Stephen King Maça Kızı



Yüklə 1,96 Mb.
səhifə20/43
tarix04.12.2017
ölçüsü1,96 Mb.
#33817
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   43

Len'in arabası bir Buick'di: büyük, uzun ve yeni bir araba. Bayağıydı, ama alçak değildi. Sadece bir araba. İki yolcu kırklı yılların bir dans orkestrasının müziğiyle yol alıyorlardı. Len, Harwich'e kadarki yolculuk sırasında yalnız bir kere konuştu. "Sakın bir rock and roll istasyonu açayım deme. İş sırasında o pis müziği yeterince dinliyorum." Asher Empire'ın yanından geçtiler. Bobby bilet gişesinin solunda Brigitte Bardot'nun adam boyu bir kesili resminin durduğunu gördü. Çocuk resme ilgisiz bir bakış fırlattı. Kendini B. B.'ye göre fazla yaşlı hissediyordu şimdi.

Asher'den Broad Sokağı'na saptılar. Bobby kendi evini gösterdi. Bütün pencerelerde ışık vardı. Bobby, Buick'in kontrol panelindeki saate bakınca gecenin on biri olduğunu gördü.

Len, Buick'i apartmanın önünde durdurunca tekrar konuştu. "Kimdi onlar, çocuk? O hergeleler kimdi?"

Bobby neredeyse sırıtıyordu. Len'in sözleri her nedense ona Yalnız Kovboy'un her bölümünün sonunda birisinin, "O maskeli adam kimdi?" diye soruşunu hatırlatmıştı.

Len'in sorusunu, "Alçak adamlar," diye yanıtladı. "Sarı paltolu alçak adamlar."

"Şu sıralar senin arkadaşın olmak istemem." dedi.

Bobby, "Hayır," dedi. Bir titreme sert bir rüzgâr gibi bütün vücudunu sarstı. "Ben de. Beni getirdiğiniz için çok teşekkür ederim."

"Teşekküre değmez. Yalnız yeşil masalarımdan bundan sonra uzak dur. Lokal sana hayat boyu yasak."

Gemiye benzeyen, fakat alçak olmayan Buick uzaklaştı. Bobby onun sokağın karşı yanındaki bir bahçe girişine saptığını, sonra yokuşun yukarsına doğru yol alıp Carol'un binasının yanından geçtiğini gördü. Buick bir köşeyi dönüp gözden kaybolunca, Bobby başını kaldırıp yıldızlara baktı. Milyarlarcası bir aradaydı ve göğe sanki bir ışık köprüsü saçılmıştı. Ötelerindeki karanlığın içinde sayısız başka yıldızlar dönüp duruyordu.

Bu bir Kule, diye düşündü. Her şeyi bir arada tutuyor. Onu her ne şekildeyse koruyan Işın'lar var. Bir Kızıl Kral ve Işın'ları yok etmeye çalışan Kırıcı'lar var... Kırıcı'lar bunu yapmak istedikleri için değil, Kızıl Kral öyle istediği için.

Ted öbür Yıkıcı'ların arasına dönmüş müydü acaba? Bunu merak ediyordu. Dönmüş ve küreğini çekiyor muydu?

Çocuk kapının önündeki basamakları çıkmaya hazırlanırken, üzgünüm, diye düşündü. Burada Ted'le birlikte oturup ona gazete okuyuşunu anımsıyordu. İki arkadaş bir arada. Sizinle gitmek istedim, ama yapamadım. Sonunda yapamadım.

Verandaya çıkan basamakların dibinde durup Colony Sokağı'ndaki Bowser'e kulak verdi. Ama bir şey duyamadı. Köpek uykuya dalmıştı. Bir mucizeydi bu. Bobby hazin bir gülümseyişle basamakları tırmanmaya başladı. Annesi ikinci basamağın gıcırtısını duymuş olmalıydı,

Bobby'nin adını seslendi, sonra da koşan ayak sesleri duyuldu. Çocuk verandaya ayak basınca kapı hızla açıldı ve annesi dışarı fırladı.

Üstünde hâlâ Providence'den döndüğü sırada arkasında olan giysiler vardı. Saçları karmakarışık bukleler ve perçemler halinde yüzünün iki yanına dökülüyordu.

"Bobby!" diye bağırdı. "Bobby, ah Bobby! Tanrım, sana çok şükür!"

Oğlunu kucaklayıp dans eder gibi çevirdi, çevirdi. Gözyaşları çocuğun yüzünün bir yanını ıslatmıştı.

Liz, "Paralarını almak istemedim," diye geveledi. "Beni arayıp bir çek yollamak için adresimi sordular, ama ben bir yanlışlık olduğunu, kırıldığımı ve fena halde sinirlendiğimi söyledim. Onlara hayır dedim, Bobby, onların parasını istemediğimi söyledim."

Bobby, annesinin yalan söylediğini biliyordu. Birisi, üstünde Liz'in adının yazılı olduğu bir zarfı hol kapısının altından içeri itmişti. Bu bir çek değil, üç yüz dolar nakit paraydı. En iyi Kırıcılarının aralarına dönüşü için üç yüz pis dolar. Onlar Liz'den de cimrilerdi.

"Beni duydun, değil mi? Paralarını istemediğimi söyledim." Liz şimdi oğlunu kollarının arasında dairelerine taşıyordu. Bobby hemen hemen elli kilo ağırlığında ve annesine göre çok fazla ağırdı, ama Liz buna rağmen onu taşıdı. Annesi bir şeyler gevelerken Bobby birde polisle çekişmek zorunda kalmayacaklarını anladı; annesi onları aramamıştı. Zamanının büyük kısmını burada oturup buruşuk etekliğini çekiştirerek ve oğlunun eve dönmesi için dua ederek geçirmişti. Bobby'yi seviyordu. Bunun fazla yararı yoktu... ama yine de bir şeydi. Bir tuzak olsa bile yine de bir şeydi.

"O parayı istemediğimi, ona ihtiyacımızın olmadığını, paralarını kendilerine saklamalarını söyledim. Onlara öyle dedim.."

Bobby, "İyi etmişsin, anne," dedi. "İyi etmişsin. Şimdi beni yere bırak."

"Neredeydin? İyi misin? Karnın aç mı?"

Bobby soruları sondan başa doğru yanıtladı. "Evet, karnım aç, ama iyiyim. Bridgeport'a gittim. Bunu getirdim."

Çocuk elini pantolon cebine sokarak Bisiklet Fonu parasından kalanları ortaya çıkardı. Bir dolarlarıyla madeni bozuklukları kirli onlar yirmiler ve ellilerle karışıktı. Annesi kanepenin yanındaki sehpanın üstü yağan paralara bakakalmıştı. Sağlam gözü büyüdükçe Bobby onun çukurundan dışarı fırlamasından korkuyordu. Öbür göz mor-siyah şişler içinde gömülü kalmıştı. Liz bu haliyle yeni keşfedilmiş bir defineye ağzının suları akarak bakan iyice hırpalanmış bir korsana benziyordu. Bobby'nin hiç de hoşuna gitmeyen bu görüntü, o geceyle Liz'in on beş yıl sonra öleceği gece arasında gözlerinin önünden asla gitmeyecekti Bununla birlikte, Bobby'nin yeni ve pek de hoş olmayan bir yanı onun bu görünüşünden haz duyuyordu; onu ihtiyar, çirkin ve komik yapmasından, budala olduğu kadar tamahkâr göstermesinden hoşlanıyordu. Bir Jimmy Durante sesiyle, bu benim annem, diye düşündü. İkimiz de onu ele verdik, ama ben karşılığında daha iyi bir ödül aldım, anne, öyle değil mi?

Liz titrek bir sesle, "Bobby," diye fısıldadı. Bu haliyle bir korsana benziyor, konuşması The Price is Right adındaki Bill Cullen şovunda kazanan bir yarışmacıyı andırıyordu. "Ne kadar çok para bu, Bobby! Nereden buldun?"

Bobby, "Ted'in girdiği bahise yapılan ödeme," dedi.

"İyi, ama Ted parasını istemeyecek mi?"

"Artık paraya ihtiyacı olmayacak."

Liz berelerinden biri birdenbire acımış gibi yüzünü ekşitti. Sonra paraları toparlamaya, bir yandan da onları değerlerine göre sıralamaya başladı. "Sana o bisikleti alacağım," dedi. Parmakları panayırdaki deneyimli bir iskambil hokkabazının hızıyla hareket ediyordu. Bobby, iskambil kâğıtlarını karıştırmada kimse annemin eline su dökemez, diye düşündü. Liz devam etti. "Sabahleyin ilk iş olarak. Western Auto açılır açılmaz."

Bobby, "Ben bisiklet istemiyorum," dedi. "Ne bu paradan, ne de senin parandan."

Liz, avuçları paralarla dolu haldeyken taş kesildi. Bobby annesinin elektrik hızıyla öfkelendiğini hissetti. "Annene teşekkür yok, değil mi? Zaten bunu beklemem aptallıktı. Allah biliyor ya, babanın tıpatıp kopyasısın!" Kadın parmakları açılmış elini yine geri çekti. Şu farkla . Bobby tokadın geldiğini bu kez biliyordu. Annesi onu son kez gafil avlamıştı.

Bobby, "Sen bunu nereden bileceksin?" diye sordu. "Onun hakkında o kadar çok yalan söyledin ki gerçeği artık hatırlamıyorsun."

Gerçekten de öyleydi. Annesinin içini okumuştu. Orada Randall Garfield'den hemen hemen hiçbir şey yoktu, sadece üstünde adı yazılı bir kutu vardı... Adı ve herhangi biri olabilecek silik bir resim. Liz'in ona acı veren şeyleri sakladığı kutuydu bu. Randy'nin Jo Stafford'un o sarkışını ne kadar sevdiğini hatırlamıyordu, Randy Garfield'in size sırtındaki gömleği dahi verebilecek kadar iyi bir insan olduğunu da hatırlamıyordu. (Bunu hiç bilmiş miydi acaba?) Liz'in kutusunda bu gibi şeylere yer yoktu. Bobby insanın böyle bir kutuya ihtiyaç duymasının çok korkunç bir şey olduğunu düşündü.

"O bir sarhoşa asla içki ikram etmezdi," dedi. "Bunu biliyor muydun, anne?"

"Sen neden söz ediyorsun?"

"Beni ondan nefret ettiremezsin... Ve de beni o yapamazsın." Çocuk sağ elini yumruk yapıp onu şakağı hizasına kaldırdı. "Ben babamın hayaleti olmayacağım," diye devam etti. "Onun ödemediği faturalar, iptal ettirdiği sigorta poliçeleri ve yapmaya çalıştığı floşlar hakkında kendi kendine istediğin kadar yalan söyleyebilirsin, ama onları bana dinletme. Yetti artık."

"Bana elini kaldırma, Bobby-O. Bana asla elini kaldırma."

Çocuk yanıt olarak yumruk yaptığı öbür elini de kaldırdı. "Haydi, gel. Bana vurmak mı istiyorsun? Karşılığında ben de sana vururum. Ve bu kez bunu hak etmiş olursun. Haydi, hiç durma."

Liz tereddüt etti. Bobby annesinin öfkesinin başladığı gibi hızla son bulduğunu, bunun yerini ise korkunç bir karanlığın aldığını hissedebiliyordu. Bu karanlığın içinde korkuyu gördü. Oğlundan, oğlunun canını yakmasından korkuyordu. Bu gece değil, o kirli küçük çocuk yumruklarıyla değil. Ama küçük çocuklar büyürlerdi.

Peki Bobby annesinden o kadar iyiydi mi ki, Liz'e küçümseyerek bakabiliyordu? Neresi daha iyiydi? O tarife gelmez sesin ona, Ted'i terk edeceği anlamına geldiği halde evine dönmeyi isteyip istemediğini sorusunu kafasının içinde duydu. Bobby, "Evet," demişti.

"Bu annenin yanına dönmen anlamına gelecek olsa bile mi?"

Bobby, "Evet," demişti. Şimdi onu biraz daha iyi anlıyorsun, değil mi? Cam sormuş, Bobby de bir kez daha evet demişti.

Liz verandada yaklaşan oğlunun ayak seslerini tanıyınca, kadın önce sevgi ve ferahlama dışında hiçbir duygu duymamıştı. Bu duydukları gerçekti.

Bobby yumruklarını açtı. Uzandı ve annesinin, hızını kaybetmekle beraber hâlâ tokat atmaya hazır elini yakaladı. El önce karşı koydu, fakat Bobby gerginliğini gidermekte gecikmedi. O eli öptü. Annesinin berelenmiş yüzüne baktı ve elini bir kez daha öptü. Onu o kadar iyi tanıyordu ki, ama aslında tanımak istemiyordu. Kafasındaki pencerenin kapanmasını, sevgiyi yalnız mümkün değil, aynı zamanda gerekli kılan gizliliği istiyordu. Ne kadar az bilirseniz, o kadar çok inanabilirsiniz.

"İstemediğim sadece bir bisiklet," dedi. "Tamam mı? Sadece bir bisiklet."

Liz, "İstediğin nedir?" diye sordu. Sesi kararsız ve küskündü. "Benden ne istiyorsun, Bobby?"

Çocuk, "Gözlemeler," dedi. "Çok çok gözleme." Gülümsemeye çalıştı. "Karnım o kadar aç ki."

Liz ikisi için yeterli sayıda gözleme yaptı, böylece mutfak masasında karşı karşıya oturarak gece yarısı kahvaltı ettiler. Saat artık bire yaklaşırken, Bobby bulaşıklara yardım etmekte ısrar etti. "Niçin olmasın?" dedi. Ertesi gün okul yoktu, istediği kadar geç kalkabilirdi.

Liz lavabodaki suyu akıtıp son çatal bıçaklarını kaldırdığı sırada Colony Sokağı'nda Bowser havlamaya başladı. Karanlığın içindeki vu-uf-vuuf –vuuflarıyla yeni bir günü başlatıyordu. Bobby annesiyle göz göze geldi, işlerin yolunda olduğunun bilinciyle gülmeye başladılar.

Bobby yatağında önce alışık olduğu şekilde, topuklarını şiltenin alt uçlarına uzatarak yattı, ama eski usulle rahat edemedi. Kendini korunmasız hissediyordu, yani bir çocuğu avlamak isteyen biri dolabının içinden fırlayıp tek pençe darbesiyle karnını boydan boya yarabilirdi.

Yan yattı. Ted'in şimdi nerede olduğunu merak ediyordu. Ted olabilecek bir şeye dokunmak ister gibi elini uzattı, ama hiçbir şey yoktu. Aynı daha önce Narragansett Caddesi'nde bir şey olmayışı gibi.

Bobby, Ted için ağlayabilmek istiyordu, ama ağlayamadı. Henüz değil.

Dışardan, kent meydanındaki saatin bir düş gibi karanlığı yaran sesi geldi. Bir tek bong. Bobby masasındaki Big Ben'e bakınca biri gösterdiğini gördü. Bu iyiydi.

Bobby, "Gittiler," dedi. "Alçak adamlar gittiler."

Ama yine dizlerini göğsüne çekerek yan yattı. Her türlü tehlikeye açık olarak sırtüstü yattığı geceler sona ermişti.


XI. KURTLAR VE ASLANLAR. BOBBY BEYSBOL

OYNUYOR. SUBAY RAYMER. BOBBY VE CAROL. KÖTÜ

GÜNLER. BİR ZARF.
Sully-John kamptan güze! bir güneş yanığı, iyileşmekte olan on bin sivrisinek ısırığı ve anlatılacak bir milyon öyküyle döndü... Ne var ki Bobby onların birçoğunu dinlemedi. Bobby, Sully ve Carol arasındaki eski kolay arkadaşlık bağının koptuğu yazdı. Üç arkadaş bazen Sterling House'a birlikte yürüyorlar, fakat oraya vardıktan sonra farklı faaliyetlere katılmak üzere birbirlerinden ayrılıyorlardı. Carol'la kız arkadaşları çeşitli sanat dallarıyla bazı top oyunlarına ve badmington'a, Bobby ile Sully de Junior safarilere ve beysbola katılıyorlardı.

Yetenekleri gelişmekte olan Sully, Kurtlar'dan Aslanlar'a terfi etmişti. Bütün erkek çocuklar her ne kadar yüzme ve arazi yürüyüşü safarilerine birlikte çıkıyor, Sterling House'ın harap kamyonetinin arkasında mayoları ve kese kağıtlarındaki piknik yemekleriyle oturuyor idiyseler de, S-J daha çok kampta beraber olduğu Ronnie Olmquist ve Duke Wendell ile beraber oluyordu. Bobby aynı eski öyküleri dinlemekten sıkılmakta gecikmedi. Bilmeyen biri Sully'nin elli yıldır kampta olduğunu sanırdı.

Dört Temmuz'da Kurtlar'la Aslanlar karşı karşıya gelerek maçlarını yaptılar. İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen on beş yirmi yıl içinde Kurtlar bu maçların hiçbirini kazanamamışlardı, ama 1960 karşılaşmasında bir oyun aldılar -büyük ölçüde Bobby Garfield'in sayesinde Çocuk Alvin Dark eldiveninin yokluğunda bile orta alanda görülmeye değer bir dalışla topu yakaladı. (Düştüğü yerden kalkıp alkışları duyunca Canton Gölü'ndeki yıllık tatil gezisine katılmamış olan annesini kısa bir an özledi.)

Bobby son vuruşunu yaparken ikinci alandaydılar ve ikincide bir oyuncuları vardı. Bobby topu sol alanın içlerine sürdü, birinci alana doğru koşarken S-J'nin kalenin arkasındaki yakalayıcı konumundan "Güzel vuruş, Bob!" diye homurdandığını duydu. Ancak ikinci kalede durması gerekirdi. Öyleyken konumunu zorladı. On üç yaşından küçükler topu hemen hiçbir zaman isabetli olarak iç sahaya geri yollayamazlardı, fakat Sully'nin Winnie kampından arkadaşı Duke Wendell sol alandan Sully'nin öbür kamp arkadaşı Ronnie Olmquist'e topu fırlattı. Bobby ileri kaydı, fakat ayağı topa değmeden Ronnie'nin eldiveninin bileğine çarptığını hissetti.

Sayı kalesinin yanından koşup gelen hakem, "Aut!" diye bağırdı. Oyunun dışındaki Aslanlar'ın taraftarları çılgınca alkışlamaya başlamışlardı.

Bobby, düdüklü bir Sterling House danışmanı olan yirmilik hakeme somurtarak, "Bir yanlış yapmadım," diye itiraz etti.

Öbür çocuk, "Güzel bir vuruş ve kayıştı, ama aut olmuştun," dedi.

"Hayır! Sen bir mızıkçısın! Niçin mızıkçılık yapıyorsun?"

Oyunculardan birinin babası, "Onu dışarı atın! Böyle saçmalıklara burada yer yok!" diye bağırdı.

Hakem, "Sen git otur, Bobby," diye önerdi.

Bobby, "Ben oyundışı olmadan kaleye ulaşmıştım!" diye bağırdı. Onun oyundan atılmasını öneren adamı parmağıyla işaret etti. "Bizim kaybetmemizi garantilemek için sana para mı verdi? Şuradaki şişko!"

Hakem, "Vazgeç, Bobby!" dedi. Kolej öğrenci kuruluşlarının birinden geriye kalmış şapkası ve düdüğüyle göze ne kadar komik görünüyordu. "Seni uyarıyorum!" diye ekledi.

Donnie Olmquist bu tartışmadan sıkılmış gibi onlara arkasını döndü.Bobby ondan da nefret etti.

Bobby, "Sen düpedüz mızıkçılık yapıyorsun," dedi. Gözlerinin kölene dolan yaşları durdurabiliyor, ama sesinin titremesini önleyemiyordu.

Hakem, "Daha fazlasını dinleyemem," diye söylendi. "Git, otur ve sakinleşmeye çalış."

"Seni gidi yalaka."

Hakem, "Yetti!" diye bağırdı. "Sahayı terk et. Hemen şimdi."

Bobby üçüncü alanla orta alan arasındaki çizginin yarısına kadar papuçlarını sürüyerek yürüdü. Birden döndü. "Unutmadan söyleyeyim, bir kuş burnuna pisledi. Ama sen bunu kendiliğinden fark edemeyecek kadar sersemmişsin. Bari git, burnunu sil."

Bu sözler düşüncede ona komik gelmişti, ama seslendirilince aptalca oldu, kimse de gülmedi. Sully'nin siyah seloteyple onarılmış maskesi bir elinde sallanıyordu. Yüzü morarmıştı. Öfkeli ve aynı zamanda bir daha Kurt olmayacak bir çocuk gibi görünüyordu. S-J, Winnie Kampı'na gitmiş, gece geç saatlere kadar bir kamp ateşinin etrafında hayalet öyküleri anlatmıştı. O daima bir Aslan olarak kalacaktı ve Bobby ondan nefret ediyordu.

Bobby ağır ağır geçerken Sully, "Senin neyin var?" diye sordu. Her iki taraf da susmuştu. Bütün çocuklar ona bakıyorlardı. Bütün anne babalar da ona bakıyorlardı, iğrenç bir şeymiş gibi hem de. Bobby büyük bir olasılıkla öyle olduğunu düşündü. Ama onların düşündükleri sebeplerden değil.

Sen belki Winnie Kampı'na gittin, S-J. Ama ben uzaklardaki bir yere gittim. Çok çok uzaklardaki bir yere.

"Bobby?"


Çocuk başını kaldırmadan, "Benim hiçbir şeyim yok," dedi. "Ancak kimin umurunda? Massachusetts'e taşınıyorum. Orada belki daha az dalavereci vardır."

"Beni dinlesene sen..."

Bobby ona bakmadan, "Kes sesini," dedi. Arkadaşının yüzü yerine ayaklarındaki tenis papuçlarına bakıyordu. Sadece tenis papuçlarına bakıyor ve yürümeye devam ediyordu.
Liz Garfield kendine arkadaş edinmemişti, (Bazen Bobby'ye "Ben sıradan bir kahverengi güveyim, sosyal bir kelebek değil," diyordu ama Home Town Emlakçılık'taki ilk birkaç yılında Myra Calhoun adında bir kadınla dost olmuştu. (Birçok konuda anlaşıyorlardı, frekansı sanki aynıydı.) Myra o günlerde Don Biderman'ın sekreteriydi, ofisin kalan bütün işlerini görüyordu, firmanın acentelerinin arasında gidip geliyor, bu kişilerin randevularını ayarlıyor, kahvelerini pişiriyor ve yazılarını yazıyordu. Myra herhangi bir açıklamada bulunmaksızın 1955'de firmadan ayrılmıştı. Liz de 1956'nın başlarında Bay Biderman'ın sekreteri olarak onun yerine geçmişti.

Liz'le Myra aralarındaki iletişimi sürdürmüşler, birbirlerine bayram tebrikleri, arada da mektup yollamışlardı. Liz'in "evde kalmış bir bayan" olarak tarif ettiği Myra, Massachusetts'e göç etmiş ve kendi küçük emlakçılık firmasını kurmuştu, Liz 1960 Haziranı'nın sonlarında ona bir -mektup yazarak Calhoun Emlakçilik Çözümleri'ne ortak, önceleri küçük bir ortak- olup olamayacağını sormuştu. Beraberinde getirebileceği küçük bir sermayesi vardı, fazla bir şey değildi, ama üç bin beş yüz dolar da yabana atılır bir para değildi.

Bayan Calhoun belki Bobby'nin annesiyle aynı yoldan geçmiş, belki de geçmemişti. Önemli olan evet demesiydi -hatta Bobby'nin annesine bir çiçek buketi yollamıştı- Liz de haftalardan beri ilk kez mutluydu. Belki de yıllardan beri ilk kez gerçekten mutluydu. Önemli olan, Harwich'den Massachusetts'in Danvers kentine taşınacak olmalarıydı. Ağustosta gidiyorlardı; Bobby-O'sunu, çoğu kez asık suratlı ve sessiz Bobby-O'sunu yeni bir okula yerleştirmeye Liz'in bolbol vakti olacaktı.

Ayrıca önemli olan başka bir şey de, Liz Garfield'in Bobby-O'sunun Harwich'den gitmeden önce görülecek bir işinin olmasıydı.

Yapılması gereken şeyi doğrudan yapamayacak kadar genç ve ufak tefekti. Dikkatli olması, hatta sinsice davranması gerekiyordu. Sinsi olmanın Bobby açısından bir sakıncası yoktu; cumartesi matinelerindeki Audie Murphy ya da Randolph Scott gibi davranmak onu artık pek fazla ilgilendirmiyordu... Ayrıca bazı kimselerin ders almaları için pusuya düşürülmeye ihtiyaçları vardı. Seçtiği gizlenme yeri, Cam'in onu cıvıyıp ağlamaya başladığı gün götürdüğü küçük koruydu.

Harry Doolin'i, yani Robin Hood bozuntusunu beklemek için uygun bir yerdi orası.

Harry, Total Market'te yarım günlük bir iş bulmuştu. Malların raflara dizilmesine yardım ediyordu. Bobby'nin haftalardan beri bundan haberi vardı, annesiyle alışverişe çıktığı zaman Harry'yi görmüştü. Aynı zamanda görevi saat üçte sona erdiğinde Harry'nin yürüyerek evine döndüğünü de biliyordu. Genellikle arkadaşlarının bir ikisiyle beraber oluyordu. Richie O'Meara en yakın arkadaşıydı; Sully'nin Bobby'nin hayatından çıkması gibi, Willie Shearman'la Harry'nin arası da eskisi gibi değildi. Ama yalnız da olsa; arkadaşlarıyla birlikte de yürüse, Harry Doolin evine giderken mutlaka Commonwealth Parkı'ndan geçiyordu.

Bobby öğleden sonraları oraya sarkmaya başlamıştı. Artık hava çok sıcak olmaya başladığı için yalnız sabahları beysbol oynanıyor, saat üç oldu mu A, B ve C sahaları tamamen ıssızlaşıyordu. Harry ergeç işinden çıkacak ve yanında Richie ya da öbür ahbaplarından biri olmadan bu ıssız sahaların yanından geçecekti. Bobby bu arada her gün öğleden sonra üçle dört arasını korulukta geçiriyordu. Orada başı Carol'un kucağında olduğu halde hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Bazen kitap okuyordu. George'la Lennie hakkında olanı onu yine ağlattı. "Bizim gibi çiftliklerde çalışanlar dünyanın en yalnız insanlarıdır: George durumu böyle değerlendiriyordu. Bizim gibi insanların beklentileri olamaz. Lennie, ikisinin bir çiftlik edinip tavşan yetiştireceklerini düşünüyordu, ama Bobby daha öykünün sonuna gelmeden çiftliğin de tavşanın da olmayacağını biliyordu. Niçin mi? İnsanlar avlayacakları bir 'hayvan' gereksindikleri için. Ralph veya Piggy ya da Lennie gibi koca bir budala bulunca alçak adamlara dönüşüyorlardı. Sarı paltolarını giyiyor, sopalarının iki ucunu yontuyor, sonra avlanmaya çıkıyorlardı.

Bobby, Harry'nin yalnız başına geçeceği günü beklerken, ama bizim gibi insanlar da bazen biraz olsun öçlerini alabiliyorlar, diye düşündü.

Altı ağustos işte o gündü. Harry, Total Market'ten üstünde kırmızı önlüğüyle parkta Broad'la Commonwealth'in köşesine doğru yürüyor ve tüyler ürpertici bir sesle şarkı söylüyordu. Birbirine yakın ağaçla dallarını hışırdatmamaya çalışan Bobby arkasına sokularak yaklaştı. Patikada ağır adımlarla yürüyordu. Emin olacak kadar yaklaşana kadar beysbol sopasını kaldırmadı. Sopayı kaldırırken Ted'in, bir tek küçük kıza karşı üç oğlan. Senin bir aslan olduğunu düşünmüş olmalılar, deyişini düşündü. Tabii ki Carol bir aslan değildi; o da değildi. Aslan olan Sully'di, Sully ise orada bulunmamıştı, şimdi de orada değildi Harry Doolin'e arkasından sokulan bir Kurt bile değildi. Sadece bir sırtlandı. Öyle olsa ne çıkar? Harry Doolin daha iyisine layık mıydı?

Bobby, hayır, diye düşünerek sopayı kaldırdı. Canton Gölü'nde üçüncü ve en iyi vuruşunu, sola doğru olanını yaptığı zaman duyduğu aynı tatmin edici güm sesiyle hedefe tosladı. Harry Doolin'in sırtının en dar kısmına rastlamış olması daha da iyiydi.

Harry duyduğu acının ve şaşkınlığın etkisiyle haykırarak yere kapaklandı. Çocuk yuvarlanınca Bobby sopayı hemen onun bacağının üstüne indirdi; darbe bu kez sol dizinin hemen altına rastlamıştı. Harry, "Uuuuuuu!" diyerek feryadı bastı. Hary Doolin'in haykırmasını duymak çok zevk vericiydi, tam bir mutluluktu. "Uuuuuuu, canım yanıyor! Canım yanıyor!"

Bobby, kalkmasına izin veremem, diye düşünerek büyük bir soğukkanlılıkla üçüncü hedefini seçti. Harry benim iki katım kadar. Eğer hedefimi şaşıp kalkmasına göz yumarsam beni paramparça eder. Belki de beni öldürür. Harry geri çekilmeye çalışıyordu. Tenis papuçlarıyla çakıllı yolu kazıyor, poposuyla bir oluk açıyor, dirsekleriyle sanki kürek çekiyordu. Bobby sopayı onun midesinin üstüne indirdi. Harry'nin soluğu kesilmişti. Sırtüstü yere serildi. Bilinci silinen gözleri pırıl pırıl yaşlarla dolmuştu. Sivilceleri yüzünde mor ve kırmızı renkli iri beneklere dönüşmüştü. Rionda Hewson'un onları kurtardığı gün incecik, hâin bir çizgi görünümünde olan dudakları pelte gibi gevşemişti. "Uuuuuu, dur, teslim oldum. Tanrım!"

Bobby, beni tanımadı, diye karar verdi. Güneş gözüne girdiği için benim kim olduğumu bilmiyor.

Bu yeterince iyi değildi. Winnie Kampı'nın denetçisi barakayı gözden geçirdikten sonra, "Tatmin edici değil, çocuklar!" diyordu. Sully söylemişti bunu Bobby'ye. Bobby'nin umurundaydı sanki; baraka denetimleriyle boncuklardan cüzdanlar yapmak marifet miydi?

Ama bunu umursuyordu, evet. Harry'nin acıdan şekilsizleşmiş yüzüne doğru eğildi. "Beni hatırladın mı, Robin Hood?" diye sordu. "Beni hatırlıyorsun, değil mi? Ben Maltex Bebeği'yim."

Harry bağırmayı kesti. En sonunda tanıdığı Bobby'ye bakakalmıştı. "Ben... seni... seni..." diye zorlukla geveledi.

Bobby, "Bir halt edemezsin," dedi, Harry bileğini yakalamaya çalışınca da Bobby onun kaburgalarına bir tekme savurdu.

Harry Doolin yine, "Uuuuu!" diye bağırdı. Vay salak! Bobby, benden çok kendi canını yaktın. Ancak budalalar ayaklarında tenis papuçları varken tekme atarlar, diye düşündü.

Harry öbür yana yuvarlandı. Ayağa kalkmaya yeltendiği sırada, Bobby beysbol sopasını bu kez doğrudan onun kabaetlerinin üstüne indirdi. Çıkan ses sopanın büyük bir halıya vuruşunu hatırlatıyordu, harikulade bir ses! Bu anıyı daha da güzelleştirecek tek şey Bay Biderman'ın da patikanın üstüne serilip kalmasıydı. Bobby onun neresine vuracağını çok iyi biliyordu.


Yüklə 1,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin