Bobby, senin bir yalancı olduğunu düşünürüm, diye aklından geçirdi Hem o kadar parasızsan, dolabının üst rafındaki Sears kataloguna ne demeli, anne, derdim. Hani ortadaki iç çamaşırı sayfalarına bir dolarlık ve beş dolarlık banknotların -hatta bir veya iki onluğun- yapıştırılmış olduğu katalogu kastediyorum. Ya mutfaktaki kapkacak dolabının arkasına itilmiş mavi ibriğe ne demeli. Köşedeki çatlak sos kabının arkasındaki o mavi ibriğin içine artırdığın bütün yirmi beş cent'leri koymuyor musun, hatta babamın ölümünden beri koymayı sürdürmüyor musun? Sonra, ibrik dolunca içindeki madeni paraları toparlayıp bankaya götürüyor, bankadan aldığı kâğıt paraları da kataloga iliştiriyorsun, öyle değil mi? Kâğıt paralar sipariş katalogunun iç çamaşırı sayfalarına seloteyple yapıştırılıyor. Ama çocuk bunların hiçbirini söylemedi ve cayır cayır yanan gözleriyle ayaklarındaki tenis papuçlarına bakmayı sürdürdü.
Annesi, "Ben seçim yapmak zorundayım," diye devam etti. "Sen de çalışarak hayatını kazanacak yaşa geldiğin zaman kendi seçimlerini yapmak zorunda kalacaksın. Sana hayır demek hoşuma mı gidiyor sanıyorsun?"
Bobby, pek sayılmaz, diye düşündü. Tenis papuçlarına bakmayı sürdürüyor, gevşeyip bebeksi iniltiler salıvermeye can atan dudaklarını sıkıyordu. Ama hayır demekte bir sakınca gördüğünü hiç sanmıyorum. Liz devam etti. "Gottrock'lar gibi olsaydık, plajda harcaman için sana beş -hatta on- dolar verirdim. Kız arkadaşını fuarda gezmeye götürmek istersen bisiklet parası kavanozundan borç alman da gerekmezdi. "
Bobby kafasının içinden annesine, o benim kız arkadaşım değil! diye bağırdı. O BENİM KIZ ARKADAŞIM DEĞİL!
Liz oğlunun içinde kopan fırtınanın farkında değildi. "Tabii biz de Gottrock'lar gibi olsaydık, zaten bisiklet almak için para biriktirmek zorunda kalmazdın." Liz'in sesi giderek tizleşiyordu. Son birkaç aydır içinde birikenler gazoz gibi köpürerek ve asit gibi yakarak fışkırmak üzereydi. "Bilmem farkında mısın, baban bize pek bir şey bırakmadı Ama ben elimden geleni yapıyorum. Karnını doyuruyorum, seni giydiriyorum, bu yaz Sterling House'a gidip beysbol oynaman için para ödedim, oysa ben bütün yazı o sıcak ofiste kâğıtlarla boğuşarak geçireceğim. Sen öbür çocuklarla plaja davet edildin, senin hesabına seviniyorum, ama tatil gününü nasıl finanse edeceğin artık senin bileceğin iş. Dönme dolaplara, salıncaklara binmek istersen, o kavanozda biriktirdiğin paradan al ve istediğini yap. Yok, harcamak istemiyorsan, plajda oynamakla yetin ya da evde kal. Benim için bir şey fark etmez. Sadece sızlanmayı kesmeni istiyorum. Sızlanmanı dinlemekten nefret ediyorum. Bu tıpkı, tıpkı..." Kadın durup içini çekti, sonra çantasını açarak içinden sigaralarını çıkardı. "Sızlanmanı dinlemekten nefret ediyorum," diye yineledi.
Bu tıpkı baban gibi. Tamamlamadan bıraktığı cümle buydu.
Bobby sessizce duruyordu. Yanakları ve gözleri yanıyordu. Tenis papuçlarına bakıyor, sızlanmamak için tüm iradesini kullanıyordu. Bu noktada bir tek boğuk hıçkırık eve mıhlanıp kalması için yeterli olurdu; Liz gerçekten çılgından farksızdı, oğlunu hapsetmek için bir bahane arıyordu sadece. Ve sızlanmak biricik tehlike değildi. Bobby, oğlundan bir tek beş cent bile esirgeyen annesi gibi çingene bir kocakarı yerine babasına benzemeyi bin kat yeğleyeceğini onun suratına karşı haykırmak istiyordu. Rahmetli küçük adam Randall Garfield onlara bir şey bırakmamışsa ne olacaktı? Liz sanki niçin bütün suç onunmuş gibi konuşuyordu? Niçin Randall'la evlenmişti sanki?
"Tamam, değil mi Bobby? Başka küstahça karşılıklar yok, değil mi?" Liz'in sesindeki kırılgan neşe tehlikenin büyüklüğüne işaret ediyordu. Hani insan onu tanımasa, iyi niyetine inanacaktı.
Bobby tenis papuçlarına baktı, fakat ağzını açmadı. Bütün sızlanmaları ve öfkeli sözleri boğazına tıktı ve bir şey söylemedi. Anne, oğulun arasındaki sessizlik uzuyordu. Bobby annesinin dudaklarındaki sigaranın, bir gece önceki sigaraların, ayrıca, TV'ye görmeden bakıp telefonun çalmasını beklerken içtiği sigaraların kokusunu alıyordu.
Liz oğluna ağzını açıp pot kırması için on beş saniye verdikten sonra, "Güzel. Öyleyse anlaştık demektir," dedi. "Gününün tadını çıkar, Bobby." Çocuğu öpmeden çıkıp gitti.
Bobby açık pencerenin başına gitti, (Şimdi yanaklarından yaşlar süzülüyordu, ama o bunun farkında değildi.) perdeyi araladı ve annesinin yüksek ökçelerini kaldırıma çarpa çarpa Commonwealth'e doğru uzaklaşmasını seyretti. Derin birkaç soluk aldıktan sonra mutfağa yöneldi. Karşıdaki dolaba bakıyordu. Mavi ibrik buranın üst rafında, sosluğun arkasında gizliydi. İstese bunun içinden biraz para alabilirdi. Annesi ibriğin içindeki paranın hesabını tutmazdı, Bobby üç adet yirmi beş cent'i cebine indirse farkına bile varmazdı, ama çocuk bunu yapamazdı. Çalıntı parayı harcamanın hiçbir zevki olmazdı çünkü. Bobby bunu nereden bildiğine emin değildi, ama biliyordu işte; daha dokuz yaşındayken içi bozuk para dolu ibriği burada keşfettiği zaman dahi bilmişti. Sonunda, dürüstlükten çok esef duygularının pençesinde yatak odasına gitti ve Bisiklet Fonu Kavanozu'na baktı.
Birden annesinin haklı olduğunu düşündü; biriktirdiği paranın birazını Savin Rock'da harcamak için alabilirdi. Schwinn'in parasını tamamlaması bu arada belki bir ay uzardı, ama kendi parasını harcamak onu rahatsız etmezdi. Bir şey daha vardı. Kavanozdan para almaya yanaşmaz, parayı sadece biriktirirse annesine benzerdi.
Böylece kararını veren Bobby Bisiklet Fonu'ndan beş adet on cent çıkardı, cebine yerleştirdi ve bir yere koşması gerektiğinde zıplayıp cebinden düşmelerini önlemek için üstlerine bir kâğıt mendil koydu, sonra kumsala gitmek için eşyasını toparlamaya girişti. Çok geçmeden ıslık çalmaya başlamıştı. Ted de onun ne gibi bir iş çevirdiğini görmek için aşağı indi.
"Gidiyor musunuz, Kaptan Garfield?"
Bobby başıyla doğruladı. "Savin Rock hoş bir yerdir. Bir sürü atlıkarınca ve dönme dolap falan vardır."
"Öyleyse bol bol eğlen, Bobby. Ve sakın bir yerlerden düşme."
Bobby merdivene yöneldi, sonra başını çevirip ayaklarında terliksiyle merdivenin alt basamağında duran Ted'e baktı. Bobby, "Niçin Çıkıp verandada oturmuyorsunuz?" diye sordu. "Evin içi fırın gibi olacaktır. "
Ted gülümsedi. "Belki. Ama ben yine içerde kalacağım galiba."
"Siz iyi misiniz?"
"İyiyim, Bobby. Gerçekten iyiyim."
Bobby, Broad Sokağı'nın Gerber'lerin evinin bulunduğu tarafına geçerken hiçbir nedeni yokken sıcak odasında gizlenen Ted'e acıyordu. Çünkü bir nedeninin bulunmaması gerekiyordu, değil mi? Gayet tabii. Oralarda alçak adamlar bulunduğu ve bir yerlere {herhalde batıya gidiyorlardır, diye düşündü) gittikleri takdirde, emekliye ayrılmış Ted Brautigan gibi yaşlı birinden ne isteyebilirlerdi?
Annesiyle arasında geçen kavga başta çocuğun biraz moralini bozmuştu. (Bayan Gerber'in sevimli tombul arkadaşı Rionda Hewson onu oyunbozanlıkla suçladı, sonra yanlarını ve koltukaltlarını gıdıklamaya başlayıp en sonunda güldürmeyi başardı.) Ama kumsala gelmelerinin üzerinden uzun bir zaman geçmeden Bobby kendini daha iyi hissetmeye başlayıp eski neşesine kavuştu.
Mevsimin henüz başında olduğu halde Savin Rock iyice hızlanmıştı. Atlıkarınca dönüyor, Vahşi Fare gürlüyor, küçük çocuklar bağırışıyorlar, eğlence evinin dışındaki hoparlörlerden teneke sesli rock and roll müzikleri boşanıyor, işportacılar tezgâhlarının başında uluyarak mallarının reklamını yapıyorlardı. Son üç süt şişesinden sadece ikisini deviren Sully-John istediği oyuncak ayıyı kazanamadı (Rionda bazılarının diplerine özel ağırlıklar konulup devrilmelerinin engellendiğini öne sürdü.), fakat beysbol atma pavyonundaki adam ona yine de güzel bir ödül verdi: sarı pelüş kaplı ahmak bir karıncayiyen. S-J içinden gelerek bunu Carol'un annesine verdi. Anita onu gülerek kucakladı, dünyanın en tatlı çocuğu olduğunu, on beş yaş daha büyük olsaydı iki kocalı olmak pahasına onunla evleneceğini söyledi. Sully-John'un utancından yüzü kızardı.
Bobby halkaları fırlatmayı denedi, ama her üç atışı da başarısız oldu. Nişan barakasında daha şanslı oldu, iki tabak kırarak küçük bir ayı kazandı. Bunu her nasılsa iyi davranan Sümüklü Ian'a armağan etti. Çocuk gerçekten de huysuzluk etmemiş, donunu ıslatmamış ya da Sully'nin veya Bobby'nin hayalarını tekmelemeye kalkışmamıştı. Ian ayıyı kucakladı ve Bobby'ye bir tanrıymış gibi baktı.
Anita, "Güzel bir ayıymış, Ian da onu pek sevdi," dedi. "Ama onu annene götürmeyi istemez miydin?"
"Hayır. Annem böyle şeylere önem vermez. Ama ona bir şişe parfüm kazanmak isterdim."
Sully-John'la Vahşi Fare'ye binmek için birbirlerine meydan okudular. Sonunda da birlikte gittiler. Bindikleri araba sert dalışlar yaptı.
Cıyak cıyak bağırıyorlar; sonsuza dek yaşayacaklarına ve hemen Geçeklerini aynı zamanda biliyorlardı. Arabaları tepede hafifçe sallanarak durunca, Bobby'nin midesi bir tuhaf oldu. Atlantik solunda kıyıya doğru bir dizi beyaz taçlı dalgayla son buluyordu. Kumsal da aynı derecede beyaz, okyanus inanılmayacak kadar lacivertti. Güneş ışınlan ipek gibi üstünden kayıp geçiyordu. Fuar alanı altlarındaydı. Hoparlörlerden Freddy Cannon'un sesi kulağa geliyordu.
Carol, "Aşağıdaki her şey ne kadar ufak görünüyor," dedi. Sesi alışılagelmedik şekilde zayıftı.
"Sakın korkma, olabileceğimiz kadar güvendeyiz. Dönme dolap bu kadar yükseğe çıkmasa çocuk oyuncağı sayılırdı."
Carol bir bakıma üçü içinde en olgun olanıydı; S-J'ye küfrettiği için kitaplarını taşıttığı gün olduğu gibi, ciddi ve kendine güvenliydi. Ama yüzü şimdi yine bir bebek yüzüne dönüşmüştü: yuvarlak, az soluk ve panik yansıtan bir çift mavi gözün hâkim olduğu bir yüze. Bobby düşünmeden eğildi ve dudaklarını onun dudaklarının üstüne kondurup onu öptü. Geri çekildiğinde kızın gözleri az öncekinden daha da iriydi.
Bobby, "Olabileceğimiz kadar güvendeyiz," diyerek sırıttı.
"Yine yap!" Hayatının ilk öpücüğüydü kızın. Yaz tatilinin ilk cumartesisinde Savin Rock'da ilk kez öpülmüş ve o bunu kaçırmıştı. Bu yüzden Bobby'nin yine yapmasını istiyordu.
Bobby, "Yapmasam daha iyi olur," dedi. Ama yüksekte onu kim görüp hanım evladı diyecekti?
"Yoksa cesaretin mi yok?"
"Kimseye söyleyecek misin?"
"Hayır, yemin ediyorum. Haydi, aşağı inmeden önce yine yap, çabuk!"
Bobby böylece onu bir kez daha öptü. Kızın dudakları pürüzsüz ve kapalıydı, güneşten ısınmıştı. Derken dolap yine dönmeye başlayınca Bobby durdu. Carol başını kısacık bir an onun göğsüne dayadı, "Teşekkür ederim, Bobby," dedi. "Olabileceği kadar güzeldi."
"Ben de öyle düşündüm."
Birbirlerinden biraz uzaklaştılar. Kabinlerinin durması üzerine dövmeli görevli emniyet kolunu kaldırdı, Bobby dışarı atladı ve bir daha kıza bakmadan S-J'nin yanına koştu. Ama dönme dolabın tepesinde Carol'u öpmesinin günün en güzel kısmı olacağını şimdiden biliyordu Bu, onun da ilk gerçek öpücüğüydü. Bobby kızın dudaklarının kendininkilerin üstündeki kuru, pürüzsüz ve güneşin sıcaklığını taşıyan baskısını hiçbir zaman unutmayacaktı. Gelecekteki bütün öbür öpücükler bu ilke göre değerlendirilecek ve bir şeyleri eksik bulunacaktı.
Bayan Gerber saat üçe doğru eşyalarını toplamaya başlamalarını söyledi; eve dönme zamanı gelmişti. Carol usulen, "Yapma, anne," dediyse de, eşyalarını toplamaya girişti. Kız arkadaşları da ona yardım ettiler, Ian da yardım etti. (Kuma bulanmış ayıyı öteberi getirip götürürken bile elinden bırakmamakta direnmişti.). Bobby, Carol'un gün boyunca arkasından ayrılmayacağını umut etmişti. Ayrıca dönme dolapta öpüştüklerini kız arkadaşlarına söyleyeceğine emindi (Kızların toplaşıp elleriyle ağızlarını kapatarak kıkırdadıklarını ve ona çokbilmiş, şen bakışlarıyla baktıklarını gördüğü zaman söylediğini anlayacaktı.), ama Carol hiçbirini yapmamıştı. Bobby kızı birkaç kez kendisine bakarken yakalamış, o da kıza yan gözle bakmaktan kendini alamamıştı. Tâ tepedeki gözlerini unutamıyordu. Ne kadar irileşmişlerdi ve ne kadar kaygılı gözüküyorlardı. Bobby de onu öpmüştü işte.
Bobby ile Sully plaj torbalarının çoğunu taşıdılar. Kumsalla kaldırım arasındaki basamakları çıkarlarken Rionda, "Çabuk olun, katırlar!" diye bağırarak gülüyordu. Kadın, yüzüyle omuzlarına buladığı kremin altında ıstakoz gibi kızarmıştı. O gece gözüne uyku girmeyeceğini ve güneş yanığı onu uyanık tutmasa bile fuarın yiyeceklerinin bu işi yapacağını ileri sürerek Anita Gerber'e sızlanıyordu.
Bayan Gerber, "Dört sosisle iki börek yemene ne lüzum vardı," diye söylendi. Bobby onu hiç bu kadar sinirli görmemişti. Kadının yorgun olduğuna karar verdi. Kendisi de güneşten biraz sersemlemişti.
Sırtı güneş yanığından kaşınıyordu, üstelik çoraplarının içine kum kaçmıştı. Yüklendiği plaj torbaları sallanıyor ve birbirine çarpıyordu. Rionda, "Ama lunaparkın yiyecekleri o kadar lezzetli ki," diye havalı bir sesle protesto etti. Bobby ister istemez güldü.
Fuar alanında toprak park yerine doğru yürüyorlar, artık atlıkarıncalara, dönme dolaplara bakmıyorlardı bile. Tezgâhların çığırtkanları onları şöyle bir süzdükten sonra taze avlar aramaya koyuldular. Yüklü olarak park alanına doğru zahmetle yürüyen kişiler çoklukla kaybedilmiş davalardı.
Fuar alanının sonuna doğru, sol yanda torba gibi sarkık mavi bir Bermuda şortla atlet giymiş, başında da melon şapka olan sıska bir adam duruyordu. Melon şapka eski ve rengi solmuştu, fakat yan giyildiği için çapkınca bir etki uyandırıyordu. Ayrıca, kenarına plastik bir ayçiçeği iliştirilmişti. Gerçekten komik bir adamdı, kızlar da sonunda elleriyle ağızlarını örterek kıkırdama fırsatını elde ettiler.
Adam onlara uzmanları kıkırdatmış biri edasıyla bakarak gülümsedi. Bu, Carol'la arkadaşlarının daha da gülmesine neden oldu. Hâlâ gülümseyen melon şapkalı adam, arkasında durduğu derme çatma masaya, turuncu renkli iki portakal sandığının üstüne oturtulmuş suntaya avuçlarını dayadı. Suntanın üstünde kırmızı arkalı üç bisiklet kartı vardı. Adam onları hızlı ve zarif hareketlerle çevirdi. Parmakları uzun ve Bobby'ye göre hiç güneş görmemiş bir beyazlıktaydı.
Ortadaki kart kupa kızıydı. Melon şapkalı adam onu alıp kızlara gösterdi ve parmaklarının arasında ustalıkla gezdirdi. "Kırmızılı kadını bulun, cherchez la femme rouge, bütün yapmanız gereken bu," dedi. "Çok kolaydır." Yvonne Loving'i yanına çağırdı. "Buraya gel, bebek yüzlü, nasıl yapıldığını göster onlara."
Hâlâ kıkırdayan ve siyah saçlarının diplerine kadar kızararak Rionda'nın yanına büzülen Yvonne, oyunlar için başkaca parası olmadığını, hepsini harcadığını mırıldandı.
Melon şapkalı adam, "Sorun değil," dedi. "Bu sadece bir gösteri, bebek yüzlü; annenle cici arkadaşının bu işin ne kadar kolay olduğunu görmelerini istiyorum."
Yvonne, "Hiçbiri annem değil," dediyse de öne doğru bir adım atmaktan kendini alamadı.
Bayan Gerber, "Trafiğe yakalanmak istemiyorsak hemen yola çıkmalıyız," dedi.
Rionda, "Hayır, bir dakika bekleyin, bu çok eğlenceli," dedi. "Üç kartlı İspanyol pokeri. Adamın da söylediği gibi kolay gözüküyor, ama dikkatli olmazsa insan sırtındaki gömleği de kaybeder ve beş parasız olarak evine döner."
Melon şapkalı adam ona önce sitemli bir bakış fırlattı, sonra çekici bir gülümseyiş yöneltti. Bobby bunun alçak bir adamın gülümseyişi olduğunu düşündü birden. Ted'i korkutanlardan biri olmasa da, bir alçak adamdı.
Melon şapkalı adam, "Geçmişte kötü birinin kurbanı olduğun ortada. Ama senin gibi güzel ve kibar bir hanıma nasıl olup da kötü davranılabildiğini aklım almıyor," dedi.
Bir metre altmış santim boyunda, yüz kilo ağırlığında ve omuzlarıyla yüzü Ponds kremine bulanmış güzel ve kibar hanım neşeyle güldü. "Boş lafı bırak ve bu işin nasıl yapıldığını çocuğa göster," dedi. "Sahi, yasal bir oyun olduğuna emin misin?"
Masanın arkasındaki adam da başını arkaya atarak güldü. "Fuarın dış kapısında her şey yasal, yani seni yakalayıp kapı dışarı etmelerine kadar. Bunu tabii ki sen de biliyorsun. Sahi, adın ne, bebek yüzlü?"
Kız Bobby'nin zor duyduğu bir sesle, "Yvonne," dedi. Sully olanları ilgiyle izlemekteydi. Kız tamamladı. "Tanıdıklarım bana bazen Ewie derler."
"Peki, Ewie, şimdi dikkatli bak, güzel bebek. Ne görüyorsun? Bana adlarını söyle -senin gibi zeki bir çocuğun söyleyebileceğini biliyorum- söylerken de işaret et. Dokunmaktan çekinme sakın. Burada hileli hiçbir şey yok."
"Şu sondaki vale... Öbür uçtaki de papaz... Bu da kız. Ortada duruyor."
"Doğru bildin, bebek yüzlü. Kartlarda da hayatta olduğu gibi çok kez iki erkeğin ortasında bir kadın vardır. Beş altı yıl sonra bunu sen de keşfedeceksin." Adamın sesi hipnotize eden tekdüze bir ton almıştı. "Şimdi dikkat et ve gözlerini kesinlikle kartlardan ayırma." Adam kartların sırtlarını çevirdi. "Söyle bakalım, bebek yüzlü, kız bunlardan hangisi?"
Yvonne Loving ortadaki kırmızı sırtlı kartı işaret etti.
Melon şapkalı masasının etrafında toplanmış küçük kafileye, "Bildi mi dersiniz?" diye sordu.
Rionda, "Anladığım kadarıyla," dedi ve plaj elbisesinin altındaki korsesiz göbeğini hoplata hoplata güldü.
Melon şapkalı alçak adam onun gülüşüne gülümseyerek karşılık verdi ve ortadaki kartın bir ucunu kaldırarak kırmızı kızı gösterdi. "Yüzde yüz bildi, güzelim. Ama şimdi dikkat et! Gözünü benden ayırma! Senin gözünle benim elim arasında bir yarış söz konusu! Hangisi kazanacak? İşte günün konusu bu!"
Adam böyle diyerek üç kartı masa yerine geçen suntanın üstünde karıştırmaya koyuldu. Bir yandan da şarkı söyler gibi, "Yukarıya ve aşağıya, şuraya ve buraya, içeriye ve dışarıya, öne ve arkaya gidişlerine bak, şimdi geri geldiler, yan yanalar. Söyle bana, bebek yüzlüm, o nerede gizli?" deyip duruyordu.
Yvonne şimdi yine yan yana dizili olan üç kartı incelerken Sully, Bobby'nin kulağına eğildi. "Onları karıştırmasını seyretmeye hiç gerek yok. Kızın köşesi bükülmüş. Görüyor musun?"
Bobby başını eğdi, Yvonne da soldaki kartı -köşesi bükülü olanı-çekine çekine işaret ederken aferin kız diye düşündü. Melon şapkalı adam kartı çevirdi ve kupa kızını ortaya çıkardı.
"İyi iş!" dedi. "Keskin gözlerin varmış, bebek yüzlü, gerçekten keskin gözlüymüşsün."
"Teşekkür ederim," diyen Yvonne, tıpkı Bobby tarafından öpülen Carol kadar mutlu gözüküyordu.
Melon şapkalı, "Şimdi benimle on cent bahse girersen, sana yirmi cent iade ederim," dedi. "Niçin diye sorarsan, çünkü bugün cumartesi, cumartesileriyse her şey ikiye katlanır. Hanımlar, içinizden biri genç gözlerinizle yorgun yaşlı ellerim arasındaki bir yarış için on cent'i riske atar mı? Şanslı kocalarınıza Savin Rock'daki Bay Herb McQuown'un günlük park ücretinizi ödediğini söyleyebilirsiniz. Peki çeyrek dolarla bahse girmeye ne dersiniz? Kupa Kızı'nı gösterirseniz, size elli cent iade ederim."
Sully-John, "Yarım dolar ha!" dedi. "Benim çeyrek dolarım var, bayım, sizinle bahse girebilirim."
Carol'un annesi, "Buna kumar derler, Johnny. Kumar oynaman izin vermemem gerekir," diye atıldı.
Rionda, "Yapma, çocuk bir ders alsın," dedi. "Ayrıca, adam kazanmasına izin verebilir de. Hepimizi işin içine çekmek için." Kadın sesini alçaltmaya yeltenmedi, ama melon şapkalı adam, Bay McQuown sadece ona bakarak gülümsedi. Sonra dikkatini S-J'ye çevirdi.
"Paranı bir görelim, çocuk, haydi aç avucunu."
Sully-John çeyrek dolarını uzattı. McQuown tek gözünü kapayarak onu bir an öğleden sonra güneşine tuttu.
"Evet, kalp değilmiş." Melon şapkalı böyle diyerek parayı üç kart dizisinin soluna bıraktı. Sonra iki yana baktı -belki de görünürde polis var mı diye bakmıştı- arkasından alayla gülümseyen Rionda'ya göz kırptıktan sonra Sully-John'a dikkatini çevirdi. "Adın ne, delikanlı?"
"John Sullivan."
McQuown gözlerini irileştirdi ve melon şapkayı başının öbür yanına devirdi. Bu hareketi yaparken başını sallayıp plastik ayçiçeğinin komik şekilde eğilmesine neden olmuştu. "Ünlü bir ad bu! Kimden söz ettiğimi biliyorsun, değil mi?"
S-J, "Tabii," dedi. "Belki bir gün ben de bir boksör olurum." McQuown'un başının yukarsında bir sol, bir sağ yumruğunu salladı.
"Güzel, güzel," dedi McQuown. "Ya gözlerinden ne haber, Bay Sullivan?"
"Oldukça keskindirler."
"Öyleyse hazır ol, çünkü yarış başlamak üzere! Evet, efendim! Ellerime karşı senin gözlerin! Yukarıya ve aşağıya, şuraya ve buraya, nereye gitti bilmiyorum!" Bu kez daha da hızlı hareket ettirilen kartlar yavaşlayıp durdular.
Sully göstermeye hazırlandı, ama sonra kaşlarını çatarak elini çekti. Şimdi köşesi bükülü iki kart vardı. Sully başını kaldırıp kollarını kirli atletinin üstünde kavuşturmuş olan McQuown'a baktı. McQuown gülümsüyordu. "Acele etme, oğul," dedi. "Sabah harikaydı, ama öğleden sonra çok ağır geçiyordu."
Bobby, Ted'in, "Tüyle süslü şapkaları sofistike sananlar. Sokak aralarında barbut oynayan ve oyun sırasında kese kâğıt içindeki bir içki şişesini elden ele dolaştıran adamlar," dediğini hatırladı. McQuwn'un şapkasında tüy yerine komik bir plastik çiçek vardı, görünürdeyse şişe yoktu... Ama cebinde bir tane vardı. Küçük bir şişe. Bobby buna emindi. Gün sonuna yaklaşıp işler zayıflayınca, el-göz koordinasyonu ise önceliğini kaybedince, McQuown şişeyi giderek daha sık ağzına götürüp içkiden yudumlar alacaktı.
Sully sağdaki kartı işaret etti. Bobby, yapma, S-J, diye düşündü. McQuown kartın yüzünü çevirince de maça papazı ortaya çıktı. McQuown soldaki kartı çevirip sinek valesini gösterdi. Kız ortadaki yerine geri dönmüştü. "Üzgünüm, oğul, bu kez bilemedin. Ama artık oyuna ısındığına göre, bir deneme daha yapmak ister misin?"
"İyi ama bu son paramdı." Sully-John fena bozulmuştu.
"İsabet, çocuk," dedi Rionda. "Bu adam üstünde başında neyin varsa alır, seni donunla ortada bırakırdı." Kızlar bu sözlere kıkır kıkır güldüler. S-J ise kıpkırmızı olmuştu. Rionda aldırmadı. "Massachusetts'de otururken bir süre Revere Kumsalı'nda çalışmıştım," dedi. "Bu işin nasıl yapıldığını size göstereyim, çocuklar. Bir dolara ne dersin, arkadaş? Benimle bahse tutuşmak hoşuna gitmez mi?"
McQuown, "Seninle her şey hoşuma gider," diye duygulu bir sesle içini çekti. Ama doları, kadının çantasından çıkar çıkmaz kaptı. Parayı ışığa tutarak uzman gözüyle inceledi, sonra kartların solunda masanın üstüne çarptı. "Sahteye benzemiyor, şekerim. Sahi, adın neydi senin?" Rionda omuzlarını silkti. "Sen adımı boş ver şimdi."
Anita Gerber, "Ree, yapma," diyecek oldu.
Fakat Rionda, "Bu işin nasıl yapıldığını bildiğimi söyledim," dedi. "Haydi, kartları karıştır, arkadaşım."
McQuown, "Hemen güzel bayan," diye itaat etti. Elleri kırmızı sırtlı kartları harekete geçirdi (yukarıya ve aşağıya, şuraya ve buraya, öne ve arkaya, git... git... gitti) ve onları yine üçlü bir sıra halinde dizdi. Bobby bu kez üç kartın da köşelerinin bükülü olduğunu şaşkınlıkla fark etti.
Rionda'nın yüzündeki küçük gülümseyiş silinmişti. Kartlardan McQuown'a, sonra yine kartlara, arkasından da denizden gelen esintide hafifçe titreyen kâğıt dolara baktı. Sonunda bakışı McQuown'un üstünde durdu. "Beni faka bastırdın, öyle değil mi, arkadaş?" dedi.
McQuown, "Hayır," dedi. "Sadece yarışta seni geçtim. Evet, ne düşünüyorsun?"
"Düşündüğüm şu: Başımı ağrıtmayan iyi bir dolardı ve benden gideceği için üzgünüm." Rionda böyle diyerek ortadaki kartı işaret etti.
McQuown işaret edilen kartı çevirerek papazı ortaya çıkardı ve doları cebine attı. Kız bu kez soldaydı. Bir dolar ve bir çeyrek daha zenginleşmiş olan McQuown, Harwich'lilere gülümsedi. Şapkasına iliştirilmiş plastik çiçek de tuz kokan havada ileri geri sallanıyordu. "Sırada kim var?" diye sordu adam. "Gözünü elimle yarıştırmak isteyen var mı?"
Bayan Gerber, "Sanırım, yarış hepimizi yordu," dedi. Masanın arkasındaki adama tatsız tatsız gülümsedi ve bir elini kızının omzuna, öbürünü ise uykulu gözlü oğlununkine dayayarak onları oradan uzaklaştırmaya girişti.
Bobby, "Bayan Gerber?" diye sordu. Bir zamanlar hoşuna gitmeyen bir floşla asla karşılaşmamış bir adamla evli olan annesinin, Bay McQuown'un derme çatma masasının önünde duran kızıl saçlı oğlunu görebilse neler hissedeceğini bir an düşündü. Bu düşünce biraz gülümsemesine neden oldu. Bobby bir floşun ne olduğunu biliyordu artık; fulları, kareleri de. Bazı araştırmalar yapmıştı. "Deneyebilir miyim?"
"Sence artık yetmedi mi dersin, Bobby?"
Bobby, elini cebine tıktığı kâğıt mendilin altına attı ve son üç beş cent'ini ortaya çıkardı. Bunları önce Bayan Gerber'e, sonra da Bay McQuown'a göstererek, "Bütün param bu kadar," dedi. "Yeter mi acaba?"
Dostları ilə paylaş: |