Gözleri, "Bana yalan söyleme," diyordu. "Bana yalan söyleme, Riley. Çünkü eğer yalan söylüyorsan ve ben de bunu öğrenirsem, seni mahvederim."
Ne fark ederdi ki. 15 ocakta herhalde gitmiş olurdum; 1967'de ise ruhu Bai'de olabilir, orayı Dearie için sıcak tutardım.
"Ekim ayında," dedim. "İşareti Kolomb Günü sıralarında ceketime uyguladım."
Skip, "Benim ceketimde ve birkaç eşofmanımda da aynı işaretten Var," diyerek beni destekledi. "Giysilerim odamda. İsterseniz, size gösterebilirim."
Hâlâ yere bakan ve saçlarının diplerine kadar kıpkırmızı olan Dearie başını tekdüze biçimde sallayıp duruyordu.
Ronnie, "Benim de birkaç eşofmanımda var," dedi. "Ben barış aşığı değilim, ama hoş bir işaret. Beğeniyorum."
Tony DeLucca kendisinin de bir eşofmanında o işaretten olduğunu söyledi.
Lennie Doria, Ebersole'la Garretsen'e çeşitli ders kitaplarının son sayfalarına işareti çizdiğini, not defterinin başsayfasında da aynı işaretin bulunduğunu söyledi. Görmek isterlerse onları göstermeye hazırdı
Billy Marchant'ın ceketinde de, işaretten vardı.
Brad Witherspoon birinci sınıf kepine o işareti mürekkeple çizmişti. Kep dolabının arkasında bir yerde, büyük bir olasılıkla annesinin w. kaması için eve götürmeyi unuttuğu iç çamaşırlarının altındaydı.
Nick Prouty sevdiği plak albümlerinin üstüne barış işaretleri çizdiğini söyledi. Başka arkadaşlar da kitaplarıyla bazı giysilerinde barış işareti olduğunu itiraf ettiler. Hepsi de bu işi o yazıların Chamberlain Hall'un kuzey duvarına karalanmasından uzun zaman önce yaptıklarını söylüyorlardı.
Hugh da son bir jest olarak ayağa kalktı, iskemlelerin arasındaki geçide yürüdü ve kot pantolonunun paçalarını sıyırarak kıllı baldırlarına tırmanan sararmış soketlerini gösterdi. Her ikisinin üstüne de Bayan Brennan'ın üniversiteye giden oğlunun eşyalarının arasına çamaşırlarını işaretlemesi için koyduğu ispirtolu kalemle barış işareti çizilmişti, kalemin bütün sömestr içinde ilk kullanılışı olmalıydı bu.
Şov sona erdikten sonra Skip, "Görüyorsunuz ya," dedi. "Suçlu herhangi birimiz olabilir."
Dearie yavaşça başını kaldırdı. Yüzündeki kızartıdan kala kala sol gözünün üstündeki kırmızı leke kalmıştı. O da su toplamış bir yanığa benziyordu.
"Neden onun için yalan söylüyorsun?" diye sordu. Beklediyse de kimse yanıt vermedi. "Şükran Günü tatilinden önce hiçbirinizin bir tek parça eşyasında bile barış işareti yoktu. Buna yemin edebilirim. Çoğunuzun bu geceden önce hiçbir yerinde işaret falan olmadığına bahse girerim. Niçin onun için yalan söylüyorsunuz?"
Kimse yanıt vermedi. Sessizlik uzuyordu. Sessizliğin içinde bir güç varlığı seziliyordu. Ama güç kimdeydi? Onlarda mı, bizde mi? Bunu bilmenin yolu yoktu. Bunca yıl sonra hâlâ bilmiyoruz bunu.
Derken Dekan Garretsen kürsüye çıktı. Dearie otomatik olarak kenara çekildi. Dekan bize bakarken gülümsüyordu. "Bu kadarı saçma," dedi. "Bay Jones'un duvara yazdığı yazılar saçmalıktı, bu yalanlar ise daha da büyük bir saçmalık. Doğruyu söyleyin, delikanlılar."
Kimse bir şey söylemedi.
Ebersole, "Sabahleyin Bay Jones'la konuşacağız," dedi. "Bu konuşma yapıldıktan sonra. İçinizden bazılarınız hikâyenizi değiştirmek isteyebilir."
Skip, "Sizin yerinizde olsam, Stoke'un söyleyebileceği herhangi bir şeye fazla güvenmem," dedi.
Ronnie, "Doğru, dostumuz Rip-Rip bir hela faresi kadar çılgındır," dedi.
Bu sözleri dostça gülüşler izledi. Gözleri ışıldayan Nick, "Hela faresi!" diye bağırdı. Doğru kelimeyi bulmuş bir şair kadar neşeliydi. "Hela faresi dostumuz Rip'in ta kendisi!"
Nick sonunda Ebersole'la Garretsen'in ona baktıklarının bilincine vardı. Ebersole küçümsemeyle Garretsen de bir mikroskobun merceğinin altında görülen yeni bir bakteriymiş gibi merakla bakıyordu. Nick, "Biliyorsunuz, onun kafası biraz hasta!" diyerek yerine oturdu.
Skip, "Hasta derken kastettiğim bu değildi," dedi. "Onun özürlü oluşundan da söz etmiyorum. Buraya geleli beri hapşırıyor, öksürüyor ve burnu akıyor. Bunu senin bile fark etmiş olman gerekir, Dearie."
Dearie sustu. Takma adının kullanılmasına da bu kez tepki vermedi. Gerçekten çok yorgun olmalıydı.
Skip, "Demek istediğim, bir sürü şey iddia edebilir," dedi. "Söylediklerinin bazılarına inanabilir de. Ama onun bu işle bir ilgisi yok."
Ebersole yine gülümsedi, ama gülümseyişinde neşeden eser yoktu. "Sözlerinizin anlamını kavradım," dedi. "Bay Jones'un duvardaki yazıların sorumlusu olmadığını, ama o yazıları yazdığını itiraf ederse buna inanmamamızı istiyorsunuz."
Skip de gülümsedi. Kızların yüreğini hoplatan bin vatlık gülümseyişiydi bu. "Evet, sözlerimin anlamı buydu."
Bir anlık bir sessizlik oldu. Sonunda Dekan Garretsen top|ant şu sözlerle kapadı. "Beni hayal kırıklığına uğrattınız, çocuklar," dedi. Sonra arkadaşına döndü. "Gel, Charles, burada yapacak başka bir işimiz kalmadı."
Garretsen evrak çantasını aidi, hızla döndü ve kapıya yöneldi.
Ebersole şaşırmış göründüyse de dekan izledi. Dearie ile sorumluluğundaki üçüncü kat öğrencileri birbirlerine güvensizlik ve sitem karışımı bir anlamla bakıyorlardı.
"Teşekkür ederim, çocuklar." David ağlamaklıydı. "Bir don dolusu teşekkür." Başını eğerek ve dosyasını bir eliyle sıkı sıkı tutarak o da çıktı. Ertesi sömestr Chamberlain'den ayrılıp bir yüksek okul birliğine katıldı. Düşünülürse, çok iyi etmişti. Stoke'un diyeceği gibi, Dearie inanılırlığını kaybetmişti.
40
En sonunda konuşabilince Stoke revirdeki yatağından, "Demek onu da çaldınız," dedi. Ona Chamberlain Hall'daki herkesin şimdi en az bir giysisinin üstünde serçe izini taşıdıklarını az önce söylemiş, bu haberin onu neşelendireceğini zannetmiştim. Ama yanılmışım.
Skip onun omzunu okşayarak, "Sakin ol, arkadaş. Bir emoraji başlatma," dedi.
Stoke ona bakmadı bile. Suçlayan kara gözleri benim üstümde kalmıştı. "Bursu aldın, arkasından barış işaretini de aldın. Biriniz cüzdanıma baktı mı? Sanıyorum, içinde dokuz veya on dolar vardı. Onu da alabilirdiniz. Bir taşla iki kuş." Delikanlı başını öbür yana çevirerek zayıf zayıf öksürmeye başladı. 1966 aralık başlarının o soğuk gününde on sekiz yaşından çok daha yaşlı gözüküyordu.
Bu konuşma Stoke'un Bennett's Run'da yüzmeye kalkışmasından dört gün sonra yapılıyordu. Adı Cadbury olan doktor, onu getirdiğimiz günkü garip davranışımıza rağmen iki de bir de uğrayıp onun durumunu sorduğumuz için daha ikinci gün Stoke'un arkadaşları olduğumuzu kabul etmişti. Carbury uzun yıllardan beri üniversite revirinde boğaz ağrılarını ve kemik kırıklarını tedavi ettiği için erişkinliğe yaklaşan genç erkeklerle kızların davranışlarının öngörülemeyeceğini biliyordu; yetişkin gibi gözükebilirlerdi, ama çoğu çocukluğunun tuhaflıklarını taşırlardı.
Carbury, Stoke'un durumunun ne kadar kaygı verici olduğundan bize hiç bahsetmemişti. Skip'e hafiften âşık olan hemşirelerden biri bize daha açık bilgi verdi; hoş, buna ihtiyacımız yoktu ya. Carbury'nin onu erkeklerin koğuşu yerine özel bir odaya alması çok şey anlatıyordu; sadece on beş, yirmi kilometre uzaklıkta olan Eastern Maine Hastanesi'ne nakledilmemiş olması bile tek başına yeterliydi. Carbury onu üniversitesinin ambülansıyla bile nakletmeye cesaret edememişti. Stoke Jones'un durumu gerçekten kötüymüş. Hemşireye bakılırsa, zatürree ve suya batık geçirdiği dakikalar yüzünden hipotermi başlangıcı geçiriyormuş, ateşi de kırk derecenin üstündeymiş. Hemşire, Carbury'nin birisiyle yaptığı telefon konuşmasına kulak misafiri olmuştu. Doktorun dediğine göre, Stoke Jones'un akciğerlerinin kapasitesi daha da düşerse -veya yirmisinden genç olmayıp otuzlu, kırklı yaşlarında olsaymış- mutlaka ölürmüş.
Skip'le ben yanına girilmesine izin verilen ilk ziyaretçiler olmuştuk. Yatakhanedeki başka herhangi bir çocuk mutlaka ailesinden biri tarafından ziyaret edilirdi, ama Stoke için böyle bir şeyin söz konusu olamayacağını şimdi biliyorduk. Başka akrabaları olsaydı bile, zahmet edip gelmemişlerdi.
O gece olanların hepsini ona anlatmıştık; bir tek şeyin dışında. Onun suları püskürterek Bennett's Run'dan geçişini gördüğümüz zaman salonda başlayan ve onu yarı baygın halde revire teslim edişimize kadar devam eden gülüşlerden. Suçlamalara yalnız başına hedef olmaması için Skip'in hepimizin kitaplarımıza ve giysilerimize barış işaretleri koymamızı akıl etmesini anlatmama kadar beni konuşmadan dinledi. Ronnie Malenfant'ın bile tartışmadan bize uyduğunu ekledim. Bunu hikâyelerimizin uyuşması için ona açıkladığımızı söyledik. Duvardaki yazıların sorumluluğunu şimdi üstlenmekle kendinin olduğu kadar, bizim de başımıza dert açacağını bilmesi gerekirdi. Bizi çok iyi anladığına eminim. Bacakları çalışmıyor olabilirdi, ama kulakların arasındaki cismin kusuru yoktu.
Stoke, "Elini üstümden çek, Kirk," dedi. Daracık yatağının içinde elinden geldiği kadar uzaklaştı ve tekrar öksürmeye başladı. Sadece dört aylık ömrü varmış gibi gözüktüğünü düşündüğümü anımsıyorum, ama bunda yanılmışım; Atlantis battı, ama Stoke Jones hâlâ yası yor ve San Francisco'da avukatlık yapıyor. Gümüş rengini alan siyah saçları her zamankinden çekici. Kırmızı tekerlekli koltuğu ise CNN'de göze müthiş görünüyor.
Skip arkasına yaslandı ve kollarını devşirdi. "Müthiş bir minnettarlık beklemiyordum, ama bu kadarı çok fazla," dedi. "Bu kez kendi rekorunu kırdın, Rip-Rip."
Delikanlının gözlerinde öfke kıvılcımları çaktı. "Bana öyle deme!"
"Sen de sıska poponu kurtarmaya çalıştığımız için bize hırsızlar deme. Çünkü sıska poponu gerçekten kurtardık, dostum!"
"Kimse sizden beni kurtarmanızı istemedi."
"Hayır, istemedi," dedim. "Sen kimseden bir şey istemezsin, öyle değil mi? Dünyaya duyduğun öfkeyi omuzlarında taşımak için yakında daha büyük koltuk değneklerine ihtiyaç duyacağını düşünüyorum."
"Benim hayata öfkem var. Senin neyin var, beyinsiz herif?"
Neyim mi vardı? Geri kalan derslerime yetişmek için çok çalışmaya ihtiyacım vardı. Ama Stoke'a bunu söylemedim. Bu yüzden bana sempati duyacağını sanmıyordum. "O gün hakkında ne hatırlıyorsun?" diye sordum.
"Duvara KAHROLSUN JOHNSON yazısını yazdığımı hatırlıyorum -birkaç haftadır bunu planlıyordum- sonra da saat birdeki dersime gittiğimi. Vaktin çoğunu, beni çağırttığı zaman dekanın ofisinde neler söyleyeceğimi düşünerek geçirdim. Ne gibi bir savunmada bulunabilecektim? Ondan sonra yaptıklarım belleğimde darmadağın oldu." Stoke alaycı bir gülüş salıverdi ve bereli gözüken gözlerini yuvarladı. Neredeyse bir haftadır yatakta olduğu halde hâlâ çok yorgun gözüküyordu. "Sizlere ölmek istediğimi söylediğimi hatırlıyorum. Öyle bir şey söyledim mi?" diye sordu.
Yanıt vermedim. Bana dünyanın vaktini verdiği halde, susma hakkımı korudum.
Stoke sonunda omuzlarını silkti. Bu hareketiyle "pekâlâ, bu konuyu bırakalım" der gibiydi. Böylece üstündeki giysinin sıska omzunun üzerinden kaymasına yol açmıştı. Elini dikkatlice kullanarak -damarına serum takılıydı- giysiyi düzeltti. "Demek barış işaretini keşfettiniz , öyle mi?" dedi. "Güzel. Kış Karnavalı'nda Neil Diamond'u ya da kahrolası Petula Clark'ı görmeye gittiğiniz zaman onu taşıyabilirsiniz. Ben buradan gidiyorum. Benim için her şey bitti."
Skip, "Ülkenin öbür ucundaki bir üniversiteye gidersen koltuk değneklerini atabileceğini mi zannediyorsun?" diye sordu. "Aklınca korucu mu olacaksın?"
Bu sözleri bende şok etkisi yapmıştı, ama Stoke gülümsedi. Hem de yapmacıkla ilgisi olmayan pırıl pırıl, gerçek bir gülümseyişti, bu. "Koltuk değneklerinin konumuzla ilgisi yok," dedi. "Zaman ziyan edilemeyecek kadar anlamlı, önemli olan da bu. Buradaki insanlar ne olup bittiğinden habersizler, umursamıyorlar da. Gri insanlar onlar. Her şeyin kıyısından geçiyorlar. Maine'in Orono kentciğinde yalnızca bir Rolling Stones plağı almak bile bir tür ihtilal olarak anlamlandırılır."
"Bazıları onlardan daha fazla şey bilirler," dedimse de, Nate'i düşünmekten kendimi alamamıştım. Nate, annesinin onun tutuklanırken çekilmiş bir resmini görmesinden korkmuş, bu nedenle de kaldırımdan inmemişti. Arka planda bir yüz. Yirminci yüzyılda dişçi olacak gri ; bir çocuğun yüzü.
Dr. Carbury kapı aralığından başını içeri uzattı. "Bu kadar misafirlik yeter, çocuklar. Bay Jones'un dinlenmeye ihtiyacı var."
Ayağa kalktık. "Dekan Garretsen ya da Ebersole denen adam seminle konuşmaya geldiği zaman..." diye başladım.
Stoke, "O günle ilgili olarak hiçbir şey hatırlamadığımı söyleyeceğim," dedi. "Carbury onlara ekimden beri bronşit, Şükran Günü'nden beri de zatürree olduğumu söyleyecek, onlar da bu tanıyı kabul etmek zorunda kalacaklardır."
Skip, "Senin işaretini çalmadık. Sadece ödünç aldık," dedi. Stoke bir an düşündü, sonra içini çekti. "Zaten benim işaretim değil," dedi.
"Hayır, değil," diye bu sözlerini doğruladım. "Artık değil. Hoşça kal, Stoke. Seni tekrar görmeye geleceğiz."
"Gelmek sizin için bir öncelik olmasın," dedi. Herhalde sözünü dinlemiş olacağız ki, bir daha gitmedik. Onu sonradan yatakhanede bir kere, belki bir iki kere gördüm, sömestri bitirmeden gittiği zaman da derste olduğum için onu göremedim. Onu tekrar ancak yirmi yıl Son görecektim: Bir TV haber bülteninde. Fransızların Rainbow Warrior'u havaya uçurmalarından hemen sonraki bir Greenpeace toplantısında konuşuyordu. Yıl 1984 veya '85'di. O günden sonra onu yine televizyonda çok seyrettim. Çevresel davalar için para topluyor, üniversite kampüslerinde o kırmızı tekerlekli koltukta oturduğu yerden konuşmalar yapıyor savunmaları gerektiğinde çevre eylemcilerini mahkemede savunuyordu. Onun ağaçları kucakladığını söylüyorlar ve sanırım bu şekilde betimlenmek hoşuna gidiyor. Hâlâ öfkeli biri. Buna memnunum. Dediği gibi, başka bir şeyi yok ki.
Kapıya geldiğimizde, "Hey?" diye seslendi.
Arkamıza döndüğümüzde beyaz çarşaflar içersinde beyaz bir yüz gördük; tek rengi o gür siyah saçlarıydı. Çarşafın altındaki bacaklarının şekli bana bizim orada yapılan Dört Temmuz geçit resmindeki Sam Amca'yı hatırlattı. Ve dört aylık ömrü kalmış bir çocuğu andırdığını bir kere daha düşünmekten kendimi alamadım. Yalnız resme beyaz dişlerin de eklenmesi lazım, Stoke gülümsüyordu çünkü.
Skip, "Ne söyleyeceksin?" diye sordu.
"İkiniz Garretsen'le Ebersole'a söyleyeceklerim konusunda o kadar kaygılıydınız ki... Benimkisi belki aşağılık duygusu, ama bu kadar kaygının hedefinin ben olduğuma inanmakta güçlük çekiyorum. Yoksa ikiniz sonunda derslere devam etmeye mi karar verdiniz?"
Skip sordu. "Eğer öyle yaparsak, sence başarır mıyız?"
Stoke, "Belki," dedi. "O gece hakkında hatırladığım bir şey daha var. Hem de çok net olarak."
Ona güldüğümüzü hatırladığını söyleyeceğini sandım. Skip de öyle düşündüğünü sonradan bana itiraf etti. Ama bu doğru değildi.
Skip'e, "Beni muayene odasının kapısından sen tek başına taşıdın," dedi. "Üstelik beni düşürmedin."
"Öyle bir olasılık yoktu. Fazla kilolu değilsin."
"Öyle de olsa, ölmek bir yana, hiç kimse yere düşürülmek fikrinden hoşlanmaz. Onur kırıcı olur. Ama beni düşürmediğine göre, sana bir öğüt vereceğim. O spor programlarından ayrıl, Kirk. Yani onsuz olamayacağın bir atletik bursun yoksa tabii."
"Niçin?"
"Çünkü seni olduğundan farklı biri yaparlar. Bu, YSEG'in David Dearborn'u Dearie'ye dönüştürmesinden biraz daha uzun sürer, ama sonunda başarırlar."
Skip, "Sen spor hakkında ne biliyorsun?" diye yavaşça sordu. "Bir takımın üyesi olmak hakkında ne biliyorsun?"
Stoke, "Üniformalı gençler için kötü bir zamanda yaşadığımızı biliyorum," dedi, sonra başını yastığına dayayarak gözlerini kapadı. Carol ama bir kız olmak için iyi bir zaman, demişti. 1966 bir kız olmak için iyi bir zamandı.
Yatakhaneye döndük ve çalışmak için benim odama gittik. Koridorun öbür ucunda Ronnie, Nick, Lennie ve ötekilerin çoğu Kahpe Kız'ın peşindeydiler. Bir süre sonra Skip seslerinin bize ulaşmasını önlemek için kapıyı kapadı, bu da olmayınca Nate'in küçük plağını açarak Phil Ochs'u dinledik. Ochs artık öldü, annem ve Michael Landon gibi ölü biri. Greenpeace'de Stoke sivrildiği sırada belindeki kemerle kendini astı. Hayatta kalan Atlantis'liler arasında intihar oranı oldukça yüksek. Anakaranız ayaklarınızın altında batarken bu bir sürpriz olmasa gerek; insanın kafasına bir şeyler oluyor.
41
Stoke'a revirde yaptığımız ziyaretten bir iki gün sonra anneme telefon ettim ve eğer imkânı olup bana fazladan biraz para gönderebilirse önerisine uyarak bir öğretmen tutabileceğimi söyledim. Annem fazla bir şey sormadı, beni azarlamadı da -azarlamadığı zaman annemle başınızın dertte olduğunu bilirdiniz- ama üç gün sonra üç yüz dolarlık bir çek geldi. King'den kazandıklarımı da bu paraya ekledim; kazancımın hemen hemen seksen doları bulduğunu görünce şaşırdım. Bu, dünya kadar beş cent demekti.
Anneme hiçbir zaman söylemedim, ama üç yüz dolarıyla iki öğütmen tuttum. Bir tanesi bana tektonik levhalar ve anakaraların yavaş yavaş kayıp yer değiştirmeleri gibi konularda yardımcı olan diplomasını almış bir öğrenci, öteki ise King Hall'dan haşiş içen bir son sınıf öğrencisiydi. Adı Harvey Brundage olan bu delikanlı Skip'e antropolojin yardımcı oluyordu. (Emin değilim, ama onun adına bir iki tez de yazmış olabilir.)
Skip'le ben edebiyat ve fen dersleri dekanına gittik -Chamberlain Hall'daki kasım toplantısından sonra Garretsen'e kesinlikle gidemez-dik- ve karşı karşıya bulunduğumuz sorunları ona açıkladık. Teknik olarak biz ne edebiyat, ne de fen bölümündeydik -birinci sınıf öğrencileri olarak belli bir branş seçme durumunda değildik- ama Dekan Randle bizi dinledi. Öğretmenlerimizi bir bir ziyaret edip sorunumuzu açıklamamızı, daha doğrusu onlardan insaf dilenmemizi önerdi.
Her dakikasından nefret ede ede bu işi yaptık. Skip'le beni o yıllarda birbirimize yaklaştıran etkenlerden biri aynı Yankee ilkelerine göre büyütülmüş olmamızdı. Şöyle ki; çok mecbur olmadıkça, hatta belki o zaman bile, kimseden yardım istemezdiniz. Bu utanç verici ziyaretleri kafadar iki arkadaş olmamız sayesinde başardık. Skip öğretmenlerinden birinin yanındayken ben onu koridorda bekliyor, sigaranın birini söndürüp birini yakıyordum. Sıra bana geldiği zamanda o beni bekliyordu.
Öğretmenlerimiz grup olarak tahmin edebileceğimizden daha anlayışlı çıktılar; çoğu, sınıfımızı geçmemiz için ellerinden geleni yaptıkları gibi burslarımızı korumamıza yetecek kadar yüksek not almamızı da sağladılar. Yalnız Skip'in kalkülüs öğretmeni zerrece etkilenmedi, ama o bu derste zaten başarılı olduğundan özel bir yardım almadan başardı. Yıllardan sonra birçok öğretmenimiz için konunun eğitsel değil, duygusal olduğunu anladım: Eski öğrencilerinin adlarını kayıp listelerinde okuyup kısmen sorumlu olup olmadıklarını, D ile C-eksi arasındaki farkın, kanlı canlı bir gençle dünyanın bilmem neresindeki askeri hastanede bilincini kaybetmiş bir halde yatan genç arasında fark olup olmadığını merak etmek istemiyorlardı.
42
Bu toplantıların birinden sonra ve sömestr sonu sınavları yaklaştı-Î, sırada Skip, kahve içerlerken derslerini son bir defa gözden geçirebilmek için antropoloji öğretmeniyle Ayının İni'nde buluşmaya gitti. Ben Holyoke'da kap kaçak kuyruğundaki görevimdeydim. Taşıyıcı kayış en sonunda o öğleden sonra için durunca, kendi derslerim için yatakhaneye döndüm. Posta kutuma bakmak için binanın lobisinde durakladım; kutuda pembe renkli bir kâğıt parçası vardı: bana paket geldiğini bildiren bir makbuz.
Paket kahverengi bir kâğıda sarılıydı, ama üstüne yapıştırılmış Noel çanı ve çoban püskülü resimleriyle canlandırılmıştı. iade adresi, üstümde mideme indirilmiş bir yumruk etkisi yaptı: Carol Gerber, Broad Sokağı No: 172, Harwich, Connecticut.
Onu aramaya kalkışmamıştım, ama geleceğimi kurtarmakla meşgul olduğum için de değil. Bunun gerçek nedenini o pakedin üstünde adını görünceye kadar kavrayamamışım. Onun Sully-John'a döndüğüne inanmıştım. Eski romantik ezgiler çalarken arabamda sevişmemizin artık onun için tarih olduğuna. Benim de onun için tarih olduğuma.
Nate'in pikabında Phil Ochs çalıyordu, ama Nate'in kendisi yüzünün üstünde açık duran bir Newsweek'le yatağında kestiriyordu. Derginin kapağında General William Westmoreland'in bir resmi vardı. Masamın başına oturdum, pakedi önüme koydum, ipe elimi uzattım, ama sonra durdum. Parmaklarım titriyordu. Carol, "Kalpler sağlamdır," demişti. "Çoğu zaman kırılmazlar. Çoğu zaman sadece eğilirler." Haklıydı tabii, ama bana yolladığı Noel armağanı paketine baktıkça yüreğim sızlıyordu. Pikapta Phil Ochs vardı, ama ben daha eski, daha tatlı bir müziği duyuyordum. Kafamın içinde The Platters'i dinliyordum.
İple bandı kopardım, kahverengi kâğıdı çıkardım ve büyük bir mağazadan alınmış küçük bir beyaz kutuyu ortaya çıkardım. Kutunun içinde parlak bir kırmızı kâğıda sarılı ve beyaz bir saten kurdeleyle bağlı armağan vardı. Aynı zamanda, üstünde çok iyi tanıdığım yazıyla adıma yazılmış zarfı gördüm. Zarfı açınca içinden bir Hallmark kartı çektim; insan yeterince değer verdiğinde bir şeyin en iyisini yorar. Kartta yaldızlı kar taneleri ve yaldızlı trompetleri üfleyen yaldızlı melekler vardı. Kartı açtığımda bir gazete kupürü bana yolladığı armağan üstüne düştü. Kupür Journal adlı bir Harwich gazetesinden kesilmişti. Carol manşetin yukarsına "Bu sefer oldu," diye yazmıştı. "Merak etme acilde sadece 5 dikiş attılar. Akşam yemeğinde evdeydim."
Haberin başlığında şöyle deniliyordu: ASKERLİK OFİSİNİN ÖNÜN DEKİ PROTESTO KARGAŞAYA DÖNÜŞÜNCE 6 KİŞİ YARALANDIR KİŞİ TUTUKLANDI. Buradaki fotoğraf herkesin, hatta polislerle kendi karşıt protestolarını hazırlıksız başlatan inşaat işçilerinin sakin ve rahat gözüktüğü Derry Afews'dakinin taban tabana zıddıydı. Harwich Jotvma'daki resimde insanlar sinirli ve şaşkın görünüyorlardı, rahat olmaktan iki bin ışık yılı uzaktılar. İşçi tiplerinin kaslı kollarında dövmeler, yüzlerinde çirkin gri-maslar vardı. Karşılarında onlara meydan okuyarak bakan uzun saçlı gençler bulunuyordu. İçlerinden biri çirkin çirkin sırıtan üç adama, "Haydi gelin, bir parçamı mı istiyorsunuz?" der gibi kollarını uzatmıştı. Yüzleri gergin polisler iki grubun arasına girmişti.
Solda (Carol, fotoğrafın bu bölümüne aksi halde gözden kaçıracakmışım gibi bir ok çizmişti) arkasında HARWICH LİSESİ yazılı bir ceket görülüyordu. Carol'un başı yine dönüktü, ama bu kez kameraya bakıyordu. Yanaklarına süzülen kanı isteyebileceğimden çok daha net görebiliyordum. Şaka olsun diye istediği kadar oklar çizebilir ve resmin kenarına espriler yazabilirdi; ben hiç eğlenmemiştim. Yüzündeki çikolata şurubu değildi. Bîr polis onu kolundan tutuyordu. Ama gazete fotoğrafındaki kız bunu ya da başının kanamasını (bu noktada başının kanadığını bilse bile) umursamıyor görünüyordu. Bir elinde, üstünde CİNAYETİ DURDURUN yazılı bir pankart vardı. Öbür elini kameraya uzatmıştı ve ilk iki parmağıyla zafer anlamına gelen bir V işareti yapıyordu. Daha doğrusu, ben öyle olduğunu zannetmiştim, ama değilmiş. 1969'da V, tıpkı jambonla yumurtanın olduğu gibi, serçe iziyle eşleşiyordu.
Kupürdeki yazıyı okudum, ama pek ilginç bir şey içermiyordu. Protesto... karşıt protesto... hakaret dolu sözler... Atılan taşlar... yumruklaşmalar... polisin olay yerine gelişi. Yazıdaki ton aynı zamanda hem kibirli, hem tiksinti dolu, hem de küçümserdi. Bana Ebersole'la Garretsen'in o geceki halini anımsatmıştı. "Beni hayal kırıklığına uğrattınız, çocuklar."
Tutuklanan protestocuların üçü dışındakiler o gün daha geç bir saatte serbest bırakılmışlar ve adları da verilmemişti, bundan da hepsinin yaşının yirmi birin altında olduğu anlaşılıyordu.
Carol'un yüzünde kan vardı. Öyleyken gülümsüyordu... yüzünde zafer ışıltısı vardı. Phil Ochs'un hâlâ şarkı söylediğini fark ettim. "Bir milyon insan öldürmüş olmalıyım, şimdi de benim yine dönmemi istiyorlar." Ve tüylerimin diken diken olduğunu hissettim.
Kartı elime aldım. Aynı kafiyeli duygu ifadeleri... Hepsi aşağı yukarı aynı, değil mi? Neşeli Noel'ler, umarım Yeni Yıl'da ölmezsiniz. Bu tür mesajları okumam bile. Carol, manzum iyi dileklerin karşısındaki boşluğa bana bir not yazmıştı. Beyaz boşluğun hemen hemen tamamını dolduracak kadar uzundu.
Sevgili Altı Numara.
Sana neşeli Noel'lerin en neşelisini dilemek ve benim de iyi olduğumu söylemek istedim. Okula dönmedim, ama bazı okul tipleriyle bağlantım var (kupüre bak), sonunda herhalde gelecek yılın sonbahar sömestrinde üniversiteye döneceğim. Annemin durumu o kadar iyi değil, ama elinden geleni yapıyor, erkek kardeşim de işlerini toparlıyor. Rionda ise bize yardımcı oluyor. Sully'yi bir iki kere gördüm, ama aramız eskisi gibi değil. Bir gece TV seyretmek için bizim eve geldi. Onunla yabancı gibiyiz... ya da demek istediğim, farklı yönlere giden frenlerdeki eski tanıdıklara benziyoruz.
Dostları ilə paylaş: |