Karısı ona iyi olup olmadığını sordu. Sesi korku ve merakla karışık saygı ve heyecanla titriyordu. Çılgın Macar bunu çok tatmin edici buldu, çünkü o da aynı ruh hali içindeydi. Biraz daha konuştular, sonra Arnold kendini daha iyi hissederek telefonu kapadı. Katilin çatlak, her şeyi biliyormuş havasındaki sesinin içinde oluşturduğu korku ve huzursuzluk biraz olsun azalmıştı.
Paula Hrabowski, sağduyunun ta kendisi, hatta ruhuydu. Arnie ile yaptığı telefon görüşmesini, Balıkçı’yı, Ed’in Abur Cuburları’ndaki cesetten sadece iyi en iyi arkadaşına bahsetti ve başkasına söylemeyeceklerine dair söz verdirdi ikisi de hiç kimseye anlatmayacaklarını söylediler. Fakat bir saat sonra, henüz eyalet polislerine, adli tıbba ve merkeze bile haber verilmeden herkes, polisin Ed’in Abur Cuburları’nda bir mezbaha bulduğunu öğrenmişti. Yarım düzine katledilmiş çocuk vardı.
Belki daha bile fazla.
10
TOM LUND’IN DİREKSİYONUNDA olduğu polis arabası -tepedeki ışıkları sönük, sireni kapalı... Üçüncü Cadde’den Chase’e doğru ilerlerken Dale, cüzdanını cebinden çıkardı ve içini karıştırmaya başladı: insanların ona verdiği iş kartları, kenarları kıvrılmış birkaç fotoğraf, katlanmış kâğıt parçaları arasından aradığını buldu.
“N’apıyorsun, patron?” diye sordu Tom.
“Seni ilgilendirmez. Sen arabayı sürmene bak, yeter.”
Dale, telefonu ön konsoldaki yuvasından kaldırdı, yüzünü buruşturarak birinin kurabiyesinden dökülmüş pudra şekerlerini temizledi ve cevap alacağından pek fazla umudu olmadığı halde Jack Sawyer’ın cep telefonunun numarasını tuşladı. Dördüncü çalışta telefonun açıldığını fark edince gülümsemeye başladı ama sonra kaşları çatıldı ve gülümsemesi kayboldu. Cevap veren sesi tanıyordu, kim olduğunu hemen çıkarması gerekirdi ama...
“Alo?” dedi, Jack’in cep telefonunu açan şahıs. “Her kimsen ya şimdi konuş ya da sonsuza dek sus.”
Sonra Dale onun kim olduğunu anladı. Ofisinde olsa çok daha önce anlardı ama bu şartlar altında...
“Henry?” dedi kulağa aptalca geldiğini bildiği halde kendine engel olamayarak. “Henry Enişte, sen misin?”
Pantolonunun cebindeki telefonunun sinir bozucu zili çalmaya başladığında Jack, kamyonetinin direksiyonunda, Tamarack Köprüsü’nden geçiyordu. Cebinden çıkardığı telefonla Henry’nin elinin üzerine hafifçe vurdu. “Şuna cevap versene,” dedi. “Cep telefonları beyin kanserine yol açıyor.”
“Ve benim kanser olmamda bir sakınca yok ama senin olmanda var,öyle mi?”
“Aşağı yukarı, öyle.”
“Senin bu yönünü çok seviyorum, Jack,” diyen Henry, telefonu açtı. Biraz sessizlikten sonra, “Her kimsen ya şimdi konuş ya da sonsuza dek sus” diyince Jack ona baktı, sonra yüzünü tekrar yola çevirdi. Erken gelenin en taze sebzeleri aldığı Roy’un Dükkânı’na varmak üzerelerdi. “Evet, Dale. Doğru bildin, gerçekte senin saygıdeğer...” Henry biraz kaşlarını çatarak, biraz gülümseyerek dinledi. “Jack ile onun kamyonetindeyim,” dedi sonra. “George Rathbun bu sabah çalışmıyor çünkü KDCU, La Riviere’deki Yaz Maratonu’nu canlı...”
Bir süre daha dinledikten sonra, “Eğer Nokia’ysa -ki verdiği his de, sesi de öyle olduğunu işaret ediyor- analog değil, dijitaldir. Bekle,” dedi ve Jack’e baktı. “Cep telefonun Nokia mı?”
“Evet ama neden...”
“Çünkü dijital telefonların dinlenmesinin daha zor olduğu söylenir,” diyen Henry telefona döndü. “Evet, dijitalmiş, onu veriyorum. Jack’in her şeyi açıklayabileceğinden eminim.” Henry telefonu ona uzattı, ellerini ciddiyetle kucağında kavuşturduktan sonra manzarayı seyrediyormuşçasına başını yan cama çevirdi. Belki gerçekten seyrediyordur, diye düşündü Jack. Belki garip bir meyve yarasası gibi, gerçekten yapabiliyordur.
Kamyoneti, 93. karayolundaki ceplerden birine çekti ve kontağı kapadı. Cep telefonlarını sevmiyor -onlar için yirmi birinci yüzyılın köle kelepçeleri diyordu- araba kullanırken telefonda konuşmaktan ise nefret ediyordu. Ayrıca, Irma Freneau’nun o sabah hiçbir yere gideceği yoktu.
“Dale?” dedi.
“Neredesin?” diye sordu Dale. Ve Jack, Balıkçı’nın o sabahı boş geçirmediğini hemen anladı. Bir başka çocuk ölmesin, diye düşündü. Bu olmasın, henüz değil, lütfen. “Henry’nin senin yanında ne işi var? Fred Marshall da orada mı?”
Jack ona planların değiştiğinden bahsetti, anlatmaya devam edecekti ki Dale araya girdi.
“Şu an her ne yapıyorsan bırakmanı ve kıçını kaldırıp Goltz’s’ün yakınındaki Ed’in Abur Cuburları denen yere gelmeni istiyorum. Henry yolu bulmana yardım eder. Balıkçı karakolu aradı, Jack. 911 ‘i aramış. Irma Freneau’nun cesedinin orada olduğunu söylemiş. Şey, bu kadar açık seçik söylememiş ama başka ne olabilir ki?”
Dale’in sesi her an kendini kaybedip saçmalamaya başlayacakmış gibi çıkıyordu. Jack bunu, iyi bir doktorun hastasındaki belirtileri görebilmesi gibi bir şey anlamıştı.
“Sana ihtiyacım var, Jack. Gerçekten...”
“Biz e oraya gidiyorduk zaten,” dedi Jack usulca. Aslında o an hiçbir yere gitmiyor 93. karayolunun kenarında, seyrek geçen araçların bozduğu sessizlikte duruyorlardı. “Ne?”
Dale ve Henry’nin dijital telefonların dinlenmesinin zorluğuna yönelik söylediklerinin doğru olduğunu uman Jack, hâlâ camdan bakmasına rağmen Henry’nin, söylediklerini pür dikkat dinlediğini bilerek French Landing’in polis şefine o sabah kapısının önünde bulduğu paketi anlattı. Dale’e, içinde Irma’nın ayağı ve tüyler bulunan kutunun üzerinde Ty Marshall’ın şapkasının olduğunu söyledi.
“Tanrım...” dedi Dale nefesi kesilmiş gibi. “Ulu Tanrım.”
“Neler yaptığını anlat bana,” dedi Jack. Dale da anlattı. Kulağa iyi geliyordu -en azından o ana dek- ama Arnold Hrabowski ile ilgili kısım hoşuna gitmemişti. Çılgın Macar onda, ne kadar çabalarsa çabalasın hiçbir zaman gerçek bir polis gibi davranamayacak biri izlenimi uyandırmıştı. Los Angeles’ta da bu tip polislere rastlamıştı.
“Dale ya 7-Eleven’daki telefon?”
“Paralı telefon,” dedi Dale küçük bir çocukla konuşuyormuş gibi.
“Evet ama parmak izleri olabilir,” dedi Jack. “Yani evet, halka açık olduğu için belki milyonlarca parmak izi olacaktır ama en taze izler kolayca belirlenebiliyor. Eldiven giymiş olabilir ama olmayabilir de. Anne babalara mektup yazmanın yanı sıra paket gönderip telefon etmeye başlaması, İkinci Aşama’ya geçtiğini gösteriyor. Öldürmek artık ona yetmiyor. Şimdi sizi bir oyuna çekmek, sizinle oynamak istiyor. Belki Sam’in Oğlu gibi yakalanıp durdurulmayı istiyor bile olabilir.”
“Telefon. Telefondaki taze parmak izleri.” Dale’in sesi, fena halde küçük düşmüş gibi geliyordu. Jack’in yüreği, ona duyduğu sempatiyle ısındı. “Jack, bu işin altından kalkamayacağım. Yolumu kaybetmiş gibiyim.”
Jack bu konuda yorum yapmamayı seçti ve konuyu değiştirdi. “Telefonla ilgilenebilecek adamların var mı?”
“Sanırım Pit Jesperson ve Bobby Dulac’ı hemen gönderebilirim.”
Jack, Bobby’yi kent dışındaki 7-Eleven’a göndermenin onu hare olacağını düşündü. “Telefonu sarı bantla işaretlesinler ve nöbetteki adamla konuşsunlar. Sonra Ed’in yerine gelebilirler.”
“Tamam.” Dale kararsızca duraksadıktan sonra sordu. Sesindeki yenilgi ve tamamen geri çekilme hissi Jack’i üzdü. “Başka bir şey var mı?”
“Eyalet polisini aradın mı? Merkezi? FBl’ın haberi var mı? Şu Tommy Lee Jones’a benzeyen adamın?”
Dale homurdanmayla gülme arası bir ses çıkardı. “Şey... aslında bir süreliğine durumu gizli tutmayı düşünmüştüm.”
“Güzel,” dedi Jack. Sesindeki vahşi memnuniyet tınısı, dostu Henry’nin başını camdan çevirip kaşlarını kaldırarak ona bakmasına sebep oldu.
Tekrar yükseldik -French Landing Papazı, Rahip Lance Hovdahl’in diyeceği gibi, kartal kanatlarında- ve siyah bir kurdeleyi andıran 93. karayolu üzerinden kasabaya doğru uçtuk. 35. karayoluna varınca sağa döndük. Hemen yakınımızda üzerinde uzun otlar bitmiş, bir ejderhanın saklı hazinesine ya da cücelerin gizli madenlerine değil de nahoş kara eve giden dar yol vardı. Biraz daha ileride, Goltz’s’ün uzay çağını akla getiren kubbe şeklindeki modern çatısı görülebiliyordu (şey... yetmişli yıllarda modern görünüyordu en azından). Ed Gilbertson’un suç yüklü zevklerinin eski sarayına giden çakıllı, dikenli yol dahil olmak üzere her şey yerli yerindeydi.
Bu yolun karşısında kalan telefon tellerinin üzerine konmak üzere hızla kanat çırptık. Sıcak dedikodular, kuş ayaklarımızın altını gıdıklıyordu. Paula Hrabowski’nin arkadaşı Myrtle Harrington, Ed’in Abur Cuburları’nda bulunan cesedi (ya da cesetleri), daha sonra bu haberi Yıldırım Beşli’nin ruhani lideri, Amy St. Pierre’in kederli babası Beezer St. Pierre’e verecek olan Richie Bumstead’e anlatıyordu. Tellerden akıp giden bu dedikoduların bize zevk vermemesi gerekirdi, ama veriyordu. Dedikodu ne kadar kötü bir şey olursa olsun, insan ruhuna enerji kattığı kesindi.
Batıdan, Tom Lund’ın sürdüğü ve Dale Gilbertson’un yolcu koltuğunda oturduğu araba yaklaşıyordu. Ve doğudan, Jack’in şarap kırmızısı rengindeki kamyoneti geliyordu. Ed’in Abur Cubur’larına giden yol ayrımına aynı anda vardılar; Jack, Dale’e önden gitmesini işaret etti ve onu takip etti. Kanatlarımızı çırparak yükseldik ve onlardan önce harabeye dönmüş binaya vardık. Artık antika sayılabilecek paslı Esso benzin pompasının üzerine tünedik ve gelişmeleri izlemeye koyulduk.
Yüksek yabani otlar ve çalılarla çevrilmiş, yarı çökmüş harap binaya yaklaştı. Yol üzerinde sadece Tom ve Dale’in olduğu arabanın bıraktığı izler vardı. Bu da yakın zamanlarda o yöne giden bir başkası olmadığını gösteriyordu.
“Yalnızmışız gibi görünüyor,” diye bilgi verdi Henry’ye.
“Evet ama ne kadar süre için?”
Cevap vermeye tenezzül etseydi söyleyeceği, fazla değil, olurdu. Kamyonet polis arabasının yanına park ederek indi. Henry camını indirdi ama emredildiği gibi kamyonetin içinde kaldı.
Ed’in yerinin bir zamanlar, bir tır kasası uzunluğunda ve düz çatılı ahşap bir bina olduğu anlaşılıyordu. Güney ucundaki üç pencereden birinde, erimeye yüz tutmuş dondurmalar satılıyordu. Kuzey ucundan, iğrenç sosisli sandviçinizi ya da ondan da beter olan balık ve patates kızartmanızı alabilirdiniz. Orta bölümde, uzun tezgâhı ve önünde sıralanmış kırmızı minderli tabureleriyle küçük, oturulabilen bir restoran bölümü vardı. Güney ucu, muhtemelen üzerinde biriken karın ağırlığı yüzünden şimdi tamamen çökmüş durumdaydı. Tüm pencereler kırılmıştı. Binanın kirli duvarlarında sprey boyayla yazılmış yazılar vardı... Patty Jarvis’i bağırtana kadar becerdik, TROY MARYANN’I SEVİYOR... ama Jack’in umduğu kadar çok değildi. Biri hariç tüm tabureler yağmalanmıştı. Çekirgeler, otların arasında muhabbet ediyordu. Sesleri yüksekti, ama harabeye dönmüş restoranın içinden taşan vızıltı kadar gürültü çıkarmıyorlardı, içeride çok fazla sinek olmalıydı, geleneksel sinek kurultayı toplanmış denebilirdi. Ve bir de...
“Kokuyu alıyor musun?” diye sordu Dale.
Jack başını salladı. Elbette alıyordu. Bugün o kokuyu duymuştu zaten. Ama şimdiki çok daha berbattı. Çünkü içeride, Irma’nın bedeninin koku yayacak daha çok parçası vardı. Bir ayakkabı kutusuna sığamayacak kadar çok.
Tom Lund, bir mendil çıkarmış, stresle buruşmuş suratına bastırıyordu. Hava sıcaktı ama saç diplerinden kaşlarına doğru akan minik ter derecikleri oluşturacak kadar değildi. Benzi çok solgundu.
“Memur Lund,” dedi Jack.
“Ha?” Tom olduğu yerde sıçradı ve gözlerinde çılgın bakışlarla Jack’e döndü.
“Kusmak isteyebilirsin. Eğer kendini tutamayacaksan şurayı tercih et.” Jack geldikleri yoldan daha eski ve kötü görünen, otlarla kaplı diğer yolu işaret etti. Bu, Goltz’s’e doğru gidiyormuş gibi görünüyordu. Ama üzerindeki otlar yüzünden neredeyse fark edilmiyordu.
“İyiyim, birazdan bir şeyim kalmaz,” dedi Tom.
“Biliyorum. Ama mideni boşaltman gerekirse kanıt bulunabilecek bir yapmamaya dikkat et.”
“Tüm binanın etrafını sarı bantla çevirmeye başla,” dedi Dale, emrindeki memura. Sonra Jack’e döndü. “Biraz konuşabilir miyiz?”
Elini Jack’in koluna koydu ve geriye, kamyonete doğru yürümeye başladı. Aklı bir yığın konuyla meşgul olmasına rağmen Jack, kolunu tutan elin ne kadar güçlü olduğunu ve titremediğini fark etti. En azından şimdilik.
“Ne var?” diye sordu sabırsızca. Kamyonetin yolcu tarafındaki camın önüne varmışlardı. “Herkes gelmeden önce içeri bir göz atmak istemiyor muyduk? Amacımız bu değil miydi, yoksa ben...”
“Ayağı almam gerek, Jack,” dedi Dale. Ardından ekledi. “Selam, Henry Enişte. Çok şıksın.”
“Teşekkürler,” dedi Henry.
“Neden bahsediyorsun sen?” diye sordu Jack. “O ayak bir delil.”
Dale başını salladı. “Ama bence burada bulunmuş bir delil olsa daha iyi olur. Tabii eğer Madison’da yirmi dört saat boyunca sorguya çekilmek fikri sana çekici gelmiyorsa.”
Jack, Dale’e sahip oldukları sınırlı zamanı saçmalıklarla harcamak istemediğini söylemek için ağzını açtı ve hemen ardından tekrar kapadı. Birden, maktulün ayağının, kapısının önünde belirmesinin Brown ve Black gibi küçük ligin parlak geçinen dedektiflerinin gözüne nasıl görünebileceğini fark etti. Belki FBI’dan Redding gibi büyük ligden bir dedektif bile aynı şekilde düşünürdü: işinde son derece başarılı olan dedektif, mantıksız denebilecek kadar genç bir yaşta emekliye ayrılıp Wisconsin’in bu küçük taşra kasabasına yerleşiyordu. Çok fazla parası vardı ama en hafif ifadeyle, bu zenginliğinin nereden geldiği belirsizdi. Ve şu işe bakın ki bölgede aniden bir seri katil ortaya çıkıyordu.
Belki de muhteşem dedektifin bir tahtası eksikti, kim bilir? Belki o da alevlerin güzelliğine kapılıp kundakçılığa başlayan itfaiyeciler gibiydi. Elbette Dale’in Renk Takımı, Balıkçı’nın kurbanın cesedinden bir parçayı herkes dururken neden Jack gibi erken emekli olmuş birine gönderdiğini merak edecekti. Ve şapka da var, diye düşündü Jack. Ty’ın beysbol şapkasını unutma.
7-Eleven’daki telefonu polis kordonu altına almasını söylediğinde Dale’in neler hissetmiş olduğunu birden anladı. Hem de çok iyi anladı. “Tanrım,” dedi. “Haklısın.” Sineklerin Ed’in Abur Cuburları’ndan yayılan sesler eşliğinde, kelebekler omuzlarının ve başının etrafında uçuşurken bir ciddiyetle harap binanın etrafına sarı polis kordonunu çeken Tom’a baktı. “Peki ya o?”
“Tom çenesini kapalı tutacaktır,” dedi Dale ve Jack bu konuda ona güvenmesi gerektiğine karar verdi. Söz konusu olan Çılgın Macar olsaydı güvenemezdi.
“Sana borçluyum,” dedi Dale’e.
“Evet,” diye onayladı Henry oturduğu yerden. “Sana borçlu olduğunu kör bir adam bile görebilir.”
“Kes sesini, Henry Enişte,” dedi Dale.
“Anlaşıldı, mon capitaine.”
“Şapka ne olacak?” diye sordu Jack.
“Eğer Ty Marshall’a ait başka bir şey...” Dale duraksadı, sonra yutkundu. “Ya da Ty’ın kendisini bulursak, onu da burada bırakırız. Bulamazsak, şapkayı şimdilik saklarız.”
“Beni çok büyük bir dertten kurtarmış oldun,” dedi Jack. Dale ile kamyonetin arkasına doğru yürüdü. Gelmeden önce kilitlemeye gerek görmediği paslanmaz çelikten kutuyu açtı ve çöp torbalarından birini çıkardı. Torbanın içinden, birikmiş suyun sesi ve kalan birkaç buz küpünün tıkırtısı duyuldu. “Bir daha kendini aptal gibi hissedecek olursan kendine bunu hatırlatırsın.”
Dale bu söyleneni duymamış gibi davrandı. “Aman Tanrım,” dedi kelimeleri birleştirerek. Jack’in çıkardığı kanıt torbasına bakıyordu. Şeffaf torbanın üzerinde su damlacıkları vardı.
“Kokusu!” dedi Henry, sesinde inkâr edilemez bir ıstırapla. “Oh, zavallı çocuk!”
“Kokusunu plastiğin ardından alabiliyor musun?” diye sordu Jack.
“Evet. Şuradan gelen kokuyu da alabiliyorum.” Harabeye dönmüş restoranı işaret etti ve bir sigara çıkardı. “Bilseydim yanımda bir kavanoz Vicks ve bir El Producto getirirdim.”
Binanın arka tarafına gitmiş olan Tom Lund görmeden, iğrenç muhteviyatıyla torbayı içeri sokabileceklerdi.
“Haydi içeri gir,” dedi Dale Jack’e usulca. “Etrafa iyi bir göz at ve... Irma’yı bulursan torbanın içindekinin çaresine bak. Ben Tom ile konuşmak istiyorum.”
Jack hafifçe çökmüş, kapısız eşikten içeri girip berbat kokunun arttığı yere yöneldi. Dışarıdan, Dale’in Tom’a, Pam Stevens ve Danny Tcheda’nın gelir gelmez olay yerine giriş çıkışları kontrol etmeleri için yol ayrımına dönmelerini emreden sesi geliyordu.
Ed’in Abur Cuburları’nın öğleden sonra muhtemelen aydınlık olacak iç alanı, gölgeler içindeydi. Çılgınca iç içe geçen ışık huzmeleri ortalığı hafifçe aydınlatıyordu. Toz galaksileri, güneş ışıklarının olduğu yerlerde tembelce dönüyordu Jack, bir el feneri olmasını diledi. Ayağın çaresine bakmadan tekrar dışarı çıkıp polis arabasından almamaya karar verdi ve dikkatli adımlarla ilerledi (Yaptığının bir “yatay nakil” olduğunu düşünüyordu). Toz, pislik ve eski gri tüylerle kaplı yerde insan ayak izleri vardı. Yetişkin bir erkeğe ait oldukları anlaşılıyordu. Ayak izlerinin üzerinden ve kenarlarından geçen köpek izleri de vardı. Jack, sol tarafında bir dışkı kümesi olduğunu gördü. Ters dönmüş bir gaz ocağının paslı kalıntılarının etrafından dolaştı ve pislikle kaplı tezgâhın kenarından geçerek insan ve köpek izlerini takip etti. Dışardan, French Landing Polis Teşkilatı’na ait ikinci bir arabanın olay yerine ulaştığı duyuldu. İçeride, bu daha karanlık dünyada, sineklerin uğultusu iyice artmıştı ve koku... iğrenç koku...
Jack cebinden bir mendil çıkararak burnuna bastırdı ve izleri mutfağa doğru takip etti. Burada, köpeğin bıraktığı izler çoğalıyor ve insan ayak izleri tamamen yok oluyordu. Jack, diğer dünyada, tarlanın ortasında bıraktığı başlangıcı olmayan izleri hatırladı. Oraya, aklın alabileceği bir yöntemle gitmemişti.
Karşı taraftaki duvarın önündeki kurumuş kan gölünün ortasında, Irma Freneau’dan arta kalanlar yatıyordu. Kızıl sarı, kirli saçları, merhametle yüzünü gizliyordu. Cesedin hemen üzerinde, muhtemelen bir zamanlar kızgın yağla dolu tavaların sıcaklığından korunmak amacıyla kullanılmış, paslı bir teneke parçası vardı. Üzerine, Jack’in siyah keçe kalem kullanılarak yazıldığından emin olduğu iki kelime vardı:
“Ah, lanet olsun,” dedi Dale Gilbertson tam arkasından ve Jack bir çığlık atmamak için kendini zor tuttu.
Dışarıda hemen bir kargaşa başlamıştı.
Yol ayrımına doğru ilerleyen Danny ve Pam (yıkıntı halindeki Ed’in Abur Cuburları’nı görüp korkunç kokuyu aldıktan sonra giriş çıkışları kontrol altında tutmak için yol ağzına gönderilmeleri onlar için kesinlikle bir hayal kırıklığı olmuştu neredeyse Ed’in yerine doğru saatte altmış-yetmiş kilometre hızla yol alan eski bir International Harvester kamyonet ile kafa kafaya çarpışacaklardı.
Pam direksiyonu aniden sağa kırdığında, şanslarına kamyonetin sürücüsü -Teddy Runkleman- de sola kırmıştı. İki araç, birbirlerinden sadece birkaç santimetre uzaklıktan yan yana geçtiler ve aksi yönlere doğru eski, bozuk yol dışına savruldular. Kamyonet, tamponunu küçük bir huş ağacına çarpmıştı. Pam ve Danny, adrenalinleri yükselmiş, nabızları çılgınca atarak arabadan çıktılar. Dört adam, bir sirkteki gösteride küçük arabadan dökülen palyaçolar gibi kamyonetten indiler. Bayan Morton, Roy’un Dükkânı’nın müdavimleri olan bu dört adamı bir bakışta tanıyabilirdi. Onlara aylaklar diyordu.
“Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz?” diye gürledi Danny Tcheda. Eli, tabancasının kabzasına gitti, sonra isteksizce yanına düştü. Başı ağrımaya başlamıştı.
Adamların (Pam ve Danny, hepsinin yüzlerine aşina olsalar da sadece
Teddy Runkleman’ın ismini biliyorlardı, gözleri heyecanla irileşmiş, parlıyordu.
“Kaç tane buldunuz?” diye tükürürcesine sordu içlerinden biri. Pam, adamın birkaç damla tükürüğünün gerçekten de sabah havasına saçıldığını görmüştü ve aslında buna tanık olmamayı tercih ederdi. “Piç kurusu kaç çocuk öldürmüş?”
Pam ve Danny dehşet ve ümitsizlikle birbirlerine baktılar. Ve cevap vermelerine vakit kalmadan içinde dört ya da beş kişiyle eski bir Chevrolet Bel Air yaklaştı, içlerinden biri kadındı. Araba durunca onlar da palyaçolar gibi dışarı döküldüler.
Ama gerçek palyaçolar biziz, diye düşündü Pam. Biz.
Pam ve Danny’nin etrafı birdenbire hep bir ağızdan sorular soran sekiz yarı histerik adam ve bir yarı histerik kadın tarafından sarılmıştı.
“Lanet olsun, oraya gidip kendim göreceğim!” diye bağırdı Teddy Runkleman neredeyse coşkuyla ve Danny durumun kontrolden çıkmak üzere olduğunu anladı. Eğer bu serseriler yolun kalan kısmını aşıp Ed’in yerine varacak olurlarsa Dale onu doğduğuna pişman edebilirdi.
“OLDUĞUNUZ YERDE DURUN, KİMSE BİR YERE GİTMİYOR!” diye hayırdı ve tabancasını çekti. Bunu ilk defa yapıyordu ve silahın elindeki ağırlığını hissetmekten nefret ediyordu -sonuçta karşısındakiler suçlu değil, sıradan insanlardı- ama bir şekilde dikkatlerini üzerinde toplamalıydı.
“Burası suç mahalli,” dedi Pam sonunda normal bir tonda konuşmayı başararak. Kalabalığı oluşturanlar mırıldanarak birbirlerine baktılar; korta doğrulanmıştı. Pam, Chevrolet’nin şoförüne doğru bir adım yaklaştı. “Kimsiniz efendim? Saknessumlardan mısınız? Onlardan biri gibi görünüyorsunuz.”
“Freddy,” diye kabul etti adam.
“Arabanıza binin, Freddy Saknessum ve geri dönün. Onunla birlikte gelen diğerleri, siz de arabaya binin ve sonra da def olun buradan. Sakın dönmeye uğraşmayın zira fazla uzağa gidemezsiniz.”
“Ama...” diye lafa başladı biri. Pam onun bir Sanger olduğunu düşündü aptallar sürüsünün bir parçasıydı.
“Arabalarınıza binin ve def olun,” dedi.
“Ve sen de onların arkasından,” dedi Danny, Teddy Runkleman’a. Daha fazla gelen olmaması için dua ediyordu yoksa idare edilmesi çok güç bir durumla karşı karşıya kalabilirlerdi. Haberin nasıl yayıldığını bilmiyordu ama o an, buna kafa yoracak halde değildi. “Polis soruşturmasına engel olmak suçundan tutuklanmak istemiyorsanız bir an önce uzaklasın. Cezası beş yıldan başlar.” Böyle bir suçun olup olmadığı hakkında hiçbir fikri yoktu, ama bu söyledikleri kalabalığı, tabancanın görüntüsünden daha çok korkutmuş olmalıydı ki gerilediler.
Chevrolet, arkası bir köpeğin kuyruğu gibi iki yana yalpalayarak geri geri anayola doğru gitti. Runkleman’ın kamyoneti de onu izledi, iki adam arkada, hiç olmazsa eski restoranın çatısını görebilme umuduyla boyunlarını uzatmış bakıyorlardı. Merakları sonucunda elde ettikleri, nahoş bir boşluktan fazlası olmadı. Polis arabası, koyunları güden bir çoban köpeği gibi eski arabanın ve daha da eski kamyonetin ardından ilerliyordu. Tavanındaki ışıklar artık yanıp sönmeye başlamıştı. Pam sık sık frene basmak zorunda kalıyordu, sonunda annesinin ona asla öğretmeyeceği bir dizi küfür, alçak sesle dudaklarından döküldü.
“Çocuklarına o ağızla mı iyi geceler öpücüğü veriyorsun?” diye sordu Danny takdirden yoksun olmayan bir sesle.
“Kes sesini,” dedi Pam. Sonra, “Aspirinin var mı?” diye sordu.
“Ben de sana soracaktım.”
Anayola tam vaktinde çıktılar. French Landing istikametinden üç, Centralia ve Arden tarafındansa iki araç daha yaklaşıyordu. Siren sesi, ılık havada yükseldi. Sözde dikkat çekmemeye çalışarak gelecek olan üçüncü polis arabası kasaba tarafından yaklaşan meraklıları geride bıraktı.
“Aman Tanrım.” Danny’nin sesi ağlamak üzereymiş gibi çıkıyordu. “Of, Tanrım, şu hale bak. Tam bir karnaval olacak ve bahse girerim eyalet polislerinin hiç haberi yok. Öğrenince ateş püskürecekler. Dale çok kızacak, çok.”
“Hiçbir sorun çıkmayacak,” dedi Pam. “Sakinleş. Yolu kapatacak şekilde arabayı enlemesine park edeceğiz. Ayrıca tabancanı lanet olası kılıfına geri sok!”
“Tamam, anneciğim.” Pam yol ayrımının ağzını kapatacak şekilde durdu,
Dördüncü araba gelince geri çekilerek geçmesine izin verdi ve ardından tekrar ilk pozisyonunu aldı. Yolu kapatmıştı. “Evet, sanırım kapağı tam vaktinde yerleştirdik,” dedi Danny.
“Elbette öyle.”
Biraz rahatladılar. İkisi de Goltz’s ile Ed’in yeri arasındaki eski, kullanılmayan yolu unutmuştu ama kasabada o yolu hatırlayan pek çok insan vardı. Mesela Beezer St. Pierre ve adamları. Wendell Green o yolu bilmiyordu, ama nasıl oluyorsa, onun gibiler her zaman arka kapıyı bulabiliyordu. Onları yönlendiren bir içgüdüleri vardı.
11
BEEZER’İN YOLCULUĞU, Michael Harrington’ın sevgili karısı Myrtle Harrington’ın, en yakın ikinci dostu, mutfağında otuz bir yaşında aniden düşüp ölen Glad ile bir zamanlar evli olmasına rağmen içten içe tutkun olduğu Richie Bumstead’e telefonda fısıldadıklarıyla başlamıştı. Richie Bumstead, Myrtle Harrington’dan iki ömre yetecek kadar tonbalıklı makarna güveci ve fısıltılı telefonlar almıştı, ama bu son fısıltıları duyduğuna memnun olmuş, hatta garip bir şekilde rahatlamıştı, çünkü Kingsland Bira Fabrikası’nda kamyon şoförlüğü yapıyordu ve Beezer St. Pierre ile diğer adamları az da olsa tanıyordu.
Dostları ilə paylaş: |