Jones'un koltuk değnekleriyle üzerimize geldiği o akşam Skip "Ne oluyor, Stoke?" diye sordu. Stoke, üst tarafı kontrollü şekilde öne doğru atılır gibi her yere gidiyor, bu duruşu onu gemi pruvalarındaki oyma tasvirlere benzetiyordu. Alt yarısını pelteleştiren şeye her neyse Allah belanı versin diyor, nanik yapıyor ve size zeki bakışlı gözleriyle vahşi vahşi bakarak türlü müstehcen laflar ediyordu.
Stoke yanıt vermedi, yalnız bir an başını kaldırarak Skip'le göz göze geldi. Sonra çenesini eğerek alelacele yanımızdan geçip gitti. Dağınık saçlarının arasından sızan ter, yüzünün iki yanına akıyordu. Tempo tutar gibi, "Rip-rip, rip-rip, rip-rip," diyor veya hepimize neler yapmak istediğini sıralıyordu. Onun kokusunu, terinin ekşi ve keskin kokusunu alabiliyordunuz. Hiç yavaş yürümediği için daima terliydi. Yavaş gitmek sanki onu gücendiriyordu, ama başka bir şey daha vardı. Teri keskin kokulu olsa da rahatsız etmiyordu. Bunun altındaki koku daha tatsızdı. Lisedeyken etaplı koşulara katılırdım (Üniversitenin birinci sınıf öğrencisi olarak Pall Mall'larla dört buçuk arasında bir seçim yapmak zorunda kalınca tabut çivilerini seçmiştim.) ve daha önce de bu bileşimin kokusunu almıştım. Bu genellikle grip ya da boğaz enfeksiyonu geçiren bir çocuk kendini buna rağmen koşmaya zorlayınca oluyordu. Buna benzeyen biricik koku, uzun süre fazla hızlı çalıştırılan bir elektrikli tren transformatöründen çıkardı.
Derken yanımızdan geçip gitti. Çok geçmeden Ronnie Malenfant tarafından Rip-Rip diye adlandırılacak olan ve o akşamlık koskocaman bacak desteklerinden kurtulan Stoke Jones yatakhaneye dönüyordu.
Nate, "Hey, bu da nesi?" diye sordu. Durmuş, omzunun üzerinden arkaya bakıyordu. Skip'le ben de durmuş, bakıyorduk. Nate'e tam ne demek istediğini soracağım sırada ben de gördüm. Jones'un üstünde kot bir ceket vardı. Bunun arkasına da tıpkı bir Kara Büyü olmasına benzeyen ve o sonbahar akşamının ölgünleşmiş ışığında belirli belirsiz fark edilen daire içinde bir şekil resmedilmişti.
Skip, "Bilmiyorum," dedi. "Serçe tarafından bırakılmış bir ize benziyor."
Koltuk değnekli genç bir başka ekim ayının bir başka Perşembe gecesinde yemekhanedeki bir başka akşam yemeğine giden kalabalığın arasına karıştı. Delikanlıların çoğu sinekkaydı tıraşlıydı. Kızların çoğunun üstlerinde eteklikler ve Peter Pan yakalı Ship'n Shore bluzlar vardı. Hemen hemen dolunay evresindeki mehtap üzerlerine turuncu ışığını düşürüyordu. Acayipler Çağı'na daha iki yıl vardı ve üç arkadaşın içinde hiçbirimiz barış işaretini ilk kez görmüş olduğumuzun farkında değildik.
5
Cumartesi gününün sabah kahvaltısında Holyoke'da tabak çanak görevlisiydim. Yemekhane cumartesi sabahlan hiçbir zaman fazla kalabalık olmadığı için avantajlı bir yemekti bu. Çatal bıçaklarla ilgilenen Carol Gerber adlı kız, taşıyıcı kayışın başında duruyordu. Ben hemen yanındaydım. Benim görevim, kayışla gelen tepsilerden tabakları kapmak, onları çalkalamak ve yanımdaki arabanın üstüne istiflemekti. Taşıyıcı kayış üstündeki trafik, hafta içi günlerin akşam yemeklerinde olduğu gibi yoğun olursa tabakları üstlerindeki pislikle istifliyor ve daha sonra işler yavaşladığı zaman çalkalıyordum. Yanımda bardaklardan görevli erkek ya da kız duruyordu. O da bardaklarla fincanları kapıyor ve özel bulaşık makinesi ızgaralarına diziyordu. Holyoke aslında çalışmak için kötü bir yer değildi. Arada bir Ronnie Malenfant tarzında espri sahibi biri, bir sosisi veya yenilmemiş yulaf lapasını üstünde SENİ DÜZMEYE GELİYORUM yazılı özenle yırtılmış kâğıt peçete şeritlerle iade ederdi. (Bir keresinde donmakta olan et sosuyla dolu bir çorba kâsesinin üstünde İMDAT, BİR İNEK KOLEJİNDE TUTSAĞIM resmi vardı.) Bazı çocukların ne kadar domuz olduklarına ise inanamazsın ketçap dolu tabaklar, patates püresi doldurulmuş süt bardakları, sağa sola saçılmış sebzeler olağan manzaralardandı. Fakat bizimkisi yine de özellikle cumartesi sabahları hiç de kötü bir iş değildi.
Bir gün (sabahın bu kadar erken bir saatinde olağanüstü güzel gözüken) Carol'un ötesine bakınca Stoke Jones'u gördüm. Sırtı cama çevriliydi, ama yanına dayalı koltuk değnekleri veya ceketinin arkasına çizilmiş garip şekil gözden kaçacak gibi değildi. Skip haklıymış; gerçekten de bir serçenin bıraktığı izlere benziyordu. (Hemen hemen bir yıl sonra TV'de adamın biri bundan "büyük Amerikan kümes hayvanının bıraktığı iz" diye söz edecekti.
Onu işaret ederek Carol'a, "Bunun ne olduğunu biliyor musun?" diye sordum.
Carol uzun bir zaman baktıktan sonra başını salladı. "Hayır. Bir tür şaka olmalı."
"Stoke hiç şaka etmez."
"Aman Tanrım, neler bilirmişsin sen."
Vardiyamız sona erince. Carol'a yatakhanesine kadar eşlik ettim. (Bir yandan da kendi kendimi sadece nazik davrandığıma, Carol Gerber'i Franklin Hall'a götürmekle Gates Falls'daki Annemarie Soucie'ye kesinlikle ihanet etmediğime inandırmaya çalışıyordum.) Daha sonra Chamberlain'e yürürken o serçe izinin anlamını bilen olup olmadığını merak ettim. Aradan bu kadar zaman geçtikten sonra niçin Jones'un kendisine sormayı akıl etmediğimi düşünüyordum. Katıma ulaşınca, düşüncelerimin yönünü tamamiyle değiştiren bir şey gördüm. Tabak çanak sırasında Carol'un arkasında yerimi almak için tek gözüm açık olarak sabahın altı buçuğunda binamdan çıktıktan sonra birisi David Dearborn'un kapısını tıraş kremine bulamıştı. Tıraş kremi yanlara, kapı tokmağına ve daha da kalın bir yol halinde kapının dibine sürülmüştü. Bu alttaki tabakada beni gülümseten bir çıplak ayak izi gördüm. Dearie, arkasında sadece bir silecekle kapıyı açıp duşa gitmeye hazırlanıyor ve kayıp puff!
Hâlâ gülümseyerek 302 numaraya girdim. Nate masasının başında bir şey yazıyordu. Bir kolunu not defterinin etrafına sarmış olduğunu görerek bunun Cindy'ye yazdığı o günkü mektup olduğu sonucunu çıkardım.
Kendi raflarıma yürüyüp jeoloji kitabımı alırken, "Birisi Dearie'nin kapısını kremlemiş," dedim. Üçüncü kat salonuna inip salı günkü test için biraz çalışmayı planlıyordum.
Nate ciddi ve kınar gözükmeye çalıştıysa da hafifçe gülümsemekten kendini alamadı. O günlerde hep üstünlük taslamaya çalışıyor, fakat hiçbir zaman hedefe varamıyordu. Geçen senelerle birlikte daha başarılı olduğunu tahmin ederim. Ne kadar yazık!
Nate, "Nasıl bağırdığını duymalıydın," dedi. Kişner gibi bir kahkaha attı, sonra daha fazla saygısızlık etmemek için yumruğunu ağzına tıkadı. "Öyle küfrediyordu ki," diye devam etti. "Bir an için Skip'le yarışıyordu sanırdınız."
"Küfretme konusunda hiç kimsenin Skip'e yetişebileceğini sanmam."
Nate bana bakarken gözlerinin arasında bir kaygı kırışığı yer etmişti. "Sen yapmadın, değil mi?" dedi. "Çünkü erken kalktığını biliyorum."
"Dearie'nin kapısını dekore edecek olsam, tuvalet kâğıdı kullanırdım," dedim. "Tıraş kremlerimi sadece yüzüme bularım. Ben de senin gibi bir düşük bütçe öğrencisiyim. Yoksa unuttun mu?"
Kaygıdan kaynaklanan kırışık yok oldu, Nate de bir kez daha bir koro oğlanına benzedi. Odada arkasında sadece Jokey şortuyla oturduğunun farkına vardım. "Bu iyi," dedi. "Çünkü David bu işi yapanı bulacağını ve Disiplin Komitesi'nin karşısına çıkaracağını bağırıyordu."
"Lanet olası kapısı kremlendi diye D.K. Ha? Bundan şüpheliyim, Nate."
Nate, "Belki garip ama, sözlerinde samimiydi gibime geliyor. David Dearborn bazen bana deli gemi kaptanını hatırlatıyor. O filmde Humphrey Bogart da oynuyordu. Hangi film olduğunu anladın mı?"
"Evet, Caine Mutiny (Denizde İsyan)'dı."
"Hıh. David'in kat sorumlusu olduğunu unutma, suçluları Disiplin Komitesi'ne vermek görevinin bir parçası."
Üniversitenin kurallar ve davranış kitabında kovulma, hırsızlık din ve uyuşturucuya sahip olma/kullanmaya verilen en büyük ceza Gözaltı bunun bir derece altında olup odanızda bir kızın bulunması gibi suçlara verilen cezaydı. (Kızların sokağa çıkma yasağından sonra odanızda bir kızın bulunması ise, inanılması şimdi ne kadar zor olsa da, yine kovulmayla sonuçlanabilirdi.) Gözaltı verilen başka suçların arasında odanızda alkollü içki bulundurmak, sınavlarda kopya çekmek ve başkasının yazdıklarını kendi yazmış gibi tanıtmak vardı. Bu sonuncu suçların herhangi biri de kuramsal olarak kovulmakla sonuçlanabilirdi ve kopyacılık (özellikle söz konusu olan yıl ortası ve yıl sonu sınavları olursa) bu şekilde sonuçlanıyordu. Ama çoğunlukla bütün sömestr süren bir disiplin cezası verilirdi. Bir yatakhane sorumlusunun kapıya tıraş kremi bulaştırmak gibi zararsız bir suç yüzünden aramızdan birine Erkekler Müdürü Garretsen'den disiplin cezası kopardığını düşünmek hiç hoşuma gitmiyordu. Ama karşımızdaki Dearie'ydi, yani haftalık oda denetimlerinde ısrar eden ve sorumluluğunun kapsamına girdiğini düşündüğü otuz iki dolabın tepelerine bakmak için yanında küçük tabure taşıyan ukalanın biri. Bu herhalde YSEG'dan, yani Nate'in Cindy ile Rinty'yi sevmesi gibi seviyor göründüğü bir programdan aldığı bir fikirdi. Aynı zamanda okul ödevlerini yapmayan çocukları da yakalıyordu; bu uygulama hâlâ okul politikasının bir parçasıysa da YSEG programı dışında büyük ölçüde unutulmuştu. Yeterli sayıda kötü puan alırsanız kendinizi Disiplin Komitesi'nin karşısında buluyordunuz. Sonuçta kuramsal olarak okuldan atılabilir, mecburî askerlik hizmetinizin ertelenmesi kalkabilir, askere alınabilir ve kendinizi Vietnam'da mermilerden kaçmaya çalışır bulabilirdiniz. Ve bütün bunlar sırf süprüntüleri dökmeyi ya da yatağın altını süpürmeyi sürekli olarak unuttuğunuz için de olabilirdi.
David Dearborn öğrenci kredisi ve bursla öğrenimine devam ediyordu, görevi de -yine kuramsal olarak- benim tabak, çanak işimden pek o kadar farklı değildi. Ama Dearie öyle düşünmüyordu. O kendini arkadaşlarından bir gömlek üstün, az sayıdaki gururlulardan ve yiğitlerden biri olarak görüyordu. Ailesi deniz kıyısından, Falmouth'dan geliyordu, 1966'da orada ise Puritenlerden kalmış elliyi aşkın Mavi Yasa Felsefesinin başına bir iş gelmiş, her neyse bu ailenin düzeyini eski melodramlardaki gibi düşürmüştü, ama Dearie hâlâ Falmouth'daki bir özel okul mezunu gibi giyiniyor, derslere üstünde bir bleyzırla geliyor, azarları ise takım elbise giyiyordu. Küfürbazlığı, önyargıları ve sayılar konusundaki yeteneği ün yapmış Ronnie Malenfant'tan hiç kimse daha farklı olamazdı. Koridorda karşılaştıkları zaman Dearie'nin, kendi kendinden kaçar görünen bir yüzün üstündeki karışık kızıl saçlı, çıkık alınlı ve neredeyse çenesiz Ronnie'ye değmemek için irkildiği gözden kaçmıyordu. Ronnie'nin sürekli çapaklı gözleri, sürekli akan burnu, dahası, ucuz bir rujla boyanmış gibi gözüken kırmızı dudakları bu portreyi tamamlıyordu.
Dearie, Ronnie'den hoşlanmıyordu, ama Ronnie bu bakımdan yalnız değildi; Dearie görünüşe göre sorumluluğundaki gençlerin hiçbirinden hoşlanmıyordu. Biz de ondan hoşlanmıyorduk, Ronnie ise ondan düpedüz nefret ediyordu. Skip Kirk'ün hoşlanmamasına ayrıca küçümseme de karışıyordu. YSEG'de (en azından Skip'in kurstan ayrıldığı kasım ayına kadar) Dearie'yle beraberdi ve Dearie'nin ayak yalamak dışında her konuda berbat olduğunu söylüyordu. Bir lise son sınıf öğrencisi olarak eyalet beysbol takımına seçilmesine ramak kalan Skip'in kat sorumlumuz hakkında özel bir şikâyeti vardı: Dearie'nin hiç rahatını bozmadığını söylüyordu. Skip için en kötü günahtı bu. Rahatınızı bozmak zorundaydınız. Yaptığınız şey, sadece domuzlara yemlerini vermek dahi olsa rahatınızı bozmalıydınız.
Benim de Dearie'ye karşı herkes kadar antipatim vardı. İnsanların birçok kusuruna katlanabilirim, ama ukalalardan nefret ederim. Öyleyken ona karşı biraz anlayış da besliyordum. Bir kere Dearie'de şakadan, espriden anlama vasfından eser yoktu ve bana kalırsa bu, Stoke Jones'un alt yarısına olanlar kadar sakatlayıcı bir kusurdur. Zaten Dearie'nin kendi kendinden bile fazla hoşlandığını sanmıyorum.
Nate'e, "Suçluyu bulmazsa Disiplin Komitesi sorun olmaz," dedi. "Onu bulsa bile, Dekan Garretsen'in sırf sorumlunun kapısını kremledi diye birine ağır bir ceza vereceğini sanmıyorum." Bununla birlikte Dearie ikna edici olabiliyordu. Ailesi çaptan düşse bile Dearie'de hâlâ üst tabaka olduğunu gösteren bir özellik vardı. Bu da tabii ki geri kalanlarımızın ondan hoşlanmaması için fazladan bir sebepti.
Nate, "Yeter ki o marifeti sen yapmış olmayasın," deyince az daha gülüyordum. Nate Hoppenstand iç donuyla ve kafasında kepiyle oturmuştu, dar çocuk göğsü kılsızdı ve çillerle beneklenmişti. Sıskalığı göze çarpan göğüs kafesinin üzerinden bana ciddi ciddi bakıyordu ve balık oyunu oynuyordu.
Sesini alçaltarak, "Sence Skip mi yaptı?" diye sordu.
"Hayır. Sorumlunun kapısını bu katta kimin kreme bulamayı düşündüğünü tahmin edecek olsam kim derdim?"
"Ronnie Malenfant."
"İyi bildin." Parmağımı tabanca gibi tutarak Nate'e çevirdim ve gözümü kırptım.
"Senin o sarışın kızla Franklin'e doğru yürüdüğünü gördüm," dedi. "Adı Carol'du galiba. Güzel kız."
"Yalnız kalmaması için ona arkadaşlık ediyordum."
Nate orada arkasında iç donu, başında da kepiyle oturuyor ve daha fazlasını biliyormuş gibi sırıtıyordu. Belki de biliyordu. Carol'dan pekâlâ hoşlanıyor, ama onun hakkında fazla bir şey bilmiyordum. Tek bildiğim Connecticut'tan gelmiş olduğuydu. Okulda çalışarak öğretim masraflarına katkıda bulunan pek az öğrenci eyalet dışından geliyordu.
Jeoloji kitabım koltuğumun altında olduğu halde koridorda salona doğru yürüyordum. Ronnie oradaydı. Önünü yukarı kıvırıp iğnelediği kepi, gazetecilerin şapkasına benzemişti. Bizim kattan iki çocuk daha: Hugh Brennan ve Ashley Rice yanında oturuyordu. Hiçbiri dünyanın en eğlenceli cumartesi sabahını yaşıyora benzemiyordu, fakat beni görünce Ronnie'nin gözleri parladı.
"Pete Riley!" dedi. "Aradığım adamın ta kendisi! King oynamayı biliyor musun?"
"Evet," dedim. "Allah'tan ki derslerime çalışmayı da biliyorum." Jeoloji kitabımı yükseğe kaldırıp gösterirken, bir şeyler yapmak istersem ikinci kat salonuna inmem gerektiğini düşünüyordum. Çünkü Ronnie hiç susmak bilmezdi. Ağzında motor mu vardı neydi, Ronnie Malenfant'ın susması olanaksızdı.
"Haydi, gel," diye kandırmaya çalıştı. "Puanını beş cent'e oynuyoruz, şu iki herif dersen, onlar King'i tıpkı ihtiyarların sevişmesi gibi oynuyorlar."
Hugh ile Ashley, övülmüş gibi aptal aptal sırıttılar. Ronnie'nin haberi öylesine çiğ ve açık saçık, dahası öylesine zehirliydi ki, çoğu onları şaka, hatta belki örtülü övgü olarak kabulleniyordu. Ama kesinlikle öyle değildi. Ronnie ağzından çıkan her kötü lafı kasıtlı söylüyordu.
"Ronnie, benim salıya bir sınavım var, bu geosiklin konusunu ise zerrece anlamıyorum."
Ronnie, "Geosiklin'in içine yapayım," dedi. Ashley, Rice yine kıkırdadı. "Bugünün kalan kısmı, yarın bütün gün ve pazartesi günü sabahtan akşama kadar geo-lanet olası- siklin'ine bol bol yeter."
"Pazartesi günü derslerim var, yarın ise Skip'le ben Oldtown'a gidecektik. Metodist Kilisesi'nde müzikli bir toplantı var."
"Kes, kirli kulaklarıma acı ve o folk pisliğinden söz etme bana. Michael istediğini yapsın, tamam mı? Sen beni dinle, Pete..."
"Ronnie, ben..."
"Siz iki salak burada kalın." Ronnie, Ashley'le Hugh'a kötü kötü baktı, ikisi de tartışmadılar. Onlar da herhalde bizler gibi on sekiz yaşındaydılar, ama koleje giden herhangi bir kimse, her eylül ayında okula, özellikle kırsal kesimden çok genç on sekizliklerin geldiğini söyleyecektir. Ronnie o gençlerin üzerinde etkili oluyordu. Gençler ona hayranlık duyuyorlardı. Ronnie onların yemek kuponlarını ödünç alıyor, duşta havlularını kapıyor, onları (Ronnie'ye bakılırsa protesto toplantılarına Jaguar'ıyla gelen) Rahip Martin Luther Coon'un hedeflerini desteklemekle suçluyor, onlardan borç alıyor, herhangi bir kibrit istemine "Kıçımı yala, maymun suratlı!" türünden hakaretlerle karşılık veriyordu. Ama onlar Ronnie'yi bütün bunlara rağmen... Belki de bütün bunların yüzünden seviyorlardı. Öylesine kolej olduğu için seviyorlardı onu.
Ronnie gırtlağıma sarıldı ve benimle özel olarak konuşabilmek için koridora sürüklemeye çalıştı. Ben ona hayranlık duymadığım gibi, koltukaltlarından yayılan balta girmemiş orman kokusundan biraz tiksiniyordum. Parmaklarına sarılıp onları arkaya büktüm ve elini üzerimden çektim. "Yapma bunu, Ronnie."
"Ouv, ov, ov, peki, peki! Yalnız ne olur bir dakika dışarı gel, olmaz mı? Parmaklarımı da bırak, canımı yakıyorsun! Hem bu mastürbasyon yaparken kullandığım el! Tanrım!"
Son kez mastürbasyon yapmasından beri onu yıkayıp yıkamadığını merak ederek elini salıverdim, fakat Ronnie'nin beni koridora sürüklemesine karşı koymadım. Arkadaş burada beni kollarımdan kavradı ve gözlerini iri iri açarak büyük bir ciddiyetle konuştu.
"Bu herifler oynamasını bilmiyorlar," dedi soluk soluğa. "Birer plasentadan farkları yok, Petesky, ama oyunu seviyorlar. Gerçekten seviyorlar, biliyor musun? Ben sevmiyorum, ama onlardan farklı olarak oynamasını biliyorum. Ayrıca iflas durumundayım, oysa bu gece Hawck'da iki Bogart filmi gösteriliyor. Onlardan iki dolar sızdırabilirsem..»
"Bogart filmleri mi dedin? Bir tanesi Denizde İsyan olmasın?"
"Doğru. Bir tanesi Denizde İsyan, öbürü de Malta Şahini. Bogart'ın hit filmleri. O iki plasentadan iki dolar sızdırabilirsem ver elini sinema. Dört dolarlarını sızdırırsam, Franklin'den bir kısrak çağırır, onunla beraber giderim. Sonra her şey bizim için." Sözde romantik arkadaşımız Ronnie buydu işte. Onu Sam Spade olarak Malta Şahini'nde gözlerimin önünde canlandırdım. Mary Astoria öyle bir konuşması vardı ki. Düşüncesi sinüslerimin şişip burnumu tıkamasına yetti.
"Yalnız önemli bir sorun var, Pete. King'i üç kişi oynamak riskli. O bir tek kart için kaygılanırken kim hayal kurabilir ki?"
"Nasıl oynuyorsunuz? Oyun yüz puanda bitiyor, bütün kaybedenler de kazanana parayı ödüyor, öyle mi?"
"Evet. Sen de katılırsan kazancımın yarısını sana toka ederim. Ayrıca kaybettiklerinin yansını sana geri ödüyorum," Ronnie güneş gibi sıcak bir gülümseyişle bana baktı.
"Ya ben seni yenersem?"
Ronnie bir an şaşaladı, sonra daha da parlak gülümsedi. "Bu dünyada olmaz, tatlım. Ben iskambillerin cambazıyım."
Saatime, arkadan da Ashley'le Hugh'a baktım. Gerçekten de sıkı bir rakip olacağa benzemiyorlardı. "Bak, sana ne söyleyeceğim," dedim. "Yüz puanlık bir oyuna evet. Puan başına beş cent. Kimse kimseye bir şey iade etmiyor. Oynuyoruz, sonra ben çalışıyorum, böylece herkes güzel bir hafta sonu geçiriyor."
"Tamam." Salona döndüğümüzde Ronnie, "Seni severim, Pete, ama iş iştir, lisedeki homo erkek arkadaşların seni asla bu sabah benim yapacağım gibi düzmemişlerdir."
"Lisede benim homo arkadaşım yoktu," dedim. "Çoğu hafta sonlarımı Lewiston'a otostop yapıp senin kız kardeşini düzmekle geçirirdim."
Ronnie gülümseyerek oturdu ve bir iskambil destesini alıp kartları
Karıştırmaya koyuldu. "Onu iyi yetiştirmişim, değil mi?" dedi. Bayan Bualenfant'ın cici oğlundan daha fazla alçalamazdınız. Birçokları bunu denediler, ama bildiğim kadarıyla kimse doğru dürüst başaramadı.
6
Ronnie pis ağızlı bir bağnaz, maymun pisliği kokulu bir yalakaydı, ama Allah için kâğıt oynayabiliyordu. İddia ettiği gibi bir dâhi değildi belki, en azından büyük bölümü şansa bağlı King oyununda değildi, ama yine de iyiydi. Tam konsantre olduğu zaman oynanmış hemen hemen bütün kartları hatırlayabiliyordu... Sanırım, bu yüzden o ekstra kartlı üç oyunculu King oyununu sevmiyordu.
Yine de ben o ilk sabah hatırı sayılır bir başarı gösterdim. Hugh Brennan oynadığımız ilk oyunda yüzü aştığında benim Ronnie'nin yirmi sekizine karşın otuz üç puanım vardı. King oyununu son iki veya üç yıldır oynamamıştım, hele ilk kez parayla oynuyordum. Ve yirmi beş cent'in, bu beklenmedik eğlence için ödenecek küçük bir bedel olduğunu düşünüyordum. Oyun Ashley'e iki dolar ve elli cent'e mal olmuştu; şanssız Hugh ise üç dolar altmış sökülmek zorunda kaldı. Ronnie'nin bir randevunun bedelini kazandığı anlaşılıyordu, ancak kızın, onun istediği seks oyununa evet demek için gerçek bir Bogart hayranı olması gerekirdi. Hatta bir iyi geceler öpücüğü elde etmesi bile kolay olmayabilirdi.
Ronnie, taze bir ava bekçilik eden bir karga gibi şişiniyordu. "Sizin için üzüldüm," dedi. "Doors'un şarkısındaki gibi, erkekler bilmezler, ama küçük kızlar anlarlar."
"Sen hastasın, Ronnie," dedim.
Hugh, "Yine oynamak istiyorum," dedi. Sanırım, P.T. Barnum haklıymış, dakika başı Hugh gibi birinin doğduğu doğruymuş. "Paramı geri istiyorum."
Ronnie, paslı görünümlü dişlerini ortaya çıkaran bir gülümsemeyle, "Sana o şansı vermeye hazırım," dedi. Bana baktı. "Sen ne diyorsun arkadaş?"
Jeoloji kitabım arkadaki kanepede unutulmuştu. Çeyreğimi istiyor, onun yanı sıra cebimde şıngırdayacak birkaç kuruş daha arzuluyordum. Ama bundan da çok Ronnie Malenfant'a bir ders vermek niyetindeydim.
Ronnie kartlar masanın üstüne akarken, "Tanrım, bu oyunu ne kadar seviyorum!" diyerek kıkırdadı.
7
Beni asıl tutsak eden ikinci oyun oldu. Bu kez yüz puana hızla tırmanan Hugh yerine Ashley oldu. Bu yolda, Kahpe Kız'ı her fırsatta şanssız Ash'in kafasına fırlatan Ronnie'den yardım gördüğünü söylemeye gerek yok. O oyunda kız bana yalnız iki kere geldi, ilk defasında Ashley'i onunla bombardıman edebilecekken arka arkaya dört elde elimde tuttum. Sonra, kızın bana kalacağını düşünmeye başladığım sırada Ashley oyuna başlama hakkını Hugh Brennan'a kaptırdı, Hugh da vakit kaybetmeden bir karoyu oynadı. Bu takımdan kartım olmadığımı bilmesi gerekirdi, ama dünyadaki Hugh'lar o kadar az şey bilirler ki. Sanırım, işte o yüzden bu dünyadaki Ronnie'ler onlarla kart oynamayı severler. Eli Kahpe Kız'la tamamladım, burnumu tuttum ve Hugh'a bakarak klakson sesi çıkardım. Altmışlı yılların acayip eski günlerinde böyleydi.
Ronnie somurttu. "Niçin yaptın bunu? Bu boku saf dışı bırakabilirdin!" Bize boş boş bakan Ashley'i çenesiyle işaret etti.
"Evet, ama ben o kadar budala değilim." Skor kâğıdına parmağımla vurdum. Ronnie o vakte kadar otuz puan kaydetmişti; benim ise otuz dört puanım vardı. Öbür iki oyuncu bunun çok ilersindeydi. Sorun Ronnie'nin hedeflerinden hangisini kaybedeceği değil, oyunu oynamayı bilen iki kişiden hangisinin kazanacağıydı. "O Bogie filmlerini görmeye benim de bir itirazım yok, tatlım," dedim.
Ronnie hasta dişlerini gösteren bir sırıtışla karşılık verdi. O arada . seyirci kalabalığına oynuyordu. Belki yarım düzine seyirciyi yanımıza çekmiştik. Skip'le Nate de aralarındaydı.
Ronnie'nin durumu önceleri iyiydi. King'de eğer iyi düşük değerli kartlarınız varsa, güvendesiniz demektir. Seyircilere, "Riley hapı yuttu!" diye bildirdi.
Ben de öyle düşünüyordum, ama en azından Maça Kızı elimdeydi Bunu ona geçirebilirsem yine de kazanırdım. Belki Ronnie'den fazla şey koparamazdım, ama öbür ikisine kan kusturabilirdim. İkisi beş doları gözden çıkarsalar yeriydi. Ve sonunda Ronnie'nin yüzünün değiştiğini görecektim. En çok istediğim de buydu: yüzünden o şeytanca zevkin silindiğini görmek.
Son üç ele sıra gelmişti. Ashley kupa altılısını oynadı. Hugh beşliyi oynarken ben de üçlüyü oynadım. Dokuzluyu oynarken Ronnie'nin yüzündeki gülümseyişin silinmesine tanık oldum. Elimde sadece ispati valesiyle Maça Kızı kalmıştı. Ronnie'nin daha küçük bir ispatisi olursa ben Kahpe Kız'ı oynamak ve alaylarına katlanmak zorunda kalacaktım. Ama aksi halde...
Karo beşlisini oynadı. Hugh karo ikilisini oynadı. Ashley ise ne yaptığını bilmediğini anlatan boş bir gülümseyişle pas geçti.
Odaya derin bir sessizlik egemendi.
Böylece gülümseyerek Maça Kızı'nı öbür üç kartın üstüne atarak oyunu bitirdim. Oyun masasının etrafında herkesin soluğunu salıverdiği duyuldu. Başımı kaldırınca yarım düzine seyircinin bir düzine olduğunu gördüm. David Dearborn kapı aralığında kollarını çaprazlayarak durmuş, somurtkan bir yüzle bize bakıyordu. Arkasında koridorda biri daha vardı. Bir çift koltuk değneğine abanmış biri.
Dearie sanırım iyice eskimiş kurallar kitabını, Maine Üniversitesinde Yatakhane Kuralları'nın 1966-1967 sayısını iyice karıştırmış ve para karşılığında dahi olsa iskambil oynamaya karşı hiçbir kural olmadığını görünce düş kırıklığına uğramıştır. Ama inanın, onun hayal kırıklığı Ronnie'ninkinin yanında hiç kalırdı.
Bu dünyada efendice oyun kaybedenler de vardır, kederli, somurtkan, küstah veya ağlamaklı olanlar da. Bir de en berbat kaybedenler olabilir. Ronnie işte bunlardandı. Yanakları pembeleşti, sivilcelerinin etrafı ise morardı. Ağzı incecik bir çizgi halini almıştı. Çene oynatarak dudaklarını kemirdiğini görebiliyordum.
Dostları ilə paylaş: |