçak adamlar ya da onların varlıklarının işaretlerini aradı. Bu arada ilginç bazı şeyler gördü; Colony Sokağı'nda bir kadın kocasıyla tartışıyordu. Karı koca bir güreş karşılaşmasının öncesindeki Parlak George'la Tıknaz Calhoun gibi burun buruna duruyorlardı. Asher Caddesi'nde küçük bir çocuk isten kararmış bir gazoz kapaklarına vuruyordu. Commonwealth'le Broad'ın köşesindeki Spicers'in tuhafiye dükkânının dışında bir grup genç dilleri tutulmuş vaziyette duruyorlardı. Panelli bir kamyonun yanında MİDE İCJN PİDE gibilerden ilginç bir slogan dikkati çekiyordu. Ama Bobby ne sarı paltolar ne de elektrik direklerinde kayıp evcil hayvan bildiren neşterler gördü. Ayrıca, bir tek telefon telinden bile uçurtma kuyruğu sallanmıyordu.
Bir penilik sakız almak için Spicer's'e uğradı ve bu yılın Miss Rheingold adaylarının fotoğraflarıyla kaplı ilan tahtasına göz attı. Sahibinden satılık iki otomobil ilanı da vardı, ama hiçbiri baş aşağı değildi. Başka bir ilanda ise şöyle deniliyordu: ARKA BAHÇEMDEKİ YÜZME HAVUZU SATILIK. İYİ DURUMDADIR. ÇOCUKLARINIZI SEVİNDİRMEK İSTEMEZ MİSİNİZ? Bu ilan yamuktu, ama Bobby yamuğun sayılmayacağına karar verdi.
Asher Caddesi'nde bir yangın musluğunun yanına park edilmiş müthiş bir Buick gördü, ama rengi neftiydi; kromdan bir kedi balığının sırıtan ağzına benzeyen motor kapağının yanındaki lambalarına ve radyatörüne rağmen bayağı ve cafcaflı olarak nitelenebileceğini zannetmiyordu.
Pazartesi günü de okula gidip gelirken alçak adamları aramaya devam etti. Bu arada hiçbir şey göremese de yanında yürüyen Carol Gerber'le S-J onun arandığını fark ettiler. Annesi haklıydı, Carol gerçekten keskin zekâlıydı.
"Yoksa planların peşinde komünist ajanları mı var?" diye sordu.
"Ne?"
"Habire sağa sola bakmıyorsun. Hatta arkana bile."
Ted'in onu niçin tuttuğunu onlara açıklamak Bobby'nin bir an aklından geçti, ama sonra bunun kötü bir fikir olacağına karar verdi. Gerçekten aranılacak bir şey olduğuna inanmış olsa iyi bir fikir olabilirdi; bir yerine üç çift göz, bu arada Carol'un keskin bakışlı küçük gözleri. Sonuç olarak bir şey söylemedi. Carol'la Sully-John onun Ted'e her gün gazete okuma işi olduğunu biliyorlardı, bu da çok iyiydi. Zaten bu kadarı da yeterliydi. Onlara alçak adamlardan söz açsa, Ted'le alay etmiş, hatta ihanet etmiş olacaktı.
Sully, "Komünist ajanları mı?" diye sorarak hızla döndü. "Evet, onları görüyorum, onları görüyorum!" Dudaklarını büzerek favorisi olan eh-eh-eh sesini çıkardı. Sonra sendeledi, gözle görülmeyen makinelisini sözde yere düşürdü ve göğsünü tuttu. "Vuruldum! Ölüyorum! Beni bırakıp gidin! Rose'a onu sevdiğimi söyleyin!"
Carol, "Teyzemin şişko poposuna söylerim!" diyerek onu dirsekleyip geçti.
Bobby, "St. Gabe'in çocuklarını arıyorum, hepsi bu," dedi.
Bu akla yakındı. St. Gabriel Okulu'nun orta ve lise düzeyindeki çocukları, Harwich İlkokulu'nun öğrencilerini sürekli rahatsız ediyorlardı. İlköğretim çocukları yürüyerek okullarına giderlerken korna çalarak bisikletleriyle yanlarından geçiyor, oğlanların hanım evladı kızlarınsa hafif olduklarını haykırıyorlardı, ki bunun, kızların Fransız usulü öpüştükleri ve oğlanların memelerine dokunmasına izin verdikleri anlamına geldiğini Bobby çok iyi biliyordu.
Sully-John, "O ibneler daha geç saatte çıkarlar," dedi. "Şimdilerde hepsi evindedirler. Boyunlarına haçlarını geçirmek ve saçlarını Bobby Rydell gibi arkaya taramakla meşguller."
Carol, "Küfretme," diyerek onu yine dirseğiyle itti.
Sully-John gücenmiş göründü. "Kim küfretti? Ben değil."
"Evet, küfrettin."
"Hayır, küfretmedim, Carol."
"Pekâlâ küfrettin."
"Hayır, efendim."
"Küfrettin, ibneler dedin."
"Bu küfür değil ki." S-J yardım ister gibi Bobby'ye baktı, ama Bobby, bir Cadillac'ın ağır ağır geçmekte olduğu Asher Caddesi'ne bakıyordu. Büyük bir arabaydı ve ona kalırsa biraz da gösterişliydi, ama bir Cadillac'ın öyle olması gerekmez miydi? Bu Cadillac tutucu bir kahverengiye boyanmıştı ve Bobby'ye alçak gözükmüyordu. Üstelik direksiyondaki sürücü de bir kadındı.
Carol taşımakta olduğu üç kitabı; aritmetik kitabıyla Yazım Serüvenleri'ni ve Küçük Ev'i S-J'nin eline tutuşturdu. "Küfrettiğin için ceza olarak kitaplarımı taşıyacaksın."
Sully-John büsbütün gücendi. "Küfretmiş olsam bile -ki etmedim- niçin senin aptal kitaplarını taşıyacakmışım?"
"Kefaretini ödemen gerekiyor da ondan."
"Kefaret de neymiş?"
"Yaptığın bir yanlışın bedelini ödemen. Yemin eder ya da yalan söylersen kefaretini ödemelisin. St. Gabe'deki çocuklardan biri bana söyledi. Adı Willie."
Bobby, "Onlarla arkadaşlık etmemelisin," dedi. "Birçoğu serseri onların." Çocuk bunu kendi deneyiminden biliyordu. Noel tatilinin sona ermesinden kısa bir süre sonra St. Gabe'li öğrencilerin üçü onu Broad Sokağı'nda kovalamışlar, sözde "onlara kötü baktığı" için dövmekle tehdit etmişlerdi. Bunu yaparlardı da diye düşünüyordu Bobby. Allah'tan ki elebaşılarının çamurda ayağı kaymış ve serseri dizüstü düşmüştü. Öbürleri de ona çarpıp yere kapaklanmışlar, Bobby fırsattan yararlanıp 149'a kapağı atmış ve kapıyı kilitlemeye vakit bulmuştu. St. Gabe'li oğlanlar dışarda bir süre oyalandıktan sonra "onu sonra göreceklerini" vaat ederek çekip gitmişlerdi.
Carol, "Hepsi haydut değil, içlerinde iyi olanlar da var," dedi. Kitaplarını taşıyan Sully-John'a baktı ve elini ağzına götürerek gülümsediğini gizlemeye çalıştı. Hızlı hızlı konuşur ve kendinize güvenir gözükürseniz S-J'ye her şeyi yaptırabilirdiniz. Kitaplarını Bobby'nin taşıması daha hoş olurdu, ama bunu kendisi önermezse işe yaramazdı. Bir gün belki bunu önerirdi. Carol iyimser bir kızdı. O vakte kadar sabah güneşinin altında ikisinin arasında yürümek hoştu. Kaldırımın üstüne çizilmiş bir sek sek oyununun yatay ve dikey çizgilerini incelemekte olan Bobby'ye yan gözle baktı. O kadar şirindi ki. Oysa kendisinin bundan haberi yoktu. Her şeyden şirin olan da belki buydu.
Okulun son haftası her zaman olduğu gibi çıldırtıcı bir yavaşlıkla geçti. Bobby haziranın bu ilk günlerinde kütüphanedeki tutkal kokusunun bir kurtçuğu öğürtecek kadar kuvvetli olduğunu, coğrafya dersinin de on bin yıl sürecekmiş gibi gözüktüğünü düşündü.
Carol ders arasında temmuzda bir haftalığına Cora teyzesiyle Ray eniştesinin Pennsylvania'daki çiftliğine gideceğini söyledi. S-J, kazandığı bir haftalık kamp tatilinde hedeflere nasıl ok atacağını ve her gün tekneyle nasıl dolaşacağını anlata anlata bitiremiyordu. Bobby de onlara büyük Maury Wills'i ve gol rekorunu hayatları boyunca başka hiç kimsenin kıramayacağını anlattı.
Annesi giderek daha düşünceli gözüküyordu. Telefonun her çalışında yerinden fırlıyor, ahizenin başına koşuyor, gece haberlerinin sonuna kadar ayakta kalıyor, (Bobby onun gece sinemasının bile sonuna kadar beklediğinden şüpheleniyordu.) yemeklerde de gırtlağından bir şey geçmiyordu. Bazen telefonda uzun ve heyecanlı konuşmalar yapıyor, Bobby'nin kendisini dinlemesinden çekinirmiş gibi ona arkasını dönüyor ve sesini alçaltıyordu. Bazen kendisi telefona yürüyor, bir numarayı çevirmeye başlıyor, sonra almacı yerine bırakıp az önce oturduğu yere dönüyordu.
Yine böyle bir günde Bobby aradığı numarayı unutup unutmadığını sordu. Liz, "Görünüşe bakılırsa ben pek çok şey unuttum, Bobby," dedi.
Aklını ve zamanını dolduran pek çok şey olmasa, Bobby daha fazlasına dikkat eder ve kaygılanırdı. Annesi giderek zayıflıyordu. İki yıldan sonra tekrar sigaraya başlamıştı. Çocuğun başına gelen en iyi şey yetişkin kütüphane kartıydı. Her kullanışında bunu armağanların en iyisi olarak düşünüyordu. Bobby, yetişkinlerin bölümünde okumak istediği belki bir milyar bilim-kurgu romanının bulunduğunu düşünüyordu. Örneğin, Isaac Asimov'u ele alın. Bay Asimov, Paul French takma adıyla çocuklar için kahramanı Lucky Starr adlı bir uzay pilotu olan bilim-kurgu romanları yazmıştı. Kendi adıyla daha da güzel romanlar yazmıştı tabii. İçlerinde en az üçü robotlarla ilgiliydi. Bobby robotları seviyordu. Yasak Gezegen'deki Robot Robby gelmiş geçmiş en büyük sinema kahramanlarından biri olabilirdi, ama Bay Asimov'unkiler de ondan geri kalmıyordu. Bobby yaklaşan yaz günlerinde onlarla uzun zamanlar geçireceğini hesaplıyordu.
Dostları ilə paylaş: |