Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə20/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   58

Şimdi, eskiden kendi arazisinin bir parçası olan kuzey tarlasını kaplayan çimenler üzerine diz çökmüş, gözleri kapalı dururken, çok iyi hatırladığı ve farkında olmaksızın delicesine bir özlem duyduğu yeni, yoğun kokuları içine çekerken Richard Sloat, beyninde konuşmaya başlamıştı. Sözcüklerin verdiği ne büyük bir rahatlama duygusuydu! Aklının Richard’ın sesini taklit ettiğinin bilincindeydi ama yine de onu duymak harikaydı. Richard orada olsaydı, diye düşündü Jack, eski dostuna sarılır ve istediğin kadar vaaz verebilirsin, Richie-çocuk, derdi. Kuzuların melemesi gibi.

Mantıklı Richard: Tüm bunların bir rüya olduğunun farkındasın değil mi, Jack?... a-haaaa... kutuyu açmanın verdiği stres yüzünden olduğuna hiç şüphe yok... a-haaaa... yoğun stres kendinden geçmene sebep oldu ve... a-HAAAA!... şu an görmekte olduğun rüyaya yol açtı.

Hâlâ gözleri kapalı bir halde dizleri üzerinde duran, saçları yüzüne doğru dökülen Jack, “Bir başka deyişle,” dedi. “Buna eskiden dediğimiz gibi...”

Doğru! Eskiden söylediğimiz gibi... a-haaa...”Seabrook Island safsataları.” Ama Seabrook Island çok geride kaldı, Jack, o yüzden sana gözlerini açmanı, ayağa kalkmanı ve kendi kendine olağandışı hiçbir şey görmeyeceğini hatırlatmanı öneriyorum... ahaa!... aslında orada öyle bir şey yok.

“Aslında yok,” diye mırıldandı Jack. Ayağa kalktı ve gözlerini açtı.

Daha ilk bakışta ne olduğunu anladı ama Richard’ın ağdalı otuz-beşim-de-görünüyorum-ama-altmış-yaşındayım diyen sesini bir kalkan gibi önünde tutmaya devam etti. Bu şekilde, gerçekten kendinden geçmek ya da... belki de aklını tamamen kaybetmek yerine ucu ucuna da olsa dengesini koruyabiliyordu.

Başının üzerinde sonsuza dek uzanıyormuş gibi görünen gökyüzü tertemiz koyu maviydi. Etrafını saran altın sarısı başaklar, kaburga kemiklerine dek yükseliyordu, burada onları biçecek bir Bunny Boettcher yoktu. Aslında geldiği yönde hiç ev yoktu, sadece yan tarafında bir yel değirmeniyle kitaplara malzeme olabilecek, eski bir ambar vardı.

Uçan adamlar nerede, diye düşündü Jack gökyüzüne bakarak ve sonra başını sertçe iki yana salladı. Uçan adamlar yoktu, iki başlı papağanlar yoktu, kurt adamlar yoktu. Bunların hepsi Seabrook Island safsataları, annesine)»‘ kaptığı ve Richard’ın bile bir süreliğine yakalandığı nevrozdu. Hiçbiri gereği, değildi, hepsi... a-haaa... birer saçmalıktı.

Asıl saçmalığın etrafında gördüklerini inkâr etmek olduğunu bilerek Richard’ın sesini onayladı. Çimlerin yoğun ve tatlı kokusu, daha çiçeğimsi olan yoncaların ve belirgin, kara toprağın kokusuyla karışarak başını döndürüyor. du. Çimenlerin arasında düşüncesiz hayatlarını sürdüren çekirgelerin sesleri sonsuza dek kesilmeyecekmişçesine kulaklarını dolduruyordu. Beyaz tarla güveleri telaşla kanat çırpıyordu. Bir telefon kablosu, elektrik teli ya da jet iziyle lekelenmemiş gökyüzünün güzelliği nefesini kesiyordu.

Ama Jack’i derinden etkileyen, içinde olduğu tarlanın mükemmelliğiydi, Dizleri üzerine düşerek çiylerle ağırlaşmış çimleri yassılattığı yerde daire şeklinde bir düzlük vardı. Ama o noktaya varan, üzerlerine basılarak ezilmiş çimlerin oluşturduğu koyu renk bir yol yoktu. Oraya gökyüzünden düşmüş gibiydi. Bu mümkün değildi elbette, Seabrook safsatalarından biriydi, ama...

“Gerçekten de gökyüzünden düştüm,” dedi Jack şaşırtıcı derecede sakin bir sesle. “Buraya Wisconsin’den geldim. Buraya geçtim.”

Richard’ın sesi, birçok a-haaa ve hımmpf eşliğinde bu söylediklerini protesto etmeye koyuldu ama Jack onun pek farkında değildi. Sevgili eski dost Mantıklı Richard, beyninde her zamanki Mantıklı Richard görevini yapıyordu, hepsi oydu. Richard daha önce bu tür bir deneyim yaşamıştı ve diğer tarafa döndüğünde dengesi bozulmamış sayılırdı... ama o zaman on iki yaşındaydı. O sonbaharda ikisi de on iki yaşındaydı ve o yaşlarda hem beyin, hem beden daha esnek olurdu.

Jack, yavaşça etrafında dönerek bir çember çizdi. Uçsuz bucaksız uzanan tarlalardan (üzerlerine çöken sis, giderek ısınan havayla artık iyice incelmişti) ve ardındaki gri-mavi ormandan başka bir şey görünmüyordu. Ama sonra, güneybatı yönünde, yaklaşık iki kilometre uzaklıktaki toprak yolu fark etti. Onun ötesinde, ufukta, belki biraz berisinde mükemmel yaz göğü, dumanla hafifçe lekelenmişti.

Odun ocakları olamaz, diye düşündü Jack. Temmuz ayında olamaz ama belki küçük atölyeler. Ve...

Bir düdük sesi... çok uzaklardan boğuk üç kısa patlama duydu. Kalbi, nefesinde büyür gibi oldu ve dudaklarının kenarları yükselerek yüzünde bir çeşit çaresiz gülümseme oluşturdu. “Mississippi o tarafta kalıyor,” dedi ve güveler beyaz danteller oluşturarak ediğini onaylarcasına etrafında telaşla kanat çırptılar. “Oradaki Mississippi ‘, burada ne deniyorsa o. Ve düdük sesi, dostlar ve komşular..

Giderek ısınan yaz gününde iki patlama daha duyuldu. Bu mesafeden hâla çok boğuk, zayıf geliyordu ama yakından çok sarsıcı olduğunu biliyordu.

“Bu bir nehir gemisi. Hem de çok büyük bir gemi. Belki de yandan çarklıdır.”

Jack, kendi kendine bunların hiçbirinin gerçek olmadığını tekrarlayarak yola doğru yürümeye başladı. Kendine söylediklerine zerre kadar inanmıyordu ama onları bir ip cambazının denge sopası gibi kullanıyordu. Yüz metre kadar yürüdükten sonra dönüp geldiği yöne baktı. Yüksek başakların arasında, dizleri üzerine düştüğü noktadan bulunduğu yere kadar uzanan derin bir yol oluşmuştu. Geçişinin iziydi. Tek izi. Sol tarafta (aslında şimdi neredeyse arkasında sayılırdı) eski ambar ve yel değirmeni vardı. Orası evim ve garajım, diye düşündü Jack. En azından Chevrolet’lerin, Ortabatı çekişmeleri ve Oprah Winfrey şovunun dünyasında öyle.

Yürümeye devam etti, tam yola varmak üzereydi ki güneybatıda dumanın daha fazla olduğunu anladı. Aynı zamanda bir tür titreşim vardı. Migren ağrısının başlangıcı gibi beynini zonklatıyordu. Ve garip bir şekilde değişkendi. Yüzünü tam olarak güneye çevirdiğinde zonklama azalıyordu. Doğuya döndüğünde yok oluyordu. Kuzeyde, neredeyse yok denebilirdi. Dönmeye devam edip tam bir daire çizdiği noktadaysa tüm şiddetiyle tekrar başlıyordu. Bir sineğin vızıltısının ya da bir otel odasındaki radyatörden gelen seslerin daha çok rahatsız etmesi gibi şimdi titreşim, öncekinden de beter hissediliyordu.

Jack kendi etrafında bir kez daha yavaşça, üç yüz altmış derece döndü. Güneyde, titreşimin şiddeti doruktaydı Doğuda, titreşim yoktu. Kuzeyde, geri geliyordu. Ve batıda, kuvvetleniyordu. Güneybatıda ise ibre en tepeye dayanıyordu. Eski duman gibi kokan, kara, başağrısını andıran bir titreşim...

“Hayır, hayır, hayır, duman değil,” dedi Jack. Neredeyse göğsüne dek yükselen, yaz güneşiyle sapsarı olmuş başaklar arasında pantolonu ıslak, güveler başının etrafında uçuşarak, gözleri irileşmiş, yanakları bir kez daha solgun, kıpırtısız duruyordu. O an, tekrar on iki yaşına dönmüş gibi görünüyordu.

Eski, daha genç (ve muhtemelen daha iyi) benliğiyle bu şekilde tekrar bir araya gelmesi ürperticiydi. “Duman değil, bu koku...”

Aniden tekrar öğürdü. Çünkü koku... burnuna gelen değil, beyninin merkezinde oluşan... çürümüş salam kokusuydu. Irma Freneau’nun yarı sönmüş, kopuk ayağının kokusu.

“Onun kokusunu alıyorum,” diye fısıldadı Jack aslında kastettiğinin koku olmadığının bilincinde. O titreşime her istediği anlamı verebilirdi... hatta onu yok edebileceğini de fark etmişti. “Balıkçı’nın kokusunu alıyorum. Ya o veya bilmiyorum.”


Tekrar yürümeye başladı ve yaklaşık yüz metre sonra bir kez daha durdu. Başındaki zonklama gerçekten geçmişti. Gün ısınıp sıcaklık yükselince radyo istasyonlarının kaybolması gibi yok olmuştu. İçini derin bir rahatlama duygusu sardı.

Şüphesiz bir ucunun Arden’ın, diğer ucununsa Centralia ve French Landing’in bir tür yansıması olan yerlere vardığı yola ulaşmak üzereydi ki, davula benzeyen düzensiz vuruşlar duydu. Arka planda Gene Krupa’nın ritmi gibi bacaklarından yükselen vuruşları aynı zamanda hissedebiliyordu.

Soluna döndü ve gördükleri karşısında şaşkınlıkla karışık bir neşeyle haykırdı. Uzun, sallanan kulaklarıyla üç kocaman, kahverengi yaratık Jack’in yanından zıplayarak geçiyordu. Tavşanla kanguru karışımı yaratıklara benziyorlardı. Patlak, siyah gözleri komik bir dehşetle bakıyordu. Düz ayaklarıyla (buralarda tüyleri kahverengi değil, beyazdı) tozlar kaldırarak toprak yolun karşı tarafına geçtiler.

“Tanrım!” dedi Jack,yarı gülerek, yarı ağlayarak. Avucuyla alnına sertçe vurdu. “Bu neydi, Richie? Bu konudaki yorumlarını alabilir miyim acaba?”

Elbette Richie’nin bu konuda söyleyecekleri vardı. Jack’e, az önce aşırı derecede gerçek hissi uyandıran bir... a-haaa!... halüsinasyon gördüğünü söyledi.

“Tabii,” dedi Jack bunun üzerine. “Dev tavşanlar. Beni en yakın alkolikler toplantısına götürün.” Yola adımını atarken başını tekrar güneybatıya doğru çevirip ufuktaki dumana baktı. Bir köy. Akşamın gölgeleri yaklaşırken köyün sakinleri korkuyor muydu? Üzerlerine çökecek geceden korkuyorlar mıydı? Ya çocuklarını alan yaratıktan? Bir polise ihtiyaçları var mıydı? Elbette vardı. Elbette onlar...

Yolun üzerinde bir şey yatıyordu. Jack eğilerek bu zıplayan dev tavşanla diyarına hiç uymuyormuş gibi görünen ama tamamen gerçek olan Milwaukee Breewers beysbol şapkasını yerden aldı. Arkadaki plastik ayar bandından, bir çocuğa ait olduğu anlaşılıyordu. Jack, ne göreceğini biliyordu ama yine de şapkayı çevirerek içine baktı ve dikkatle yazılmış TY MARSHALL ismini gördü.

Şapka Jack’in sabah çiyinin islediği kot pantolonu kadar ıslak değildi ama kuru da sayılmazdı. Jack, şapkanın bir gündür yolun kenarında olması gerektiğini düşündü. En mantıklı varsayım, Ty’ı kaçıranın bu yönde ilerlemiş olduğuydu ama Jack buna pek ihtimal vermiyordu. Belki de başka türlü düşünmenin kafasında bir başka hayalin canlanmasının sebebi, beynindeki zonklamaya yol açan titreşimin anısıydı: Ty’ı dikkatle bir başka yere saklamış olan Balıkçı, elinde beysbol şapkasıyla bu yolda yürümüştü. Kolunun altında üzerine yapıştırılmış sahte pullarla bir ayakkabı kutusu vardı. Başında, çok küçük olduğu için oraya kondurulmuş gibi görünen Ty’ın şapkası vardı. Buna rağmen ayar bandını gevşetmek istememişti. Jack’in bir anlığına bile olsa onun bir yetişkinin şapkası olduğunu düşünmesini istememişti. Çünkü Jack’le alay ediyor, onu oyunun içine çekmeye çalışıyordu.

“Çocuğu bizim dünyamızdan aldı,” diye mırıldandı Jack. “Onu aldıktan sonra bu dünyaya kaçtı. Bir örümceğin sineği ağının bir köşesine yerleştirdiği gibi Ty’ı güvenli bir yere sakladı. Hayatta mı? Ölü mü? Bence yaşıyor. Neden bilmiyorum. Belki de olmasını istediğim bu. Neyse. Sonra lrma’yı sakladığı yere gitti. Ayağını aldı ve bana getirdi. Önce bu dünyaya getirdi, sonra kapımın önüne bırakmak için benim dünyama geçti. Belki yolda şapkayı kaybetti? Belki başından düşürdü?”

Hiç sanmıyordu. Jack bu bok herifin, dünyalar arasında gidip gelebilen bu orospu çocuğunun şapkayı bilerek bıraktığına inanıyordu. Bu toprak yolda yürüyecek olursa Jack’in onu bulacağını biliyordu.

Şapkayı, milli marş sırasında yükselen bayrağa saygı gösteren bir Miller Park taraftarı gibi göğsünde tuttu, gözlerini kapattı ve konsantre oldu. Umduğundan kolay oldu ama bazı şeyler asla unutulmazdı... örneğin bir portakalı soymak, bisiklete binmek, dünyalar arasında geçiş yapmak.

Eski dostu Speedy Parker’ın, sesinde gizli bir kahkahayla, vay canına, görünüşe bakılırsa bunun için ucuz şaraba ihtiyacın yok, dediğini duyar gibi oldu. Aynı anda, o baş dönmesi hissi, Jack’i tekrar sardı. Hemen ardından da yaklaşan bir aracın tehlikeli sesini duydu.

Gözlerini açarak bir adım geriledi. Gözüne asfalt bir yol ilişti... Norway Vadisi Yolu, ama...

Israrlı bir korna sesi eşliğinde eski, paslı bir Ford yanından hızla geçti Yolcu tarafındaki dikiz aynası, Jack’in burnunun sadece yirmi santimetre ötesinden geçmişti. Keskin hidrokarbon kokusuyla dolu sıcak hava, Jack’in yanaklarını yalarken genç bir çiftçinin öfkeli sesi duyuldu:

“...yoldan çekil, geri zekâlı...”

“Bir Möö Koleji mezunu tarafından geri zekâlı diye çağrılmayı protesto ediyorum,” dedi Jack en iyi Mantıklı Richard sesiyle. Ardından burun kıvırarak bir a-haa! çekmesine rağmen kalbi deli gibi çarpıyordu. Bu dünyaya o adamın tam önünden geçmesine ramak kalmıştı!

Lütfen, Jack, aklını başına topla, dedi Richard. Her şey bir rüyaydı.

Ama Jack öyle olmadığını biliyordu. Şaşkınca etrafına bakmasına rağmen kalbinin derinliklerinde bir yerde en ufak bir şok belirtisi bile yoktu. Bir kere, şapka hâlâ elindeydi... Ty Marshall’ın Brewers şapkası. Ve ayrıca Tamarack Deresi’nin üzerinden geçen köprü hemen bir sonraki tepenin ardındaydı. Bu da demek oluyordu ki, dev tavşanların zıpladığı diğer dünyada yaklaşık iki kilometre yürümüşken, bu dünyada en azından dört kilometre ilerlemişti.

Önceden de böyleydi, diye düşündü, Jacky altı yaşındayken de böyleydi. Herkes Kaliforniya’da yaşarken ve oradan başka bir yerde kimse yaşamazken.

Ama bu doğru değildi. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama yanlıştı.

Jack daha birkaç saniye önce toprak olan asfalt yolun kenarında, elinde Ty Marshall’ın beysbol şapkası olduğu halde ayakta duruyor, tam olarak neyin, nasıl yanlış olduğunu bulmaya çalışıyordu, ama başaracağına dair pek umudu yoktu. Hepsi çok geride kalmıştı ve ayrıca, on üç yaşından beri garip çocukluk anılarını büyük bir çaba göstererek gömmeye uğraşmıştı. Bir diğer deyişle, hayatının yarısından çoğunu bu çabayla geçirmişti. Bir insan unutmaya çalışarak onca zaman geçirdikten sonra aniden, parmaklarını şıklatır gibi her şeyi hatırlaya...

Jack parmaklarını şıklattı ve ılık yaz sabahına sordu. “Jacky altı yaşındayken ne olmuştu?” Sonra kendi sorusunu cevapladı. “Jacky altı yaşındayken Babacık kornayı çaldı.”

Bu ne anlama geliyordu?

“Babacık değil,” dedi birdenbire Jack. “Benim babam değil. Dexter Gordon. Şarkının adı, ‘Daddy Played the Horn’du”. Ya da belki bu, albümün adıydı. Uzunçaların.” Başını iki yana sallayarak ayakta durdu. Sonra başını öne eğ-

“ Babacık Kornayı Çaldı

“Çaldı. Babacık Çaldı. ‘Babacık Kornayı Çaldı.’“ Ve hepsi bir anda beynine üşüştü. Müzik setinde Dexter Gordon çalıyordu. Jack Sawyer, kanepenin arkasında oyuncaktan çok gerçekmiş hissi veren Londra taksisiyle oynuyordu, babasıyla Richard’ın babası konuşuyorlardı. Phil Sawyer ve Morgan Sloat.

Bu herifin orada nasıl olacağını bir düşün, demişti Morgan Amca ve bu Jack’in ötedünya hakkında ilk ipucunu aldığı andı. Jacky altı yaşındayken oradan söz edildiğini duymuştu. Ve...

“Jacky on iki yaşındayken oraya gitti.”

Saçmalık! diye haykırdı Morgan’ın oğlu. Saçmalığın daniskası... a-haaa!... saçmalığın dik alası! Şimdi de gökyüzünde gerçekten uçan adamlar olduğunu söyleyeceksin!

Ama Jack, arkadaşının beynindeki hayaline bunu ya da bir başka şeyi söyleyemeden bir başka araba geldi. Bu seferki yanaşıp önünde durdu. Arabanın camının ardından şüpheyle bakan (Jack bu ifadenin artık bir alışkanlık halini aldığını ve bir anlam ifade etmediğini biliyordu), Henry Leyden’ın kâhyası Elvena Morton’du.

“Burada ne halt ediyorsun, Jack Sawyer?” diye sordu kadın.

Jack ona gülümsedi. “Pek iyi uyuyamadım, Bayan Morton. Kafamı dağıtmak için yürüyüşe çıkmıştım.”

“Kafanı dağıtmak için yürüyüşe çıktığında hep ıslak çiyler arasında mı dolaşırsın?” Bakışları, Jack’in dizlerine, hatta biraz daha yukarı kadar ıslanmış kot pantolonuna yönelmişti. “Bir yararı oluyor mu bari?”

“Sanırım çevremin farkına varmayacak kadar düşüncelere dalmışım,” dedi Jack.

“Galiba öyle,” dedi kadın. “Haydi atla, seni evinin yakınına kadar götüreyim. Tabii, kafanı biraz daha dağıtmaya niyetin yoksa.”

Jack sırıttı. Bu iyiydi işte. Aslında ona ölen annesini hatırlatmıştı (Sabırsız oğlu akşam yemeğinde ne olduğunu ve ne zaman yiyeceklerini sorduğunda, Lily Cavanaugh Sawyer, “Kızarmış soğanlı osuruk, tatlı olarak da rüzgârlı puding ve hava sosu var, turşuyu çeyrek geçe gelip yiyebilirsin,” diye karşılık verirdi).

“Sanırım kafamı bugün yeterince dağıttım,” diyen Jack, Bayan Morton’un eski, kahverengi Toyotası’nın önünden dolaştı. Ön koltukta, içinden yapraklı bir şeyler taşan kahverengi bir poşet duruyordu. Jack poşeti biraz itti ve koltuğa oturdu.

“Erken kalkan yol alır mı bilmiyorum,” dedi kadın arabayı sürerken. “Ama Roy’un Dükkânı’na erken giden en taze sebzeleri alabiliyor, sana bu kadarını söyleyebilirim. Ayrıca aylaklardan önce orada olmayı tercih ediyorum.”

“Aylaklar mı, Bayan Morton?”

Elvena Morton, onu yan yan süzüp, ekşi bir şey yemiş gibi dudaklar büzerek en şüpheci bakışını fırlattı.

“Öğle yemeğinde tezgâhın önüne dizilip Balıkçı aşağı Balıkçı yukarı dırdır konuşuyorlar. Yok efendim, kim olabilirmiş, ne olabilirmiş... İsveçli mi Polonyalı mı yoksa İrlandalı mı... ve elbette yakalandığında ona ne yapacaklarmış, şu kuş beyinli, beceriksiz Dale Gilbertson’un yerinde kim olsa zaten şimdiye kadar Balıkçı’yı yakalamışmış. Bunları konuşuyorlar. Bir elde kahve, diğerinde çörekle kıçlarını Roy Soderholm’ün taburelerine yayıp ahkâm kesmek çok kolay, tabii. Benim fikrim bu. Elbette en azından yarısının da arka cebinde işsizlik sigortasından aldıkları çekler duruyor ama kimse ağzını açıp bu konuda tek laf etmiyor. Babam derdi ki; “Bana temmuzda ekin tarlasında çalışmak için fazla iyi olduğunu düşünen bir adam göster, sana bütün yıl kılını bile kıpırdatmayan birini göstereyim.’“

Yolcu koltuğunda oturan Jack, dizlerini öndeki konsola dayamış, akıp giden yolu izliyordu. Çok kısa bir süre sonra eve varacaklardı. Pantolonu kurumaya başlamıştı ve içini garip bir huzurun sardığını hissediyordu. Elvena Morton’la konuşmanın en iyi tarafı, sohbete katılmak zorunda olmayışınızdı. O her şeyi tek başına memnuniyetle hallediyordu zaten. Aklına, Lily Cavanaugh Savvyer’ın bir başka sözü geldi. Çok konuşkan biri için (örneğin Morgan Amca), “Dili ortada kalmış ve her iki yöne doğru koşuyor,” derdi.

Sırıttı ve Bayan Morton görmesin diye bir elini doğal göründüğünü umduğu bir hareketle ağzına götürdü. Elvena Morton, Jack’e neye güldüğünü sorarsa ona ne derdi? Dilinin ortada kaldığını düşündüğünü mü? Tüm bu anıların, geçmişin, tekrar beynine hücum etmesi de komik sayılırdı aslında. Daha önceki gün annesinin öldüğünü unutup onu aramaya kalkmıştı, değil mi? Şimdi düşününce bunu bir başka hayatta yapmış gibi geliyordu. Belki gerçekten de bir başka hayattı. Tanrı biliyor ya, o sabah bitkince ve kıyamet yaklaşıyormuşçasına çaresiz bir ruh haliyle yatağından kalkan adamla arasında dağlar kadar fark vardı. Kendini... Dale’in onu bir zamanlar babasına ait olan küçük, hoş yeri göstermek için oraya getirdiği günden beri ilk kez bu kadar hayat dolu hissediyordu.

Bu arada, Elvena Morton konuşmasına devam ediyordu.

“Aslında Çılgın Moğol kişiliğine büründüğünde evden uzaklaşmak için önüme ilk çıkan mazerete dört elle sarılıyorum,” dedi. Çılgın Moğol, Bayan Morton’un Henry’nin Wisconsin Faresi karakterine taktığı isimdi. Jack, kısa bir süre sonra Çılgın Macar diye bilinen biriyle tanışacağını bilmediğinden anlamasan başını sallayıp onayladı. Hayatın küçük tesadüfleri.

“Nedense Çılgın Moğol’u hep sabahın erken saatlerinde kaydetmeye kalkar. Ben de ona dedim ki; ‘Henry, bu şekilde bağırmak, korkunç şeyler söylemek ve sonra bırak elektro gitarı, bir rubanın bile yanına yaklaştırılmaması gereken çocukların yaptığı o berbat müziği çalmak zorundaysan, bütün gününü mahvedeceğini bildiğin şu işi sabah yapmakta neden ısrar.ediyorsun?’ Ve gerçekten de mahvediyor. Çılgın Moğol programını yaptığı her beş günün dördünde, öğleye kadar zavallı alnına bir buz torbası dayayarak yatak odasında kalıyor ve o günlerde tek lokma bile öğle yemeği yemiyor. Ertesi gün kontrol ettiğimde bazen akşam yemeğinin yerinde durduğunu görüyorum... kendi pişirmek istediğini söylemediği sürece akşam yemeğini her zaman buzdolabında, aynı yerde bırakırım... ama dört günün ikisinde yemeği hâlâ bıraktığım yerde, el değmemiş halde buluyorum, zaten bulamadığım günlerde de yediğinden şüpheliyim, sanırım yemiş izlenimini vermek için çöpe boşaltıveriyor.”

Jack homurdandı. Tek yapması gereken de buydu. Kadının söyledikleri bir kulağından girip diğerinden çıkarken Jack, ayakkabıyı bir maşayla tutarak kanıt torbasına nasıl koyacağını, ardından karakola götüreceğini, kanıt zincirini başlatacağını düşünüyordu. Ayakkabı kutusunun içinde başka bir şey olmadığından emin olmalı, kahverengi kâğıdı iyice gözden geçirmeliydi. Ayrıca şeker poşetlerini de incelemek istiyordu. Belki kuş resimlerinin altında bir restoran ismine rastlayabilirdi. Uzak bir ihtimaldi ama...

“Ve bana dedi ki; ‘Bayan M, elimde değil. Bazı günler kendimi fare gibi hissederek uyanıyorum. Sonradan acısını çeksem de o ruh halindeyken programı yapmak bana müthiş bir zevk veriyor. Tam anlamıyla müthiş.’ Ben de ona sordum, ‘Anne babalarını öldürmek, ceninleri yemek ve hayvanlarla seks yapmaktan bahseden şarkılar... böyle bir şarkı gerçekten var, Jack, kulaklarla duydum... dinlemekten nasıl bir zevk alıyorsunuz?’ Ona aynen böyle sordum ve o da dedi ki... oh, gelmişiz.”

Henry’nin evine dönen yolun ayrıldığı yere varmışlardı gerçekten. Dört kilometre kadar ileride çatısı görünen de Jack’in eviydi. Sabah güneşi, kamyonetinin camından yansıyordu. Verandayı ve elbette ahşap tabanı üzerinde yatan, temizlenmeyi bekleyen korkunç nesneyi de göremiyordu. Toplum iyiliği için temizlenmeliydi.

“Seni evine kadar götürebilirim,” dedi Bayan M. “Aslında neden öyle yapmayayım?

Verandadaki ayakkabıyı ve etrafı sarmış olan çürümüş salam kokusu, düşünen Jack gülümseyerek başını iki yana salladı ve çabucak kapıyı açtı. “Düşündüm de, kafamı biraz daha dağıtsam iyi olacak,” diyerek indi.

Bayan Morton ona, Jack’in sevgi olduğundan kuşkulandığı hoşnutsuz bir şüphe ifadesiyle baktı. Jack’in, Henry Leyden’ın hayatını aydınlattığını biliyordu ve sırf bu bile onu sevmesine yetiyordu. En azından Jack öyle olması, umuyordu. Bayan M, kucağında duran beysbol şapkasından hiç söz etmemişti ama neden edecekti ki? O yörede her adamın en az dört tane beysbol şapkası vardı.

Saçları hafifçe uçuşarak (Rodeo Drive’daki Chez-Chez’de saçını en son modaya göre kestirdiği günler artık çok geride kalmıştı... burası Coulee Bölgesi’ydi ve Jack, saçlarını Chase Caddesi’nde, Amvets’in yanındaki yaşlı Herb Roeper’a kestiriyordu) küçük bir çocuk gibi gevşek adımlarla yürümeye koyuldu. “O ıslak pantolonu çıkar, Jack! İçeri girer girmez ilk işin o olsun! Üzerinde kurumasına izin verme! Kireçlenme öyle başlar!”

Jack arkasına dönmeden bir elini kaldırdı ve seslendi. “Tamam!”

Beş dakika sonra evinin önüne varmıştı. Dehşet ve bunalım, geçici bir süre için bile olsa onu terk etmişti. Neşe de öyle, ki bu onu rahatlatıyordu. Bir polisin, önemli bir soruşturmaya başlarken son ihtiyaç duyacağı ruh hali, şaşkınlıkla yüklü bir neşeydi.

Verandadaki kutuyu... paket kâğıdını, tüyleri, ünlü çocuk ayakkabısını, bu ayrıntıyı atlamak olmazdı... gördüğünde, Jack’in aklına Bayan Morton’un büyük bilge Henry Leyden’ın sözlerinden yaptığı alıntı geldi.

Elimde değil. Bazı günler kendimi fare gibi hissederek uyanıyorum. Sonradan acısını çeksem de o ruh halindeyken programı yapmak bana müthiş bir zevk veriyor. Tam anlamıyla müthiş.

Müthiş. Jack bu hissi dedektiflik yaparken ara ara tatmıştı, bazen bir su mahallini incelerken, çoğunlukla da söylediklerinden fazlasını bilen bir tanığı sorguya çekerken... ve bu, Jack Sawyer’ın neredeyse her zaman bildiği, kokusunu aldığı bir şeydi. Çok ustaca bir iş çıkaran marangozlar, güzel bir burun ya da çene yontmuş bir heykeltıraş ya da çizdiği planda çizgileri tam yerli yerlerine oturtmuş olan bir mimar da bu şekilde hissediyor olmalıydı. Sanki French Landing’de biri (çevre kasabalardan da olabilirdi ama Jack, (Landing’de olduğunu tahmin ediyordu), bu hazzı çocukları öldürüp onlarının bazı parçalarını yiyerek yakalıyordu. French Landing’de biri, giderek daha sık kendini Balıkçı gibi hissederek rüyasından uyanıyordu.

Jack eve arka kapıdan girdi. Bir kutu büyük boy kanıt torbası, birkaç siyah çöp torbası, faraş ve süpürge almak için mutfakta bir süre oyalandı. Buzdolabının buzluk kısmını açtı ve buzların yarısını bir çöp torbasına doldurdu... Jack Sawyer’a göre, Irma Freneau’nun zavallı ayağı, çürümenin son noktasına ulaşmıştı.

Çalışma odasına girerek bir keçe kalem, bir tükenmezkalem ve sarı kâğıt destesini aldı. Sonra oturma odasındaki şöminenin önünden daha küçük olan maşaları alarak kapıya yöneldi. Tekrar verandaya çıktığında Jack Sawyer kimliğini neredeyse tamamen bir kenara bırakmıştı.


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin