McQuown, "Ben bu oyunu penny'ler karşılığında da oynadım ve zevkini çıkardım, oğlum," diye karşılık verdi.
Bayan Gerber, Rionda'ya baktı.
Rionda, "Boş ver," diyerek Bobby'nin yanağına bir çimdik attı. "Bu topu topu bir saç tıraşı parası. Varsın, onu da kaybetsin. Sonra eve döneriz."
Bayan Gerber, "Pekâlâ, Bobby," diyerek içini çekti. "Madem istiyorsun."
McQuown, "Şu beş cent'leri şuraya koy da onları görebilelim," dedi. "Evet, temiz paralar. Hazır mısın?"
"Sanırım."
"Başlıyoruz öyleyse. İki erkekle bir kız birlikte saklambaç oynuyorlar Erkekler değersiz. Ama kızı bulursan paranı ikiye katlarsın."
Soluk renkli hünerli parmaklar kartları çevirdi. McQuown konuşuyor kartlar bulanıklaşıyordu. Bobby onların masanın üstünde dolaşmalarını seyrediyor, ama kızı keşfetmek için fazla bir çaba göstermiyordu. Buna gerek yoktu.
"Başlarını almış gidiyorlar, geliyorlar ve yavaşlıyorlar, şimdi de duruyorlar, işte sınav anı." Kırmızı sırtlı kartlar yine sıraya dizilmişlerdi. "Söylesene Bobby, kız nerede gizli?"
Bobby, "Orada," diyerek sol ucu işaret etti.
Sully, "Ortadaki karttı, sersem. Bu kez gözümü ondan ayırmadım," diyerek inledi.
McQuown, Sully'ye bakmadı bile. Gözü Bobby'deydi. Bobby de ona baktı. McQuown bir an sonra elini uzatıp Bobby'nin işaret ettiği kartı çevirdi. Kupa kızıydı.
Sully, "Olur şey değil!" diye bağırdı.
Carol heyecanla ellerini çırparak zıplayıp duruyordu. Rionda Hewson cıyaklayarak çocuğun sırtına bir şaplak indirdi. "Bu kez sen onu faka bastırdın, Bobby! Aferin, çocuk!"
McQuown, Bobby'ye düşünceli bir bakış fırlattı, sonra elini cebine atıp bir avuç dolusu bozukluk çıkardı. "Hiç fena değil, delikanlı. Bugün ilk kez yeniliyorum. Yani isteyerek yenilmediğimi söylemek istiyorum." Yığının içinden bir yirmi beşle bir beş cent seçerek Bobby'nin on beş cent'inin yanına bıraktı. "Bir kez daha yarışmak ister misin?"
Bobby izin ister gibi Bayan Gerber'e baktı.
Anita, "Kazançlı durumdayken bırakman daha doğru olmaz mı?" diye sordu. Bunu söylerken gözleri parlıyor ve eve dönerken yoğun trafiğe yakalanma endişesini unutmuş görünüyordu.
Çocuk ona, "Kazançlı duruma çıkınca bırakacağım," dedi.
McQuown güldü. "Palavracı bir çocukmuş! Bir beş yıl daha çenesinde kıl çıkmayacak, ama bakın şimdiden palavra sıkıyor. Evet, ne diyorsun, Övüngen Bobby? Oyuna devam ediyor muyuz?"
"Tabii," dedi Bobby. Carol veya Sully-John onu övünmekle suçlamış olsalar şiddetle itiraz ederdi; genç hayatının John Wayne'den Uzay Müfrezesi'ndeki Lucky Starr'a kadarki bütün kahramanları dünyayı ya da bir treni kurtardıktan sonra, "Yok canım," diyebilecek türden kişilerdi. Ama mavi şortlu bir alçak adam, aynı zamanda da bir üçkâğıtçı olan Bay McQuown'a karşı kendini savunmaya gerek görmüyordu. Övünmek aslında Bobby'nin aklının köşesinden bile geçmemişti Bunun babasının floşları gibi bir şey olduğunu da düşünmüyordu Floşlar sadece umut ve tahmindi. Charlie Yearman'a göre "budalaların pokeri". Harwich İlkokulu'nun kapıcısı çocuğa, oyunla ilgili olarak S-J ile Denny Rivers'in bilmediği her şeyi anlatmıştı. Ama bunda tahminin yeri yoktu.
Bay McQuown, Bobby'ye tekrar baktı; çocuğun sakin tavırları ve kendine güveni onu rahatsız ediyora benziyordu. Sonra uzanıp şapkasına çekidüzen verdi, kollarını uzattı ve parmaklarını kıpırdattı. "Haydi bakalım, çocuk!"
Kartlar yine bulandı. Bobby arkasında Sully-John'un, "Tuh be!" diye homurdandığını duydu. Carol'un arkadaşı Tina da, "Fazla hızlı," diye söylendi. Bobby kartların hareketini yine gözledi, ama sadece bunun kendisinden beklendiğini hissettiği için. Bay McQuown'un bu kez gevezeliğe kalkışmamasına sevinmişti.
Kartlar yine sıraya dizildi. McQuown kaşlarını kaldırarak Bobby'ye baktı. Ağzının köşelerinde hafif bir gülümseme biçimlenmişti, ama hızlı soluklar alıp veriyordu, üst dudağında da ter damlacıkları birikmişti.
Bobby hemen sağdaki kartı işaret etti. "İşte bu."
"Nereden biliyorsun?" McQuown'un dudaklarından gülümseyiş silinmişti. "Nasıl bilebilirsin bunu?"
"Sadece biliyorum," dedi Bobby.
McQuown kartı çevirmek yerine başını hafifçe eğerek panayırcı bakışını dikti. Somurtkan bir anlam gülümseyişin yerini almıştı; dudaklarının köşeleri aşağı kıvrılmış, gözlerinin arasında bir kırışık belirginleşmişti. Şapkasındaki çiçek bile hoşnutsuz gözüküyor, ileri geri sallanışı fütursuz yerine küskün izlenimini bırakıyordu, "iskambilleri karıştırmakta üstüme yoktur. Kimse beni bu oyunda yenik düşürememiştir!" diye söylendi.
Rionda, Bobby'nin omzunun üzerinden uzandı ve çocuğun işaret ettiği kartı çevirdi. Kupa kızıydı. Bu kez bütün çocuklar ellerini çırptılar. Çıkan ses Bay McQuown'un kaşlarının arasındaki kırışığın daha da derinleşmesine yol açtı.
Rionda, "Anladığım kadarıyla dostumuz Övüngen Bobby'ye doksan cent borçlusun," dedi. "Borcunu ödeyecek misin?"
McQuown, Rionda'ya dönerek, "Ya ödemezsem? " dedi. "Ne yaparsın, şişko? Polis mi çağıracaksın?"
Anita Gerber endişeli görünüyordu. "Belki gitsek daha iyi olacak."
Rionda, Anita'yı duymamış gibi davranarak, "Polis çağırmak mı?" dedi "Yok canım." Gözlerini üçkâğıtçıdan ayırmamıştı. "Cebinden doksan cent çıkacak diye donuna yapmış gibi davranıyorsun."
Ama Bobby, söz konusu şeyin yalnız para olmadığını biliyordu. McQuown bu kez paradan çok daha fazlasını kaybetmişti. Onu en çok rahatsız eden şey ise kart karıştırma ustası unvanının bir çocuk tarafından alaşağı edilmesiydi.
Rionda devam etti. "Ne yapacağımı biliyor musun, panayırda beni dinleyecek herkese senin ucuz bir üçkâğıtçı olduğunu söyleyeceğim. Doksan cent'lik McQuown diyeceğim senin için. Böylesi işine yardımcı olur mu sanıyorsun?"
McQuown elini homurdana homurdana cebine attı ve yine bir avuç dolusu bozukluğu ortaya çıkardı ve Bobby'nin kazancını acele tarafından saydı. "Al doksan cent'ini," dedi. "Git, kendine bir martini satın al."
Bobby, "Sadece tahmin ettim, o kadar," dedi ve paraları avuçlayarak cebine attı. Bozukluklar cebini kurşun gibi ağırlaştırmıştı. Sabahleyin annesiyle yaptığı tartışma şimdi ne kadar saçma görünüyordu ona. Geldiği zamankinden daha fazla parayla evine dönüyordu, öyleyken bu onun için hiçbir şey ifade etmiyordu. Hiçbir şey. "Tahmin etmekte ustayımdır," diye ekledi.
Bay McQuown rahatlamış gözüktü. Öyle ya da böyle onlara zarar vermeyecekti zaten; alçak bir adam olabilirdi, ama insanları incitecek türden biri değil. O akıllı, uzun parmaklı ellerini bir yumruk yaparak aşağılamak niyetinde hiç değildi. Ama Bobby de onu mutsuz bir halde arkasında bırakmak istemiyordu.
McQuown, "Evet," dedi. "Tahmin etmekte ustasın. Üçüncü bir denemeye ne dersin, Bobby? Belki de bir servet seni bekliyor."
Bayan Gerber yine, "Artık gitmemiz lazım," diye atıldı.
Bobby, "Zaten bir deneme daha yaparsam kaybederim," dedi. "Teşekkür ederim, Bay McQuown. Eğlenceli bir oyundu."
"Evet, evet. Artık toz ol, çocuk." McQuown öbür panayır çığırtkanlarına benzemişti şimdi. Gözlerini ileriye dikmiş, kendine taze avlar arıyordu.
Eve dönene kadar Carol'la kız arkadaşları Bobby'ye hayranlıkla Sully-John da şaşkınlıkla karışık bir saygıyla bakıyordu. Bu bakış Bobby' yi rahatsız etmişti. Rionda bir ara dönerek onu dikkatle süzdü "Sadece tahmin etmedin, değil mi?" diye sordu.
Bobby bir şey demeden ona ihtiyatla baktı.
Kadın içini çekti. "Babam bahisçi bir adam değildi, ama arada sırada bir sayıyla ilgili önsezisi olurdu. O zaman bahse girerdi. Bir keresinde elli dolar kazanmış, bize bütün bir ay yetecek kadar yiyecek satın almıştı. Sana da aynı şey oldu, değil mi?"
"Sanırım," dedi Bobby.
Çocuk eve döndüğünde annesi verandadaki salıncakta bacaklarını altına almış oturuyordu. Cumartesilere mahsus pantolonunu giymiş, somurtkan bir yüzle sokağa bakıyordu. Arabasıyla uzaklaşan Carol'un annesine elini salladı, Anita'nın kendi araba yoluna sapmasını, Bobby'nin de yorgun argın yaklaşmasını seyretti. Çocuk, annesinin ne düşündüğünü biliyordu. Bayan Gerber'in kocası donanmada görevliydi, ama kadının en azından bir kocası vardı. Anita Gerber'in ayrıca bir steyşını vardı. Liz ise biraz uzağa gitmek için otobüse ya da Bridgeport'a gidecekse taksiye binmek zorundaydı.
Ne var ki, Bobby onun kendisine hâlâ kızgın olduğunu sanmıyordu, bu çok iyiydi.
"Savin'de iyi vakit geçirdin mi, Bobby?" diye sordu.
Çocuk, "Harikaydı," dediyse de içinden şöyle düşünüyordu: Ne oluyor, anne? Kumsalda nasıl vakit geçirdiğim aslında umurunda değil Aklında ne var? Ama bunları ona söyleyemezdi,
"Güzel. Dinle, oğlum... Bu sabah tartışmamıza üzüldüm. Cumartesileri çalışmaktan nefret ederim." Bu son sözleri tükürür gibi söylemişti.
"Önemi yok, anne."
Liz çocuğun yanağının üstünde elini gezdirerek başını salladı. "Senin şu beyaz tenin yok mu! Hiçbir zaman bronzlaşamazsın, oğlum Bobby. Haydi içeri girelim de güneş yanıklarına biraz bebek yağı süreyim. "
Bobby annesinin arkasından içeri girdi, gömleğini çıkardı ve divana ilişen annesinin önünde durdu. Liz onun sırtına, kollarına ve boynuna hatta yanaklarına mis kokulu bebek yağından sürdü. Çocuk annesini ne kadar sevdiğini, annesinin ona dokunmasından ne kadar mutlu olduğunu düşünüyordu. Dönme dolapta Carol'u öptüğünü bilse annesinin ne düşüneceğini de merak ediyordu. Gülümser miydi acaba? Bobby gülümseyeceğini zannetmiyordu. Hele McQuown'la kartları bilse...
Liz bebek yağı şişesinin kapağını kapatırken, "Yukarı kattaki dostunu bugün görmedim," dedi. "Ama radyosunda Yankee'lerin oyununu dinlediğini duyduğum için yukarda olduğunu biliyorum. Sanki verandaya çıksa daha iyi etmez miydi? Orası daha serin."
Bobby, "Herhalde canı istememiştir," dedi. "Sen iyi misin, anne?"
Kadın ona şaşkın bir bakış fırlattı. "İyiyim, Bobby." Kadın gülümsedi, Bobby de ona gülümseyerek karşılık verdi. Aslında annesinin iyi olduğunu hiç sanmıyordu. Dahası, iyi olmadığından emindi.
Bu da bir önseziydi.
Bobby o gece yatağında topuklarını şiltenin köşelerine uzatarak sırtüstü yattı. Gözlerini tavana dikmişti. Penceresi açıktı. Perdeler esintide dalgalanıp duruyordu. Bir başka açık pencereden Platters'in şarkısı kulağa geliyordu: "Akşamın alacakaranlığında burada, maviliğin altında buluşuyoruz." Daha uzakta bir uçağın homurtusu, bir klaksonun ötüşü duyuluyordu.
Rionda'nın babası buna önsezi demiş, bir keresinde de elli dolarlık sayıyı yakalamıştı. Bobby de bunu onaylar görünmüş, "Sanırım bir seziydi," demişti. Oysa hayatını kurtarmak için bile kazanacak bir numarayı bilemezdi. Mesele şuydu...
Mesele şuydu ki, Bay McQuown kızın her defasında nerede olduğunu biliyordu, dolayısıyla ben de biliyordum. Bobby'nin bunu kavramasıyla birlikte başka parçalar da yerine oturdu. Aslında her şey ortadaydı ve durum onu eğleniyordu, ayrıca siz bildiğiniz şeyi sorgulamazsınız, değil mi? Bir önseziyi... yoktan var olan bir hissi sorgulaya. bilirdiniz, ama bilmeyi bir sorgu konusu yapmazdınız.
Şu var ki, annesinin, dolabının üst rafındaki Sears katalogunun iç çamaşırı sayfalarına bantla para yapıştırdığını nereden biliyordu? Dahası, katalogun orada olduğunu nereden biliyordu? Annesi ona bunu söylememişti ki. Liz ona bozukluklarını koyduğu mavi ibrikten de söz etmemiş olsa bile Bobby yıllardan beri biliyordu bunu. Annesinin bazen onun kör olduğunu düşünmesine rağmen, o kör değildi. Ama ya katalog? Yirmi beş cent'ler çoğalıyor ve kâğıt para oluyor, kâğıt paralar da katalogun içine bantlanıyordu. Böyle bir şeyi bilmesine imkân yoktu, ama yatağında yatıp müzik dinlerken katalogun orada olduğunu biliyordu işte. Bildiği için biliyordu, bu aklından geçmişti. Dönme dolabın tepesindeyken Carol'un onu tekrar öpmesini istediğini bilmişti. Aslında bu onun bir erkek çocukla ilk öpüşmesi olduğundan yeterince dikkat etmemiş, öpücük o ne olup bittiğinin farkına varamadan son bulmuştu bile. Ama bunu bilmek geleceği bilmek değildi.
"Sadece başkalarının aklından geçenleri okumak," diye fısıldadı ve güneş yanıkları birden buza dönmüş gibi titredi.
Aklını başına topla, Bobby, yoksa Ted'le alçak adamları gibi fıttıracaksın. Uzakta, kent meydanındaki saat onu çalmaya başlamıştı. Bobby başını çevirip masasının üstündeki çalar saate baktı. Big Ben sadece dokuzu elli iki geçtiğini iddia ediyordu.
Ne yapalım yani, kent merkezindeki saat biraz koşuyor, benimkisi, ise biraz geri kalıyor. Boş ver, McNeal. Sen uyumana bak. Bir süre uyuyabileceğini hiç sanmıyordu, müthiş bir gün geçirmişti. Annelerle tartışmalar, üçkâğıtçı panayır soytarılarından kazanılan paralar, dönme dolapların tepesinde öpüşmeler. Bunlar aklından geçerken tatlı tatlı uyuklamaya başladı.
Bobby belki de benim kız arkadaşımdır, diye düşündü. Her şeye rağmen belki benim kız arkadaşımdır.
Kent meydanındaki saatin son vakitsiz darbesi hâlâ havada vızlarken Bobby uykuya geçmişti.
V. BOBBY GAZETEYİ OKUYOR. KAHVERENGİ VE
GÖGSÜNDE MAMA ÖNLÜĞÜ GİBİ BİR BEYAZLIK VAR.
LİZ İÇİN BÜYÜK BİR FIRSAT. BROAD SOKAĞI KAMPI.
HUZURSUZ BİR HAFTA. PROVIDENCE'E YOLCULUK.
Pazartesi günü Bobby, annesi işe gittikten sonra Ted'e gazeteyi okumak için yukarı çıktı. (Gözleri gazetesini okuyacak kadar kuvvetli olsa bile, Ted, Bobby'nin sesinden ve tıraş olurken kendisine bir şeyler okunması lüksünden hoşlandığını söylemişti.). Ted kapısı açık olan küçük banyosunda durup yüzündeki köpükleri sıyırıyor, Bobby de ona gazetenin çeşitli bölümlerinden başlıklar okuyordu. "VİETNAM'DA ÇARPIŞMALAR KIZIŞIYOR MU?" "Kahvaltıdan önce mi? Teşekkür ederim, istemem." "ARABA KOLEKSİYONCUSU. KENTLİ TUTUKLANDI." "İlk paragrafı oku, Bobby."
"Polis dün geç saatte Pond Sokağı'ndaki evinin kapısını çalınca Harwich'li John T. Anderson onlara hobisini anlattı. Bu hobi süpermarketlerin alışveriş arabalarının koleksiyonunu yapmaktı." Harwich Polis Müdürlüğü'nden Kirby Malloy, 'Bu konuyla ilgili ilginç görüşleri vardı, ama koleksiyonundaki arabalardan bazılarını dürüst yollardan elde ettiğine inanamadık.' Sonuçta Malloy'un haklı olduğu anlaşıldı. Bay Anderson'un arka bahçesindeki elliyi aşkın alışveriş arabasının en az yirmisi Harwich'in A&P Market'ten çalınmıştı. Stansbury'deki IGA Marketten yürütülmüş birkaç araba bile vardı."
Usturasını sıcak suyun altında durulayıp sonra bıçağı sabunlu boynuna götüren Ted, "Yeter," dedi. "Bay Anderson nevrozu olan bir adama benziyor. Başka bir deyişle, bu bir akıl sorunudur. Sence o tür sorunlar komik mi?"
"Ne münasebet. Bir tahtası eksik olanlara acırım." "Bunu söylemene sevindim. Ben öylelerini, hatta onlardan da beterlerini çok gördüm. Öyleleri sandığından da çoktur. Çoğu zaman acıklıdırlar, bazen insana dehşet duyururlar, korkunç olanları da vardır. ama komik değillerdir. ARABA KOLEKSİYONCUSU ha. Başka ne var?"
"YILDIZ ADAYI AVRUPA'DA TRAFİK KAZASINDA ÖLDÜ nasıl?"
"Aldırma."
"YANKEE'LER SENATÖRLERLE ANLAŞARAK YENİ BİR İC SAH OYUNCUSU MU EDİNDİLER?"
"Yankee'lerin senatörlerle yaptıkları hiçbir şey beni ilgilendirmiyor."
"ALBİNİ HAKSIZLIĞA UĞRAMIŞLIK ROLÜNÜN TADINI MI ÇIKARIYOR?"
"Tamam, bunu oku."
Ted bir yandan özenle boynunu tıraş ederken bir yandan da Bobby'yi dikkatle dinledi. Bobby öyküyü hiç de ilginç bulmamıştı; konu Floyd Patterson veya Ingemar Johansson'la ilgili değildi. Buna rağmen, yazılanları dikkatle okudu. Tommy 'Kasırga' Haywood'la Eddie Albini arasındaki on iki rauntluk maçın gelecek haftanın çarşamba günü oynanması kararlaştırılmıştı. Her iki boksörün sicilleri iyiydi, ama yaş önemli, belki de sonuç üzerinde etkili bir faktör sayılıyordu. Haywood, Eddie Albini'nin otuz altı yaşına karşın yirmi üç yaşındaydı ve maçın favorisiydi. Galip gelen, sonbahardaki ağır sıklet şampiyonasında şansını deneyebilecekti. Şampiyona büyük bir olasılıkla Richard Nixon başkanlık seçimlerini kazandığı zaman yapılacaktı. (Bobby'nin annesi seçim sonucundan emindi, böylesi daha iyiydi, Katolik oluşu bir yana, Kennedy fazla gençti ve öfkeli olmak eğilimindeydi.) Albini yazıda kendisine niçin haksızlık edildiğini anlayabildiğini söylüyordu; yaşı biraz ilerlemişti, bazıları da son maçında 'Şeker Çocuk' Masters tarafından nakavt edildiği için işinin bittiğini düşünüyorlardı. Haywood'un ondan üstün olduğunu ve genç bir sporcuya göre oldukça deneyimli sayılabileceğini tabii ki biliyordu. Ama Albini sıkı antrenman yaptığı iddiasındaydı. Yazı oyun ve kararlı gibi kelimelerle doluydu. Albini cesur ve yürekli olarak tarif ediliyordu. Bobby, yazıyı yazanın, Aibini'nin pestilinin çıkarılacağına inanarak ona acıdığını hissediyordu. Kasırga Holwood her ne kadar bulunup gazeteciyle konuşmamışsa da, I. Kleinflenst (Ted, ismin nasıl okunacağını Bobby'ye öğretmişti.) adındaki menajer bunun büyük bir olasılıkla Eddie Albini'nin son maçı olacağını söylemişti. "Onun da parlak günleri oldu, ama o günler sona erdi," demişti Kleindienst. "Eddie altı raunt atlatırsa, oğlumu aç yatmaya göndermiş olur. "
"Irving Kleindienst enayinin biri," dedi. Pencereden dışarıya, Bayan O'Hara'nın köpeğinin havlamalarının geldiği yöne bakıyordu, zamanlarda olduğu gibi yüzü anlamsız değildi, ama olaylara uzak görünüyordu.
Bobby, "Onu tanıyor musunuz?" diye sordu.
"Hayır, hayır," dedi Ted. Bu fikir onu önce şaşırtmış, sonra da tuhafına gitmişti. "Sadece onun hakkında bildiklerim var."
"Bence Albini denen adam şimdiden yenilmiş sayılır."
"Orasını bilemezsin. İşin ilginç yanı da bu ya."
"Ne demek istiyorsunuz?"
"Hiç. Çizgi romanlara geç, Bobby. Flaş Gordon'u istiyorum. Dale Arden'in ne giydiğini bana söylemeyi de unutma sakın."
"Niçin?"
"Çünkü bence o çok ateşli bir parça." Ted'in bu yanıtı Bobby'yi kahkahalarla güldürdü. Elinde değildi. Ted bazen ona çok komik geliyordu.
Ertesi gün yaz beysbolü için formların kalanını doldurduğu Sterling House'dan dönerken Bobby, Commonwealth Parkı'ndaki bir karaağaca raptiyelerle tutturulmuş bir posterle karşılaştı.
LÜTFEN PHIL'İ BULMAMIZA YARDIM EDİN!
PHIL GAL CORGİSİ CİNSİ KÖPEĞİMİZDİR!
PHIL 7 YAŞINDA!
PHIL KAHVERENGİDİR, YALNIZ BOYNUNDA MAMA ÖNLÜĞÜ GİBİ
BİR BEYAZLIĞI VAR! GÖZLERİ PARLAK VE ZEKİ BAKIŞLIDIR!
KULAKLARININ UCU SİYAHTIR!
ÇABUK OL, PHIL dediğinizde size bir TOP getirecektir!
HOusitonic 5-8337'ye TELEFON EDİN!
(ya da) Highgate Caddesi No: 745'e GETİRİN!
Adres SAGAMORE AİLESİ'nin evidir.
Posterde Phil'in bir resmi yoktu.
Bobby durup uzunca bir zaman postere baktı. Bir yandan eve koşup Ted'e bundan başka, seksek oyununun yanında tebeşirle resmedilmiş yıldızla hilali anlatmak istiyor, bir yandan da parkta çeşitli terlerin bulunduğunu kendi kendine hatırlatıyordu. Örneğin, durduğu yerin tam karşısındaki başka bir karaağaçta kent merkezindeki meydanda verilecek bir konserin ilanı vardı. Ted'i bu yüzden heyecanlandırması delilik olurdu. Birbiriyle çatışan bu iki düşünce Bobby'nin beyninde birbirine sürtünen iki cismin ateş almasına benzer bir etki yaptı
Çocuk, posterin yanından uzaklaşarak bunu düşünmeyeceğim, dedi kendi kendine. Ama sonra kafasının derinlerindeki bir ses -tehlikeli derecede erişkin bir ses- protesto ederek bu gibi şeyleri düşünmesi ve anlatması için para aldığını ona hatırlattı. Bobby sesi susması için uyardı. Ses de sustu.
Eve dönünce annesini yine verandadaki salıncakta oturur buldu, Liz bu kez bir sabahlığın kolunu onarıyordu. Başını kaldırınca, Bobby Liz'in gözlerinin altının şişmiş, göz kapaklarının da kızarmış olduğunu gördü. Elinde katlı bir kâğıt mendil vardı.
"Anne?"
"Bir aksilik mi oldu?" diye soracak oldu, ama bu düşüncesini seslendirmek akılsızlık olurdu. Hatta başına dert açardı. Bobby'nin Savin Plajı'na gidilen gündeki parlak önsezileri tekrarlanmadı, ama annesini tanıyordu, Liz'in sinirli olduğu zaman ona nasıl baktığını, avucunda kâğıt mendil olan elin gerilerek hemen hemen yumruk oluşunu, kadının, soluğunu içine çekip ona karşı geldiğiniz takdirde sizinle dalaşmaya hazırmış gibi dimdik oturuşunu biliyordu.
Annesi, "Ne var?" diye sordu. "Aklında saçların dışında bir şey daha mı var?"
Bobby, "Hayır," dedi. Sesi kendi kulaklarına bile garip ve çekingen gelmişti. "Sterling House'a uğradım. Beysbol listelerini asmışlar. Bu yaz yine Kurtlar'dan biri olacağım."
Liz başıyla onayladı. Biraz rahatlamış görünüyordu. "Gelecek yıl seni Aslanlar takımına alacaklarına eminim." Kadın dikiş sepetini salıncağın üstünden yere indirdi ve yanındaki boş yeri okşadı. "Gel, biraz yanıma otur, Bobby. Sana bir şey söylemek istiyorum."
Bobby oturdu. Biraz heyecanlıydı. Annesi ağlamıştı ve oldukça kötü bir hali vardı. Ama sonuçta ortada önemli bir sorun olmadığı anlaşıldı.
"Bay Biderman -Don- beni kendisi, Bay Cushman ve Bay Dean'le Providence'deki bir seminere gitmeye davet etti. Bu benim için büyük bir fırsat."
"Seminer nedir?"
"Bir tür konferans; insanlar bir konu hakkında bilgi edinmek ve tartışmak için bir araya geliyorlar. Bu seferki altmışlı yıllardaki emlakçilikte ilgili. Don'un beni davet etmesine çok şaşırdım. Bill Cushman'la Curtis Dean'in gideceklerini biliyordum tabii; onlar firmanın aktif elemanları. Ama Don'un beni de davet etmesi harika..." Kadın, sözüne kısa bir ara verdikten sonra dönüp oğluna gülümsedi. Bobby bunun içten bir gülümseme olduğunu düşünse de bu, annesinin kızarmış göz kapaklarıyla çelişiyordu. Liz, "Uzun zamandan beri ben de firmanın bir temsilcisi olmak istiyordum," dedi. "Şimdi de damdan düşer gibi önüme çıktı. Bu benim için kaçırılmayacak bir fırsat, Bobby ve hayatımıza büyük bir değişiklik getirebilir."
Bobby annesinin gayrimenkul satmak istediğini biliyordu. Bu konuyla ilgili kitapları vardı. Hemen her akşam onların içinden bölümler okur, bazı yerlerin altını çizerdi. Ama bu o kadar büyük bir fırsatsa, niçin onu ağlatmıştı?
Çocuk, "Sevindim," dedi. "Umarım, o seminerde çok şey öğrenirsin. Ne zaman gidiyorsun?"
"Gelecek hafta. Dördümüz salı sabahı erkenden yola çıkacak ve perşembe akşamı saat sekiz sularında döneceğiz. Bütün toplantılar Warwick Oteli'nde. Biz de orada kalacağız. Don odaları ayırttı. Sanırım, on iki yıldan beri bir otel odasında gecelemedim. Bu yüzden biraz sinirliyim."
Sinirli olmak insanı ağlatır mıydı? Bobby bunu merak ediyordu, insan bir yetişkin -ve özellikle yetişkin bir kadın- olursa belki.
"Senden S-J'ye salı ve çarşamba gecelerini onlarda geçirip geçiremeyeceğini sormanı istiyorum. Bayan Sullivan'ın itiraz etmeyeceğine eminim."
Bobby "Hayır" gibilerden başını salladı. "Olmaz."
"Niçin olmuyormuş?" Liz birden hırçınlaşmıştı. "Bayan Sullivan daha önce onlarda kalmanda bir sakınca görmemişti. Onu kızdıracak bir şey yapmadığını umarım."
"Sorun o değil, anne. S-J 'Winnie Kampı'nda bir haftalık tatil kazandı da." Annesi ona hâlâ ters ters bakıyordu. Bu bakışta paniğe benzer bir şeyler yok muydu? Panik ya da ona benzer bir şey?
"Bu Winnie Kampı da neymiş? Sen neler anlatıyorsun böyle?"
Bobby, S-J'nin Winiwinaia Kampı'nda bir haftalık tatil kazandığım Bayan Sullivan'ın da fırsattan yararlanarak aynı tarihlerde Wisconsin'deki annesiyle babasını görmeye gideceğini anlattı.
Annesi, "Kahretsin, aksiliğe bak," diye söylendi. Liz hemen hiç küfretmez, küfürlerin ve pis lafların cahillerin dili olduğunu söylerdi. Elini yumruk yapıp salıncağın koluna vurdu. "Kahretsin!"
Liz bundan sonra durup biraz düşündü. Bobby de düşünüyordu. Sokaklarındaki öbür yakın arkadaşı Carol'du, ama annesinin Anita Gerber'e telefon açıp oğlunun onlarda kalıp kalamayacağını soracağından şüpheliydi. Carol bir kız çocuğuydu; bu, gece yatılan söz konusu olduğunda çok şey fark ettiriyordu. Annesinin arkadaşlarından birinde kalamaz mıydı? Sorun, annesinin arkadaşının olmayışıydı. Daha doğrusu, Don Biderman ve belki Providence'deki seminere giden öbür iki kişi dışında yoktu. Evet, tanıdıkları, supermarketten dönerken ya da cuma gecesi kent merkezindeki sinemaya gittikleri zaman merhaba dediği kimseler çoktu, ama bunların hiçbirine telefon açıp on bir yaşındaki oğlunu iki gece konuk etmelerini isteyemezdi. Akraba derseniz, Bobby'nin bildiği kadarıyla o da yoktu.
Bobby ile annesi, birbirine yaklaşan iki yolda ilerleyen kişiler gibi yavaş yavaş aynı noktaya doğru ilerlediler. Bobby belki bir iki saniyelik bir farkla annesinden önce oraya vardı.
Dostları ilə paylaş: |