Rita susup ona baktı. Sanki Larry onu rahatsız eden bir sinekmiş 9ibi elini salladı.
— 139 —
Larry, «Vazgeç,» dedi. «Yoksa seni gerçekten bırakıp giderim.»
Rita sakin sakin bakıyordu. Larry bakışlarını kaçırmak zorunda kal-di. Bu yüzden de Rita'ya karşı nefret duydu. «Pekâlâ. Sana saldırdıkları seni öldürdükleri zaman iyi eğleneceğini umarım.» Yakındaki bir dükkândan aldığı tüfeği omzuna asarak tünele doğru ilerledi. Rampaya indiğinde, tünelde müthiş bir kazanın yer almış olduğunu gördü. Araçlar birbirine girmiş, bazıları yanmıştı. Larry geriye baktı. Rita'nın peşinden geldiğini sanıyordu. Ya da yerinde kalacak ve bakışlarıyla onu suçlayacaktı. Ama Rita ortada yoktu.
Larry kaygıyla karışık bir öfkeyle, «Lanet olsun!» dedi. «Özür dilemeye de çalıştım.» Tekrar tünele baktı. İçerisi ölü doluydu. Her taraf kokuyordu. Larry birdenbire döndü, geldiği yoldan koşarak ilerledi. «Ri-ta! Rita! Dinle! Ben...»
Ama Rita hâlâ görünürlerde yoktu. Larry ellerini boru gibi yaparak ağzına götürdü. «Rita Rita!» Yalnızca yankı cevap verdi ona. «Rita... ita... ita...»
Saat dörtte Manhattan'ın yukarısında kara bulutlar belirmeye başladı. Gök gürültüsü kentte yankılanıyor, şimşekler birbirini izliyordu. Işık sarılaşmış, garip bir hal almıştı. Larry'nin hiç hoşuna gitmiyordu bu. Midesine kramp girmişti. Sigara içerken elleri titriyordu. Tünelin giriş rampasının yakınında, yerde oturmaktaydı. Sırtını parmaklığa dayamıştı. Çantası kucağında, tüfeği yanındaydı. Rita'nın korkup geri döneceğini sanmıştı ama öyle olmamıştı. O da on beş dakika kadar önce kadının adını bağırmaktan vazgeçmişti.
Larry tüneli mantıklı bir biçimde düşünmeye çalışıyordu, içerde onu korkutacak hiçbir şey yoktu. Tünel tıkanmıştı ama yandaki yaya yolundan gidebilirdi. Tabii yanına el feneri almayı unutmuştu. Tanrım, insan her şeyi hatırlayamıyordu ki! Ama gazlı çakmağı yanındaydı.
Soğuk damlalar yanağına ve ensesine geldi. Larry ayağa kalkarak eşyalarını topladı. «Seni kör olasıca korkak,» diye homurdanarak tünele doğru koştu. Rampada tekrar kararsızca durdu. Yine korkuya kapılma
— 140 —
ti. Yağmur birdenbire doluya dönüşünce Larry kararını verdi. Dolu taneleri iriydi. İnsanın yüzüne çarpıyordu. Genç adam, «Pekâlâ, pekâlâ,» dedi. «Kabul ediyorum.» Lincoln Tüneline girdi.
Larry tünelde dikkatle ilerliyordu. İçerisi tahmin ettiğinden daha karanlıktı. Zaman zaman ölülere çarpıyor, telaşla çakmağını çakıyordu. Geri dönmek istiyordu ama artık bunu yapması da imkânsızdı. Onu asıl, daha ileride karşılaşacağını bildiği ölüler korkutuyordu. Bunlar bira-radaysa... geçerken üzerlerine mi basacaktı? Çevrelerinden dolaşmak için aşağıya inmeye kalkarsa bacağını kırabilirdi...
Birdenbire geride, karanlıkların arasında bir şey kımıldadı. Larry o zaman tüfeğini hatırladı. Doğrulttu, arka arkaya ateş etti. Yankılar sona ererken karanlıkların arasından bir çığlık yükseldi. «Larry! Ah, Larry! Tanrı aşkına...»
Rita Blakemoor'du bu.
Larry koşmaya çalıştı. Şimdi delice hıçkırıklar tüneli yankılarla dol-duruyordu. Larry çılgın bir an içinde kadını orada bırakmayı, yoluna devam etmeyi düşündü. Nasıl olsa er geç yolunu bulurdu. Bu yükü yeniden taşımaya değer miydi? Ama hemen kendini toplayarak, «Rita!» diye bağırdı. «Yerinden kımıldama. Beni duyuyor musun?»
Hıçkırıklar hâlâ sürüp gidiyordu.
Larry sendeleyerek tekrar ölülerin üzerinden aştı. Sonunda az kalsın Rita'nın üzerine yuvarlanıyordu.
«Larry...» Kadın Larry'nin boynuna atıldı. Neredeyse onu boğacaktı. Genç adam Rita'nın kalbinin deli gibi çarptığını hissetti. «Larry, Larry, beni burada yalnız bırakma! Beni karanlıkta yalnız bırakma!»
«Bırakmam.» Larry kadını göğsüne sıkıca bastırdı. «Seni... yaraladım mı? Kurşunlar... sana geldi mi?»
«Hayır... Rüzgârı hissettim... Kurşunlardan biri o kadar yakınımdan geçti ki, rüzgârını hissettim... Parçalar... Duvardaki fayansların parçaları sanırım... Yüzüme geldi... Yanağımı kesti...»
«Ah, Tanrım! Gelenin sen olduğunu bilmiyordum, Rita. Bu tünelde
— 141
az kalsın çıldırıyordum. Bu karanlık! Demin ateş ederken çakmağımı da kaybettim... Bana seslenmeliydin. Seni öldürebilirdim!» Larry birdenbire bütün gerçeği kavrayarak sersem sersem yineledi. «Seni öldürebilirdim!»
«Önden gidenin sen olduğundan emin değildim. Sen rampadan inerken ben de apartmanlardan birine girdim. Sen tekrar döndün ve bana seslendin. Ben de az kalsın... Ama yağmur başladıktan sonra iki adam geldi. Galiba bizi arıyorlardı... Ya da beni. O yüzden yerimden kımıldamadım. O adamlar gittiler. Ama saklanmış olabileceklerini düşündüm. Beni bekliyorlardı belki de. Dışarı çıkmaya cesaret edemedim. Sonra, 'Larry tünelin diğer ucuna ulaşacak,' dedim. 'Onu bir daha göremeyeceğim...' Bu yüzden ben... ben... Larry, beni terk etmeyeceksin, değil mi? Kaçmayacaksın?»
«Kaçmayacağım.»
«Ben hatalıydım. O sözlerim... Sen haklıydın. Sana sandalet giydiğimi söylemeliydim. Yani ayakkabıları. Ben... ben... Aaaah...»
Larry kadını kendine çekerek, «Hişş...» diye mırıldandı. «Artık her şey düzeldi. Her şey...» Ama hâlâ kör bir paniğe kapılarak nasıl ateş ettiğini düşünüyordu. O kurşunlar kolaylıkla Rita'nın kolunu parçalayabilir ya da karnını patlatırdı. Larry'nin dişleri neredeyse birbirine vurmaya başlayacaktı. «Yürüyecek hale geldiğin zaman gideriz. Acele etme.»
«Biri vardı... Erkekti sanırım... Onun üzerine bastım, Larry.» Rita gürültülü gürültülü yutkundu. «Az kalsın bağıracaktım. Ama önden yürüyen kimse sen değil de o adamlardan biri olabilirdi. Sen seslendiğin zaman da... yankı yüzünden... sen olup olmadığını anlayamadım.»
«İlerde de ölüler var. Buna dayanabilecek misin?»
«Sen yanımda olursan dayanırım... Lütfen... Sen yanımda olursan...»
«Yanında olacağım.»
«Öyleyse gidelim. Buradan çıkmak istiyorum.» Rita şiddetle titredi. «Hayatımda hiçbir şeyi bu kadar istemedim.»
Tünelden çıkarlarken ıslak bir rüzgâr yüzlerine çarptı. Şahane
— 142 —
temiz koku, bütün çabaların değdiğini düşünmelerine yol açtı. Larry, pita'ya da söyledi bunu. Kadın başını salladı, sonra bir an genç adamın omzuna dayandı.
«Bir milyon dolar da verseler bunu bir daha yapamam.»
Larry, «Bir yıl sonra banknotları tuvalet kâğıdı gibi kullanmaya başlayacaksın,» dedi.
«Ama emin misin...»
«Bu illetin yalnızca New York'a özgü olup olmadığımı mı soruyorsun?» Larry işaret etti. «Bak!»
Turnikedeki gişeler bomboştu. Onların gerisinde batıya giden yol da göz alabildiğine bomboş uzanıyordu. Doğu yoluysa sessiz arabalarla doluydu. Her tarafta ölüler düzensizce yatıyordu.
Rita bitkinlikle, «Ah, Tanrım,» diye fısıldadı.
«Herkes New York'tan kaçmaya çalışırken, bazıları da kente gelmeye çabalıyorlar. Tünel de...»
Rita yola çöktü. Ağlıyordu.
Larry de kadının yanında diz çöktü. «Ağlama.» Tünelde yaptığını unutmamıştı. Bu yüzden Rita'ya kızacak halde değildi. «Her şey yolunda.»
Kadın, «Yolunda olan nedir?» diyerek hıçkırdı. «Nedir? Bana bir tek şey söyle.»
«Hiç olmazsa New York'tan kaçtık. Bu da bir şeydir. Temiz havayı da unutma. Açıkçası, New Jersey şimdiye kadar hiç de böyle mis gibi kokmamıştı!»
Rita cansızca gülümsedi. Larry kadının yanak ve şakağındaki çiziklere baktı. Bunlara uçuşan fayans parçacıkları neden olmuştu. «Seni bir eczaneye götürmeli, o çiziklere oksijen dökmeliyiz. Yürüyebilecek misin?»
«Evet.» Rita sessiz bir minnetle Larry'e baktı. Bu bakış genç adamı kaygılandırdı. «Yeni ayakkabı da bulurum. Lastik altlı, bez ayakkabı. Bana söylediklerini yaparım, Larry. Çok istiyorum.»
Larry usulca, «Sana bağırdım,» dedi. «Çünkü paniğe kapılmıştım.»
— 143 —
Rita'nın saçlarını geriye iterek kadının sağ gözünün yukarısındaki çkjğj öptü. «Aslında ben o kadar kötü bir insan değilim.»
«Yalnızca beni bırakma.»
Larry, Rita'nın kalkmasına yardım ederek kolunu onun beline doladı. Ağır ağır gişelere doğru yürüdüler. New York geride, nehrin öteki kıyısında yükseliyordu.
28
Frannie anayoldan ağır ağır Lauder'lerin evine doğru yürüyordu. Hava şimdiden boğucuydu. Ama denizden serin bir rüzgâr esiyordu. Kız birdenbire deniz kıyısına inmek, güzel bir yosun bulup kemirmek istedi. Sonra da yüksek sesle, «Tanrım,» dedi. «İğrençsin, Fran! Evet, tabii hamilesin. Bir neden bu. Gelecek hafta da canın Bermuda soğanlı sandviç çekecek.» Frannie birdenbire durakladı. İlk kez kaygıyla, «Bebeğimi dünyaya getirmeme kim yardım edecek?» diye kendi kendine sordu.
Fran, Lauder'lerin evine yaklaştığı zaman çok şaşırdı. Bu yüzden de yüksek sesle gülemedi.
Dar, mavi bir mayo giymiş olan Harold çimleri biçiyordu. Beyaz cildi terden pırıl pırıldı. Uzun saçları ensesine düşüyordu. Ama saçlarını yakın bir zamanda yıkamış olduğu da anlaşılmaktaydı. Mayosunun üzerine düşen kat kat göbeği ve şişman bacakları titreşiyordu.
Sonra birdenbire Fran'i farketti. Kız da aynı anda çekine çekine, «Harold?» dedi, onun ağladığını ancak o zaman anladı.
«Harold?»
Çocuk yine sesini çıkarmadı. Hâlâ ağlıyordu.
Fran kapıdan arka hole girdi. «Harold?» Mutfağa doğru yürüdü. Harold oradaydı. Masanın başında oturuyordu. «Harold? Ne var?»
— 144 —
Çocuk gözyaşları arasında bağırdı. «Git buradan! Haydi, git. Sen henden hiç hoşlanmazsın!»
«Hayır, hoşlanıyorum. İyi bir insansın, Harold. Belki harika biri değilsin, ama iyisin.»
Bu sözler Harold'un büsbütün ağlamasına neden oldu.
«İçecek bir şey var mı?»
«Limonata var...» Harold burnunu sildi. Başını hâlâ kaldırmıyordu. Usulca ekledi. «Ama sıcak.»
«Tabii. Suyu alandaki tulumbadan mı aldın?»
«Evet. Oradan aldım.»
Fran iki bardağa limonata koydu, bir iskemleye oturdu. «Harold, ne oldu?»
Harold garip bir tavırla sinirli sinirli güldü, sonra da limonatayı başına dikti. «Ne mi oldu? Ne olabilir ki?»
«Yani... özel bir şey mi oldu demek istedim!»
Sonunda Harold başını kaldırdı. Yüzünde gözyaşlarının izi kalmıştı. Hâlâ ağlamaklıydı. Kısaca, «Annemi istiyorum,» dedi.
«Ah, Harold...»
«Annem öldüğü zaman, 'O kadar da sarsılmadım,' diye düşündüm. Biliyorum, bu sözler sana çok korkunç geliyor. Ama annemle babam öldükleri zaman neler hissedeceğimi bilmiyordum. Ben fazla duyguluyum. O yüzden bu ölümlerin beni ıstıraptan çıldırtacağını sanıyordum. En aşağı bir yıl kendime gelemeyeceğimi düşünüyordum. Sonra... olanlar oldu... Annem.. Amy... Babam...» Harold yumruğunu masaya indirdi. «Niçin ne demek istediğimi anlatamıyorum? Neler hissettiğimi neden açıklayamıyorum?»
«Harold, yapma. Neler hissettiğini biliyorum.»
Harold şaşkın şaşkın kıza baktı. «Biliyor musun?» Başını salladı. «Hayır. Bilemezsin.»
«Bizim eve geldiğin günü hatırlıyor musun? Ben mezar kazıyordum. Yarı çıldırmış gibiydim. Çoğu zaman ne yaptığımı bilmiyorum bile. Patates kızartmaya kalktığımda az kalsın evi tutuşturuyordum.
— 145 — Mahşer / F: 10
Onun için... çimleri biçmek kendini daha iyi hissetmeni sağlıyorsa bunun ne sakıncası var?»
Harold eliyle ağzını sildi. «Onları fazla sevmezdim bile. Ama insanın yine de ıstırap duyacağını sanıyordum. Mesanen dolmuşsa, tuvalete gidersin. Yakınların ölürse, ıstırap çekersin. Böyle bir şey işte.»
Fran başını salladı. Bu benzetme tuhaf ama doğruydu.
«Annem her zaman Amy'yle ilgilenirdi.» Harold farkına varmadan kızın içine dokunan çocuksu bir tavırla ekledi. «Amy'nin arkadaşıydı o. Ben babamda dehşet uyandırırdım.»
Fran durumu anlıyordu. Brad Lauder iriyarı, güçlü kuvvetli bir adamdı. Yün fabrikasında ustabaşıydı. Herhalde şişman ve acayip oğlunu hiç anlayamıyordu.
Harold konuşmasını sürdürdü. «Babam bir keresinde beni bir kenara çekerek o sapık çocuklardan olup olmadığımı sordu. Bu sözcükleri kullandı. O kadar korktum ki, ağlamaya başladım. Beni tokatladı. 'Hep böyle kahrolasıca bir mahallebi çocuğu gibi davranacaksan, bu kasabadan çık git,' dedi. Amy... Amy beni hiç sevmezdi. Arkadaşlarını eve getirdiği zaman benden utanırdı. Bana pis bir yaratıkmıştm gibi davranırdı.»
Fran kendini zorlayarak sıcak limonatayı bitirdi.
«Onlar öldükleri zaman fazla sarsılmadım. Çok üzüleceğimi düşündüğümde yanılmış olduğuma karar verdim. Ama aptallık etmiştim. Her gün onları daha fazla özlemeye başladım. Özellikle annemi. Ona ihtiyacım olduğu zaman kendisini yanımda bulamazdım... Amy için bir şeyler yapmakla meşgul olurdu hep. Ya da Amy'yle birlikte bir yere giderdi. Ama bana hiçbir zaman kötü davranmazdı. Bu sabah annemi düşünmeye başladığım zaman kendi kendime, 'Çimleri biçeceğim,' dedim. 'Böylece hiçbirini düşünmem.' Ama yine de düşündüm.»
Fran uzanarak Harold'un eline dokundu. «Duygularından utanma. Bunlar normal, Harold.»
«Emin misin?» Harold yine gözlerini açmış, çocuksu bir tavırla ona bakıyordu.
— 146 —
«Evet.»
«Benimle arkadaş olur musun?»
«Tabii.»
Harold, «Tanrıya şükürler olsun,» dedi. «Tanrıya şükürler olsun.»
Parkta piknik yaptılar. Yağlı, reçelli sandviç ve bisküvi yediler, gazoz içtiler. Gazozları havuzda soğutmuşlardı.
Harold saygıyla, «Ne yapacağımı düşünüyorum,» dedi. «Vermont'a gitmek istiyorum.»
«Neden Vermont'a?»
«Orada Bulaşıcı Hastalıklar Merkezi var. Stovington adlı bir kentte. Tabii bu merkez Atlanta'daki kadar büyük değil. Ama buraya çok daha yakın. Bazı uzmanlar hâlâ bu grip üzerinde çalışıyor olabilirler. Herhalde çoğu o merkezde.»
«Onlar da ölmüş olamazlar mı?»
Harold biraz ukalaca bir tavırla, «Evet, ölmüş olabilirler,» dedi. «Ama Stovington gibi bulaşıcı hastalıklar üzerinde çalışılan bir yerde önlem almaya alışmışlardır. Hâlâ çalışıyorlarsa herhalde bizim gibi kimseleri de arıyorlardır. Bağışıklığı olan kimseleri.»
«Bütün bunları nereden biliyorsun, Harold?» Fran ona hayranlıkla bakıyordu.
Harold mutlu mutlu kızardı. «Ben çok gazete ve dergi okurum. O merkezler gizli saklı yerler değil. Ee, ne dersin, Fran?»
Kız bunun harika bir fikir olduğunu düşündü. Yetkili birilerini bulmayı Fran de istiyordu. Uzmanların ölmüş olduklarına da inanmıyordu. Onları merkeze alacak, testler yapacaklardı. Sonunda da bir aşı bulacaklardı. «Bir yol haritası bulalım, oraya nasıl gideceğimizi anlamaya Çalışalım, Haold.»
Çocuğun gözleri parladı.
Fran, «Stovington ne kadar uzakta?» diye sordu.
— 147 —
Harold bir cetvelle haritada uzaklığı ölçtü, sonra kilometre cetveli-ne baktı. Sıkıntıyla, «Buna inanmayacaksın,» dedi.
«Kent ne kadar uzak? Yüz elli kilometre mi?»
«Beş yüz kilometreden fazla.»
Frannie, «Ah, Tanrım!» diye bağırdı. «Demek düşündüğümüzü yapamayacağız. Yürüyerek gideceğimizi düşünüyordum.»
Harold, «Ben de bisikletle gitmeyi,» dedi. «Ya da... küçük motosikletlerle.»
Fran ciddi ciddi, «Harold, sen bir dâhisin,» diyerek gülümsedi.
Harold yine kızardı. Pek sevinmişti. «Yarın sabah bisikletle Wells'e kadar gidebiliriz. Orada motosiklet satan bir mağaza var... Motosiklete binebilir misin, Fran?»
«Öğrenirim. Tabii bir süre ağır gitmek şartıyla.»
Harold ciddi bir sesle, «Zaten hızlı gitmek akılsızlık olur,» diye cevap verdi. «Bir virajı döndüğün zaman birbirine girmiş üç arabayla karşılaşabilirsin.» ,
«Neden yarına kadar bekliyoruz? Niçin bugün gitmiyoruz?»
Harold, «Saat ikiyi geçiyor,» dedi. «Wells'den daha öteye gidemeyiz. Gerekli giysileri ve diğer şeyleri sağlamamız gerek. Bunu burada, Ogunquit'de daha kolaylıkla yaparız. Çünkü her şeyin nerede olduğunu biliyoruz. Tabii silah almamız da gerekecek.»
Çocuk bu sözleri söyler söylemez Fran'in aklına bebeği geldi. Bu çok garipti. «Silah neden gerekli?»
Harold bir an kıza baktı, sonra da gözlerini ondan kaçırdı. Boynu kızarmaya başlamıştı. «Çünkü artık polis de yok, mahkemeler de. Sen bir kadınsın. Güzelsin. Bazı kimseler... bazı erkekler... bir centilmen gibi davranmayı bilemezler. O yüzden işte.» Yüzü morarmıştı.
Fran, «Irza geçmekten söz ediyor,» diye düşündü. «Irza geçmekten. Oysa bana neden saldırmak istesinler? Ben hamileyim. Ama bunu kimse bilmiyor ki... Harold'un bile haberi yok.» Kız mırıldandı. «Pekâlâ. Silah da alırız. Ama bugün yine de Wells'e kadar gidebiliriz.»
— 148 —
Harold, «Burada yapmak istediğim bir şey daha var,» dedi.
Moses Richardson'un ambarının tepesindeki ufak kubbe çok sıcaktı. Samanların konulduğu raf gibi yere çıktıklarında Fran'in vücudundan terler akmaya başlamıştı. Sarsılan basamaklardan kubbeye çıkarlarken her yanı sırsıklamdı.
«Sence buna gerçekten gerek var mı, Harold?»
«Bilmiyorum.» Çocuğun elinde bir kova beyaz boyayla enli bir fırça vardı. «Ama ambar bir numaralı karayoluna bakıyor. Çok kimse o yoldan gelecek sanırım. Her neyse... Bunun bir zararı olmaz.»
«Düşer de kemiklerini kırarsan büyük zararı olur.» Sıcaktan Fran'in başı ağrıyor, midesi bulanıyordu. «Hatta bu senin sonun olur.»
Harold kaygıyla, «Düşmem,» dedi. Sonra kıza bir göz attı. «Hasta gibisin, Fran.»
Kız güç duyulacak bir sesle, «Sıcaktan...» diye mırıldandı.
«O halde lütfen aşağıya in. Bir ağacın altına uzan. 'Sinek Adam,' Moses Richardson'un ambarının dik damında ölüme nasıl meydan okuyor, seyret.»
«Alayı bırak. Ben hâlâ bunu gülünç buluyorum. Ayrıca tehlikeli de.»
«Evet, ama bunu yaparsam içim rahat edecek. Haydi git, Fran.»
Kız, «Ah,» diye düşündü. «Harold bunu benim için yapıyor.» Uzanarak Harold'u yavaşça öptü, sonra basamaklardan indi. Kusmak üzere olduğunu biliyor, Harold'un bunu görmesini istemiyordu. Kendini tam zamanında ambardan dışarı atmayı başardı.
Harold dördü çeyrek geçe aşağıya indi. Güneşten kıpkırmızı kesilmiş, kollarına beyaz boyalar sıçramıştı. Fran, Richardson'un avlusundaki karaağacın altında rahatsız bir duruşla uyukluyordu. Zavallı Harold'un aşağıya yuvarlanırken çaresiz çığlıklar atmasını beklemiş, ama neyse ki böyle bir şey olmamıştı. Çocuk şimdi gururla karşısında duruyordu.
İkisi de başlarını kaldırıp ambarın damına baktılar. Taze boya pırıl pırıldı. Harold kiremitlerin üzerine koca harflerle yazı yazmıştı.
— 149 —
i
«Stovington'daki Bulaşıcı Hastalıklar Merkezine gidiyoruz. Buradan ayrıldığımız tarih: 2 Temmuz.
Harold Emery Lauder Frances Goldsmith.»
Harold özür diler gibi, «Göbek adını bilmiyordum,» dedi.
Frannie hâlâ yazıya bakıyordu. «Çok güzel olmuş. Ama benim adımı nasıl yazabildin?» Yazı çok kenarda, yağmur oluğunun yanındaydı.
Çocuk utana sıkıla, «Zor olmadı,» diye cevap verdi. «Yalnızca ayaklarımı aşağıya sallandırmak zorunda kaldım.»
«Ah, Harold, bir tek kendi adını yazsaydın olmaz mıydı?»
«Olmazdı. Biz bir ekibiz.» Harold kıza kaygıyla baktı. «Öyle değil mi?»
«Herhalde öyle... Tabii sen kendini öldürmediğin sürece. Acıktın mı?»
Harold güldü. «Ayı kadar açım.»
«Öyleyse gidip bir şeyler yiyelim. Güneş yanıklarının üzerine de biraz bebek yağı süreyim. Gömleğini giymek zorundasın, Harold. Bu gece kolay kolay uyuyamayacaksın.»
Harold, «Hayır,» diyerek gülümsedi. «Mışıl mışıl uyuyacağım.»
Konserve sebze yediler. Fran limonata yaptı. Daha sonra hava kararırken Harold, Fran'in evine geldi. Kolunun altında küçük bir pikap vardı. «Bu Amy'nindi. Annemle babam ona ortaokuldan mezun olduğu zaman hediye etmişlerdi. Bilmiyorum hâlâ çalışıyor mu? Ama dükkânın birinden pil de aldım.»
Plastik kapaklı pikaplardandı. On üç, on dört yaşlarındaki kızların kumsalda ya da bahçede çalmaları için yapılmış olan türden. Fran pikaba dikkatle bakarken gözleri doldu.
«Eh, bir deneyelim bakalım, Harold.»
Pikap bozuk değildi. Fran'le Harold kanepeye yerleştiler, aleti de önlerindeki sigara masasına koydular. Tam dört saat boyunca, yaz
— 150 —
gecesine yayılan, artık ölmüş olan bir dünyaya ait bu müziği kederli ve sessiz bir ilgiyle dinlediler.
29
Stu önce sesi sorgusuz sualsiz kabul etti. Parlak yaz sabahının tipik bir parçasıydı bu ses. Sağda bir dere neşeyle şırıldayarak doğuya doğru akıyor, kuşlar cıvıldıyordu. Bu durumda bir köpeğin havlaması insana dünyanın en doğal şeyiymiş gibi geliyordu. Stu ancak bir buçuk kilometre kadar yürüdükten sonra köpeğin hiç de sıradan bir şey sayılamayacağını düşündü. Havlamalar daha yakından geliyordu artık. Stu, Stovington'dan ayrıldığından beri pek çok ölü köpek görmüştü. Ama canlı bir köpekle hiç karşılaşmamıştı. «Grip çok insanı öldürdü ama herkesi değil,» diye düşündü. «Anlaşılan bütün köpekleri de öldürememiş.»
Stu sırt çantasını düzeltti. Askıların altına yerleştirdiği iki mendili yeniden katladı. Ayaklarında yeni yürüyüş ayakkabıları vardı. Ama üç günlük yürüyüş sırasında bayağı eskimişti bunlar da. Başına kırmızı fötrden şirin bir şapka geçirmiş, omzuna bir ordu karabinası asmıştı. Haydutlarla karşılaşacağını pek sanmıyordu ama yine de silahlı olması gerektiğini düşünmüştü. Belki avlanabilirdi de. Bir gün önce bir geyik görmüştü. Ama çok şaşırmış, çok sevinmiş, hayvanı vurmak aklına bile gelmemişti.
Stu 302 numaralı karayolundan doğuya doğru gidiyordu. Er geç okyanusa erişeceğini biliyordu. Kendi kendisiyle bir anlaşma yapmıştı. «Okyanusa ulaştığım zaman ne yapacağıma karar vereceğim. O ana kadar bunu hiç düşünmeyeceğim.»
Stu bir dönemeci aştı. Köpek oradaydı. Kızılımsı tüylü bir İrlanda seteri. Hayvan Stu'yu görünce sevinçle havlamaya başladı. Kuyruğunu
— 151 —
sallayıp duruyordu. Heyecanla sıçrayarak ön ayaklarını genç adamın göğsüne dayadı. Stu sendeledi.
Gülerek, «Yavaş, oğlum,» dedi.
Köpek onun sesini duyunca yeniden sevinçle havlayarak zıpladı.
Sert bir ses, «Kojak!» diye seslendi. Stu irkilerek döndü. «İn bakayım. Adamı rahat bırak. Gömleğinde pençe izlerin kalacak. Seni adi köpek!» Kojak kuyruğu bacaklarının arasında, Stu'nun çevresinde dolaştı. Ama kuyruğunun ucunu baskı altında tuttuğu sevinci yüzünden yine de usul usul sallıyordu.
Stu artık konuşan adamı görebiliyordu. Kojak'in sahibini. Altmış yaşlarında biriydi. Arkasında eski püskü bir kazak, ayağında da gri bir pantolon vardı. Başına bir bere giymişti. Yabancı, bir piyano taburesine oturmuştu. Önünde bir resim sehpası duruyordu. Ağır ağır ayağa kalkarak elindeki paleti tabureye bıraktı. Elini uzatıp Stu'ya doğru geldi. Beresinin altından çıkan kabarık kır saçları hafif rüzgârda uçuşuyordu.
«O tüfekle kötülük etmek niyetinde olmadığınızı umarım efendim. Ben Glen Bateman'im.»
Stu adamın elini sıktı. «Ben de Stuart Redman'im. Silah için kaygılanmayın.»
«Havyar sever misiniz?»
«Hiç tatmadım.»
«Öyleyse tatmanızın zamanı gelmiş. Havyardan hoşlanmazsanız başka yiyecekler de var. Kojak, zıplama, uslu dur.» Bateman, Stu'ya gülümsedi. «Sizi yemeğe davet ediyorum. Bir haftadan beri gördüğüm ilk insansınız. Yemeğe kalır mısınız?»
«Sevinerek.»
«Galiba güneylisiniz?»
«Evet. Doğu Teksas'lıyım.»
Bateman başını sallayarak döndü, küçük açıklığın gerisine doğru gitti. Stu gölgede beyazlı turunculu bir buzluk olduğunu gördü. Üzerine katlanmış bir sofra örtüsü konmuştu.
— 152 —
Bateman örtüyü açtı. «Kojak, uslu dur. Sofra örtüsüne basma. Kontrol! Bunu daima hatırla, Kojak. Yolu aşıp elimizi yüzümüzü yıkayalım mı, Bay Redman?»
«Tamam. Öyle yapalım.»
Yolu aşarak derenin duru, soğuk suyuyla ellerini, yüzlerini yıkadılar. Kojak biraz aşağıdan su içti, ondan sonra da sevinçle havlayarak ağaçların arasına daldı. Stu biraz da şaşkınlıkla, «Belki her şey yoluna girecek,» diye düşündü.
Stu havyardan pek hoşlanmadı. Ama Bateman biber dolması, salam, iki kutu sardalya, hafif yumuşamış elmalar ve büyük bir kutu kuru incir bulmuştu. Stu tıka basa yedi.
Bateman yemek sırasında kendinden söz etti. Woodsville Kolejinde sosyoloji profesörüydü. Karısı öleli on yıl olmuştu. Çocukları yoktu. Bateman pastayı bölerek Stu'nun payını kâğıt bir tabağa koydu. «Ben berbat bir ressamım, berbat bir ressam. Ama kendi kendime, şu Temmuz ayında bu dünyada benden daha iyi bir peysaj ressamı olmadığını söylüyorum şimdi.»
«Kojak daha önce de sizin köpeğiniz miydi?»
«Hayır. Evimin yakınında oturan bir kadınındı. İkimiz de Kolej Tepesi denilen bir mahallede oturuyorduk. Öğretmenlerin çoğu da öyle. Ukala, berbat bir kadındı. O öldü ama köpeği sağ kaldı. İşte bu da, 'Dünyada adalet yok,' sözünün doğru olmadığını kanıtlıyor. Bir dakika, Stu.» Bateman koşarak yolu aştı, dereye girdi. Biraz sonra döndüğü zaman ellerinde altı teneke bira vardı.
Dostları ilə paylaş: |