"Bak, Goldwater etiketini arabamdan söktüm, değil mi?" Bu sözlerim kendi kulaklarıma bile aptalca göründü.
Carol bir yanıt vermedi.
"Ne zaman gidiyorsun?" diye sordum.
"Yarın öğleden sonra. New York'a giden saat dört otobüsüne bilet aldırdım. Harwich durağı kapımıza sadece üç blok uzaklıkta."
"Derry'den mi yola çıkıyorsun?"
"Evet."
"Seni arabayla otogara götürebilir miyim? Saat üçte seni yatakhanenin önünden alabilirim."
Carol önce düşündü, sonra olur gibi başını eğdi. Ama gözlerinde gölgeli bir bakış olduğunu fark ettim. Gözleri daima açık ve dürüst bakışlı olduğu için fark edilmeyecek gibi değildi, "iyi olur," dedi. "Sana yalan söylememişim, değil mi? Aramızdakilerin geçici olabileceğini sana söylemiştim."
İçimi çektim. "Doğru." Ne var ki bu, umduğumdan da geçici olmuştu.
"Şimdi gelelim Altı Numara'ya. Bilgilendirilmek istiyoruz."
"Bekleyedur." İçinden hâlâ ağlamak gelirken, Tutuklu'daki Patrick McGoohan gibi katı gözükmek zordu, ama elimden geleni yaptım.
"Lütfen dersem de mi?" Carol elimi alıp hırkasının içine soktu ve sol göğsünün üstüne götürdü. Yarı baygın durumdayken anında canlandım.
"Peki..."
"O işi yaptın mı? Yani sonuna kadar gidip her şeyi yaptın mı? Senden istediğim bilgi bu."
Durakladım. Çoğu gençlerin yanıtlamakta zorlandıkları soruydu bu. Ve çoğu kez yalan söylerler. Ama ben Carol'a yalan söylemek istemiyordum. "Hayır, yapmadım."
Carol külodunu yavaşça üstünden sıyırdı ve onu arka koltuğun üstüne attı, sonra ellerini ensemde kenetledi. "Ben yaptım," dedi. "İki kere Sully ile, ancak bu işte pek iyi olduğunu söyleyemem... Ne de olsa üniversiteye gitmemişti o. Ama sen gittin."
Ağzımın kuruduğunu hissettiysem de bu benim kuruntum olmalıydı Çünkü öpüştüğümüzde ağızlarımız yaştı. Dillerimiz, dudaklarımız birbirine karıştı. Konuşabilecek duruma gelince, "Üniversite eğitimimi paylaşmak için elimden geleni yapacağım," dedim.
Carol kemerimin tokasını sökerken, "Radyoyu aç," dedi. "Romantik eski parçaları seviyorum."
Bunun üzerine radyoyu açtım ve onu öptüm, o da parmaklarımı orasına götürdü. Orası çok sıcaktı. Çok sıcak ve çok sıkı. Dudaklarıyla tenimi gıdıklayarak, "Yavaş," diye fısıldadı. "Sebzelerinin hepsini teker teker ye, ancak o zaman belki tadına hak kazanabilirsin."
Jackie Wilson, Lonely Teardrops'u söylüyor ve ben yavaş hareket ediyordum. Roy Orbison Only the Lonely'yi söylüyor ve ben yavaş hareket ediyordum. Derken Carol inlemeye başladı. Artık ensemde olan parmakları değildi, tırnakları cildime saplanıyordu. Derken kalçalarını kısa vuruşlarla hareket ettirmeye başladı. Radyoda The Platters Twilight Time'ı söylerken ben yavaş olamıyordum. Carol mırıldanıyor, "Tanrım,", "Aman Tanrım," diye inliyordu. Dudakları, ağzımın, çenemin üstünde dolaşıyordu. Sanki çıldırmıştı. Altımızdaki koltuğun gıcırdadığını duyabiliyor, sigara dumanı burnuma doluyor, dikiz aynasından sarkan çam deposunu görüyordum. Bu arada ben de inlemeye başlamıştım. Yine The Platters söylüyordu. Ani bir kendinden geçiş duygusunun etkisiyle gözlerimi kapadım. Onu gözlerim kapalı tutuyordum. Ona bu şekilde sahip oldum. Ayakkabımın ökçesi sürücü tarafındaki kapıyı belli bir ritmle döverken bunu ölecek olsam bile, ölüyor olsam bile yapabileceğimi düşünüyordum. Bu da bir bilgilendirilmeydi. Kendinden geçiş sürüyor, kartlar düştükçe düşüyor, dünya bir tek darbeyi bile kaçırmıyordu, kız saklanıyordu, kız bulunuyordu ve bütün bunlar bilgiydi.
25
Ertesi sabah jeoloji öğretmenimle kısa bir görüşmem oldu. Öğretmen bana "tehlikeli bir duruma yaklaştığımı" haber verdi. Bu tam anlamıyla yeni bir bilgilendirilme değil, Altı Numara, diye düşündüm. Bun ona söylemek aklımdan geçti, ama söylemedim. Dünya bu sabah bana farklı görünüyordu, hem daha iyi, hem de daha kötü.
Chamberlain'e dönünce Nate'in evine gitmek üzere hazırlandığını gördüm. Bir elinde tuttuğu bavulunun üstüne WASHINGTON TEPESİNE TIRMANDIM diyen bir etiket yapıştırılmıştı. Kirli giysilerle dolu kalın bir kumaş torbayı omzuna atmıştı. Nate şimdi bana, başka her şey gibi farklı görünüyordu.
Bir yandan dolabımı açıp içindeki pantolon ve gömlekleri rastgele çekmeye başlarken bir yandan da, "Şükran Günü'n kutlu olsun, Nate," dedim: "Bol bol ye, iç. Fazla sıskasın."
"Yiyeceğim. Kızılcık sosu gözümde tütüyor. Buradaki ilk haftamda evin özlemiyle yanıp tutuşurken annemin sosundan başka bir şey düşünemiyordum."
Kendi bavulumu hazırlarken Carol'u Derry'deki otogara götürdükten sonra yoluma devam edebileceğimi düşünüyordum. 136 numaralı otoyolda trafik fazla yoğun olmazsa hava kararmadan evde olabilirdim. Hatta belki Sabbatus Sokağı'ndan eve yollanmadan önce Frank'in büfesine uğrayıp bir şalgam suyu bile yuvarlayabildim. Buradan; Chamberlain Hall'la Holyoke Yemekhanesi'nden, bütün kahrolası üniversiteden uzaklaşmak birdenbire ilk önceliğim olmuştu. Carol bir gece önce arabada, "Senin kafan karışık, Pete. Ne istediğini ya da ne düşündüğünü bilmiyorsun ve o kartlarla vaktini ziyan ettiğin sürece de bilmeyeceksin," demişti.
İşte bu, kartlardan uzaklaşmam için bir fırsattı. Carol'un gideceğini bilmek beni üzüyordu, ama o sırada aklımı meşgul edenin bu olduğunu söylemek yalan olurdu. Öncelikli düşüncem üçüncü kat salonundan uzaklaşmaktı. Kahpe Kız'dan uzaklaşmaktı. "Bu aralık ayında okuldan atılırsan, gelecek aralık ayında balta girmemiş ormanda olman mümkün" Skip'in de dediği gibi, aramızdaki bağlantıyı kaybetmeyelim, bebek.
Bavulumu kapatıp etrafıma bakınınca, Nate'in hâlâ kapı aralığında durduğunu gördüm. Şaşkınlıktan küçük bir çığlık attım. Banquo'nun et olası hayaletiyle karşılaşmak gibi bir şeydi, bu. "Haydi, yok ol savul buradan," dedim. "Zaman ve gelgit kimseyi, hatta bir dişçi adayını bile beklemez." Nate orada durmuş, bana bakıyordu. "Atılacaksın," dedi. Nate'le Carol'un ne çok birbirlerine benzediklerini bir kere daha düşündüm, sanki aynı paranın yazı ve tura yüzleri gibiydiler. Gülümsemeye çalıştım, ama Nate gülümsememi karşılıksız bıraktı. Yüzü beyaz, ufak ve üzüntülüydü. Tam bir Yankee yüzü. Güneşte bronzlaşmak yerine kötü yanan, giyim anlayışı dar bir kravat takmayı ve bol bol Vitalis sürünmeyi içeren, üç yıldır dışkılamamış izlenimi uyandıran sıska bir delikanlı görürseniz, bu delikanlının New Hampshire'daki White Nehri'nin kuzeyinde doğmuş ve büyümüş olması mümkündür. Ölüm yatağında ise son sözlerinin "kızılcık sosu" olması da öyle. "Beni merak etme, Natie. İşlerim yolunda," dedim. "Atılacaksın," diye yineledi. Yanaklarını bir tuğla kızıllığı kaplıyordu. "Sen ve Skip tanıdığım en garip gençlersiniz," diye devam etti. "Lisede sizin gibisi yoktu çocuklar, en azından benim lisemde, ama atılacaksınız ve bu öyle aptalca bir şey ki."
"Atılmayacağım," dedim. Ama bir gece öncesinden beri atılabileceğim fikrini kabul ettiğime göre, tehlikeli bir duruma yaklaşmıyordum, oradaydım. "Skip de atılmıyor. Her şey kontrol altında," dedim.
"Dünyada kıyamet kopuyor, siz ikiniz ise King yüzünden okuldan atılıyorsunuz! Aptalın aptalı bir kart oyunu yüzünden!" Benim bir şey söylememe vakit bırakmadan gitti ve hindiyle annesinin kızılcık sosumun keyfine varmak için evinin yolunu tuttu. Belki Cindy ile küçük seks oyunları da bekliyordu onu. Niçin olmasın? Şükran Günü'ydü.
26
Yıldız falımı okumam, ender olarak X Dosyaları'nı seyretmişimdir, ama yine de arada sırada gelecekle ilgili sezişlerde bulunduğumuza inanıyorum. O öğleden sonra ağabeyimin eski steyşınıyla Franklin Hall'un önünde durduğumda bu benim de başıma geldi: Carol gitmişti.
İçeri girdim. Genelde sekiz veya dokuz ziyaretçinin plastik sandalyelerde oturup bekledikleri lobi garip biçimde boş gözüküyordu. İki üniformalı bir temizlik işçisi makine halısını elektrikli süpürgeyle temizliyordu. Resepsiyondaki kız McCalI's dergisini okuyor ve radyo dinliyordu. Mysterians, Ağla ağla ağla, bebek, 96 Gözyaşı'nı söylüyordu.
"Pete Riley, Carol Gerber'i bekliyor. Odasını arayabilir misin? " dedim.
Kız başını kaldırıp dergiyi elinden bıraktı ve bana anlayış dolu, tatlı bir gülümseyiş yöneltti. Size, "Çok üzgünüm, tümörünüzün ameliyatla alınması mümkün değil. Hazırlanmanızda yarar var," diyen bir doktorun bakışıydı bu. "Carol erken yola çıkmak zorunda olduğunu söyledi Derry'ye Kara Ayı servisiyle gitti. Ama sizin uğrayacağınızı söyleyerek bunu vermemi istedi."
Böyle diyerek üstünde adım yazılı bir zarfı bana uzattı. Ona teşekkür edip elimde zarfla Franklin'den çıktım. Patikayı aşarak kısa bir an arabamın yanında durdum; ünlü Ovaların Sarayı ve seksi sosisli adamın yurdu Holyoke'a baktım. Aşağısındaki Bennett's Run'da rüzgâr yaprakları hışırdatarak havalandırıyordu. Parlak renkleri silinmiş, geride yalnız kasım ayının koyu kahverengisi kalmıştı. Şükran Günü'nün bir gün öncesi, New England'da kışın eşiğiydi. Dünya baştan başa rüzgâr ve soğuk bir güneşten ibaretti. Yine ağlamaya başlamıştım. Yanaklarımdaki sıcaklıktan anlıyordum. 96 Gözyaşı, bebek; ağla ağla ağla.
Bir gece önce bekâretimi kaybettiğim arabaya bindim ve zarfı açtım. İçinde bir tek kâğıt vardı. Shakespeare'e bakılırsa, kısa konuşmak esprinin ruhuymuş. Eğer bu doğruysa, Carol'un mektubu esprinin ta kendisiydi.
Sevgili Pete,
Dün gecenin vedamız olması gerektiğini düşünüyorum, başka ne daha iyi olabilirdi? Sana okula mektup yazabilirim ya da yazmayabilirim, şu anda kafam o kadar karışık ki bilmiyorum. (Hey, fikrimi değiştirip geri bile dönebilirim!) Ama bağlantıyı benim kurmama izin ver, olmaz mı? Beni sevdiğini söyledin. Eğer seviyorsan, bırak ben seni arayayım. Söz veriyorum, arayacağım.
Carol
Not 1: Dün gece hayatta yaşadığım en tatlı olaydı. Eğer daha da iyi olursa, insanın nasıl dayanabileceğine aklım ermiyor.
Not 2: O aptal kart oyunundan uzak dur.
Dün gecenin hayatta yaşadığı en tatlı olay olduğunu söylemiş, ama notunun altında sevgiden söz etmemiş, sadece imzasını atmıştı. Ama, "Eğer daha iyi olursa, insanın nasıl dayanabileceğine aklım ermiyor," demişti. Ne demek istediğini biliyordum. Uzanıp koltukta yattığı yere dokundum. Birlikte yattığımız yere dokundum.
"Radyoyu aç, Pete. Romantik eski parçaları seviyorum. Saatime baktım. Yatakhaneye erken gelmiştim (Belki de yarı bilinçli önsezi işliyordu.) ve saat şimdi henüz üçü geçiyordu. Carol, Connecticut'a hareket etmeden önce kolaylıkla gara yetişebilirdim... Ama yapmayacaktım. Carol haklıydı, eski steyşınımda en parlak biçimde vedalaşmıştık. Daha fazlası bir basamak aşağısı olurdu. Olsa olsa aynı şeyleri tekrarlayarak ya da tartışarak bir gece öncesini berbat ederdik.
Bilgilendirilmek istiyoruz.
Evet. Ve istediğimiz bilgiyi almıştık. Allah biliyor ya, gerçekten almıştık.
Mektubu katlayıp kot pantolonumun arka cebine soktum ve Gates Falls'a doğru yola çıktım. Gözlerim önceleri buğulandığından sürekli ovuşturmak zorunda kaldım. Ama sonra radyoyu açtım ve müzik dünyaya farklı bir gözle bakmamı sağladı. Müzik üzerimde hep bu etkiyi yapardı. Yaşım şimdilerde elliyi geçse de müzik otomatik olarak bana hâlâ dünyayı daha güzel gösteriyor.
27
Yaklaşık beş buçukta Gates'e vardım, Frank'in büfesinin önünden geçerken yavaşladım, ama sonra yoluma devam ettim. Bir an önce eve dönmek bana Frank Parmeleau'yla dedikodu etmekten daha çekici geliyordu. Annem beni fazla sıska, saçlarımı ise fazla uzun bulup "tıraş bıçağına yeterince yakın durmadığımı" söyleyerek karşıladı. Sonra salıncaklı koltuğuna çökerek hayırsız oğlu döndüğü için ağladı. Babam yanağıma öpücük kondurarak tek koluyla kucakladı, sonra annemin kırmızı çayından bir bardak doldurmak için ayaklarını sürüyen buzdolabına yürüdü. Eski kahverengi kazağının yakasından dışarı uzanan kafası meraklı bir kaplumbağanın kafasını hatırlatıyordu.
Biz -yani annemle ben - görme yeteneğinin sadece yüzde yirmisinin, belki de biraz daha fazlasının kaldığını düşünüyorduk. Çok ender konuştuğu için bunu kesin bilmek zordu. Onu bu hale getiren, iki kat yüksekten düştüğü bir işyeri kazası olmuştu. Yüzünün sol yanında ve sırtında yara izleri vardı. Kafatasının bir parçasının içeri çöktüğü yerde bir daha saçları uzamamıştı. Kaza, görme duyusunu önemli ölçüde azalttığı gibi, aklını da etkilemişti. Ama bir keresinde Gendron'un berber dükkânında sersemin birinin söyledikleri kadar aklı tamamen gitmemişti; bazılarının zannettikleri gibi dilsiz de değildi. On dokuz gün koma la kalmıştı. Uyandıktan sonra sessizleştiği ve aklının fena halde karışık olduğu doğru, ama başka zamanlar tamamen normaldi. Eve döndüğüm zaman beni öptüğüne ve tek kolla kuvvetle kucakladığına göre (Bu ben kendimi bildim bileli babamın kucaklama yöntemiydi.) yeterince normaldi. Babamı çok seviyordum... ve Ronnie Malenfant'la kart oynamakla geçen bir sömestrden sonra konuşmanın gereğinden fazla önemsenmiş bir yetenek olduğunu öğrenmiştim.
Bir süre oturarak onlara üniversiteyle ilgili hikâyelerimden bazılarını (tabii ki Kahpe Kız'ı kovalamayı değil) anlattım, sonra dışarı çıktım. Alacakaranlıkta bir süre dökülmüş yaprakları taradım -akşam ayazı bana iyi gelmişti- gelen geçen komşulara elimi salladım, akşam yemeğinde de annemin hamburgerlerinden üç tane yedim. Yemekten sonra annem kiliseye gideceğini söyledi. Kasabanın yardımsever hanımları orada evlerinden çıkamayacak durumda olanlar için Şükran Günü yemekleri hazırlayacaklardı. Annem, evdeki ilk akşamımı bir grup yaşlı tavukla geçirmek istemeyeceğimi düşünüyordu, ama istersem beni tavukların şölenine buyur edebileceklerini söyledi. Ona teşekkür ettim ve Annmarie'ye telefon etmeyi tercih edeceğimi söyledim.
Annem, "Bu beni neden şaşırtmıyor?" diyerek evden çıktı. Arabanın çalıştırıldığını duyduktan sonra isteksizce telefona yürüdüm ve Annmarie Soucie'nin numarasını çevirdim. Bir saat sonra babasının pikap arabasıyla çıkageldi. Saçlarını omuzlarına dökmüş, dudaklarına pırıl pırıl bir ruj sürmüştü. Gülümsüyordu. Ama gülümsemesinin uzun sürmediğini tahmin edebilirsiniz. Geldikten on beş dakika sonra Annmarie evden ve hayatımdan çıkıyordu. Görüşürüz bebek. Woodstock zamanı sırasında Lewiston'dan bir sigorta şirketi temsilcisiyle evlenerek Annmarie Jalbert oldu. Üç çocukları var ve hâlâ evliler. Bu da iyi, değil mi? Olmasa bile tipik Amerikan hayatı olduğunu itiraf edin.
Mutfak lavabosunun yukarsındaki pencereden Bay Soucie'nin Kamyonet lambalarının yolun öbür ucunda gözden kayboluşunu seyrettim. Kendi kendimden utanıyordum. Gözleri nasıl da irileşmiş, gülümseyişi silinmiş ve titremeye başlamıştı. Ne var ki aynı zamanda çok mutluydum ve ferahlamıştım. Fred Astaire gibi duvarların üstünde ve tavanda dans edebilecek kadar hafif hissediyordum kendimi.
Birden arkamda sürünür gibi ayak sesleri duydum. Dönünce babamın ayaklarında terlikleriyle muşambanın üstünde ağır kaplumbağa yürüyüşüyle yaklaştığını gördüm. Bir elini önünde ileri uzatarak yürüyordu. Elinin derisi gevşek büyük bir eldivene benzemeye başlamıştı.
Laf olsun diye konuşur gibi kayıtsız bir sesle, "Demin genç bir bayanın genç bir beye kahrolası ayı, diye bağırdığını duydum. Yoksa yanılıyor muyum?" dedi.
"Evet," dedim. Ben de ayaklarımı sürüdüm. "Doğru duymuşsunuz."
Babam buzdolabını açtı. El yordamıyla arandı ve kırmızı çay sürahisini içinden çıkardı. Çayını şekersiz içiyordu. Benim de aynı şekilde içtiğim olmuştur, ancak hiçbir tadı olmadığını söyleyebilirim. Benim teorime göre, babam buzdolabındaki en parlak renkli cisim ve ne olduğunu bildiği için daima kırmızı çaya el atıyordu.
"Soucie'lerin kızıydı, değil mi?"
"Evet, baba. Annmarie."
"Bütün Soucie'ler öfkelidirler. Kapıyı çarptı, değil mi?"
Gülümsüyordum. O zavallı eski kapının camının hâlâ yerinde kalfası bir mucizeydi. "Evet, sanırım çarptı," dedim.
"Onu üniversitedeki daha yeni bir modelle değiştirdin, değil mi?"
Bu oldukça karmaşık bir soruydu. En basit ve belki de en doğru yanıt, değiştirmediğimdi. Verdiğim yanıt da bu oldu.
Babam başını salladı, buzdolabının yanındaki dolaptan en büyük bardağı çıkararak çayı tezgâhın ve ayaklarının üstüne dökmeye ha2 landı.
"Yardım edeyim," dedim. "Tamam mı?"
Babam yanıt vermese de kenara çekilerek bardağa çayı koymama izin verdi. Dörtte üç oranında dolu bardağı ellerine tutuşturdum sürahiyi de tekrar buzdolabına koydum.
"Çay iyi mi, baba?"
Ses yok. Babam orada, iki eliyle tuttuğu bardakla tıpkı bir çocuğun yapacağı gibi duruyor ve çayı küçük yudumlarla içiyordu. Bekledim, yanıt vermeyeceğine kanaat getirince de gidip bavulumu koyduğum köşeden getirdim. Ders kitaplarımı giysilerimin üstüne atmıştım, onları çıkardım.
Babam, "Tatilin birinci gününde çalışacaksın ha," diyerek beni şaşırttı. Onun orada olduğunu bile unutmuştum.
"Bazı derslerde biraz geri kaldım da," dedim. "Oradaki öğretmenler lisedekilerden daha hızlı gidiyorlar."
"Üniversite," dedi. Araya bir sessizlik girdikten sonra ekledi. "Üniversiteye gidiyorsun."
Bu kulağıma soru gibi geldiğinden, "Evet, baba," diye yanıt verdim.
Kitaplarımla not defterlerimi sıraya koyduktan sonra bir süre daha orada durdu. Belki de beni seyrediyordu ya da sadece orada duruyordu. Emin olamıyordunuz. Sonunda, boynunu ileri uzatıp bir elini hafifçe kaldırarak kırmızı çay bardağını tuttuğu öbür elini de göğsüne yapıştırmış bir halde kapıya doğru ayaklarını sürdü. Kapının önünde durdu. Arkasına dönmeden, "O Soucie'lerin kızından kurtulman iyi oldu," dedi. "Bütün Soucie'ler huysuzdur. Huylarını maskeleyebilirler, ama huy huydur, değişmez, yerli yerinde kalır. Sen daha iyisini bulabilirsin."
Bardağını göğsüne sıkı sıkı yapıştırarak mutfaktan çıktı.
28
Ağabeyimle karısı New Gloucester'den gelene kadar kafamı patlatarak üç saat boyunca gerçekten çalıştım: Sosyolojideki eksiklerimin yarısını tamamladım ve jeolojinin kırk sayfasını ezberledim. Kendime kahve yapmak için çalışmama ara verdiğimde içimde hafif umut kıpırtıları hissetmeye başlıyordum. Belki feci derecede geri kalmıştım, ama durumum yüzde yüz umutsuz değildi. Kendimi havadaki topa kakmaktan vazgeçmeyen ve atlayışını iyi ayarlarsa topu tutabileceğini bilen bir dış saha oyuncusu gibi hissediyordum. Ben de bunu yapabilirdim.
Öyleyse ilerde üçüncü kat salonundan uzak kalabilirdim.
Güneş batmadan hiçbir yere gitmeyen ağabeyim saat onu çeyrek geçe arabasını evin önünde durdurdu. Gerçek vizon yakalı mantosunun içinde pek çekici görünen karısı ekmekli bir puding getirmişti. Dave'in elinde de fasulye piyazıyla dolu büyük bir kâse vardı. Yalnız ağabeyim Şükran Günü için başka bir kasabadan fasulye piyazı getirmeyi düşünebilirdi. 1966'da Maine ile New Hampshire'di yarım düzine şubesi olan küçük bir hamburger zincirinin muhasebeciliğini yapan altı yaş büyüğüm Dave iyi bir adamdır. 1996'da dükkânların sayısı seksene yükselmiş, ağabeyim de üç ortağıyla beraber şirketin sahibi olmuştu. Hiç değilse kâğıt üstünde üç milyon doların sahibidir ve şimdiye kadar üçlü bir bypas geçirmiştir. Yani her milyon için bir bypas denebilir.
Dave'le Katie'nin arkası sıra hastalar için Şükran Günü yemeği pişirmekten dönen annem geldi. Her iki oğlunu da evde görmenin heyecanı ve sevinci içindeydi. Şen konuşmalar yaptık. Babamız bir köşede oturup dinliyor, fakat söylenenlere hiçbir katkıda bulunmuyordu. Ama gülümsüyor, iri bebekli, garip gözleri Dave'le benim aramda gidip geliyordu. Sanırım, asıl seslerimize tepki veriyordu. Dave, Annmarie'nin nerede olduğunu soruyordu. Annmarie'yle benim işi bir süre oluruna bırakmaya karar verdiğimizi söyledim. Dave bunun ne demek olduğunu sormaya hazırlandı.
Gelgelelim sorusunu tamamlamasına vakit kalmadan annesiyle karısı "şimdi sırası değil, şimdi sırası değil" anlamına gelecek şekilde onu dürttüler. Annemin irileşmiş gözlerine bakarak daha sonra onun da bana sorulacak soruları olacağını anladım. Annem bilgilendirilmek istiyordu. Anneler hep öyledir.
Annmarie tarafından kahrolası bir ayı olmakla suçlanmak ve ara da bir Carol Gerber'in ne yaptığını merak etmek dışında (Acaba üniversiteye geri dönmek konusunda kararını değiştirmiş miydi ve acaba tatilini askere gidecek Sully-John'la mı paylaşıyordu.) bu Şükran Günü güzel bir tatil oldu. Bütün aile perşembe veya cuma günü bir araya geldi. Herkes evin içinde dolaşıyor, hindi butları kemiriyor, TV'de futbol seyrediyor, gol atıldıkça uluyor, mutfaktaki ocak için odun kesiyordu (Annem istemiş olsa pazar gecesine kadar bütün evi kış boyu ısıtabilecek kadar çok kütük sahibi olabilirdi.) Akşam yemeğinden sonra paylar yedik ve Scrabble oynadık. Hepsinden eğlencelisi de Dave'le Katie'nin almayı planladıkları ev yüzünden müthiş bir kavga etmeleri ve Katie'nin yemek artıklarıyla dolu seramik bir kâseyi ağabeyime fırlatması oldu. Yıllar içinde Dave'den epeyi kötek yediğimden bu manzarayı seyretmek hoşuma gitti. Ne kadar eğlenceliydi.
Ne var ki, bu güzel şeyleri, bütün ailemle bir arada olmanın bana duyurduğu sıradan mutluluğu gölgeleyen bir şey vardı. Okula döndüğüm zaman olacaklardan korkuyordum. Perşembe gecesi buzdolabı yemek artıklarıyla ağzına kadar doldurulduktan ve herkes odasına çekildikten sonra çalışmak için bir saat, akraba akınında bir yavaşlama olduğu ve anlaşmazlıklarını çözümleyen Dave'le Katie'nin oldukça gürültülü bir uyku çekmek için odalarına çekildikleri cuma öğleden sonra da iki saat vakit buldum.
Hâlâ kaybettiğim vakti telafi edebileceğimi düşünüyordum -aslında biliyordum- ama bunu yalnız başıma ya da Nate'le yapamayacağımın da bilincindeydim. O üçüncü kat salonunun öldürücü çekimini anlayan ve birileri Kahpe Kız'ı zorlamak için maçaları oynamaya başlayınca kanın nasıl şahlandığını anlayan biriyle baş başa vermek ihtiyacındaydım. Ronnie'yi 'la femme en noir'la darbelemeyi başarmanın ilkel sevincini anlayan biri olmalıydı bu.
Bu kişinin ancak Skip olabileceğini düşünüyordum. Carol dönecek olsa bile beni onun gibi anlayamazdı. Skip'le benim derin suların kıyıya doğru yüzmemiz gerekecekti. Birbirimize destek olursak ikimiz de başarabilirdik. Yoksa ona o kadar da bayılmıyordum. Bunu itiraf etmek belki tuhaf, ama gerçek bu. Şükran Günü tatilinin cumartesi gününe kadar derin düşüncelere dalarak öncelikli olarak kendimi düşündüğümü, Altı Numara'yı aradığımı anlamıştım. Skip eğer beni kullanmak istiyorsa, mesele yoktu. Çünkü ben de onu kullanmak niyetindeydim.
Cumartesi öğlene kadar bazı konular hakkında acele tarafından yardıma ihtiyacım olduğunu anlamama yetecek kadar jeoloji okumuşum. Sömestrin içinde iki büyük sınav dönemi daha vardı: bir dizi yeterlik sınavıyla sömestr sonu sınavları. Bursumu koruyabilmek için her içişinde de gerçekten başarılı olmam gerekiyordu.
Dave'le Katie cumartesi gecesi saat yedide yola çıktılar. Pownal'da satın almayı planladıkları ev konusunda hâlâ tartışıyorlardı, ama daha dostça bir hava içinde. Mutfak masasına yerleşerek sosyoloji kitabıma daldım.
Bir ara yalnız olmadığımın farkına vardım. Başımı kaldırınca annemin üstünde eski pembe sabahlığıyla biraz ötemde durduğunu gördüm. Pond's kremine buladığı yüzü bir hortlak görünümünü almıştı. Onu duymayışıma şaşırmadım. Aynı küçük evde geçen yirmi beş yıldan sonra nerelerin gıcırdayıp fıkırdadığını biliyordu. Annmarie'yle ilgili sorulara sıra geldiğini sanmıştım, ama aşk hayatımın, aklındaki son şey olduğu ortaya çıkmakta gecikmedi.
"Başın ne kadar dertte, Pete?" diye sordu.
Yüz farklı yanıt bir bir aklımdan geçti, ama sonunda gerçeği söylemeye karar verdim. "Bilmiyorum."
"Özellikle bir şey yok mu?"
Bu kez gerçeği söylemedim. Şimdi geçmişi düşündükçe bu yalanın ne kadar anlamlı olduğunu anlıyorum; çıkarlarıma ters düşen, fakat çok güçlü bir yanım hâlâ beni uçuruma sürükleyebilirdi.
Evet, anne, sorun hâlâ üçüncü kat salonu, sorun hâlâ kartlar. Sadece birkaç el daha diye kendi kendimi aldatıyorum, sonra saate bakınca on ikiye çeyrek kaldığını görüyorum ve artık çalışamayacak kadar yorgun olduğumu hissediyorum. Çalışamayacak kadar yorgunum. Bu sonbahar King oynamak dışında başarabildiğim tek şey bekâretimi kaybetmek oldu. Bunun hiç değilse ilk kısmını söyleyebilmiş olsam da Rumpelstilskin'in• adını tahmin etmek, sonra da yüksek sesle söylemek gibi bir şey olacaktı. Ama hiçbirini söylemedim. Sadece üniversitenin temposundan yakındım. Çalışmanın ne olduğunu yeni baştan tanımlamam, yeni alışkanlıklar edinmem gerekiyordu. Ama bunu yapabilirdim. Yapabileceğime emindim.
Kollarını çaprazlamış ve ellerini sabahlığının ceplerine sokmuş olan annem biraz daha orada durdu, bu tavrıyla Çinli mandarinlere benzemişti. Sonra, "Seni daima seveceğim, Pete," dedi. "Baban da seviyor. Gerçi söylemiyor, ama bunu hissediyor, ikimiz de hissediyoruz Bunu biliyorsun."
Dostları ilə paylaş: |