"Evet," dedim. "Biliyorum." Kalkıp anneme sarıldım. Bir süre sonra pankreas kanserine yenik düşecekti. Hızlı sonuçlanan bir kanser türüdür, ama yine de yeterince hızlı değil. Söz konusu olan sevdiğiniz biri olunca hiçbiri değildir.
Annem devam etti. "Derslerine çok çalışmalısın. Çok çalışmayan gençler şu sıralarda ölüyorlar." Annem gülümsedi, ama neşeli bir gülümseyiş değildi. "Herhalde sen de duydun."
"Bazı söylentiler kulağıma geldi."
Annem başını kaldırarak, "Hâlâ boy atıyorsun," dedi.
"Hiç sanmıyorum."
"Yazdan beri en az iki buçuk santim uzadın. Ya saçların! Niçin saçlarını kestirmiyorsun?"
"Saçlarımı bu şekliyle seviyorum."
"Bir kızın saçları kadar uzun. Sözümü dinle ve saçlarını kestir, Pete. Sen o Rolling Stones'dan biri değilsin."
Dayanamayıp güldüm. "Orasını düşünürüm, anne. Tamam mı?"
"Evet, düşün." Annem beni bir kere daha kucakladıktan sonra salıverdi. Yorgun görünüyor olsa da gözlerime aynı zamanda güzel göründü. "Denizin ötesinde gençleri öldürüyorlar," dedi. "Önceleri bunun iyi bir nedeni var sanıyordum, ama baban bunun delilik olduğunu söylüyor, ben de haklı olduğunu düşünmeye başlıyorum. İyi çalış. Kitapların -ya da özel dersler almak- için fazladan para istiyorsan, toparlarız."
"Teşekkür ederim, anne. Sen harikasın."
"Yok canım. Sadece ayakları yorulmuş yaşlı bir kadınım. Artık yatmaya gidiyorum."
Bir saat daha çalıştıktan bütün kelimeler gözlerimin önünde ikiye katlanmaya başladı. Ben de yatmaya gittim, ama uyuyamadım. Ne zaman dalacak gibi olsam elime bir kupa geldiğini görüyor, kupaları takım halinde sıraya koymaya başlıyordum. Sonunda gözlerimi açıp tavana bakmaya başladım. Annem, "Çok çalışmayan gençler simdi ölüyorlar," demişti. Carol ise şimdilerde kız olmanın bir avantaj olduğunu, bunu Lyndon Johnson'un sağladığını söylemişti.
Kahpe Kız'ı kovalıyoruz! Sol mu, sağ mı pas geçiyor?
Lanet olası Riley...
Kafamın içinde sesler. Havadan kafamın içine süzülür görünen sesler.
Oyunu terk etmek sorunlarımın biricik çözümüydü, ama üçüncü kat salonu şimdi bulunduğum yerden yüz otuz mil kuzeyde olduğu halde, akıl ve mantığı hiçe sayarcasına beni kendine çekiyordu. Turnuvada on iki puan toplamıştım; oyuncuların içinde sadece Ronnie on beş puanla benden ilerdeydi. O on iki puandan vazgeçip çenesi düşük Ronnie Malenfant'a meydanı boş bırakmayı aklım kesmiyordu. Carol, Ronnie'yi olduğu gibi; yani sinsi, dar görüşlü ve çirkin ciltli cüce olarak görmeme yardımcı olmuştu. Ama şimdi o gitmişti.
Mantık, düşüncelerimin arasında sesini duyuruyordu. Ronnie de çok geçmeden gidecek. Sömestrin sonuna kadar dayanması tek kelimeyle mucize olur. Bunu sen de biliyorsun.
Doğru. Ve o vakte kadar Ronnie'nin King'den başka hiçbir şeyi yoktu, değil mi? Hantal, şiş göbekli, ince kollu, şimdiden yaşlı bir adam olmaya adaydı. Korkunç aşağılık duygularını gizlemek için kavgacı tavırlar takınıyordu. Kızlarla ilgili böbürlenmeleri gülünçtü. Ayrıca, şu anda atılma tehlikesinde olan bazı çocuklar kadar zeki (örneğin Skip gibi) de değildi. Ronnie görebildiğim kadarıyla sadece King'de ve boş böbürlenmelerde ustaydı, şu halde niçin geriye çekilip henüz vakit varken kartlara egemen olmasına ve çene yarıştırmasına izin vermeyecektim?
Çünkü istemiyordum, nedeni bu. Çünkü o bomboş, sivilceli yüzündeki sırıtışı silmek ve kulakları tırmalayan kahkahasını sustur istiyordum. Bu belki hainceydi, ama doğruydu. Ronnie'den en çok somurttuğu yağlı saçları alnına döküldüğü ve alt dudağını aşağı sarkıtırak bana öfkeyle baktığı zaman hoşlanıyordum.
Oyunun kendi de vardı. Oynamasını seviyordum. Çocukluk yatağımda yatarken bile başka bir şey düşünemediğime göre, okula dönünce salondan nasıl uzak kalabilirdim? Acele etmemi, boş bir yer bulunduğunu, puan cetvelinde herkesin sıfırda durduğunu ve oyunun hemen başlayacağını Mark St. Pierre'i nasıl duymamış gibi davranabilirdim? Tanrım!
Aşağıdaki oturma odasında guguklu saat ikiyi çalarken ben hâlâ uyanıktım. Yataktan kalktım, fanilamın üstüne eski ekose sabahlığımı alıp aşağı indim. Bir bardağa süt doldurdum ve mutfak masasına ilişerek içmeye hazırlandım. Sobanın üstündeki floresan çizgi dışında hiçbir ışık; ocak ızgarasının altından gelen uğultuyla arkadaki yatak odasında yatan babamın horultuları dışında hiçbir ses yoktu. Hindiyle yutarcasına okuduğum derslerin bileşimi kafamın içinde önemsiz bir deprem başlatmışçasına kendimi biraz delirmiş gibi hissediyordum.
Bir ara gözüm evin giriş holüne takıldı. Odun kutusunun yukarsındaki kancalardan birinde lise ceketim asılıydı, göğsünde iri beyaz GF harfleri işli olan ceket. Yalnız bu başharfler; pek parlak bir atlet olmamıştım. Üniversitede tanışmamızdan kısa bir süre sonra Skip bana herhangi bir uzmanlık alanım olup olmadığını sorduğunda mastürbasyondan büyük M'yi aldığımı söylemiştim. Skip gözlerinden yaş gelinceye kadar gülmüş, belki de o zaman arkadaş olmaya başlamıştık. Belki münazaradan ya da dramadan bir D alabilirdim, ama bu konularda insanın eline bir başarı belgesi vermiyorlardı. Ne o zaman veriyorlardı, ne de şimdi.
Lise o gece bana geçmişin çok gerilerinde kalmış, adeta başka bir güneş sistemindeymiş gibi geliyordu. Ama işte ceket, on altı yaş1' mı doldurduğum yıl ailemin bana armağanı karşımdaydı. Hole geçerek onu kancadan aldım. Yüzüme yaklaştırıp kokladım ve Bay Mezersik'in etüt odasını -kalem yontuklarını, kızların fısıldaşıp kıkırdamaları, yukardaki çocukların voleybol oynayışlarını düşündüm. Ceketin kancaya asılı olduğu yerin hâlâ bir çıkıntı oluşturduğunu gördüm; lanet olası şey herhalde geçen nisan veya mayıs ayından beri giyilmekti, geceliğiyle gelen mektupları almaya koşan annem tarafından bile.
Carol'un gazetedeki noktalı resmini görür gibi oldum. Yüzü AMERIKA HEMEN ŞİMDİ VİETNAM'DAN DIŞARI! yazılı bir pankart tarafından gölgelenmişti, at kuyruğu biçiminde toplanmış saçları kendi lise ceketinin yakasının üstüne iniyordu... Ve ansızın aklıma bir şey geliverdi. Yuvarlak döner kadranlı bir bakalit dinozor olan telefonumuz holdeki bir masanın üstündeydi. Altındaki çekmecede Gates Falls'ın telefon rehberi, annemin adres defteri ve kâğıt, kalem gibi şeyler duruyordu. Kalemlerden biri çamaşırları işaretlemekte kullanılan siyah bir kalemdi. Onu mutfağa götürüp tekrar oturdum. Lise ceketimi dizlerimin üstüne yaydım ve kalemle ceketin arkasına büyük bir serçe ayak izi çizdim. Çalışırken gerilimin kaslarımdan boşaldığını hissediyordum.
İşim bitince ceketi yükseğe tuttum ve baktım. Çizimim floresanın beyaz ışığında sert ve biraz da çocuksu görünüyordu:
Ama yine de hoşuma gitmişti. Savaş hakkında ne düşündüğüme o sırada bile emin değilsem de o serçe izinden çok hoşlanmıştım. Ve en sonunda uykuya dalabileceğimi hissediyordum; şekli çizmenin bana yararı olmuştu. Süt bardağımı çalkaladım ve ceketimi koltuğumun altına sıkıştırarak yukarı çıktım. Onu dolaba tıktıktan sonra yattım. Carol'un, elimi kazağının altına sokmasını düşündüm ve ağzımın içinde soluklarının kokusunu hissettim. Eski steyşınımın buğulu camının arkasında salt kendimiz olmuştuk, en iyi yanlarımızla kendimiz o sırada Goldwater etiketimin parçalarının İslim Binası'nın park alanına0"-^ garla dağılmasını seyrederken ne kadar güldüğümüzü düşündüm. Uykuya daldığım sırada bunu düşünüyordum.
Pazar günü değişikliğe uğramış lise ceketimi bavulumun için üniversiteye götürdüm. Annem, Bay Johnson'la Bay McNamara'nın savaşı konusunda dile getirdiği kuşkularına rağmen, o serçe izi hakkında bir sürü soru soracaktı, benim ise ona verebileceğim yanıtların yoktu. Şimdilik yoktu.
Kendimi ceketi giymeye hazır hissediyordum ve giydim. Üstüne bira ve sigara külü döktüm, üstüne kustum, üstüne kanadım. Chicago'da avazım çıktığı kadar, "Bütün dünya seyrediyor!" diye bağırırken üzerimize göz yaşartıcı bomba atıldığı sırada da ceket üstümdeydi Kızlar ceketin sol göğsünün üstünde işli GF harflerinin üstünde gözyaşı döktüler, (Son sınıftayken o harfler beyaz olmaktan çıkarak kirli bir gri olmuştu.) kızın biri ise seviştiğimiz sırada ceketin üstüne uzanmıştı. O işi korumasız yaptığımız için herhalde kapitoneli astarın üstünde sperm izleri de vardır. Eşyamı toplayıp 1970'de LSD Acres'den ayrıldığım sırada annemin mutfağında ceketin arkasına çizdiğim şekil bir gölgeden ibaret kalmıştı. Ama gölge kaldı. Başkaları onu görmese de ben ne olduğunu her zaman bildim.
29
Şükran Günü'nü izleyen pazar şu sıraya göre okula döndük: Skip saat beşte (Dexter'de oturduğundan üniversiteye üçümüzün içinde en yakın olandı.) ben yedide, Nate ise dokuz sularında.
Daha bavulumu boşaltmadan Franklin Hall'a telefon ettim. Resepsiyondaki kız, hayır, dedi. Carol Gerber dönmemişti. Daha fazlasın söylemeye isteksizdi, ama ben onu zorladım. Masanın üstünde pembe renkli iki OKULU TERK kartı var dedi. Bir tanesinin üstünde ise Carol'un adı ve oda numarası yazılıydı.
Kıza teşekkür ederek telefonu kapadım. Orada bir dakika durarak telefon kulübesini sigaramın dumanıyla doldurdum. Sonra dönüp koridorun öbür ucunda Skip'in oyun masalarının birinde oturduğunu görebiliyordum.
Carol geri dönse, ben de Skip'i alıkoysam, üçüncü kat salonuna erişemeden ona ulaşabilsem acaba her şey farklı olur muydu, diye bazen merak ettiğim olur. Ama yapamadım.
Telefon kulübesinde durup bir Pall Mall içiyor ve kendi kendime acıyordum. Derken karşı tarafta biri, "Olamaz! İnanamam buna!" diye bağırdı.
Ardından, Ronnie Malenfant'in şen sesi çınladı (Telefonun yanında durduğum yerden onu göremiyordum, ama sesi asla bir başkasınınkiyle karıştırılamazdı.) "Şu işe bakın -Randy Echolls Şükran Günü sonrası dönemin ilk Kahpe Kız'ını aldı!" Kendi kendimi, sakın oraya girme!Bir kere girdin mi işin bitiktir, diye uyardım. Eh, tabii ki girdim. Masaların hepsi doluydu, ama üç delikanlı -Billy Marchant, Tony DeLuccave, Hugh Brennan- boşta duruyordu. İstersek biz de bir köşeye ilişebilirdik.
Skip elindeki kartlardan başını kaldırdı. "Tımarhaneye hoş geldin, Pete."
Ronnie de etrafına bakınarak, "Hey! Bakın, kim gelmiş," dedi. "Oyunu oynamayı neredeyse başaran hergelenin teki! Nerelerdeydin, serseri?"
"Lewiston'da büyükanneni düzmekle meşguldüm."
Ronnie kıkırdadı. Sivilceli yanakları kızarmıştı.
Skip bana ciddi bir ifadeyle bakıyordu, gözleriyle bir şey anlatmak ister gibiydi, ama emin olamadım. Zaman geçiyor, Atlantis okyanusun içinde giderek daha derine batıyor, insanda da her şeye romantik bir yorum getirme eğilimi oluşuyordu. Belki de Skip'in pes ettiğini, burada kalıp oynamayı, sonra da karşısına çıkacak yola devam etmeye karar verdiğini görmüştüm. Belki de benim kendi yönüme gitmeme izin veriyordu. Ama ben on sekiz yaşımdaydım ve Nate'le itiraf etmeye yanaşacağımdan daha fazla benzer yanlarım vardı. Ayrıca, hiç Skip gibi bir arkadaşım olmamıştı. Skip korkusuzdu, Skip'in ağzından Çıkan iki kelimeden biri mutlaka lanet olasıydı. Skip, Saray'da yemek yediği zaman kızlar gözlerini ondan ayıramıyorlardı. Ronnie'nin ancak en ıslak düşlerinde olabildiği bir mıknatıstı Skip. Ama onun içinde başıboş bir yan da vardı, yıllarca zararsız şekilde dolaştıktan sonra kalk delebilen ya da beyni tıkayabilen bir kemik parçası gibi bir şeydi -bunu biliyordu. Hâlâ her haliyle lise kokarken, günün birinde öğretmen ve beysbol antrenörü olabileceğini düşünürken bile biliyordu ve ben onu seviyordum. O görünüşünü, gülümseyişini, yürüyüşünü konuşmasını seviyordum ve onu terk etmeyecektim.
Billy, Tony ve Hugh'a, "Demek iyi bir ders istiyorsunuz, çocuklar?" dedim.
Hugh, "Bir puan beş cent," dedi. Deli gibi gülüyordu. Gerçekten de deliydi. "Haydi başlayalım," diye atıldı.
Çok geçmeden köşemize yerleşmiştik. Dördümüz birden sigara içiyorduk ve kartlar aramızda uçuşuyordu. Hafta sonu tatilinde nasıl deli gibi çalıştığımı, annemin de okulda sıkı çalışmayan gençlerin bugünlerde öldüklerini söylediğini hatırladım. Her şeyi hatırlıyordum, ama bunlar bana, The Platters, Twilight June'u söylerken arabamda Carol'la sevişmemiz kadar gerilerde kalmış gibi geliyordu.
Bir ara başımı kaldırınca Stoke Jones'un kapı aralığında koltuk değneklerine abanarak durduğunu ve hepimize her zamanki küçümsemesiyle baktığını gördüm. Siyah saçları her zamankinden gür, yakasının üzerine dökülen helezoni lüleler her zamankinden çılgındı. Devamlı akan burnunu çekiyordu, ama bunun dışında tatil öncesindekinden daha hasta görünmüyordu.
"Stoke, nasılsın?" diye sordum.
"Kim bilir," dedi. "Belki senden iyiyimdir."
Ronnie, "içeri gel, Rip-Rip. Bir tabure çekip otur da sana oyunu öğretelim," diye seslendi.
Stoke, "Sen benim öğrenmek isteyebileceğim hiçbir şeyi bilmiyorsun," dedi ve koltuk değneklerini yere vura vura uzaklaştı. Çıkardığı takırtının ve kısa öksürük nöbetinin uzaklaşmasına kulak verdik.
Ronnie, "O özürlü homo beni seviyor. Ama göstermekten aciz," dedi.
Skip, "Şu kartları dağıtmazsan asıl ben sana bir şey göstereceğim," diye bağırdı.
Ronnie yalnız kendisinin komik bulduğu garip bir şiveyle, "Çook, korkuyorum," dedi. Ne kadar dehşet içinde olduğunu göstermek için başını Mark St. Pierre'in koluna dayadı.
Mark hızla kolunu kaldırdı. "Çekil üstümden. Bu yeni bir gömlek, gienfant, sivilcelerinin cerahatini üstüne bulaştırmanı istemiyorum."
Ronnie'nin gülen yüzünde bir an umutsuz bir acı yakaladım. Ama etkilenmedim. Sorunları, gerçek olsalar bile Ronnie'yi daha sevimli kılmıyorlardı. O benim için sadece kart oynamasını bilen bir palavracıydı.
Billy Marchant'a, "Hadisene," dedim. "Çabuk kartları dağıt. Daha
sonra odama çekilip biraz çalışmak istiyorum." Tabii ki o gece hiçbirimiz çalışamadık. Oyun ateşi tatil günlerinde söneceğine eskisinden de harlı yanmaya başlamıştı.
Saat onu çeyrek geçe gibi yeni bir paket sigara almaya gittim. Odamın daha altı kapı uzağındayken Nate'in gelmiş olduğunu anladım. Nick Prouty'nin Barry Margeaux'la paylaştığı odadan Love Grows Where My Rosemary Goes' un nağmeleri dışarı taşıyor, fakat daha öteden Phil Ochs'un sesi kulağa geliyordu.
Nate dolaba giysilerini asmakla meşguldü. Üniversitede tanıdığım arkadaşlar arasında tek pijama giyen o olduğu gibi, askıları kullanan da yalnız oydu. Benim astığım tek giysi lise ceketimdi. Şimdi onu çıkarıp ceplerinde sigaralarımı aramaya koyuldum.
"Nasılsın bakalım, Nate?" diye sordum. "O kızılcık sosundan kemiklerini bir arada tutacak kadar çok yedin mi?"
"Ben..." diye başladı, ama sonra ceketimin arkasında ne olduğunu görünce birden kahkahalarla gülmeye başladı.
"Ne o?" dedim. "Bu komik mi yani?"
Nate, "Bir bakıma öyle," diyerek dolabının daha içerlerine daldı. Tekrar ortaya çıktığında elinde eski bir donanma paltosu vardı. Arkasını görebilmem için çevirdi. Üstünde benim yaptığımdan çok daha ustalıkla çizilmiş serçe izi vardı. Nate'inki serçe izi gümüş şeritlerle işlendi. Bu kez ikimiz de güldük.
"Ike'la Mike aynı şekilde düşünüyorlar," dedim.
"Saçma. Parlak zekâlar aynı macerayı izlerler."
"Demek mesele bu?"
"Böyle düşünmek istiyorum. Bu, savaş hakkında fikrini deneğin anlamına mı geliyor, Pete?"
"Hangi fikirden söz ediyorsun?" diye sordum.
30
Andy White'la Ashley Rice üniversiteye hiç dönmediler. Geri kalanlarımız için kışın ilk fırtınasından önceki üç günün içinde her şey belirgin şekilde daha kötüye gitti. Daha doğrusu, durum başka herkes için belirgindi. Siz işin içinde olursanız her şey normalin sadece bir iki adım ötesinde gözüküyordu.
Şükran Günü tatilinden önce salondaki oyun kareleri hafta içinde dağılıp tekrar oluşuyordu. Bazen de çocuklar derslerine girince tamamen dağılıyorlardı. Şimdi ise gruplar kalıcı olmuşlardı; bütün değişiklikler içlerinden biri sendeleyerek yatağının yolunu tuttuğu veya Ronnie'nin hüneriyle sinir bozucu gevezeliğinden kaçmak için başka bir masaya geçtiği zaman görülüyordu. Bu düzen üçüncü kattaki oyuncuların çoğunun öğrenimlerini sürdürmek için okula dönmemiş olmalarından kaynaklanıyordu. Barry, Nick, Mark, Harvey ve bilmem daha ne kadarı işin öğrenim yanından vazgeçmişler, tamamen değersiz "maç puanlan" arayışını sürdürmek için dönmüşlerdi. Gerçekten de Chamberlain Üç'deki çocukların çoğu King belası üzerinde yoğunlaşmışlardı. Ne yazık ki Skip Kirk'le ben de onlardandık. Pazartesi günü bir iki derse girsem de sonradan vazgeçip geri kalanlarını astım. Sı günü bütün dersleri astım, salı gecesi düşlerimde King oynadım, (Bir tanesinde Kahpe Kız'ı masanın üstüne atıyor ve yüzünün Carol'un olduğunu görüyordum.) sonra bütün çarşamba gününü gerçekten oynayarak geçirdim. Jeoloji, sosyoloji, tarih... Bunların hepsi anlamsız kavramlardı benim için.
Vietnam'da bir B-52 filosu Dong Ha dışındaki bir Viet Kong iskele bölgesini vurdu. Aynı zamanda bir Amerikan deniz piyadesi bölüğün de vurmayı başararak on iki askeri öldürüp kırkını yaraladılar. Havai poru perşembe günü için yoğun bir kar yağışı, aynı günün öğleden sonrası için de yağmur ve sulu kar öngörüyordu. Pek azımız bunun -«tünde durduk. O fırtınanın hayatımın yönünü değiştireceğini düşünmem için herhalde hiçbir sebep yoktu.
Çarşamba günü gece yarısı yattım ve derin bir uykuya daldım. King'e veva Carol Gerber'le ilgili düşler gördüysem bile onları hatırlamıyorum.
Perşembe sabahı saat sekizde uyandığım zaman o kadar yoğun bir kar yağıyordu ki, karşıdaki Franklin Hall'un ışıklarını belli belirsiz görebiliyordum. Bir duş aldıktan sonra oyunun başlayıp başlamadığını görmek için koridorun öbür ucuna yürüdüm. Yalnız bir masada oyun oynanıyordu; oynayanlar Lennie Doria, Randy Echolls, Billy Marchant ve Skip'ti. Bütün geceyi orada geçirmişler gibi sakalları uzamıştı, soluk yüzlü ve yorgun görünüyorlardı. Herhalde bütün gece boyu oradaydılar. Kapı aralığında durup oyunu seyrettim. Dışarda karların içinde kart oyunundan çok daha ilginç bir şey olup bitiyordu, ama bunun ne olduğunu çok sonraya kadar bilemedik.
31
Tom Huckabee, kampüsümüzdeki öbür erkek yatakhanesi olan King'de kalıyordu. Becka Aubert ise Franklin'deydi. İkisi son üç veya dört haftanın içinde çok samimi olmuşlardı ve yemeklerini de birlikte yiyorlardı. Kasım sonlarının o karlı sabahında kahvaltıdan dönerlerken Chamberlain Hall'un kuzey yanına bir şeylerin yazılı olduğunu gördüler. Burası, kampusun kalan geri kısmına ve özellikle büyük şirketlerin iş görüşmesi yapmaya geldikleri Doğu Annex'ine bakıyordu.
İki genç biraz daha yaklaştılar ve patikadan ayrılarak on santimlik yüksekliğe ulaşmış taze karların üstünde yürümeye başladılar.
Becka karı işaret ederek, "Bak," dedi. Orada garip izler duruyordu; ayak izleri değil de, bir şeyin sürüklendiğini gösteren işaretler ve tunların dışında çizgi şeklinde uzayan delikler vardı. Tom Huckabee arkadaşına bunların kayak yapan biri tarafından bırakabilecek izlere benzediğini söyledi. Bu izlerin koltuk değneği kullanan birisi tarafından bırakılmış olabileceği ikisinin de aklına gelmedi. Yani o taraftan gelmemişti.
Yatakhanenin duvarına yaklaştılar. Oradaki harfler iri ve siyahtı kat kar yağışı öylesine yoğundu ki, kelimeleri okuyabilmek için duvara en az üç metre yaklaşmak zorunda kaldılar. Çentikli görünüşüne bakılırsa slogan öfkeli birisi tarafından bir kutu sprey boyayla yazılma (Bir yandan sprey boyayla sloganı yazarken, öte yandan bir çift koltuk değneğiyle dengesini korumaya çalışan birinin pek düzgün yazamayacağını ikisi de düşünememişlerdi.)
Yazıda şöyle deniyordu:
KAHROLSUN JOHNSON!
KATİL BAŞKAN!
AMERİKA ŞİMDİ VİETNAM’DAN DIŞARI!
32
Bazı canilerin -belki pek çoğunun- gerçekte yakalanmak istediklerini okumuşumdur. Stoke Jones'un durumunun da aynen böyle olduğunu düşünüyorum. Maine Üniversitesi'ne neyi aramaya geldiyse bulamamıştı. Ve sanıyorum gitme zamanının geldiğine... Ve eğer gidecekse, koltuk değnekli birinin yapabileceği en görkemli eylemi yapmaya karar vermişti.
Tom Huckabee yatakhanemizin duvarına sprey boyayla neyin yazıldığını düzinelerle çocuğa anlattı; Becka Aubert de öyle. Anlattığı ki silerden biri Franklin'in ikinci kat sorumlusu olan Marjorie Stuttenhimer'di. Kendini başkalarından üstün gören bu sıska kız 1969'da Christians for College America adlı örgütün kurucusu ve başkanı sıfatıyla ünlü olacaktı. CCA, Vietnam'daki savaşı destekliyor, Memorialon'daki tezgâhlarında da Richard Nixon'un popüler hale getirdiği kava takılan bayrak biçimindeki küçük iğneleri satıyordu.
Perşembe günü Ovaların Sarayı'ndaki öğle yemeğinde çalışmam atlanmıştı ve derslerimi asmama karşın, işimi asmak aklımdan bile geçmiyordu, öylesi yapıma ters düşerdi. Salondaki yerimi Tony Deucca'ya bıraktım ve kap kaçak kuyruğundaki görevimi devralmak için saat on birde Holyoke'un yolunu tuttum. Karların içinde oldukça kalabalık bir öğrenci grubunun toplandığını ve herkesin yatakhanemin kuzey yanındaki bir şeye baktıklarını gördüm. O tarafa yürüdüm, sloganı okudum ve onu oraya yazanın kim olduğunu o anda anladım.
Bennett Sokağı'nda Maine Üniversitesi'nin mavi renkli bir otomobiliyle iki polis arabası Chamberlain'in yan kapısına giden patikada bekliyordu. Margie Stuttenheimer de orada dört kampus polisi, erkekler bölümünün dekanı ve disiplin sorumlusu Charles Ebersole'den oluşan küçük bir grubun içindeydi.
Sonradan katıldığım kalabalık içinde belki elli kişi vardı. Orada durup merakla etrafıma bakındığım beş dakika içinde elli kişi yetmiş beş oldu. Saat biri çeyrek geçe işimi bitirip Chamberlain'e döndüğüm sırada küçük kümeler halinde herhalde iki yüz kişi toplanmıştı. Rast-gele bir duvara karalanmış bir yazının böylesi' pis bir havada bu kadar kalabalığı toplamış olabileceğine bugün inanmak zordur, ama burada çok farklı bir dünyadan bahsediyoruz. O tarihlerde Amerika'da (arada sırada Popular Photography dışında) hiçbir dergi bir kadını edep yerindeki kılların gözükeceği kadar çıplak basmaya, hiçbir gazete bir politikacının seks hayatı hakkındaki herhangi bir fısıltıyı yayınlamaya cesaret edemezdi. Bu sahneler Atlantis'in batmasından önceydi. Öylesine uzun zaman önce ve öylesine uzaktaki bir dünyadaydı ki, orada en az bir komedyen halkın karşısında düzmek kelimesini kabaca söylediği için hapsedilmişti. Bazı kelimelerin insanlarda hâlâ şok etkisi yapabildi bir dünyaydı orası.
Evet, kahrolsun kelimesi de her an dilimizin uçundaydı. Arkadaşıma, çocuğumuza, köpeğimize, yere yuvarlanan bir cisme kahrolsun d|yorduk. Ama şimdi duvarda, bir buçuk metre boyundaki harflerle KAHROLSUN JOHNSON. Kahrolsun Birleşik Amerika'nın Başkam KATİL BAŞKAN! kelimelerini yazılı olarak görmek bambaşka bir şeydi. Birisi Birleşik Amerika'nın Cumhurbaşkanı'na katil demişti! Buna inanamıyorduk.
Holyoke'dan döndüğümde diğer kampus polisi arabası da gelmişti ve altı kampus polisi -üniversitenin neredeyse bütün polis kuvveti- sarı yelken bezinden koca bir dörtgenle sloganın üstünü örtmeye çalışıyordu. Kalabalık homurdandı, sonra bööö, diye bağırmaya başladı. Polisler onlara canlan sıkılarak baktılar. Bir tanesi kalabalığa dağılmasını, gidecekleri yere gitmelerini bağırdı. Ama kalabalığın eksilmemesine bakılırsa, çoğu bulundukları yerden hoşlanmışlardı.
Yelken bezinin sol ucunu tutan polisin karda ayağı kaydı; adamcağız az daha düşüyordu. Birkaç seyirci alkışlamaya başladı. Ayağı kayan polis sesin geldiği yöne yüzünü şekilsizleştiren korkunç bir nefretle baktı. Benim için her şey işte o zaman değişmeye, kuşaklar arasındaki uçurum derinleşmeye başladı.
Ayağı kayan polis kalabalığa arkasını dönüp yine yelken beziyle boğuşmaya girişti. Sonunda ilk barış işaretini ve KAHROLSUN JOHNSON'un KAHROLSUN'unu örtmekle yetindiler. Ve Gerçekten Kötü Kelime bir kere gizlendikten sonra kalabalık dağılmaya başladı. Kar sulu sepkene dönüşüyor, dışarda durmak zorlaşıyordu.
Skip, "Ceketinin arkasını polislere göstermesen iyi edersin," dedi. Etrafıma bakınınca onu gördüm. Kapüşonlu bir eşofman üstüyle yanımda duruyordu. Ellerini ceplerine sokmuştu. Soğuk havada ağzından çıkan duman donmuş tüyleri andırıyordu. Bakışı kampus polislerinden ve sloganın kısmından: JOHNSON! KATİL BAŞKAN! HEMEN ŞİMDİ VİETNAM'DAN DIŞARI! kelimelerinden ayrılmıyordu. "Bunu senin yaptığını zannederler," dedi. "Ya da benim."
Skip hafifçe gülümseyerek döndü. Eşofman üstünün arkasında parlak bir kırmızı mürekkeple çizilmiş serçe izlerinden bir tanesi daha dikkati çekiyordu.
"Tanrım," diye soludum. "Ne zaman yaptın bunu?"
"Bu sabah," dedi. "Nate'inkini gördüm." Omuzlarını silkti. "O kadar hoşuma gitti ki, aynını yapmamam imkânsızdı."
Dostları ilə paylaş: |