Skip, "Şu işe bakın," dedi. "Kimin boku yediğini görüyor musunuz?»
Ronnie, Skip'i de, odanın içinde benden başka herkesi de görmezlikten gelerek, "Niçin yaptın bunu?" diye bana çattı. "Bunu yapmana gerek var mıydı, koca sersem?"
Öfkesi beni o kadar mutlu etmişti ki. "Ne yapalım," dedim. "Vinç Lombardi'ye göre kazanmak her şey değil, tek şeydir. Sökül paraları Ronnie."
"Sen ibnenin tekisin," dedi. "Kahrolası bir homosun. O eli kim dağıttı?"
"Ashley," dedim. "Ve eğer mızıkçılık yaptığımı iddia edersen, yüksek sesle söyle. Söyle ki ayağa kalkıp şu masanın etrafını döneyim seni kaçmadan evvel yakalayıp pestilini çıkarabileyim."
Dearie, kapı aralığından lafa karıştı. "Benim katımda kimse kimsenin pestilini çıkaramaz!" Ancak, herkes onu duymamış gibi davrandı. Gözler Ronnie'yle benim üzerimdeydi.
Ronnie, "Sana mızıkçılık yaptın demedim, sadece o kartları kimin dağıttığını sordum," dedi. Kendini toparlamak için ne kadar büyük bir çaba harcadığını, ona indirdiğim darbeyi içine sindirmeye ve bu arada gülümsemeye çalıştığını görebiliyordum. Ama iri yeşil gözlerinde (O gözler Ronnie'nin biricik elle tutulur yeriydi.) öfke yaşları olduğu görülüyordu. Kulak memelerinin altında ise çenesinin köşeleri kalkıp iniyordu. Yüzünün yanlarında ikiz kalplerin atışını seyretmek gibi bir şeydi bu. "Kimin umurunda. Beni on puan geçtin, bu da elli cent demektir."
Okulda Skip gibi parlak bir atlet değildim -ders dışındaki biricik programlarım münazara ve koşuydu- ve hayatta hiç kimseye pestilini çıkaracağımı söylememiştim. Ronnie benim için iyi bir başlangıç olurdu ve Allah biliyor ya bunda samimiydim. Sanırım, herkes de biliyordu. Odada kuvvetli bir gençlik adrenalin havası esiyordu; kokusunu alıyor, hatta tadını hissedebiliyordunuz. Galiba beni biraz daha sıkmasını istiyordum. Böylesi, doğduğuna doğacağına onu pişman etmem için iyi bir bahane olurdu.
Masanın üstünde paralar belirdi. Yüzündeki somurtkan ifade daha da yoğunlaşan Dearie, masaya bir adım daha yaklaştı, ama bir şey demedi. Yani en azından bu konuda demedi. Bunun yerine odada bulunanlardan herhangi bir kimsenin kapısını kreme bulayıp bulamadığını ya da en azından bunu kimin yaptığını bilip bilmediğini sordu. Hepimiz dönüp ona baktık ve Dearie odaya girince Stoke Jones'un kapı aralığına gerilediğini gördük. Stoke koltuk değneklerine abanmış durumda pırıl pırıl gözleriyle hepimizi gözlüyordu.
Anlık bir sessizlikten sonra Skip, "Uykunda yürüyüp o işi kendin yapmadığına emin misin, David?" diye sordu. Bu sözlere kahkahalar karşılık verdi. Kızarma sırası şimdi Dearie'deydi. Renk boynunda başlayıp yanaklarına, oradan da alnına ve yassı saç biçiminin diplerine yayıldı. Homovari Beatle saç kesimleri kesinlikle Dearie'ye göre değildi.
Dearie, "Bir daha böyle bir şeyin olmamasını herkese duyurun," dedi. Farkına varmadan Bogart'ı taklit ederek, "Otoriteme karşı gelinmesine asla göz yummayacağım," diye ekledi.
Ronnie, "Kes sesini," diye mırıldandı. Kartları almış, üzüntüyle karıştırıyordu.
Dearie odanın içinde geniş üç adım attı, Ronnie'yi Kuzey Doğu Birleşik Amerika'nın seçme üniversitelerinin göstergesi olan gömleğinin omuzlarından kavrayarak hızla çekti. Ronnie, gömleğinin yırtılmaması için kendiliğinden ayağa kalktı. İyi gömleğinin sayısı fazla değildi; hiçbirimizin değildi.
"Bana ne söyledin, Malenfant?"
Ronnie etrafına bakındı ve bence hayatının en büyük kısmı süresince gördüğü şeyi gördü: yardımın ve sempatinin yokluğunu. Üstelik bunun nedeni hakkında hiçbir fikri yoktu.
"Bir şey söylemedim. O kadar paranoyak olma, Dearborn."
"Özür dile."
Ronnie, Dearie'nin pençesinden kurtulmak için çırpınıyordu. "Bir şey demedim ki. Demediğim bir şey için niçin özür dileyeyim ki?"
"Sen yine de özür dile. Sesinde gerçek bir pişmanlık duymak istiyorum."
Stoke Jones, "Kes şunu," dedi. "Hepinize söylüyorum. Kendinizi bir görseniz. Bu kadar salaklık olmaz."
Dearie ona şaşırarak baktı. Sanırım, hepimiz şaşırmıştık. Belki Stoke bile şaşırmıştı.
Skip, "Boş ver," dedi. "Ronnie, kendisi için garantili gördüğü bir oyunu kaybettiği için biraz bozuldu. Senin kahrolası kapına kremi bulayan değildir."
Ronnie'ye baktım. Birinin onu desteklemesi gibi ender bir deneyimi nasıl karşıladığını merak ediyordum. Bunun üzerine yeşil gözlerin de çok şey anlatan bir kıpırtı fark ettim. O an Dearie'nin kapısını benzetenin Ronnie olduğuna hemen hemen emin oldum. Tanıdıklarımın arasında ondan uygun başka kim vardı ki?
Dearie suçluluk anlatan o küçük göz kırpışa dikkat etmiş olsa eminim ki aynı sonuca varırdı. Ama o Skip'e bakıyordu. Skip ona sükunetle baktı, Dearie de (başkalarını değilse bile, kendi kendisini) kendi fikri olduğuna inandırabilmek için birkaç saniye sonra Ronnie'nin gömleğini bıraktı. Ronnie silkindi, omuzlarındaki kırışıkları eliyle düzeltti, sonra da bana borcunu ödeyebilmek için ceplerinde bozukluk aramaya girişti.
Ronnie, "Üzgünüm," dedi. "Hem de seni üzdüğümüz için çok, çok üzgünüm. O kadar üzgünüm ki kıçım sızlıyor.Tamam mı?"
Dearie arkaya doğru bir adım attı. Ben adrenalini hissedebilmiştim ve öyle sanıyorum ki, Dearie de kendi bulunduğu yöne doğru yayılan antipati dalgalarını aynı netlikle hissedebiliyordu. Çizgi filmlerdeki bodur bir ayıya benzeyen Ashley Rice bile Dearie'ye düşmanca bakıyordu. Nedenleri de bir değil birkaç taneydi. Bir: Dearie kat sorumlusuydu. iki: Katı, sevgili YSEG programının bir parçasıymış gibi yönetmeye çalışıyordu. Üç: İkinci sınıf öğrencilerinin birinci sınıf öğrencilerini tedirgin etmenin zorunlu görevleri olduğuna inandıkları bir zamanda lanet olası bir ikinci sınıf öğrencisiydi. İşte bu kadar, Dearie dostum.
Dearie, "Katımda daha fazla lise çocuğu maskaralıklarına göz yummayacağımı herkese duyurun," dedi. (ister inanın, ister inanmayın, katım demişti.) Günlerden cumartesi olduğu halde, Maine Üniversitesi eşofman üstüyle ütülü haki pantolonunun içinde kazık gibi duruyordu. "Burası bir lise değildi, beyler; burası Maine Üniversitesi'ndeki Chamberlain Hall'dur. Üniversiteli gençler gibi davranma zamanınız çoktan geldi."
1966'nın Gates Falls yıllığında oy birliğiyle Sınıf Soytarısı seçilmiş olmamın herhalde bir nedeni vardı. Topuklarımı birbirine vurup İngiliz stilinde bir selam çaktım. "Evet, Sir!" diye bağırdım. Seyircilerin arasında sinirli gülüşler oldu. Ronnie çirkin bir kahkaha atarken Skip sırıttı. Skip arkasından iki avucunu açıp kaşlarını kaldırarak omuzlarını silkti. Dearie'ye, "Görüyor musun? Bok gibi davranırsan, insanlar da sana o şekilde davranırlar," demek istiyordu sanki. Çoğu zaman sessizlik kelimelerden daha çok şey, anlatır.
Dearie de konuşmadan Skip'e, arkasından da bana baktı. Yüzünde bir anlam yoktu, bir ölünün yüzü olsa bu kadar olurdu, ama bir kez olsun soytarılık etmemiş olmayı isterdim. Ne yazık ki benim gibi doğuştan soytarılar, on vakanın dokuzunda daha beyin birinci vitese girmeden harekete geçerler. Şövalyelerin cesur oldukları eski günlerde belki pek çok saray soytarısı hayalarından baş aşağı asılmıştır. Morie Arthur'da böyle bir şeyden bahsedilmiyor, ama sanırım doğrudur. Her neyse, kendime az önce bir düşman yarattığımı biliyordum.
Dearie hemen hemen kusursuz bir daire çevirerek yürüyüp salondan çıktı. Ronnie'nin, ağzına ekşi bir tat bulaşmış gibi ekşittiği yüzü çirkin yüzünü bir kat daha çirkinleştirdi. Bir sahne melodramındaki kötü kişinin sırıtışıydı bu. Dearie'ye arkasından bir nanik yaptı. Hugh Brennan biraz kıkırdadı, ama kimse doğru dürüst gülmedi. Stoke Jones ise hepimizden tiksinmiş gibi ortadan kaybolmuştu.
Ronnie pırıl pırıl gözlerle etrafına bakındı. "Ben yine varım," dedi. "Puan başına beş cent'e kim oynamak istiyor?"
Skip, "Ben varım," dedi.
Jeoloji kitabımın bulunduğu yöne bir kez olsun bakmayarak, "Ben de oynayacağım," diye atıldım.
Kirby McClendon, "King mi oynayacağız?" diye sordu. Kattaki en uzun boylu çocuk, belki de bütün okulun en uzun boylularından biriydi ve en az iki metre on santimdi. Ayrıca, yaslı gibi gözüken uzun bir tazı suratı vardı. "Tabii. İyi seçim."
Ashley, "Ya biz?" diye cıyakladı.
"Evet!" dedi Hugh. Adeta cezalandırılmaya açtı.
Ronnie, "Bu masadaki üstün oyuncuların arasında size yer yok." Kendisinden beklenmeyen anlayışlı bir tavırla konuşmuştu. "Niçin kendiniz bir oyun başlatmıyorsunuz?" diye sordu.
Ashley'le Hugh da denileni yaptılar. Saat dörde gelirken salondaki bütün masalar üçüncü katın birinci sınıf öğrencileri tarafından işgal edilmişti. Bunlar, kitaplarını kütüphanenin kullanılmış kitaplar bölümünden satın alan ayak takımından burslu öğrencilerdi ve puan başına beş cent'e oynuyorlardı. Yatakhanemizde çılgın mevsim başlamıştı.
8
Cumartesi gecesi Holyoke'da kap kaçak görevlisi olduğum günlerden biriydi. Carol Gerber'e ilgi duymaya başladığım halde Brad Witherspoon'la yer değiştirmeye çalıştım. Pazar gününün sabah kahvaltısı Brad'indi ve o erken kalkmaktan en az Skip kadar nefret ediyordu Ama Brad teklifimi reddetti. Şimdi o da oynuyordu ve cebinden iki dolar gitmişti. Zararını karşılamaya can atıyordu. Bana sadece başını salladı ve masanın üstüne bir maça attı. "Kahpe Kız'ı avlamaya gidelim!" diye bağırırken biraz Ronnie Malenfant'a benzemişti. Ronnie'nin en sinsi yanlarından biri zayıf kişilerin kendisini taklit edilmeye değer bulmalarıydı.
Günün büyük bir kısmını geçirdiğim ilk masadaki yerimden kalktım. Yerim anında Kenny Auster adında bir genç tarafından dolduruldu. Yaklaşık dokuz dolar ilerdeydim. (Özellikle kârına ortak olmamam için Ronnie başka bir masaya geçmişti.) Bu yüzden kendimi iyi hissetmem gerekirdi, ama hissetmiyordum. Önemli olan para değildi, oyundu. Oynamaya devam etmek istiyordum.
Üzüntüyle koridorda yürüdüm, odaya göz attım ve Nate'e mutfak personeliyle erken yemek isteyip istemediğini sordum. O sadece başını salladı ve tarih kitabından başını kaldırmadan gitmemi işaret etti. İnsanlar altmışlı yıllardaki öğrenci hareketlerinden söz ettikleri vakit çocukların çoğunun o çılgın mevsimden Nate gibi geçip gittiklerini kendi kendime hatırlatmak zorundayım. Etraflarında tarih yaratılırken onlar gözlerini tarih kitaplarından ayırmamışlardı. Hoş, Nate ne tamamen habersizdi, ne de kendini tamamen bu tür ek hedeflere adamıştı. Birazdan göreceksiniz.
Soğuyan havaya karşı ceketimin fermuvarını çekerek yemekhaneye doğru yürüdüm. Saat dördü çeyrek geçiyordu. Yemekhane saat beşe kadar açılmadığı için, Bennet's Run'da buluşan yollar hemen hemen ıssızdı. Ama Stoke Jones oradaydı, koltuk değneklerine abanmış bir durumda yolun üstündeki bir şeyin üstünde yoğunlaşmıştı. Onu görünüme şaşırmamıştım; bir tür bedensel özürünüz olunca öbür öğrencilerden bir saat önce gelebilirdiniz. Bildiğim kadarıyla, özürlülere ayrılan tek ayrıcalık buydu. Bedensel açıdan hapı yuttuysanız, mutfaktaki personelle yemek durumundaydınız. Paltosunun arkasındaki o serçe izleri alacakaranlıkta çok belirgin ve siyah gözüküyordu.
Ona daha fazla yaklaşınca Sosyolojiye Giriş'e baktığını gördüm. kitabı Bennett's Yolu'nun soluk kırmızı tuğla zemininin üstüne düşürmüştü ve onu yere kapaklanmadan alabilmek için bir yöntem bulmaya çalışıyordu. Bir koltuk değneğinin ucuyla kitabı dürtüp duruyordu. Stoke'un iki, belki de üç koltuk değnek çifti vardı. Bunlar, bir dizi çelik halkayla ön kollarına oturmuştu. Onun, kitabı sağa sola itince "Rip-rip, rip-rip" diye homurdandığını duyabiliyordum. Koltuk değnekleriyle ileri atılırken "Rip-rip"inin çok kararlı bir tonu oluyordu. Ama o ton şu anda çaresizliğini dile getiriyordu. Stoke'la yeni tanıştığım sıralarda (Ronnie'nin birçok taklitçileri sömestrin sonunda ona bu adı yakıştırdılarsa da ben ona Rip-Rip demeyeceğim.) bir "Rip-rip"e ne kadar farklı nüanslar verebildiğini görerek şaşırmıştım. Bu, Navajo'ların bulut'un karşılığı olan kelimelerini kırk değişik şekilde söyleyebildiklerini keşfetmemden önceydi. Aslında pek çok şeyi keşfetmemden önceydi bu.
Benim yaklaştığımı duydu ve başını o kadar hızlı döndürdü ki, az daha düşüyordu. Onu yakalamak için hemen elimi uzattım. Kendini geri attı. Kalın bir kumaştan yapılmış paltosunun içinde adeta yüzüyordu.
"Bana yaklaşma!" diye hırladı. Onu itmemden korkmuş gibiydi. Zararsız biri olduğumu anlatmak ister gibi ellerimi kaldırdım ve yere eğildim. Bunun üzerine, "Kitabımdan çek ellerini!" diye bağırdı.
Bu uyarısına aldırmadım ve kitabı yerden aldığım gibi bir gazeteymişçesine koltuğunun altına sıkıştırdım.
"Senin yardımına ihtiyacım yok!"
Sert bir karşılık verecekken yanaklarındaki kırmızılığın etrafında ne kadar çok beyaz saçlarının da terden ne kadar çok ıslak olduğuna dikkat ettim. Kokusu -fazla zorlanmış transformatör kokusu- yine burnuma doldu. Onu aynı zamanda duyabildiğimi fark ettim; solukla hırıltılı ve balgamlı gibi bir sesi vardı. Stoke Jones revirin nerede olduğunu şimdiye kadar öğrenmemişse, pek yakında öğreneceğini hissediyordum.
"Seni taşımayı önermedim ki Allah aşkına." Zar zor gülümsemeyi başardım. Niçin gülümsemeyecektim sanki? Cebimde sabahleyin sahip olmadığım bir dokuz dolarım yok muydu? Chamberlain Üç'ün kriterlerine göre zengindim.
Jones bana o karanlık gözleriyle baktı. Dudakları gerildi. Ama bir an sonra başını eğdi. "Anladım. Teşekkür ederim." Sonra o tehlikeli hızla yokuşu tırmanmayı sürdürdü. Önceleri epeyce ilerimdeydi, ama sonra yolun dikliği onu zorlamaya başladığından yavaşladı. O balgamlı solukları daha gürültülü olmaya ve hızlanmaya başladı. Ona yetiştiğimde bunu rahatlıkla duydum.
"Niçin kendini zorluyorsun?" diye sordum.
Bana "hâlâ orada mısın" der gibi sinirli bir bakış fırlattı.
Kitabını işaret ettim. "Yine kayıyor."
Durup kitaba koltuğunun altında çekidüzen verdi, sonra dikkatini yine koltuk değneklerine çevirdi. Sinirli bir balıkçıl kuşu gibi sırtını kamburlaştırmıştı ve saçlarının kara perçemlerinin arasından bana ters ters bakıyordu. "Sen devam et," dedi. "Benim bir koruyucuya ihtiyacım yok."
Omuzlarımı silktim. "Seni korumaya çalışmıyordum, sadece yanımda bir arkadaş istedim."
"Ben kimseyi istemiyorum."
Dokuz dolarıma rağmen sinirlenerek yoluma devam ettim. Biz sınıf soytarıları arkadaş edinmeye o kadar düşkün değiliz -iki veya üç tanesi hayatımız boyunca bize yeter- ama dışlanmak da hiç hoşumuza gitmez. Hedefimiz, gülerek arkamızda bırakabileceğimiz bir yığın tanıdığa sahip olmak.
Arkamdan, "Riley," diye seslendiğini duydum.
Döndüm. Sonunda biraz yumuşamaya karar verdiğini zannetmiştim. Ne kadar yanılmışım.
"Jestten jeste fark vardır," dedi. "Kat sorumlusunun kapısına tıraş kremi bulamak, onu sevdiğini söylemenin başka bir yolunu bulamadığım için Küçük Susie'nin sınıftaki sırasına sümük sürmekten sadece bir adım ilerdedir."
Daha da fazla sinirlenerek, "Dearie'nin kapısına tıraş kremini bulayan ben değilim," dedim.
"Evet, ama bu işi yapan hergeleyle oyun oynuyorsun. Böylece bana güvenilirlik sağlıyorsun." İlk defa duyduğum bu kelimenin, yetmiş-,ve kokaine batmış seksenli yıllarda inanılmayacak kadar gevşek bir kariyeri olmuştu. Özellikle de politikada. Sanırım, güvenilirlik 1986'larda altmışlı yılların savaş protestocuları ve ırksal eşitliğin korkusuz savaşçıları paçoz bonoları keşfettikleri sırada utançtan ölmüştü. Jones birden sordu. "Niçin vaktini israf ediyorsun?"
Bu, beni sarsacak derecede tepeden inme bir soruydu, ama şimdi geriye baktıkça bana inanılmayacak kadar budalaca görünen bir yanıt verdim. "Benim israf edilecek bol vaktim var."
Jones benden daha iyi bir yanıt beklememiş gibi başını salladı. Yine yürümeye başladı ve her zamanki gibi başını eğerek, sırtını kamburlaştırıp terli saçlarını sallayarak ve kitabını kolunun altına sıkıştırmış olarak yanımdan geçti. Kitabın yine kolunun altından fırlayacağını tahmin ederek bekledim. Bu kez Jones'u koltuk değneğiyle mücadele etmekte serbest bırakacaktım.
Ama kitap düşmedi, Jones'un Holyoke'un kapısına varıp kurcalamasını, sonra da içeri dalmasını seyrettikten sonra kendi yoluma gittim. Tepsimi doldurduktan sonra Carol Gerber ve kap kaçak ekibinin diğer üyeleriyle oturdum. Böylelikle Stoke Jones'dan olabileceğim kadar uzak oluyordum ve bu da işime geliyordu. O ayrıca hatırladığım kadarıyla öbür özürlü çocuklardan da ayrı oturuyordu. Stoke Jones herkesin uzağındaydı. Koltuk değnekli bir Clint Eastwood.
9
Her zamanki 'müşteriler' saat beşte sökün etmeye başladılar. Beşi 6eyrek geçe kap kaçak ekibi vazife başındaydı ve bir saat süreyle aynı hızlı tempoyla çalıştılar. Yatılı öğrencilerin büyük bir kısmı hafta sonunu geçirmek için evlerine dönerler, ama geride kalanların hiçbiri yemek mönüsü fasulye, sosis ve mısır ekmeği olan cumartesi gece yemeğini kaçırmazlar. Tatlı Jell-O'ydu. Ovaların Sarayı'nda tatlı daima Jell-0 yani jöleydi. Ahçının keyfi yerinde olursa Jell-O'nun içinde küçük meyve parçaları bulunabiliyordu.
Carol çatal ve bıçaklarla meşguldü, ama kalabalık azalınca oradan çekildi. Kahkahadan kırılıyordu. Yanakları pancar gibi olmuştu Taşıyıcı kayışla gelen şey Skip'in eseriydi. Bunu o gece daha geç bir saate itiraf edecekti, ama ben görür görmez anlamıştım. Öğretim fakültesinde olan Skip'in yazgısı onu Dexter Lisesi'nde tarih öğretmenliği ve beysbol koçluğu yapmaya sürükleyecekti. Oysa elli dokuz yaşında fazla alkolün neden olduğu bir kalp krizi sonucunda düşüp ölecek olan bu arkadaşın güzel sanatlarla ilgili bir meslek seçmesi gerekirdi. Beş kuşaktır çiftçi olan bir aileden gelmese seçerdi de. Kalabalık ailesinin içinde (Skip bir gün dinlerinin İrlandalı Katolik olduğunu söylemişti.) üniversiteye gidenlerin ikincisi veya üçüncüsüydü. Kirk klanı ailenin içinde bir öğretmeni hayalinde canlandırabiliyordu, ama bir ressamı ya da heykeltıraşı asla. Skip de on sekiz yaşındayken onlardan farklı düşünemiyordu. Sadece içine girmeye çalıştığı deliğe pek uymadığını görebiliyor, bu da onu huzursuz ediyordu. Herkesin odasına girip longplay'lerini inceliyor, hemen herkesin müzik zevkini eleştiriyordu.
1969'da kim ve ne olduğu konusunda daha iyi bir fikri vardı. Papier machine’den • bir Vietnam'lı aile tablosu meydana getirdiği yıldı. Bu, Fogler Kütüphanesi'nin önündeki bir barış toplantısının sonunda ateşe verilmişti. Gençler ödünç alınmış amplifikatörler aracılığıyla "Get Together" şarkısını söylüyorlar, yarım günlük hippiler de bir av sonrasındaki kabile savaşçıları gibi tempo tutuyordu. Her şeyin kafamın içinde ne kadar karmakarışık olduğunu görüyorsunuz ya. Emin olduğum tek şey, okyanusun altındaki Atlantis'ti. Kâğıttan aile yandı, hippi protestocular, dans ederlerken "Napalm! Napalm! Gökten inen pislik!" diye şarkı söylüyorlardı. Bir süre sonra oradakiler birbirlerine öteberi atmaya başladılar. Önce yumurtalar, arkadan da taşlar yağmaya başladı.
1966 yılındaki o gecede Carol'u tabak çanak sırasından gülerek yutan bir papier machine aile değildi; Holyoke Yemekhanesi'nin fasulye Matterhorn'unun tepesinde duran çapkın bir sosisçiydi. Uygun bir yerinden kocaman bir sosis fışkırmıştı. Elinde küçük bir Maine Üniversitesi flaması vardı. Başının üstünde de mavi bir mendili birinci sınıf kepine benzeyecek şekilde katlamıştı. Tepsinin önünde mısır ekmeği kırıntılarıyla DAHA FAZLA MAINE FASULYESİ YİYİN mesajı yazılıydı!
Saray'da, tabak çanak sırasının başında geçirdiğim süre boyunca pek çok yenilebilir sanat eseri karşıma çıkmıştır, ama bunun, hepsinin şampiyonu olduğunu düşünüyorum. Stoke Jones herhalde buna da zaman kaybı diyebilirdi, ama bu kez yanılıyordu. Otuzu aşkın yıl sonra sizi hâlâ güldürebilecek güçte bir şey kesinlikle zaman kaybı olamaz. Ve ben böyle bir şeyin ölümsüzlüğe çok yakın olduğunu düşünüyorum.
10
Saat altı buçukta kartımı bastıktan sonra elimde son bir çöp torbasıyla mutfağın arkasında kira payı indim ve çöpü orada dizili dört konteynırdan birinin içine attım.
Arkama dönünce Carol Gerber'le iki çocuğun binanın köşesinde sigara içtiklerini ve ayın gökte yükselişini seyrettiklerini gördüm. Öbür iki kişi ben yaklaşırken uzaklaştılar. Ben bu arada Pall Mall pakedimi ceketimin cebinden çıkardım.
Carol, "Hey Pete, daha fazla Maine fasulyesi ye," deyip güldü.
"Evet." Kendime bir sigara yaktım. Sonra fazla düşünmeden, "Bu gece Hauck'da iki Bogart filmi gösteriliyor. Saat yedide başlıyor. Oraya kadar yürümek için vaktimiz var. Gitmek ister misin?" dedim.
Carol yanıt vermeden sigarasından bir nefes çekti, ama hâlâ gülümsediği için evet diyeceğini anladım. Daha önce bütün istediğim üçüncü kat salonuna dönüp King oynamaktı. Ama şimdi, oyundan uzaklaşınca, oyun artık önemini kaybetmişti. Ronnie Malefant'ın pestilini çıkaracağımı mı söylemiştim? Galiba söylemiştim -o anın anısı beleğimde yeterince netti- ama şimdi, serin havada Carol'un yanında dururken bunun nedenini anlamak benim için zordu.
Carol sonunda, "Yaşadığım kentte bir erkek arkadaşım var," dedi.
"Yani bu yanıtın hayır mı demek?"
Genç kız dudaklarının köşelerindeki küçük gülümseyişle "hayır" der gibi başını salladı. Sigarasının dumanı yüzünün etrafında sürükleniyordu. Kızların tabak çanak kuyruğunda takmak zorunda oldukları fileden kurtulmuş olan saçları alnının üstünde uçuşuyordu. "Bu bilgilendirme olur... Mahkûm şovunu anımsıyor musun? 'Altı numara... Biz bilgi istiyoruz.'"
"Benim de geldiğim kentte bir kız arkadaşım var. Bu da bilgilendirme," dedim.
"Benim bir başka işim daha var. Bir kıza matematik dersi veriyorum Bu gece o kıza bir saat yardım edeceğime söz verdim. Kalkülüs dersi. Ama başaracağından umudum yok. Zaten sızlanıp duruyor. Ücretim ise saatte altı dolar." Carol güldü. "Ne kadar güzel değil mi, hiç durmadan bilgi alışverişi yapıyoruz."
"Ama bu Bogie açısından pek avantajlı değil," dedim. Kaygılı değildim. Bogie'yi seyredeceğimizi biliyordum. Geleceğimizde bir romans umudu olduğunu da biliyordum. Bu bana garip bir hafiflik hissi duyuruyordu.
Carol, "Esther'e Hauck'dan telefon açıp dersinin dokuz yerine onda olacağını söyleyebilirim," dedi. "Esther üzücü bir olay. Hiç dışarı çıkmıyor. En çok yaptığı şey, başında bigudilerle oturup kolejin ne kadar zor olduğuna dair eve mektuplar yazmak. En azından ilk filmi görebiliriz."
"Bu hoşuma gitti," dedim.
Hauck'a doğru yürümeye başladık. Bunlar çok iyi günlerdi; bir bebek bakıcısı tutmanıza, köpeği dışarı çıkarmanıza, kediyi doyurmanıza ve hırsız alarmını kurmanıza gerek yoktu. Sadece gidiyordunuz.
Carol biraz sonra, "Bu randevu gibi bir şey mi?" diye sordu.
"Sanırım, olabilir." O sırada Doğu Annex'inin yanından geçiyorduk ve başka çocuklar yolları dolduruyor, toplantı salonunun yolunu tutuyorlardı.
Carol, "Bu iyi," dedi. "Çünkü para çantamı odamda bıraktım. Kendi paramı ödeyebilecek durumda değilim."
"Üzülme, zenginim. Bugün kumarda iyi para kazandım."
"Poker mi oynadınız?"
"Hayır, King oynadık. Oyunu biliyor musun?"
"Alay mı ediyorsun? On iki yaşımda olduğum yılın yazını George Gölü'ndeki Winiwinaia Kampı'nda geçirmiştim. YMCA kampıydı, annem yoksul çocukların kampı diyordu. Hemen her gün yağmur yağdı, bizim bütün yaptığımız da King oynamak ve Kahpe Kız'ı avlamak oldu." Kızın gözleri dalmıştı; geçmişteki anılar, tıpkı karanlıkta ayaklara değen bir pabuç gibi takılınca böyle olur. "Siyahlı kadını bulun. Cherchezla femme en noir."
"Evet, oyun işte bu," derken o an kız için orada olmadığımı biliyordum. Sonra dönüp bana gülümsedi ve kot pantolonunun cebinden sigaralarını çıkardı. O sıralar çok sigara içiyorduk. Hepimiz içiyorduk. O sıralarda hastane bekleme odalarında da sigara içebilirdiniz. Sonraları kızıma bunu söylediğimde önce bana inanmadı.
Ben de kendi sigaralarımı çıkardım ve ikimize de birer tane yaktım, ikimizin Zippo'nun alevinde bakışmamız hoş bir şeydi. Belki bir öpücük kadar tatlı değildi, ama hoştu. İçimde o hafifliği, o yükseliş duygusunu yine hissettim. Bazen görüşünüz genişler ve umutla dolar. Bazen köşelerin öbür yanını gördüğünüzü düşünürsünüz, bazen görebilirsiniz de. Bunlar güzel anlardır. Çakmağımı söndürdüm ve sigaralarımızı içerek yürümeye devam ettik. Ellerimiz birbirine yakındı, ama pek değmiyordu.
Carol, "Ne kadar paradan söz ediyoruz?" diye sordu. "Kaliforniya'ya kaçmaya yeter mi, yoksa o kadar çok değil mi?"
"Dokuz dolar."
Carol gülerek elimi tuttu. "Bizimkisi pekâlâ bir randevu," dedi. "Bana patlamış mısır da alabilirsin."
"Tamam. Önce hangi filmi göreceğimiz senin için önemli mi?"
Dostları ilə paylaş: |