Larry pencereden geri döndü. Şakakları zonkluyordu. Richardson, Abagail Ananın nabzını dinlemekteydi. Laurie raftaki ilaçlarla ilgileniyordu. Dick Ellis biraz ilerdeydi. Lucy ise kapının yakınında oturuyor, Larry'e bakıyordu.
Larry, George'a, «Ana nasıl?» diye sordu.
Richardson, «Eskisi gibi,» dedi.
«Geceyi çıkarabilecek mi?»
«Bilmiyorum, Larry.»
Yataktaki kadın, üzerine kül rengi deri gerilmiş bir iskeletten farksızdı. Cinsiyeti belli olmuyordu. Saçlarının çoğu dökülmüştü. Hışırtılı hışırtı-11 soluk alıyordu. Larry onu Yucatan mumyalarının resimlerine benzetti.
— 315 —
«Hâlâ nasıl yaşıyor?» diye düşündü. «Bütün bunların sebebi nedir?»
George, «Benzer vakalardan söz edildiğini duymuştum,» demişti «Böyle bir hastayla karşılaşacağım hiç aklıma gelmezdi. Abagail Ana. kendi kendini yiyor. Aslında besinsizlikten ölmesi gerekirken hâlâ yaşı. yor. Beslenmek için vücudunun bazı kısımlarını eritiyor.» Abagail Anayı karyolaya yatıran Lucy de şaşkınlıkla, «Uçurtma kadar hafif,» diye açık-lamıştı.
Lucy kapının yakınındaki yerinden konuşmaya başlayarak hepsinin irkilmesine neden oldu. «Bir şey söylemek istiyor.»
Laurie kararsızca, «O komada, Lucy,» dedi. «Belki de... hiç kendine gelemeyecek...»
Dick genç kadına, «Bize ne söyleyebilir ki, Lucy?» diye sordu.
Lucy, «Bilmiyorum,» dedi. «Ama söyleyeceklerinden korkuyorum. Bunun farkındayım. Ölümler sona ermedi. Yeni başladı daha. işte ben bundan korkuyorum.»
Uzun bir sessizlik oldu. Sonunda George Richardson sessizliği bozdu. «Hastaneye gitmem gerekiyor. Laurie, Dick, ikinize de ihtiyacım olacak.»
Üçü birlikte kapıya doğru yürüdüler. Lucy onların ceketlerini getirdi. Hava soğuyordu. Gömlekle motosiklete binmek kolay değildi artık.
Larry doktora usulca, «Ana için yapabileceğimiz bir şey var mı?» diye sordu.
«Lucy serumla ilgili her şeyi biliyor. Yapılacak başka bir şey de yok. Durumu görüyorsun...» George Richardson'un sesi hafiflemişti. Tabii, durumu hepsi görüyorlardı.
Dick, «İyi geceler, Larry,» diyerek doktor ve hemşireyle dışarı çıktı.
Larry tekrar pencereye yaklaştı. Dışarda herkes ayağa kalkmış, merakla bakıyordu. Abagail Ana sağ mıydı? Ölmüş müydü? Ölüyor muydu? İyileşmiş miydi? Bir şey söylemiş miydi?
Lucy, Larry'e yaklaşarak kolunu onun beline doladı. «Seni seviyorum.»
Larry genç kadına sarıldı, çaresizlik içinde titremeye başladı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. «Lucy? Tanrım! Bütün bunlar ne anlama geliyor?»
— 316
5 Eylül günü öğleyin bütün kente elektrik verildi. Mahkeme binası-nm tepesindeki siren çalmaya başladı.
Hastanedeki odanın ışıkları yandığı anda Stu, Fran'in yanındaydı. Genç adam kadının gözlerinin dolmuş olduğunu farketti.
«Fran? Ne var? Sırtın mı ağrıyor?»
Genç kadın, «Nick'i düşünüyordum,» diye açıkladı. «Nick hayatta olmalı ve ışıkları görmeliydi. Haksızlık bu. Bana sarıl, Stu. Çocuk için dua etmek istiyorum.»
Stu, Fran'e sarıldı ve birdenbire Nick'i çok aradığını da anladı. O anda Harold Lauder'a karşı eskisinden daha da yakıcı bir kin duydu. Fran uzun bir süre ağladı.
Glen, Stu'yu şiddetle sarsarak uyandırdı. «Seni uyandırmak çok zor, Doğu Teksas'lı. Kütük gibi uyuyorsun.»
«İnsan önce şu lanet olasıca ışığı yakardı!»
«Biliyor musun, onu unuttum!»
Stu ışığı yakarak saate baktı. Gecenin üçü olmuştu. 6 Eylül günü başlamıştı. «Burada ne işin var, Glen? Belki farkına varmadın ama uyuyordum.» Sonra Glen'e dikkatle baktı. Adamın rengi uçmuştu. Korkmuş gibi bir hali vardı. «Ne var?»
Glen usulca, «Abagail Ana,» dedi.
«Öldü mü?»
«Tanrı beni affetsin, bazan keşke ölmüş olsa diyorum. Ana uyandı. Bizi istiyor. »
«İkimizi mi?»
«Beşimizi. O...» Glen Bateman'in sesi boğuklaştı. «O Nick'le Susan'ın ölmüş olduklarını biliyor. Fran'in hastanede olduğunu da. Nasıl öğrenmiş, bilmiyorum. Ama biliyor.»
«Komite üyelerini istiyor, öyle mi?»
«Komite üyelerinden sağ kalanları. Abagail Ana ölmek üzere. Bize bir şeyi açıklaması gerektiğini söylüyor. Onu dinlemeyi isteyip istemediğimden de hiç emin değilim.»
Larry Underwood'un evi ışık içindeydi. Stu'yla Glen oraya vardıkla-
— 317-
rı sırada Ralph da Fran'i getirdi. Genç kadın arabadan inerken sancı içinde olduğu belliydi.
Stu elini Fran'in beline doladı. «Seni taşımamı ister misin?»
«Hayır, hayır. Yalnız kolunu çekme.»
Larry kapıda onları bekliyordu. Glen gibi onun da rengi uçmuştu «Hepinizi de buraya getirttiğim için çok üzgünüm... Abagail Ananın başında bekliyordum. Lucy gidip yatmıştı. Bir ara dalmışım. Kendime geldiğim zaman Ana bana bakıyordu. Şimdi ancak fısıltıyla konuşuyor ama sözleri anlaşılır gibi.» Larry yutkundu. «Abagail Ana bana Tanrının onu şafak zamanı alıp götüreceğini söyledi. 'Önce Tanrının almadıkla-rıyla konuşmalıyım,' dedi. Bu sözlerin ne anlama geldiğini sordum. Tanrının Nick'le Susan'ı aldığını biliyorum,' diye açıkladı. Gerçekten biliyordu.»
Lucy koridorda belirdi. «Kahve yaptım. İstediğiniz zaman buradan alıp içebilirsiniz.»
Larry, «Teşekkür ederim, sevgilim,» dedi.
Lucy kararsızca durdu. «Sizinle gelmem gerekiyor mu? Yoksa bu özel bir konuşma mı? Komite toplantıları gibi?»
Larry, Stu'ya baktı. Genç adam usulca, «Gelebilirsin,» dedi.
Yatak odasına girdiler. Fran'i zorlamamak için ağır ağır yürüyorlardı.
Ralph birdenbire, «Bize her şeyi söyleyecek,» dedi. «Ana durumu açıklayacak. Üzülmek yersiz.»
Birlikte içeri girdiler. Ölmek üzere olan Abagail Ana parlak gözleriyle onlara baktı.
Fran yaşlı kadının ne durumda olduğunu biliyordu ama onu görünce yine de çok sarsıldı. Abagail Ana canını kemiklerine bağlayan kiriş ve deriden ibaretti. Ama gözleri hiç değişmemişti. Bu gözler dostluk ve şefkat doluydu.
Abagail Ana, «Otur kızım,» diye fısıldadı. «Sancın var.» Larry, Fran'i bir koltuğa götürdü. Genç kadın rahat bir soluk alarak oraya çöktü.
— 318 —
Abagail Ana parlak gözleriyle hâlâ onu süzüyordu. «Hamilesin...»
«Evet ama nasıl...»
«Hişş...»
Odaya bir sessizlik çöktü. Fran ipnotize olmuş gibi yaşlı kadının gözlerinin içine bakıyordu. Abagail, «Pencereden dışarı bak, kızım,» dedi.
Fran pencereye doğru döndüğünde, camda bir bebek odasının hayalini gördü. Aydınlık odanın pencerelerine kareli, kırmalı perdeler takılmıştı. Ama... köşedeki beşik boştu.
Fran boğuk boğuk, «Bebek nerede?» diye sordu.
«Çocuğun babası Stuart değil, küçük kız. Ama o bebeğin hayatı Stuart'ın ellerinde. Tabii Tanrının da. Gerisini bilemiyorum...»
Fran'in kalbi korkuyla doldu.
Abagail Ana, «O kara iblis, gelinini yanına çağırdı,» diye fısıldadı. «Onu hamile bırakmak için. O senin bebeğinin yaşamasına izin verir mi?»
Fran boğuk bir sesle, «Sus,» diye inledi.
Odaya derin bir sessizlik çöktü.
Sonra Abagail Ana, «Kibirlendim,» dedi. «Böylece günah işledim. Hepiniz de öyle. Siz hiç, 'Bu dünyanın prenslerine bel bağlamayın,' sözünü duymadınız mı? Cevap elektrik ışığı değil, Stu Redman. CB radyosu da olamaz, Ralph Brentner. Sosyoloji de bu durumu sona erdiremez, Glen Bateman. Artık kapatılmış bir kitaba benzeyen geçmişin kefaretini ödemek de felaketi önleyemez, Larry Underwood. Erkek çocuğun da öyle, Fran Goldsmith. Tanrı huzurunda bir çaba göstermiyorsu-nuz.» Sol gözünden akan bir yaş yanağından süzüldü. Ralph, «Ana, ne yapacağız?» diye sordu.
«Zamanım az. Hepiniz de yaklaşın. Yuvama döneceğim. Hiçbir insan buna benim kadar hazır olamaz. Yaklaşın.»
Ralph yatağın kenarına ilişti. Larry'yle Glen karyolanın ayakucunda durdular. Fran yüzünü buruşturarak ayağa kalktı. Stu onun koltuğunu Ralph'ın yakınına çekti, Fran tekrar oturdu, soğuk parmaklarıyla Stu' nun elini tuttu.
— 319 —
Abagail Ana, «Tanrı sizi bir komite ya da bir toplum oluşturmanı? için biraraya getirmedi,» diye başladı. «O sizi buraya, daha ilerlere gön. dermek için çağırdı! Bir sefere çıkmanız için.» içini çekti. «Nick'in size yol göstereceğini sanıyordum. Ama Tanrı Nick'i aldı. Fakat bana Nick tümüyle ortadan kaybolmuş gibi de gelmiyor. Yine de şimdi liderlik sana düşüyor, Stuart. Tanrı seni de alırsa, o zaman bu görev Larry'ye düşecek. Tanrı onu alırsa, o zaman Ralph'a.»
Glen, «Benim en arkadan geldiğim anlaşılıyor,» diye mırıldandı. «Ne...»
Fran soğuk soğuk, «Liderlik mi?» dedi. «Liderlik mi? Stu onları nereye götürecek?»
Abagail Ana, «Tabii batıya, küçük kız,» diye cevap verdi. «Batıya. Ama sen gitmeyeceksin. Yalnızca o dördü gidecekler.»
«Olmaz!» Fran bütün can acısına rağmen ayağa fırlamıştı. «Sen ne diyorsun, Ana? O dördü kara adamın eline mi düşsünler? Onlar Özgür Bölgenin kalbi ve ruhu!» Genç kadının gözleri ateş saçıyordu. «Böylece kara adam onları çarmıha gersin, gelecek yaz da buraya gelip herkesi öldürsün, öyle mi? Erkeğimin feda edilmesine göz yumamam! Kahretsin!»
Stu inledi. «Frannie!»
«Buradan gitmek istiyorum. Beni eve götür, Stu. Hastaneye değil. Eve.»
«Ananın söyleyeceklerini dinleyeceğiz.»
«Onu sen dinle! Ben gidiyorum!»
«Küçük kız.»
«Beni, 'Küçük kız,' diye çağırma!»
Abagail Ana elini uzatarak Fran'in bileğini kavradı. Genç kadın kaskatı kesildi. Başı geriye gitti, gözleri kapandı. «Y-Yapma! AH TANRIM.. STU...»
Stu kükredi. «Bir dakika! Fran'e ne yapıyorsun?»
Yaşlı kadın cevap vermedi. Dakikalar sonsuzluğa kadar uzadı san-
— 320 —
lStu kaygıyla, «Ne var, hayatım?» diye sordu.
Ralph ona dehşetle bakıyordu.
Fran, «Geçti,» diye mırıldandı.
«Ne?»
«Sancı... Sırtımdaki ağrı. Geçti.» Fran sersem sersem Stu'ya döndü. «Hepsi de geçti.»
Stu diğerlerine sordu. «Ne... neden söz ediyor?» Glen yalnızca başını salladı. Rengi uçmuş, yüz hatları gerilmişti.
Fran, Abagail Anaya baktı. «Bu bir rüşvet mi? Stu yanımda kalacaksa, sancıyla kıvranmayı tercih ederim.»
Abagail Ana, «Tanrı kimseye rüşvet vermez, kızım,» diye hatırlattı. «O bir işaret gönderir. Kullarının bunu istedikleri gibi yorumlamalarına da izin verir.»
«Stu batıya gidecek...» Fran şimdi hem şaşkındı, hem de korkuyordu.
Stu, «Otur, Fran,» dedi. «Ananın söyleyeceklerini dinlememiz gerekiyor.»
Şok geçiren Fran koltuğa çöktü. Hâlâ olanlara inanamıyordu.
Abagail Ana, «Batıya gideceksiniz,» diye fısıldadı. «Yanınıza su da, yiyecek de almayacaksınız. Hemen bugün yola çıkacaksınız. Arkanızdaki elbiselerle. Yürüyeceksiniz. İçinizden birinin o belirli yere erişemeyeceğini biliyorum. Ama bunun hanginiz olduğu konusunda hiçbir bilgim yok. Geri kalanlar Flagg denilen o adamın karşısına çıkaracaklar. O aslında insan değil, doğaüstü bir yaratık. Tanrı onu yenmenizi istiyor mu, tekrar Boulder'a dönmenizi arzu ediyor mu, bilmiyorum. Bunları bilmek bana düşmüyor. Ama Flagg, Las Vegas'ta. Siz de oraya gitmelisiniz. Son savaş orada olacak. Gideceksiniz. Sendelemeyeceksiniz. Çünkü Tanrı sizi destekleyecek. Tanrının yardımıyla savaşacaksınız.» Başını salladı. «Hepsi bu kadar. Söyleyeceğimi söyledim.»
— 321 —
Mahşer / F: 21
Fran, «Hayır,» diye fısıldadı. «Olamaz.»
Glen hırıltılı bir sesle, «Ana,» dedi ve öksürdü. «Ana, hiçbir şey anlayamıyoruz... Biz... senin gibi olayları kontrol eden varlığa yakın deği|j2 Bize göre bir şey değil bu. Fran haklı. Oraya gidersek Flagg bizi parça parça eder. Daha doğrusu, ilk karşılaşacağımız nöbetçiler eder.»
«Gözlerin görmüyor mu senin? Fran'in Tanrının inayetiyle derdinden kurtulduğunu gördün. Tanrı beni araç olarak kullandı. Tanrı sizin Kara Prensin son uşağı tarafından vurulup öldürülmenizi mi istiyor sanıyorsun?»
«Ama Ana...»
Yaşlı kadın, «Abagail Ana onu 'Şeytanın Uşağı,' diye çağırıyor,» dedi. «Belki de o mantıklı düşüncenin son sihirbazı. Bize karşı teknolojinin araçlarını topluyor. Belki de aslında o daha başka, daha kara bir şey. Ben yalnızca onun varolduğunu biliyorum. Artık sosyolojinin, psikolojinin ya da diğer 'oloji'lerin Flagg'i durdurabileceğini sanmıyorum. Bunu ancak beyaz sihir başarabilir.»
Glen'in ağzı bir karış açık kala*.
Abagail Ana sordu. «Bu sözler doğru mu? Yoksa bunlar bir yalancının lafları mı?»
«Bu sözleri ben söyledim.» Glen'in sesi titriyordu.
«Güvenin. Hepinizde güvenin. Larry... Ralph... Stu... Glen... Fran-nie. Özellikle sen Frannie. Güven... ve Tanrının emrine boyun ey.»
Larry acı acı, «Seçeneğimiz var mı?» dedi.
Yaşlı kadın başını çevirerek ona şaşkın şaşkın, «Seçenek mi? Her zaman bir seçenek vardır. Tanrının yolu budur. Her zaman da böyle olacak. Hâlâ iradenize sahipsiniz. İstediğinizi yapın. Kimse sizi prangaya vurmuyor. Ama... Tanrı sizden bunu istiyor.»
Yine derin bir sessizlik oldu. Sonra Ralph sessizliği bozdu. «Kutsal Kitapta Davud'un dev Goliyat'ı yendiği yazılı, Ana. Sen uygun buluyorsan ben de giderim.»
Yaşlı kadın onun elini tuttu.
— 322-
Larry atıldı. «Ben de. Ben de öyle.» İçini çekti, sanki başı ağrıyor-pıuş gibi elini alnına bastırdı. Glen bir şey söylemek için ağzını açtı, ama aynı anda köşeden bir ses geldi, iç çekişini andıran bir ses. Lucy'ydi bu. Hepsinin de unuttukları genç kadın bayılmıştı.
Şafak sökmek üzereydi.
Larry'nin mutfağındaki masanın çevresine oturmuş, kahve içiyorlardı. Beşe on kala Fran kapıda belirdi. Ağlamaktan yüzü şişmişti. Ama artık yürürken topallamıyordu. Gerçekten iyileşmişti. «Gidiyor sanırım,» dedi.
Hepsi de Abagail Ananın yattığı odaya girdiler. Larry kolunu Lucy'nin omzuna atmıştı. Abagail Ana zorlukla, hırıltılı hırıltılı soluk alıyordu. Gruptakiler korku ve huşu içinde karyolanın çevresine toplandılar. Ralph sonunda bir şimşek çakacağını, Abagail Ananın birdenbire ortadan kaybolacağını düşünüyordu.
Ama yaşlı kadın sessizce öldü.
Stu, «Gitti...» diye mırıldandı.
«Tanrı ona acısın.» Ralph'ın korkusu geçmişti. Yaşlı kadının ellerini kavuştururken gözyaşları Abagail'in parmaklarına damladı.
Glen birdenbire, «Sizinle geleceğim,» dedi. «Ana haklıydı. Beyaz sihir! Geriye bir tek bu kaldı.»
Frannie, «Stu,» diye fısıldadı. «Stu, lütfen gitmeyeceğini söyle.»
Hepsi dönüp genç adama baktılar. Sanki bakışlarıyla, «Artık liderimiz sensin, Stuart,» diyorlardı. Stu, «Frannie,» dedi. «Gitmem gerekiyor.»
«Ve ölmen de.» Frannie genç adama acı acı, adeta nefretle baktı, sonra Lucy'ye döndü. Sanki onun kendisini desteklemesini bekliyor-muş gibiydi. Ama Lucy iyice sersemlemişti. Ona yardım edecek durumda değildi.
Stu kelimeleri dikkatle seçmeye çalışarak, «Gitmezsem hepimiz öleceğiz,» dedi. «Abagail Ana haklıydı. Beklersek bahar gelir. Sonra? Kara
— 323 —
adamı nasıl engelleyebiliriz? Bunu bilmiyoruz. Elimizde en küçük bir ipucu bile yok. Hepimiz de başımızı kuma gömdük. Onu durdurmalıya Ancak Glen'in dediğini yapabiliriz. Beyaz sihirden yararlanabiliriz. Ya da Tanrının gücüyle bunu başarırız.»
Fran ağlamaya başladı.
Stu, «Fran, yapma,» diyerek kadının elini tutmaya çalıştı.
Ama Fran, «Bana dokunma!» diye haykırdı, «Sen bir ölüsün! Bir cesetsin! Onun için... bana dokunma!»
Güneş doğarken hepsi hâlâ yatağın çevresinde duruyorlardı.
Fran, «Ne zaman gidiyorsun?» diye sordu.
«Öğleyin.» Stu bir sigara yaktı.
«Oraya ne kadar zamanda varırsınız?»
Genç adam omzunu silkti. «Yürüyerek mi? Bilmiyorum. Glen pek genç sayılmaz. Aslında Ralph da öyle. Günde elli kilometre yürüyebilir-sek, oraya Ekimin başında varabiliriz sanırım.»
«Ya dağlara erkenden kar yağarsa? Veya Utah'a?»
Stu yine omzunu silkti. Gözlerini Fran'e dikmişti.
«Abagail Ana gerçekten Tanrının emrini mi açıklıyordu, Stu? Gerçekten mi?»
«Frannie, bilmiyorum.»
Fran mırıldandı. «Öğle olmak üzere.» Ağlıyordu. Stu ona sarıldı. Genç kadın ekledi. «Aldırma. Bunun nedeni hamilelik. Çok sulu gözlü oldum. Elimde değil.»
«Anlıyorum...»
«Stu... geri döneceğine yemin et.»
«Fran, ben nasıl...»
Genç kadın ıslık çalar gibi, «Yemin et, Stu,» dedi. «Yemin et.»
«Frannie, elimden geleni yapacağıma yemin ediyorum.»
«Bu kadarı bana yetmeli. Öyle değil mi?»
«Artık Larry'ye gitmemiz gerekiyor.»
— 324
«Biliyorum...» Fran, Stu'ya sıkıca sarıldı. «Beni sevdiğini söyle.» «Seni sevdiğimi biliyorsun.» «Biliyorum ama yine de söyle. Duymak istiyorum.» Stu genç kadının omuzlarını tuttu. «Seni seviyorum, Fran.» «Teşekkür ederim...» Genç kadın yanağını Stu'nun omzuna dayadı. «Artık seninle vedalaşabilirim sanırım. Gitmene izin verebilirim.» Birbirlerine sarılarak bir süre öyle durdular.
50
Fran'le Lucy, Larry'nin kapısı önündeki basamaklarda durarak grubun heyecansız yola çıkışını seyrettiler. Dört adam bir an kaldırımda durdu. Uyku tulumu, çanta, özel araçlar almamışlardı. Talimata uyacaklardı. Yalnızca ayaklarına kalın altlı yürüyüş ayakkabıları giymişlerdi.
Lucy, «Güle güle, Larry,» dedi. Rengi uçmuştu.
Fran, «Unutma, Stuart,» diye seslendi. «Unutmayacaksın, değil mi?»
«Hayır. Unutmayacağım.»
Glen parmaklarını ağzına sokarak ıslık çaldı. Kojak koşarak geldi. Larry, «Haydi, gidelim,» diye mırıldandı. Yüzü Lucy'ninki kadar beyazdı. Gözleri garip garip parlıyordu. «Cesaretim kırılmadan yola çıkalım.»
Stu, Fran'e eliyle bir öpücük yolladı, Fran de el salladı. Gözleri yanmaya başlamıştı ama bu kez ağlamamak için kendini tutuyordu. Dört erkek yürümeye başladılar. Köşeye vardıkları zaman Stu dönüp tekrar el salladı. Larry de öyle. Fran'le Lucy de onlara karşılık verdiler. Sonra grup gözden kayboldu. Lucy kayıp duygusu ve korku yüzünden hastalanmış gibiydi. «Tanrım...»
Fran, «İçeri girelim,» dedi. «Canım çay istiyor.»
Dört erkek güneybatıya doğru ilerlediler.
— 325 —
Glen arka cebinden bir eşarp çıkararak büktü, sonra da alnına bağladı. «Kabak kafalı sosyolog ter bandını takıyor.» Kojak ilerde neşey|e koşuyordu.
Larry usulca, «Ah, Tanrım...» diye mırıldandı. «Bana bu her şeyjn sonuymuş gibi geliyor.»
Ralph, «Evet,» dedi. «Bana da öyle.»
Stu hafifçe gülümsedi. «Haydi... Siz ahmaklar sonsuza kadar yaşamak mı istiyorsunuz yoksa?»
Yollarına devam ederek Boulder'ı gerilerde bıraktılar. O gece Kayalık dağların yakınında kamp kurdular.
İlk gece hiçbiri de doğru dürüst uyuyamadı. Kendilerini yuvalarından çok uzaklaşmış gibi hissediyorlardı. Sanki üzerlerine ölümün gölgesi düşmüştü.
— 326 —
UÇUNCU BOLUM
Savaş
7 Eylül -10 Ocak
51
Kara adam Oregon eyaletinin doğu sınırı boyunca nöbetçi dikmişti. En kalabalık karakol Ontario'daydı. Altı kişi büyük bir kamyonun arkasına yerleşmişlerdi.
Bütün hafta boyunca yağmur yağmış, adamların da sinirleri gerilmişti. Durmadan poker oynamışlardı onlar da. Adamlar Portland'dan gelmişlerdi ve oraya dönmek istiyorlardı. Portland'da kadınlar vardı!.. Bir direğe güçlü bir alıcı-verici asmışlardı. Hoparlörden yalnızca iki kelimenin yükselmesini bekliyorlardı. «Geri dönün.» O zaman aradıkları adamın başka bir yerde yakalanmış olduğunu anlayacaklardı. Peşinde oldukları adam yetmiş yaşlarında, tıknaz, saçları dökülmeye başlamış bir ihtiyardı. Gözlüğü vardı. Beyazlı mavili bir cipteydi. Onu görür görmez vuracaklardı.
Nöbetçiler sıkılıyorlardı. Sinirleri bozuktu. Ama kimseyi dinlemeden kalkıp Portland'a dönecek durumda da değillerdi. Onlara emirleri «Yürüyen Adam»ın kendisi vermişti. Hepsi de ondan çok korkuyorlardı. İşi
— 327 —
yüzlerine gözlerine bulaştırırlarsa, Yürüyen Adam da bunu öğrenirse mahvolurlardı.
Yürüyen Adam o korkunç gülümsemesiyle onlara bakıp, «Aradı™, nız adam karşı tarafın casusu,» demişti. Hiçbiri de liderlerinin gülüşü, nün onları neden böylesine dehşete düşürdüğünü bilmiyordu. Ama Flagg onlara gülümseyerek baktığı zaman kanları damarlarında sıcak çorbaya dönüyordu. O zaman Yürüyen Adamın o sansara benzeyen mutluluk dolu, fazla parlak gözlerini bir başkasına dikmesini diliyorlardı Flagg, «Onu öldürün,» demişti. «Ama başına ateş etmeyin. Kafasını kar bastırmadan önce doğuya göndermek istiyorum. Bütün kış bunu düşünsünler.» Ardından korkunç kahkahalar atmıştı.
Randall Flagg bütün nöbetçilere aynı emirleri vermişti. Copperfield kasabasında bekleyen Bobby Terry'yle Dave Roberts'e de. Yedi Eylül günü Bobby Terry bir dükkânda oturmuş resimli roman okuyordu. Dave Roberts ise üst katta uyuyordu. Bobby yağmurun şıkırtısı arasında bir gürültü duyarak başını kaldırdı, mavili beyazlı bir cipin dükkânın önünden geçerek batıya doğru gittiğini gördü. Bobby Terry'nin ağzı bir karış açık kaldı. Hepsinin aradıkları o taşıtın, nöbet yerinin önünden geçmiş olmasına inanamıyordu. Sonra avaz avaz, «Dave!» diye bağırmaya başladı.
Yargıç direksiyonu azimle tutuyor, artrit diye bir şeyin varolmadığına kendini inandırmaya çalışıyordu. Varsa bile onda yoktu bu illet. Son üç günden beri yağmurda ilerlemeye çalışıyordu yaşlı adam. Yollar berbat haldeydi. Herhalde gelecek baharda bu yollardan kimse geçemeyecekti. Yargıcı asıl peşinden ayrılmayan kargalar rahatsız ediyordu. Bu kuşların kara adamın emrinde olduklarını seziyordu. Yaşlı adam tüfeğini yanına koymuştu. Emniyeti de açıktı tüfeğin. Artık gördüğü her kargayı vurmak niyetindeydi.
«Daha hızlı! Şu lanet olasıca şeyi daha hızlı süremez misin?» «Beni sıkıştırıp durma, Bobby Terry. Adamı durdurmayı akıl edemediğin için bunun acısını benden çıkarmaya kalkma.» Dave Roberts cipin
— 328 —
(jireksiyonundaydı. Bobby Terry, Dave'i uyandırıncaya kadar, sonra da genç adam giyininceye kadar on dakika geçmiş, ihtiyar iyice uzaklaşmıştı. Yağmur şiddetle yağıyor, ilerisi gözükmüyordu. Bobby Terry tüfeğini kucağına koymuştu. Belinde de bir .45'lik Colt tabanca vardı.
Dave kovboy botları, blucin ve sarı ipek bir yağmurluk giymişti. Hepsi o kadar. Genç adam Bobby'ye baktı. «O tüfeğin tetiğini çekip durursan ancak kapıyı delersin, Bobby Terry.»
Bobby, «Sen ona yetişmene bak,» diye homurdandı. «Karnından. Onu karnından vurmam gerekiyor. Başına nişan almayacağım.»
«Kendi kendine konuşmaktan vazgeç.»
Bobby Terry, «Nerede o?» diye sordu.
«Onu yakalayacağız. Tabii hayal gördüysen, o başka. Eğer öyleyse, senin yerinde olmak istemem, ahbap.»
«Hayal görmedim. Ama ya yoldan saparsa?»
Dave, «Nereye sapacak?» dedi. «Eyalet sınırına kadar başka yol yok. Yalnızca çiftliklere giden patikalar var. Onlara saparsa fazla ilerleyemez. Çamura saplanır... Bak, bak! Onu yakalayacağız.»
ilerde iki araba aylar önce çarpışmış, yolu kapatmıştı. Sağda, çamurun üzerinde cipin tekerlek izleri vardı.
Dave, «Tamam,» dedi. «Şu izler beş dakika öncenin izleri olmalı.» 0 da ilk cipi izledi, sonra tekrar asfalta çıktı. Ondan sonraki tepede yargıcın arabasının üç kilometre kadar ötede bir virajda gözden kaybolduğunu gördüler.
Dave Roberts bağırdı. «Merhaba! Merhaba!» Gaza bastı, cip hızlandı. İki genç, dönemeçte yargıcın taşıtını tekrar gördüler. Dave farları yakıp söndürmeye başladı. Birkaç dakika sonra öndeki cipin stop lambaları yandı.
Dave, «Tamam,» dedi. «Dostmuş gibi davranır, onun cipten inmesini sağlarız. Sakın acele etme, Bobby Terry. Bu işi doğru dürüst halledersek Vegas'ta, MGM Grand Otelinde birer daireye yerleşiriz. Onun için sakın işi berbat edeyim deme! İhtiyarın arabadan inmesini sağlaya-l"n.» Bobby Terry'nin tüfeği sıkıca kavradığını görerek arkadaşının eline vurdu. «Silahla inemezsin...
— 329 —
«Ama...»
«Kes sesini. Gülümse, kahrolasıca budala!»
Bobby Terry sırıttı.
Dave homurdandı. «Olmadı. Sen bu bok arabada kal.»
Yargıç cipi durdurmuştu ama motor çalışıyordu. İkinci taşıt da onun yanında durdu. Dave gülümseyerek yere atladı. Ellerini sarı yağmurluğunun ceplerine sokmuştu. Sol cebinde bir .38'lik polis tabancası vardı.
Yargıç ağır ağır cipten indi. Artrit yüzünden her tarafı ağrıyordu. Tüfeğini sol eline almıştı.
Dave dostça bir tavırla gülümsedi. «Hey! Beni vurmayacaksın ya?»
Yargıç, «Vuracağımı sanmıyorum,» dedi. «Siz galiba Copperfield' deydiniz.»
Dostları ilə paylaş: |