Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə10/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   58

Annesinin pislik torbası, dediğini hatırladı. Lily, rahmetli kocasının yakın bir zamanda ölmüş olan eski ortağı, Morgan Sloat’tan bahsediyordu. Kuşkulanan muhasebecileri, yaptıkları araştırmayla Morgan Sloat’un Sawyer & Sloat şirketine ait yüklü emlak gelirlerinin dörtte üçünü zimmetine geçirdiğini ortaya çıkarmışlardı. Sloat, Phil Sawyer’ın şüpheli bir av kazasında ölmesinden sonra yıllar boyunca ölen ortağının ailesinden milyonlarca dolar çalmıştı. Lily duru. mu gerekli yerlere bildirdikten sonra sahip olduğu yüzde ellilik şirket hissesini satmış, bu arada oğlunun da yüklü bir miktar para almasını sağlamıştı; bunun’ yanında Jack’in hiç de küçümsenemeyecek bir faiz geliri vardı. Lily, Sloat için pislik torbasından çok daha renkli sözler de sarf etmişti ama Jack’in kulaklarında çınlayan buydu.

Belki mayısta, çayırda amaçsız bir yürüyüşe çıktığında o kızılgerdan yumurtasına rastlamış, sonra onu güvenli bir yerde saklamak amacıyla buzdolabına koymuştu. Onu güvende tutmak için. Çünkü ne de olsa, Dr. Evinrude’un dediği gibi rengi, mavinin güzel tonuydu. Yumurtayı güvende dursun, diye oraya koymuş, sonra da unutmuş olmalıydı. Ve gündüz rüyasında bir kırmızı tüy patlaması görmesinin sebebi de bu olmalıydı! Evet evet, bu, olanları açıklıyordu.

Her şeyin üstü kapalı bile olsa mutlaka bir sebebi vardı; bir pislik torbası gibi davranmak yerine rahatlayıp yeterince uzun bir süre düşünüldüğünde, gizli kalmış sebep ortaya çıkarılabilirdi.

Jack lavaboya doğru eğildi ve hem içerden, hem dışardan ferahlamasına, kendine gelmesine yardım etmesi niyetiyle yüzüne soğuk su çarptı. Bir an için soğuk suyun canlandırıcı şoku, berbat kahvaltıyı, aptalca telefonu ve aniden zihninde beliren görüntüleri yok etti. Gitme vakti gelmişti. Yirmi beş dakika sonra, Jack’in en iyi dostu ve tek sırdaşı, her zamanki mükemmel algısıyla KDCU-AM’in beton binasının ön kapısından çıkacak, zarif altın çakmağının aleviyle sigarasını yakacak ve Peninsula Yolu’na doğru yürümeye başlayacaktı. Henry Leyden, üç yüz altmış derecelik muhteşem algısı sayesinde Jack Sawyer’ın kamyonetinin nerede olduğunu hemen anlayacak, kapının kolunu hiç tereddüt etmeden bulup yolcu koltuğuna oturacaktı. Kör adamın bu gösterisi, kaçırılmayacak kadar göz kamaştırıcıydı.

Jack de bu gösteriyi kaçırmadı. Evde yaşadığı garipliklere rağmen dostunu almaya gitti ve tam 7:55’te, Henry’nin binadan gün ışığına çıkmasına beş dakika kala kamyonetini KDCU-AM’in önüne, yol kenarına park etti. iç açıcı manzara eşliğinde yaptığı yolculuğun verdiği sükûnet ve olgun bakış açısı, &ı\ de olanları önemsizleştirmişti. Yine de Henry’yle görüşeceğine çok memnundu. Sadece görmek bile ruhuna ilaç gibi gelecekti. Elbette Jack baskı altında bir anlığına kontrolünü kaybeden ve annesinin son nefesini verip öteki dünyayı boyladığını unutan dünya üzerindeki tek insan olamazdı. Strese kapılan ölümlüler huzur ve güvence için doğal olarak annelerine sığınırlardı. Bu dürtünün kodu, DNA’larımıza işlenmişti. Henry hikâyeyi duyunca muhtemelen gülecek ve ona vidalarını biraz daha sıkıştırmasını tavsiye edecekti.

Tekrar düşününce olanları ona anlatmamaya karar verdi. Henry’ye böyle anlamsız, aptalca bir hikâye anlatmasına ne gerek vardı? Ona kızılgerdan yumurtasından bahsederse kırmızı tüy yağmurunu da anlatması, gündüz rüyası teorisini açıklaması gerekecekti ve bu gereksiz konuşmaları yapmak hiç içinden gelmiyordu. İçinde olduğun anı yaşa; bırak geçmiş, mezarında gerinsin; çeneni havada tut ve çamur göllerinin etrafından dolaş. Terapi için dostlarından medet umma.

Radyonun düğmesine bastı ve Wisconsin Üniversitesi’nin La Riviere istasyonu, hem Wisconsin Faresi’nin, hem de Henry Şeyh Shake’in program yaptığı KWLA-FM’i açtı. Kamyonetin hoparlörlerinden yayılan ses, kollarındaki tüylerin diken diken olmasına sebep oldu: Glenn Gould’un parlak beyin gözü, Bach’ın, tam olarak hangisi olduğunu çıkaramadığı bir eseri üzerinde ışıldıyordu. Ama Glenn Gould ve Bach olduklarından kesinlikle emindi. Belki Partisyonlarından biriydi.

Henry Leyden, elinde bir CD kutusu olduğu halde radyo binasının yan tarafındaki kapıdan, parlak gün ışığına çıkarak hiç duraksamadan taş döşenmiş yoldan Jack’in kamyonetine doğru yürümeye başladı; Hershey kahverengisi ayakkabıları, düzgün bir çizgi üzerinde, hiçbir sapma olmaksızın ilerliyordu.

Henry... Henry bir şıklık abidesiydi.

Jack, dostunun o gün Malezyalı tik ağacı orman sahibi kıyafetlerinden birini giymiş olduğunu gördü; şık yakasız bir gömlek, gösterişli pantolon askıları ve çok zarif bir hasır şapka. Jack, Henry’nin yaşamıyla o kadar iç içe olmasaydı, kıyafetlerinde bu muhteşem uyumu ve şıklığı yakalayabilmesini, ölen karısı Rhoda Gilbertson Leyden’ın uzun zaman önce hazırlayıp düzenlediği büyük bir giyinme odasına borçlu olduğunu bilemezdi: Rhoda kocasının tüm giysilerini mevsimlerine, tarzlarına ve renklerine göre ayırmıştı. Henry tüm sistemi parça parça ezberlemişti. Doğuştan kör olduğu, bu yüzden de renkler ve tonlar arasındaki uyum hakkında bir fikri olmadığı düşünüldüğünde Henry’nin hiçbir zaman uyum hatası yapmaması insanı hayrete düşürüyordu.

Henry gömlek cebinden altın bir çakmak ve sarı bir American Spirits paketi çıkardı, sigarasını yaktı ve gün ışığıyla parlayan yoğun bir duman bulutu üfleyerek kamyonete doğru yolundan hiç sapmadan yürümeye devam etti.

Çıplak avludaki parlak pembe sprey boyayla, yatık harflerle yazılmış TROY MARYANN’İ SEVİYOR! EVET! yazısı iki anlama geliyordu: 1) Troy vaktinin çoğunda KDCU-AM dinliyordu, 2) Maryann da onu seviyordu. Aferin Troy’ya, aferin Maryann’a. Jack sprey boyayla yapılmış bile olsa bu aşk ilanını içten içe alkışladı, sevgililere şans ve mutluluk diledi. Hayatının bu döneminde sevdiği kişinin kim olduğu sorulsa, Henry Leyden olduğunu söylerdi herhalde. Troy’un Maryann’a veya Maryann’ın ona duyduğu türde bir sevgi değildi, ama onu seviyordu ve bundan daha önce hiç bu kadar emin olmamıştı.

Henry taş yoldan kaldırıma adım attı, birkaç saniye içinde kamyonetin yanına varmıştı. Eli hiç şaşmadan kapının kolunu buldu, çevirdi ve tek basamaktan çıkarak tereddütsüzce koltuğa yerleşti. Müziğe kulak kesilerek başını hafifçe yana eğdi. Gözlüklerinin koyu renkli camları parladı.

“Bunu nasıl yapıyorsun?” diye sordu Jack. “Bu kez müzik sesi yol gösterdi ama aslında ona da ihtiyacın yok.”

“Yapabiliyorum, çünkü keş stajyerimiz Morris Rosen’ın deyimiyle inanılmazım,” dedi Henry. “Morris Tanrı olduğumu düşünüyor, ama ne yazık ki Wisconsin Faresi ve George Rathburn’un aynı kişi olduğunu bir şekilde öğrenmiş. Umarım velet ağzını sıkı tutar.”

“Umarım,” dedi Jack. “Ama konuyu değiştirmene izin vermeyeceğim. Nasıl her seferinde kapının tam olarak nerede’ olduğunu bilebiliyorsun? Kapı kolunu elinle koymuşsun gibi hiç tereddütsüz nasıl bulabiliyorsun?”

Henry içini çekti. “Kapı kolu bana nerede olduğunu söylüyor. Hem de bariz bir şekilde. Tek yapmam gereken, onu dinlemek.”

“Kapı kolu ses mi çıkarıyor?”

“Son teknoloji ürünü radyon ve Goldberg Varyasyonları gibi değil, elbette. Daha çok bir titreşimi andırıyor. Sesin sesi. Sesin içindeki ses. Daniel Barenboim harika bir piyanist, değil mi? Şuna bir kulak ver... her notada farklı bir renklendirme. İnsanın içinde Steinway’inin kapağını öpme hissi uyandırıyor. Ellerindeki kasları bir düşün.”

“Bu Barenboim mi?”

“Ondan başka kim olabilir ki?” Henry başını yavaşça Jack’e doğru çevirdi. Dudaklarında sinir bozucu bir gülümseme belirdi. “Ah. Anlıyorum, evet. Seni tanıdığım kadarıyla Glenn Gould’u dinlediğini sandığını söyleyebilirim, seni zavallı aptal.”

“Hiç de değil,” dedi Jack.

“Lütfen.”

“Belki bir an için Gould olup olmadığını düşündüm ama...”

“Yapma, yapma, yapma. Deneme bile. Sesin seni ele veriyor. Her kelimede küçük, mızıldanan bir tonlama var; çok zavallıca. Norway Vadisi’ne dönecek miyiz yoksa gün boyunca burada oturup bana yalan söylemeye devam mı edeceksin? Eve dönerken sana bir şey anlatmak istiyorum.”

CD kutusunu havaya” kal d irdi. “Haydi seni biraz neşelendirelim. Esrarkafa Morris bana bunu verdi... Supremes’in bir şarkısını yeniden yorumlayan dirtysperm adında bir grupmuş. Bana sorarsan bu tür müzikten iğrenirim, ama tam Wisconsin Faresi’ne göre bir parça olabilir. Yedinci şarkı.”

Piyanist artık Glenn Gould’a hiç benzemiyordu ve müziğin sürati de biraz öncesine göre yarı yarıya azalmış gibiydi. Jack, somurtmayı keserek CD’yi kutusundan çıkarıp radyonun altındaki bölmeye koydu. Önce bir düğmeye, sonra bir diğerine bastı. Hoparlörlerden bir anda, tarif edilemeyecek kadar korkunç işkencelere maruz kalıyormuş gibi akıl almayacak derecede hızlı bir tempo eşliğinde bağıran çılgın adamların sesi yayıldı. Jack şaşırarak koltuğunda geriye savruldu. “Tanrım, Henry,” diyerek ses düğmesine uzandı.

“Sakın o düğmeye dokunayım deme,” dedi Henry. “Eğer bu zırva kulaklarından kan getirmiyorsa işe yaramıyor demektir.”

Jack “Kulaklar”ın, müzik havada yayılırken içinde neler olup bittiğini anlama kabiliyetinin caz tarzındaki söylemi olduğunu biliyordu. Kulağı iyi olan bir müzisyen, çok kısa bir sürede çalması istenen parçaları ve düzenlemeleri ezberler, temanın gerisindeki uyumlu hareketi fark eder ya da önceden bilir, diğer müzisyenlerin o kalıp üzerinde yarattıkları değişimleri ve etkileri izleyebilirdi. Bir malzeme üzerine yazılmış notaları doğru düzgün okuyabilsin ya da okuyamasın, muhteşem kulaklara sahip bir müzisyen, melodileri ve düzenlemeleri daha ilk dinleyişinde öğrenir, kusursuz bir sezgiyle uyumdaki karışıklıkları kavrar, taksi kornaları, asansör zilleri, kedi miyavlamalarındaki notaları ve kilit tınıları anında tanımlayabilirdi. Böyle insanlar, farklı seslerin onlara has özellikleri ile biçimlenen bir dünyada yaşarlardı ve Henry Leyden da onlardan biriydi. Jack’e göre Henry’nin kulakları, kulvarında şampiyondu.

Jack’in büyük sırrını, annesi Lily Cavanaugh Sawyer’ın, “Lily Cavanaugh”nun hayattaki rolünü açığa çıkarmasının anahtarı kulakları olmuştu ve bu sırrı keşfeden ilk ve tek insan Henry’ydi. Dale’in onları tanıştırmasından kısa bir süre sonra aralarında ikisini de şaşırtan rahat, sıcak bir arkadaşlık oluşmuştu. Birbirlerinin yalnızlığına ilaç olmuşlar, haftada iki ya da üç akşamı birlikte yemek yiyerek, müzik dinleyerek ve akıllarına ne gelirse konuşarak geçirmeye başlamışlardı. Jack ya kamyonetiyle Henry’nin ilginç evine gidiyor ya da onu alıp birlikte Jack’in evine dönüyorlardı. Aradan altı yedi ay geçtikten sonra Jack ona yüksek sesle kitap okumasının hoşuna gidip gitmeyeceğini sormuş, olumlu cevap almasının üzerine okuma akşamları başlamıştı. Henry ona, ah, dostum, ne harika bir fikir, demişti. Eski polisiye romanlarla başlamaya ne dersin? Chester Himes ve Charles Willeford ile başlamışlar, sonra vites değiştirip S.J. Perelman ve James Thurber gibi çağdaş yazarlara takılmışlar, Ford Madox Ford ile Vladimir Nabokov tarafından inşa edilmiş hayali konaklarda cesurca tehlikelere atılmışlardı. (Marcel Proust ile ileride karşılaşacaklarını biliyorlardı ama Proust bekleyebilirdi; şimdi sırada Kasvetli Ev vardı.) ,

Bir gece, Jack’in, Ford’un İyi Asker’inin son bölümünü okumasının ardından Henry boğazını temizlemiş ve Dale ailenin eğlence endüstrisinde çalışmış olduklarını söyledi. Gösteri dünyasında, demişti.

“Evet, öyle.”

“Özel hayatına burnumu sokmak istemem ama sana birkaç soru sormamın mahzuru var mı? Kabul edersen, sorularıma sadece evet ya da hayır şeklinde cevap vermen yeter.”

Huzursuzlanan Jack sormuştu. “Neler oluyor, Henry?”

“Bir konuda haklı olup olmadığımı anlamak istiyorum.”

“Tamam. Sor bakalım.”

“Teşekkürler. Annen ve baban endüstrinin farklı alanlarında mı çalışıyorlardı?”

“Hı-hı.”


‘‘Biri işin ticari, diğeriyse sanatsal tarafında mıydı?”

“Hı-hı.”


“Annen bir aktris miydi?”

“Evet.”


“Bir açıdan meşhur bir aktris. Asla hak ettiği saygıyı tam anlamıyla göremedi, ama ellilerden altmışların ortalarına dek birçok filmde oynadı ve kariyerinin sonunda bir En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar’ı aldı.”

“Henry, demişti Jack. Bunları nereden...”

“Şşşt. Bu anın tadını çıkarmak istiyorum. Annen Lily Cavanaugh’ydu. Bu harika. Lily Cavanaugh, çoğu insanın düşündüğünden çok daha yetenekliydi. Oynadığı her rolün hakkını fazlasıyla verirdi; o kızlar, o çetin ceviz garson kızlar ve çantalarında silah taşıyan kadınlar onun oyunculuğuyla yükselirlerdi. Güzel, cesur, zeki, aşırılıkları olmayan, rolünün gerektirdiklerini yerine getiren bir aktris. Etrafını saran tüm diğer aktrislerden neredeyse yüz kat yetenekliydi.”
“Henry...”

“Oynadığı filmlerden bazılarının müzikleri de çok iyiydi. Kayıp Yaz. Johnny Mandel.”

“Henry, nasıl...”

“Sen söyledin; başka türlü nasıl bilebilirdim? Sesinin verdiği bazı küçük ipuçları var. R’leri biraz yuvarlıyorsun ve diğer sessiz harflerinde, tüm cümlelerini kaplayan vurgulu bir ritim var.”

“Ritim mi?”

“Kesinlikle, ufaklık. Belli belirsiz bir ritim. Sana özel bir davulcu gibi. İyi fisker’ın başından sonuna dek bunu daha önce nerede duyduğumu hatırlamaya çalıştım. Bir beliriyor, bir kayboluyordu. Sonunda, birkaç gün önce buldum. Lily Cavanaugh. Haklı olup olmadığımı anlamak istediğim için beni suçlayamazsın, değil mi?”

“Suçlamak mı?” demişti Jack. “Şok geçiriyorum, kimseyi suçlayacak halde değilim, ama bana birkaç dakika ver.”

“Sırrın güvende. Seni gören insanların akıllarından geçen ilk düşüncenin, hey, işte Lily Cavanaugh’nun oğlu, olmasını istemiyorsun. Bence mantıklı.”

Evet, Henry Leyden’ın kulakları gerçekten muhteşemdi.

Kamyonet French Landing’de ilerlerken içerideki gürültü konuşmayı imkânsız kılıyordu. Dirtysperm, “Where Did Our Love Go” adlı parçanın ortasına bir delik açıyor ve küçük, tatlı Supremes’e acımasızca kötülük ediyordu. Bu tür müzikten nefret ettiğini söyleyen Henry, arkasına yaslanmış, dizlerini torpido gözünün kapağına dayamış, ellerini çenesinin altında birleştirmiş, halinden gayet memnun, sırıtıyordu. Chase Caddesi üzerindeki dükkânlar açılmış, yarım düzine araba, park yerlerine dizilmişti.

Bisikletli dört çocuk, aniden Schmitt’in Binbir Çeşit Mağazası’nın önündeki kaldırımdan, hareket halindeki kamyonetin altı metre ötesinde yola indiler. Jack sertçe fren yaptı, çocuklar son anda durarak yan yana dizildiler ve kamyonetin geçmesini beklediler. Jack, kamyoneti yavaşça ilerletti. Henry olduğu yerde dikleşti, gizemli algılayıcılarını kontrol etti ve sonra tekrar arkasına yaslandı. Henry’ye göre her şey yolundaydı. Ama çocuklar, yaklaşan kamyonetten yayılan ve giderek artan gürültü karşısında afallamışlardı. Dedelerinin bir zamanlar lunaparkın arka kısmındaki hilkat garibeleri şovundaki Siyam ikizlerine ve Timsah Adam’a baktıkları gibi şaşkınlıkla karışık hoşnutsuzlukla gözlerini kamyonetin ön camına çevirdiler. Kamyonet sürücülerinin sadece iki tür müzik dinlediğini ve bunların da heavy metal ve folk müzik olduğunu herkes bilirdi. Öyleyse bu kıl herife ne oluyordu böyle?

Jack, çocukların önünden geçerken en baştaki, çatık kaşlı, şişman, okulun kabadayısı tipli iriyarı çocuk, orta parmağını ona doğru havaya kaldırdı. Onun ardındaki ikisi, büyükbabalarının 1921 ‘de, sıcak bir yaz gecesinde hilkat garibelerine bakarken yüzlerinde beliren ifadelerin kendi yüzlerindeki kopyalarını muhafaza ettiler ve ağızlan salakça açılmış bir halde geçen kamyonete baktılar. Yüzündeki masumiyet ifadesiyle gruptaki en tatlı çocuk gibi görünen parlak gözlü, koyu sarı saçlı, Brewers şapkalı dördüncü bisikletli, yüzünde çekingen bir gülümsemeyle dosdoğru Jack’in yüzüne baktı. Bu, bilinmeyene doğru yolculuğa çıkmak üzere olan -ama bundan haberi yoktu- Tyler Marshall’dı.

Çocukları geride bırakmalarının ardından Jack dikiz aynasına baktı ve caddeden yukarı doğru hızla pedal çevirdiklerini gördü. Şişko kabadayı en önde, en tatlıları olan narin görünümlü çocuk en arkadaydı ve daha şimdiden gruptan geri kalmıştı.

“Yol kenarındaki bir grup uzman, Dirtysperm hakkındaki fikirlerini beyan] etti,” dedi Jack. “Bisikletli dört çocuk.” Kendi ağzından çıkanları duymakta zorlandığını göz önüne alarak, Henry’nin çocukları duymamış olabileceğini düşünmüştü.

Ama görünüşe bakılırsa Henry onu çok iyi duymuştu. Jack’e, gürültünün içinde eriyip giden bir soru sordu. Sorunun ne olduğunu tahmin eden Jack, ona cevap verdi. “Bir kesin olumsuz, olumsuza meyilli iki çekimser ve bir temkinli olumlu.” Henry başını salladı.

Kulak tırmalayan çılgın ritimli gürültü, On Birinci Cadde’ye vardıklarında’ sona erdi. Sanki üzerlerinden bir sis bulutu kalkmış, ön cam tertemiz yıkanmış gibi hava daha berrak, renkler daha canlı görünmeye başladı. “İlginç,” dedi Henry. Hedefinde en ufak bir şaşma olmaksızın CD’yi yuvasından çıkardı ve alışkın ellerle kutusuna geri koydu. “Bu çok aydınlatıcıydı, sence de öyle değil mi? Katıksız, kendine dönük nefret, kesinlikle kendiliğinden boşaltılmamalı. Morris Rosen haklıymış. Bu parça tam Wisconsin Faresi’ne göre.”

“Hey, bence Glenn Miller’dan bile iyi olabilirler.”

“Aklıma gelmişken,” dedi Henry. “Bugün ilerleyen saatlerde ne yapacağımı kesinlikle tahmin edemezsin. Bir yerde çalacağım! Chipper Maxton, daha doğrusu asistanı, -kulağa geldiği kadar muhteşem göründüğünden eminim-Rebecca Vilas denen kadın, Maxton’un büyük Çilek Festivali’nde diskjokeylik yapmamı teklif etti. Şey, daha doğrusu bana değil de, uzun zamandır ihmal ettiğim eski karakterlerimden biri olan Big-Band Adamı, Senfonik Stan’e.”

“Seni bırakayım mı?”

“Gerek yok. Şahane Bayan Vilas, pikabım için yumuşak bir arka koltuğu ve plaklarla kabinlerin sığabileceği, büyük bir bagajı olan bir araba gönderip beni aldıracak. Ama yine de sağ ol.”

“Senfonik Stan mi?”

“Çılgın giysileri, hal ve tavırlarıyla büyük grupların revaçta olduğu dönemin kanlı canlı bir örneği olan neşeli, sıcakkanlı, tatlı dilli bir centilmen. Maxton sakinleri için tarihte hoş, nostaljik bir gezinti olacak. Gençlik yıllarına dönecekler.”

“O günün modasına uygun bir kıyafetin var mı gerçekten?”

Henry’nin aşırı derecede ifadesiz yüzü ona çevrildi.

“Affedersin. Neyim var, bilmiyorum. Konuyu değiştireyim, bu sabah Balıkçı hakkında söylediklerinin, yani George Rathburn’un söylediklerinin çok faydası olacağına inanıyorum. Duyduklarım beni sevindirdi.”

Henry ağzını açarak George Rathburn’un dizginlerini serbest bıraktı. “Baylar, bayanlar gerçek Balıkçı, yani Albert Fish, altmış yedi yıl önce öteki dünyayı boylamış.”‘ O şişman, kaba görünüşlü adam sesinin, Henry Leyden’ın narin boğazından yükseldiğini duymak çok acayipti. Henry normal sesine dönerek, “Umarım yararı olur. Bugün gazetede dostun Wendell Green’in yazdığı saçmalığı okuyunca George’un bir şey söylemesi gerektiğine karar verdim.”

Henry Leyden okudum, okuyordum, gördüm, bakıyordum gibi fiilleri kullanmayı severdi. Bu sözlerin, dinleyicilerini huzursuz ettiğini bilirdi. Ve Wendell Green için “dostun” demişti, çünkü Jack’in gazeteciye Albert Fish’ten bahsettiğini itiraf ettiği tek insandı. Jack şimdi hiç kimseye söylememiş olmayı diliyordu. Yapmacık çakal Wendell Green onun dostu falan değildi.

“Hazır basına yardım etmişken belki mavi üniformalı dostlarımıza da yardım edersin,” dedi Henry. “Üzgünüm, Jack, ama konuyu sen açtın ve bunu sadece bir kez söyleyeceğim. Sonuçta, Dale benim yeğenim.”

“Bana bunu yaptığına inanamıyorum,” dedi Jack.

“Yaptığım neymiş, aklımdan geçeni söylemek mi? Dale benim öz yeğenim, unuttun mu? Uzmanlığından yararlanabilirdi. Ona bir iyilik borçlu olduğuna inanıyor. İşini elinde tutmasına yardım edebileceğin hiç aklına gelmedi mi? Yada French Landing’i ve Norway Vadisi’ni söylediğin kadar seviyorsan bu arkadaşlara zamanının ve yeteneğinin bir kısmını borçlu değil misin?”

“Peki senin aklına hiç emekli olduğum gelmedi mi, Henry?” dedi Jack si kılı dişleri arasından. “Cinayet soruşturmaları dünyada yapmak istediğim en son iş.”

“Elbette bunların farkındayım,” dedi Henry. “Ama -yine affına sığınarak söylüyorum- buradasın, seni tanıyorum, Dale’den ve diğer çocuklardan çok daha yeteneklisin ve kahrolası derdinin ne olduğunu merak etmekten kendimi alamıyorum.”

“Bir derdim falan yok,” dedi Jack. “Ben bir sivilim.”

“Patron sensin. Barenboim’in geri kalanını dinleyebiliriz.” Henry elini kon-, sola uzattı ve radyo düğmesine bastı.

Sonraki on beş dakika boyunca kamyonette duyulan tek ses, Buenos Aires, Teatro Colon’daki konser kaydıyla Goldberg Varyasyonları’nın Steinway’den yayılan muhteşem notalarıydı. Harika çalıyor, diye düşündü Jack ve onu Glenn Gould’la karıştırmak için insanın kara cahil olması gerekirdi. Bu hatayı yapabilen kişi, General Motors kapı kolunun yaydığı titreşime benzer sesi de duyamazdı elbette.

93. karayolundan Norway Vadisi Yolu’na döndüklerinde, “Surat asmaya kes,” dedi Henry. “Öyle söylememeliydim. Seni bir derdin var diyerek suçlamamalıydım zira asıl sorunu olan benim.”

“Sen mi?” Jack şaşkınca ona baktı. Uzun yıllar boyunca birikmiş olan tecrübelerine göre Henry bir konuda ondan gayri resmi bir yardım istemek üzereydi. Henry’nin ön cama dönük yüzünden bir ipucu elde etmek imkânsızdı. “Senin nasıl bir sorunun olabilir ki? Çoraplarının düzeni mi bozuldu? Ah... istasyonlardan biriyle mi sorunun var?”

“Onunla baş edebilirim.” Henry duraksadı ve sonra duraksaması uzun bir sessizliğe dönüştü. “Söyleyeceğim şey şuydu, sanırım aklımı kaybediyorum. Çıldırıyormuşum gibi hissediyorum.”

“Haydi canım.” Jack gaz pedalındaki baskısını azalttı ve hızı yarı yarıya düşürdü. Henry de tüy patlaması mı görmüştü? Olamazdı elbette; Henry kördü. Ayrıca Jack’in gördükleri gündüz rüyasından başka bir şey değildi.

Henry bir radyo ibresi gibi titredi. Yüzü hâlâ ön cama dönüktü.

“Neler oluyor, söyle bana,” dedi Jack. “Endişelenmeye başlıyorum.”

Henry ağzını bir bisküvinin ancak sığacağı kadar açtıktan sonra hiçbir ey söylemeden tekrar kapadı. Vücudu yeni bir titreme dalgasıyla sarsıldı.

“Hmm,” dedi. “Bu sandığımdan da zormuş.” Henry Leyden’ın kuru, ölçülü gerçek sesi şaşırtıcı bir şekilde, çaresizlik tınısıyla titriyordu.

Jack kamyoneti neredeyse duracak kadar yavaşlattı, bir şey söylemeye kalktı, sonra vazgeçip beklemeye karar verdi.

“Karımın evin içinde dolaştığını duyuyorum,” dedi Henry. “Geceleri, yatağımda yatarken. Sabah saat üç dört sularında. Rhoda’nın ayak sesleri mutfakta dolaşıyor, merdivenleri çıkarak üst kata geliyor. Aklımı kaçırıyor olmalıyım.”

“Ne sıklıkta oluyor bu?”

“Kaç kere mi? Tam olarak bilmiyorum. Üç ya da dört.”

“Kalkıp onu arıyor musun? Sesleniyor musun?”

Henry’nin sesi yine titreşim trampleninde yükselip alçaldı. “Bu dediklerini yaptım. Çünkü onu duyduğumdan emindim. Onun ayak sesleri, onun yürüyüş tarzı, onun adımları. Rhoda öbür dünyaya göçeli altı yıl oluyor. Çok komik, değil mi? Kafayı yediğimi düşünmeseydim bunu komik bulabilirdim.”

“Ona sesleniyorsun,” dedi Jack. “Ve yataktan kalkıp aşağı iniyorsun.”

“Çılgınlar gibi, delirmiş gibi. ‘Rhoda? Sen misin, Rhoda?’ Dün gece bütün evi dolaştım. ‘Rhoda? Rhoda?’ Sanki bir cevap bekliyordum.” Henry koyu renkli güneş gözlüklerinin altından yanaklarına süzülen gözyaşlarını umursamadı. “Ve ondan bir karşılık bekliyordum, esas sorun da bu.”

“Evde başka hiç kimse yoktu,” dedi Jack. “İçeri girildiğine dair hiçbir iz. Hiçbir şey kayıp değildi veya yeri değişmemişti, değil mi?”

“Gördüğüm kadarıyla hayır. Her şey olması gereken yerdeydi. Tam bıraktığım yerde.” Bir elini kaldırıp yüzünü sildi.

Jack’in evine doğru kıvrılan yolun girişi, kamyonetin sağında belirip kayboldu.

“Ne düşündüğümü söyleyeyim,” dedi Jack, Henry’yi karanlık evinde dolaşır halde gözlerinin önüne getirerek. “Altı yıl önce, sevdiğin biri ölüp seni geride bırakınca yaşanması gereken her şeyi, inkârı, isyanı, öfkeyi, acıyı, kederi,-kabullenmeyi ve daha birçok duyguyu yoğun olarak yaşadın, ama sonrasında Rhoda’yı özlemeye devam ettin. Sevdiğimiz ve kaybettiğimiz insanları özlemeye devam edeceğimizi kimse söylemez ama özleriz.”

“Bu söylediğin çok etkileyiciydi,” dedi Henry. “Aynı zamanda rahatlatıcı.”

“Sözümü kesme. Gariplikler olur. İnan bana neden bahsettiğimi çok iyi biliyorum. Aklın isyan eder. Kanıtı göz ardı eder, sana sahte kanıtlar verir. Nedenini kim bilebilir? Bunları engellemek mümkün değil.”


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin