Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə26/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   22   23   24   25   26   27   28   29   ...   58

Beezer, Green’in arka yoldan buraya geldiğini tahmin etti, çünkü ön taraftaki polislerin olay yerine girmesine izin vermiş olmalarına imkân yoktu. Doodles ve diğer üç ahmak da aynı yoldan gelmiş olmalıydılar. Yolu onu takip ederek keşfetmemiş olmalarını umdu ama bu, kuvvetli bir olasılıktı.

Gazeteci, boynuna astığı makineyi elinden bıraktı ve gözlerini Beezer’dan ayırmadan eski binadan hafifçe uzaklaştı. Korkmuş, suçlu tavrı Beezer’a didiklemeye niyetlendiği leşe yaklaşan bir çakalı hatırlattı. Wendell Green, Beezer’dan korkuyordu ve Beezer bunun için onu suçlayamazdı. Green sadece lafını etmek yerine kafasını gerçekten koparmadığı için çok şanslıydı. Yine de... Green’in bir çakal gibi kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp sıvışmaya çalışması Beezer’a biraz tuhaf görünmüştü. Tüm bu polislerin önünde dayak yemekten korkuyor olamazdı, değil mi?

Wendell Green’in huzursuz tavrı, Beezer’ın aklına Runkleman ile Freddy’nin az önceki işaretleşmelerini getirdi ve hemen aralarında bir bağ kurdu. O sırada bir kenardan olayları izleyen gazeteciye bakmışlardı! Küçük oyunu daha önce o tezgâhlamıştı. Elbette, Green, Doodles ve ahmakları ortalığı karıştırıp dikkat çekmeleri için göndermiş, o arada fotoğraf makinesiyle istediğini yapmıştı. Bu ucuzluk, bu ahlaki çirkinlik Beezer’ın kanını beynine sıçrattı. Nefret ve tiksinme duygusu benliğini kapladı, usulca Dale’in ve diğer polislerin yanından uzaklaştı ve gözlerini üzerinden ayırmaksızın Wendell Green’e doğru yürüdü.

Wendell’ın bir an için kaçmaya yeltendiğini, sonra bunun yararsız olacağını fark ederek vazgeçtiğini gördü.

Beezer üç metre kadar yakınına geldiğinde Green, “Sorun çıkarmaya gerek yok, Bay St. Pierre,” dedi. “Ben sadece işimi yapıyorum. Eminim anlıyorsunuz-dur.”

“Sandığından da fazlasını anlıyorum,” dedi Beezer. “O palyaçolara ne kadar ödedin?”

“Kim? Ne palyaçosu?” Wendell, Doodles ve diğerlerini henüz fark etmemiş gibi davranıyordu. “Oh, onlar mı? Bütün o yaygarayı çıkaran bunlar mıymış,

“Acaba neden böyle bir şey yaptılar?”

“Hayvanlardan farksız oldukları için sanırım.” Wendell’ın yüzündeki ifadeden, kendini Runkleman ve Saknessum gibi hayvanlarla değil, Beezer gibi insanlarla aynı tarafta görmek istediği anlaşılıyordu.

Green’in gözlerinin, fotoğraf makinesinde değil, kendi üzerinde olduğundan emin olmak için sürekli ona bakan Beezer yavaşça yaklaştı. “Wendy, ta bir baş belası olduğunu biliyorsun, değil mi?”

Wendell ellerini onu durdurmak istercesine havaya kaldırdı. “Hey, geçmişte anlaşmazlıklarımız olmuş olabilir ama...”

Hâlâ gözlerini sinsi herifin yüzünden ayırmayan Beezer, sağ eliyle fotoğraf makinesini kavradı ve sol elini Green’in göğsüne dayadı. Sağ elini büyük bir hızla geri çekti ve aynı anda adamı göğsünden şiddetle itti. Ya Green’in boynu kırılacak ya da fotoğraf makinesinin askısı kopacaktı ve hangisinin olacağı Beezer’ın umurunda değildi.

Kırbaç sesini andıran bir ses duyuldu ve gazeteci geriye savruldu. Zorlukla ayakta kalabilmişti. Beezer, fotoğraf makinesini, ucunda iki kopuk deri parçasının salladığı kılıfından çıkardı. Kılıfı ilgisizce yere bıraktıktan sonra makineyi elinde çevirdi.

“Hey, sakın yapma, bırak onu!” dedi Wendell. Sesi normal konuşma sesinden yüksek, haykırıştan alçaktı.

“Nedir bu? Eski bir F2A mı?”

“Modelini biliyorsan bir klasik olduğunu da bilirsin. Ver onu bana.”

“Bir zarar vermeyeceğim, sadece temizleyeceğim.” Beezer, fotoğraf makinesinin arkasındaki kapağı açtı ve kalın parmağını ortaya çıkan film şeridinin altından geçirerek tüm makarayı çekip çıkardı. Gazeteciye gülümseyerek mahvolmuş filmi otların üzerine attı. “içindeki onca pislik olmayınca kendini ne kadar iyi hissediyor, gördün mü? Bu çok güzel bir makine, içini çöplükle doldurmamalısın.”

Wendell ne kadar öfkeli olduğunu göstermeye cesaret edemedi. Ense-sindeki acıyan bölgeyi ovarak hırladı. “O çöplük dediğin, benim ekmek param seni hödük, seni mankafa. Şimdi makinemi bana geri ver.”

“Efendim? Az önce ne dedin sen? “ Aldığı tek karşılık ters bir bakış oldu. Beezer hiçbir şey olmamış gibi içi boşalmış makineyi ona uzattı. Wendell makineyi Beezer’ın elinden çekip aldı.

Eyalet polisleri olaya el koyduklarında Jack hem bir hayal kırıklığı, hem patlama hissetti. Ne yapacakları ortadaydı, karşı çıkmanın bir anlamı yoktu. Perry Brown ve Jeff Black, Balıkçı soruşturmasını Dale’in elinden alıp ileri sürdüreceklerdi. O andan sonra Dale, eyaletten tesadüfi kırıntılar alırsa eğer şanslıydı. Jack’in en çok üzüldüğü, bu tımarhaneye, bu sirke Brown ve Black’in girmemiş olmasıydı. En başından beri bu anı beklemişlerdi -bir anlamda, yerel polis kuvvetlerinin şefinin yetersizliğini kanıtlamasını- ama şu an Dale, halkın önünde küçük düşmüş durumdaydı ve Jack bu şekilde olmasını hiç istemezdi. Suç mahalline bir motosiklet çetesinin geldiğine sevineceği kırk yıl düşünse aklına gelmezdi ama durum o kadar kötüydü işte. Beezer St. Pierre ve ekibi, kalabalığı uzaklaştırmada Dale’in memurlarından daha etkin olmuşlardı. Asıl soru, tüm bu insanların haberi nasıl aldığıydı.

Soruşturmanın eyalet polislerinin yetkisine geçmesi Jack’i, Dale’in zedelenen ünü ve kendine güveni yanında başka birkaç nokta yüzünden de üzmüştü. Brown ve Black, French Kasabası’ndaki her bodrumu arayabilirdi: Jack’in içinden bir ses, sadece Balıkçı’nın izin verdiği ölçüde ilerleyebileceklerini söylüyordu. Onun ötesinde ilerleme sağlayabilmek için Brown ve Black’in asla kavrayamayacağı yönlere doğru hareket etmek, var olmadığına inandıkları yerlere gitmek gerekiyordu. Daha ötesine ilerlemek, opopanakslarla arkadaşlık etmek anlamına geliyordu ve Brown ile Black gibi adamlar, opopanaks gibi kokan bir şeye bile itimat etmezlerdi. Tüm bunlar, şu anlama geliyordu: Amy St. Pierre’in ölümünden beri kendi kendine tüm söylediklerine rağmen, Balıkçı’yı Jack’in yakalaması gerekecekti. Belki tamamen tek başına değil. Dale’in artık bol bol vakti olacaktı ve Balıkçı davasının içine, sırf sorumluluk eyalet polislerine geçti, diye bırakamayacak kadar batmıştı.

“Şef Gilbertson,” dedi Perry Brown. “Sanırım yeterince gördük. Bir bölgeyi güvenlik altına alma anlayışınız bu mudur?”

Dale, Teddy Runkleman ile uğraşmaktan vazgeçerek öfkeyle arkasına döndü ve yan yana duran eyalet polislerine baktı. Yüzündeki ifadeyi gören Jack, neler olacağını tahmin etti ve çok küçük düşürücü olmamasını umdu. “Bölgeyi güvenlik altına almak için gücüm dahilinde her şeyi yaptım,” dedi Dale. “911 ‘e gelen telefondan hemen sonra adamlarımla yüz yüze konuştu ilgi çekmemek için belirli zaman aralıklarıyla çiftler halinde suç mahalline melerini istedim.”

“Şef, telsizinizi kullanmış olmalısınız,” dedi Jeff Black. “Birinin o sırada görüşmenizi dinlediği açık seçik görülüyor.”

“Telsizi kullanmadım,” dedi Dale. “Ve haberin adamlarımdan sızmadın dan eminim. Ama bakın ne diyeceğim, Memur Black. Balıkçı 911’i arayan neden rasgele birkaç numara daha arayıp kargaşa yaratmaya çalışmış olmasın?”

Teddy Runkleman bu konuşmayı bir tenis şampiyonasının final maçını izler gibi takip ediyordu. Perry Brown, “Önceliklerimize göre hareket edelim” dedi. “Bu adam ve arkadaşları konusunda ne yapmayı düşünüyorsunuz? Onları tutuklayacak mısınız? Suratı sinirlerime dokunuyor.”

Dale bir an gözlerini kırpıştırdıktan sonra, “Onları tutuklamayacağım,” dedi. “Def ol buradan, Runkleman.” Teddy gerilerken Dale sordu. “Dur biraz. Buraya nasıl ulaştınız?”
“Arka yoldan geldik,” dedi Teddy. “Goltz’s’ün arkasındaki yol dosdoğru buraya geliyor. Yıldırım Beşli de oradan geldi. Acar muhabir Bay Green de.”

“Wendell Green burada mı?”

Teddy harap binanın yan tarafını işaret etti. Dale omzu üzerinden baktı. Jack de işaret edilen yere döndü ve Wendell Green’in bir fotoğraf makinesindeki film makarasını çıkaran Beezer St. Pierre’i nefretle izlediğini gördü.

“Bir soru daha,” dedi Dale. “Irma Freneau’nun cesedinin burada olduğunu nasıl öğrendiniz?”

“Benim duyduğum, Ed’in yerinde beş ya da altı ceset olduğuydu. Kardeşim Erland telefon edip söyledi. O da sevgilisinden duymuş.”

“Haydi, gidin buradan,” dedi Dale ve Teddy Runkleman örnek vatandaşlık dalında altın madalya almış gibi yavaş yavaş uzaklaştı.

“Pekâlâ,” dedi Perry Brown. “Şef Gilbertson, artık sınırı aştınız. Bu soruşturma, şu andan itibaren Teğmen Black ve benim tarafımdan yürütülecektir. 911 kaydı ile siz ve memurlarınız tarafından alınan tüm notların, verilen tüm raporların birer kopyasını istiyorum. Sizin yapmanız gereken, tamamen eyalet soruşturmasının dışında, pasif kalmak ve talep edildiğinde yüzde yüz bir işbirliği sağlamak. Teğmen Black ile sizi gelişmelerden haberdar edeceğiz.

“Bana sorarsanız, Şef Gilbertson, hak ettiğinizden çok daha fazlasını alıyorsunuz. Suç mahallini bir sirk alanına dönüştürmüşsünüz. Bölgedeki güvenliği inanılmaz derecede düşük seviyede tutmuşsunuz. Binadan içeri... kaçınız girdi?”

“Üç,”dedi Dale. “Ben, Memur Dulac ve Teğmen Sawyer.”

“Teğmen Sawyer,” dedi Brown. “Affedersiniz ama Teğmen Sawyer, Los

Angeles Polis Teşkilatı’na tekrar katıldı da benim mi haberim yok? Ekibinizin bir üyesi mi oldu? Olmadıysa neden binaya girmesine izin verdiniz? Aslında sorulacak soru şu, Bay Sawyer in burada ne işi var?”

“O, ne kadar yaşarsak yaşayalım, sen ve benim çözüp çözebileceğimizden çok daha fazla cinayeti aydınlığa kavuşturdu.”

Brown, Jack’e kötü bir bakış fırlattı. Jeff Black ise doğruca karşıya bakıyordu, iki eyalet polisinin arkasında duran Arnold Hrabowski de Jack’e bakıyordu ama Perry Brown gibi değil. Arnold o an görünmez olmak için her şeyi yapmaya razıymış gibi görünüyordu ve Jack’in gözleri üzerine döndüğünde demen bakışlarını kaçırarak olduğu yerde yaylandı.

Ah, diye düşündü Jack. Elbette, Çılgın, Çılgın, Çılgın, Çılgın, Çılgın Macar.

Perry Brown, Dale’e, Bay St. Pierre ve arkadaşlarının orada ne aradığını sordu. Dale, kalabalığı kontrol altında tutmaya yardımcı olduklarını söyledi. Dale, Bay St. Pierre’e bu hizmet karşılığında gelişmelerle ilgili bilgi vermeyi vaat etmiş miydi? Öyle denebilir miydi?

Jack bir adım geriledi ve hafif bir yay çizerek Arnold Hrabowski’ye doğru yanlamasına ilerledi. .

“İnanılmaz,” dedi Brown. “Söylesenize Şef Gilbertson, haberleri Teğmen Black ve bana iletmeyi bilerek biraz geciktirmiş olabilir misiniz?”

“Her şeyi yöntemlere uygun yaptım,” dedi Dale. Bir sonraki soruya evet, diye cevap verdi, adli tıp görevlilerini ve kanıt arabasını çağırmıştı, ki onlar da yol ayrımında görünmüşlerdi zaten.

Çılgın Macar’ın kendini kontrol etme çabaları, oha acilen tuvalete gitmesi gerekiyormuş izlenimi vermekten başka bir işe yaramıyordu. Jack elini omzuna koyduğunda Arnold, puro dükkanındaki kızılderili oyması gibi donup kaldı.

“Sakin ol, Arnold,” dedi Jack, sonra sesini yükseltti. “Teğmen Black, davanın sorumluluğu sizin üzerinize geçtiyse bilmeniz gereken bir konu var.”

Brown ve Black’in dikkati ona yöneldi.

“911’i arayan adam, French Landing, 35. karayolu üzerindeki 7-Eleven’ın içinde bulunan paralı telefonu kullanmış. Dale telefonu kordon altına aldırdı ve 7-Eleven’ın sahibi insanları uzak tutması gerektiğini biliyor. Telefonun üzerinde işe yarayabilecek parmak izleri bulabilirsiniz.”

Black, elindeki bloknota bir şeyler karaladı. Brown, “Beyler, buradaki işiniz artık sona erdi,” dedi. “Şef, adamların bölgedeki tüm sivilleri bir an önce uzaklaştırsın. Adli tıp görevlileriyle işimiz bitip binadan çıktığımızda etrafta siz ve memurlarınız da dahil olmak üzere hiç kimseyi görmek istemiyorum. Bize yeni bir bilgi ulaşırsa hafta içi sizi arayacağız.”

Dale hiçbir şey söylemeden döndü ve Bobby Dulac’a kalabalığın, sadece arabalarına yaslanan iki üç inatçı ruhlu insandan ibaret olan caddeyi işaret etti. Brown ve Black, olay yerine ulaşan adli tıp görevlileriyle el sıkıştılar ve kanıt arabasının sorumluluğunda olan uzmanlarla görüştüler.

“Eee, Arnold,” dedi Jack. “Bir polis olmak hoşuna gidiyor, değil mi?”

“Benim mi? Polis olmayı seviyorum.” Arnold, Jack ile göz göze gelmekten kaçınıyordu. “Ve çok da iyi bir polis olabilirim, buna eminim ama şefin buna pek inancı yok.” Titreyen ellerini pantolonunun ceplerine soktu.

Jack, bu zavallı polis müsveddesine acımakla oracıkta gebertme isteği arasında gidip geliyordu. İyi bir polis mi? Arnold Hrabowski gibilerinden, iyi bir oymak başı bile olmazdı. Onun yüzünden Dale Gilbertson, emrindeki memurların ve sivillerin önünde küçük düşmüş, mesleki açıdan büyük bir utanç yaşamıştı. “Ama verilen emirlere uymadın, değil mi Arnold?”

Arnold, yıldırım çarpmış bir ağaç gibi titredi. “Ne? Ben hiçbir şey yapmadım.”

“Birine söyledin. Belki birkaç kişiye.”

“Hayır!” Arnold başını şiddetle iki yana salladı. “Sadece karımı aradım. Hepsi bu.” Jack’e araştıran gözlerle baktı. “Balıkçı benimle konuştu, kızın cesedinin nerede olduğunu bana söyledi ve ben de Paula’nın bunları bilmesini istedim. Yemin ederim, Holl... Teğmen Sawyer, bir başkasına söyleyeceğini düşünemedim. Sadece olanları onunla paylaşmak istemiştim.”

“Kötü hamle, Arnold,” dedi Jack. “Şefe ne yaptığını söyleyeceksin. Hem de hemen şimdi. Çünkü Dale, neyin ters gittiğini bilmeyi hak ediyor. Kendi kendini suçlamaya devam etmemeli. Dale’i seversin, değil mi?”

“Şefi mi?” Arnold’ın sesi, şefine duyduğu saygıyla titremişti. “Elbette severim. O, o... harikadır. Ama söylediğimde beni kovmayacak mı?”

“Bu ona kalmış, Arnold,” dedi Jack. “Bana soracak olursan, bunu hak ediyorsun, ama belki şansın yaver gider.”

Çılgın Macar tereddütlü adımlarla şefine doğru ilerledi. Jack birkaç saniye konuşmalarını izledikten sonra eski binanın yan tarafına, Beezer St. Pierre ve Wendell Green’in mutsuz bir sessizlik içinde birbirlerine baktıkları yere gitti.

“Merhaba, Bay St. Pierre,” dedi. “Ve sana da merhaba, Wendell.”

“Bir şikâyette bulunmak istiyorum,” dedi Green. “Hayatımın en büyük hani yakalamıştım ve bu ayı herif bütün filmi mahvetti. Basın mensuplarına o şekilde davranamazsınız; istediğimiz her şeyin fotoğrafını çekmeye hakkımız var. “

“Sanırım benim kızımın ölü bedeninin fotoğrafını çekmeye de hakkın olduğunu söylerdin.” Beezer, Jack’e baktı. “Bu bok herif, kimseye çaktırmadan içeri girebilmek için ortalığı ayağa kaldırsınlar, diye Teddy ve diğer kuş beyinlilere para vermiş. Kızın fotoğraflarını çekmiş.”

Wendell parmağını Jack’in göğsüne dayadı. “Bunun için elinde kanıt yok. Ama sana bir şey söyleyeceğim, Sawyer. Senin fotoğraflarını çektim. Kamyonetinde delil saklıyordun ve seni yakaladım. Yani, bana bulaşmaya kalkmadan önce iyice düşün, çünkü seni mahvedebilirim.”

Tehlikeli, kızıl bir sis, Jack’in beynini doldurur gibi oldu. “O kızın cesedinin fotoğraflarını satacak miydin?”

“Sana ne?” Wendell’ın ağzı, çirkin bir sırıtışla genişledi. “Sen de sütten çıkmış ak kaşık sayılmazsın, değil mi? Belki birbirimize iyilik yapabiliriz, ne dersin?”

Sis koyulaştı ve Jack’in gözlerine indi. “Birbirimize iyilik yapabiliriz, öyle mi?”

Jack’in arkasında duran Beezer, dev gibi olan yumruklarını sıkıyordu. Jack, Beezer’in ses tonundan ne düşündüğünü anladığını biliyordu ama para hırsı, Wendell Green’in algısını köreltmişti, Jack’in sorusunun ciddi olduğunu sanıyordu.

“Fotoğraf makineme yeni bir makara takıp istediğim resimleri çekmeme izin verirsen ben de çenemi kapalı tutarım.”

Beezer başını öne eğdi ve tekrar yumruklarını sıktı.

“Bak ne diyeceğim. Ben cömert bir adamımdır, belki sana kazancımdan, dur bakayım... yüzde onluk bir pay bile verebilirim.”

Jack, Wendell’ın burnunu kırmayı tercih ederdi, ama midesine sert bir yumruk atmakla yetindi. Green karnını tutarak iki büklüm oldu ve yere düştü. Suratının rengi mora yakın bir pembeye dönmüştü ve can havliyle nefes albaya çalışıyordu. Gözlerinden şok ve inanmazlık okunuyordu.

“Görüyorsun ya, ben de cömert bir adamım, Wendell. Seni binlerce dolarlık dişçi masrafından ve kırık bir çeneden kurtardım.”

“Estetik cerrahi masrafını unutma,” dedi Beezer yumruğunu diğer avucuna vurarak. Birisi en sevdiği tatlıyı önünden çalmış gibi görünüyordu.

Wendell’ın yüzünün rengi daha da koyulaştı.

“Bilgin olsun, diye söylüyorum, Wendell, ne gördüğünü sandığın umurumda değil, delil falan sakladığım yok. Yaptığım bir şey varsa, o da delil ortaya çıkarmak, ama bunu anlamanı pek ummuyorum doğrusu.”

Green, sonunda içine biraz olsun hava çekebilmişti.

“Nefesin biraz düzene girdiğinde def olup git buradan. Gerekirse sürü Arabana dön ve binip uzaklaş. Tanrı aşkına hızlı hareket et yoksa dostum büyük bir ihtimalle seni ömrünün sonuna dek tekerlekli sandalyeye mahkûm olacak hale getirecek.”

Wendell Green yavaşça dizleri üzerinde doğruldu, hışırtılı bir nefes daha aldı ve sırtını dikleştirmeye çalıştı. Bir elini onlara doğru salladı, ama ne anlatmak istediği anlaşılmıyordu. Beezer ve Jack’e kendisinden uzak durmalarını ya da artık onları rahatsız etmeyeceğini veya ikisini birden söylemek İstiyor olabilirdi. Wendell omuzları çökmüş halde midesini tutup, yalpalayarak harap binanın arkasına doğru uzaklaştı.

“Galiba sana bir teşekkür borçluyum,” dedi Beezer. “Evdeki kadınıma verdiğim sözü tutmama yardım ettin. Ama şunu söylemeliyim; Wendell Green, parçalara ayırmaktan zevk duyacağım biri.”

“Dostum, bir an için dayanamayarak senden önce davranacağımı sanıp korktum,” dedi Jack.

“Doğru, verdiğim söze olan bağlılığım her an kaybolabilirdi.”

İki adam da gülümsedi. “Beezer St. Pierre,” diyen Beezer elini uzattı.

“Jack Sawyer.” Jack, uzatılan iri eli sıktı.

“Tüm işi eyalet polislerine mi bırakacaksınız yoksa kendi başınıza devam edecek misiniz?”

“Sence hangisi?”

“Yardıma ya da herhangi bir şekilde destek güce ihtiyaç duyduğunuz takdirde aramanız yeterli. Çünkü bu aşağılık katilin ele geçirilmesini istiyorum ve gördüğüm kadarıyla bunu başarabilecek insan sensin.”

Norway Vadisi’ne geri dönüş yolunda Henry, “Ah, evet, Wendell cesedin fotoğrafını çekti,” dedi. “Sen binadan çıkıp kamyonetine doğru yürüdüğünde fotoğraf çektiğini duydum, ama Dale olduğunu sandım. Sonra sen, Dale ve Robby ile içerideyken deklanşör sesini bir kez daha duydum ve birinin fotoğrafımı çektiğini anladım! Vay vay, dedim kendi kendime, bu, Bay Green olmalı ve ona seslenerek saklandığı yerden çıkmasını söyledim. Tam o sırada o insanlar ortaya çıkıp bağırmaya ve çığlık atmaya başladı-

Wendell Green’in, onlar gürültüye başlar başlamaz hızlı adımlarla binadan içeri girdiğini ve birkaç fotoğraf çektiğini duydum. Sonra gizlice tekrar dışarı çıktı ve dostun Beezer onu yakalayıp icabına bakıncaya dek binanın yan tarafında durdu. Beezer etkileyici bir adam, sence de öyle değil mi?”

“Henry, bana bunları söyleyecek miydin? “

“Tabii ki, ama sen bir o tarafa bir bu tarafa koşturmakla meşguldün. Wendell Green’in kovulana dek hiçbir yere gitmeyeceğini biliyordum. Bir daha yazdıklarının bir kelimesini bile okumayacağım. Asla.”

“Al benden de o kadar.”

“Ama Balıkçı’yı yakalamaya çalışmaktan vazgeçmedin, değil mi? O kendini beğenmiş eyalet polisinin söylediklerine rağmen?”

“Artık vazgeçemem. Doğruyu söylemek gerekirse dün sana bahsettiğim gündüz rüyalarının bu davayla bir bağlantısı olduğunu düşünüyorum.”

“Vay canına. Şimdi, Beezer’a geri dönelim. Wendell’ı parçalara ayırmaktan bahsetti, değil mi?”

“Evet, galiba.”

“İlginç bir adam olmalı. Yeğenimden öğrendiğim kadarıyla Yıldırım Beşli, cumartesi günlerini Sand Bar’da geçiriyormuş. Önümüzdeki hafta belki Rhoda’nın eski arabasını çalıştırıp Centralia’ya gider, birkaç bira içerek Bay St. Pierre ile iki çift laf ederim. Çok ilginç bir müzik zevki olduğuna kalıbımı basarım.”

“Centralia’ya araba kullanarak mı gitmek istiyorsun?” Jack, bu saçma fikre tek tepkisi küçük bir gülücük olan Henry’ye hayretle baktı.

“Kör insanlar son derece iyi araba kullanabilir,” dedi Henry. “Muhtemelen gözleri gören birçok insandan daha iyi kullanırlar. En azından Ray Charles öyle.”

“Yapma, Henry. Ray Charles’ın araba kullanabildiğini de nereden çıkardın?”

“Nereden çıkardığımı mı soruyorsun? Söyleyeyim; kırk yıl önce Seattle'da bir gece, KIRO adlı bir yerde çalışmıştım. Ray de arabasıyla beni bir tur a,maya çıkarmıştı. Leydi Godiva’nın sırtı gibi pürüzsüz bir geziydi. Hiçbir sorun çıkmamıştı. Ara sokaklarda dolaştık elbette, ama Ray saatte doksan kilometre hıza kadar çıkmıştı, bundan eminim.”

“Bu anlattıklarının gerçek olduğunu varsayarak soruyorum, korkuyor muydun?”

“Korkmak mı? Elbette hayır. Ona gideceği yönü ben söylüyordum. Issız karayolunda da Centralia’ya kadar yönümü şaşırmadan gidebileceğime eminim. Körlerin araba kullanamamasının tek sebebi, diğer insanların buna izin vermemesi. Bu bir güç meselesi. Belli kısıtlamalar içinde, kontrol altına kalmamızı istiyorlar. Beezer St. Pierre bunu çok iyi anlayacaktır.”

“Ve ben de bugün tımarhaneye bir ziyaret yapmayı düşünüyordum,” dedi Jack.

14

İKİ ŞERİDE DÜŞMÜŞ olan 93. karayolunun virajları ve yumuşak dönüşleri, Arden ve Norway Vadisi arasındaki dik tepeden kasabaya doğru inerken ortadan kalkıyor, yol düz bir hat halinde ilerliyordu. Yolun doğusunda, tepenin üstü düzleşip genişleyerek yeşil bir plato halini alıyordu. Açık havanın renklerini soldurduğu iki kırmızı piknik masası, orada mola verip mükemmel manzaranın keyfini çıkarmak isteyenleri bekliyordu. Yan yana dizilmiş çiftliklerin yamalardan oluşan bir örtüye benzer görüntüsü, tam anlamıyla düz sayılmayacak, yer yer toprak yollar ve derelerle bölünen engebesiz arazide yaklaşık yirmi beş kilometre boyunca uzanıyordu. Bir sıra mavi-yeşil tepe, ufukta yükseliyordu. Bembeyaz bulutlar, göz alabildiğine uzanan gökyüzünde, yeni yıkanmış çamaşırlar gibi salınıyordu.



Fred Marshall, Ford Explorer’inin direksiyonunu kırarak yol kenarındaki çakıllı cebe girdi ve durdu. “Sana bir şey göstereceğim.”

Jack, çiftlik evinin önünde Explorer’a binerken elinde, şimdi dizlerinin üzerinde duran hafifçe yıpranmış, siyah deri bir evrak çantası vardı. Çantanın sapının hemen önüne Jack’in babasının, Philip Stevenson Sawyer’ın isminin baş harfleri P.S.S., küçük, altın harflerle işlenmişti. Fred birkaç kez meraklı gözlerle çantaya bakmış ama hiçbir şey sormamıştı. Jack de konuyu açmaya yeltenmemişti. Judy Marshall ile konuştuktan sonra çantanın içindekileri gösterip anlatmayı düşünüyordu. Fred arabadan indi; Jack de babasının eski evrak çantasını bacaklarının arkasına kaydırarak koltuğun altına doğru ittikten sonra diğer adamı, yemyeşil çimlere doğru takip etti. ilk piknik masasına varaklarında Fred eliyle manzarayı işaret etti. “Buralarda turistlerin ilgisini çekecek fazla yerimiz yok ama bu da fena sayılmaz, değil mi?”

“Çok güzel,” dedi Jack. “Ama bence burada her yer çok güzel “

“Judy bu manzarayı çok sever. Ne zaman Arden’a gidecek olsak burada durmamızı ister, arabadan çıkar ve bir süre manzarayı izleyerek sustular. Bilirsin, tekrar hayatın çarkları arasına dönmeden önce depoyu doldu gibi. Ben bazen sabırsızlanır ve ona, haydi ama, derdim. O manzarayı kaç binlerce kez gördün, yapılacak işlerim var. Ama ben bir erkeğim, değil mi? Buraya gelip birkaç dakika oturarak manzarayı seyrettiğimiz her seferde karımın benden çok şey bildiğini anlar ve onun sözünü dinlemem gerektiğini düşünürdüm.”

Jack gülümsedi ve Fred’in anlatmaya devam etmesini bekleyerek piknik masasının bankına oturdu. Fred Marshall, onu evinden aldığından beri sadece bir iki minnet cümlesi sarf etmişti. Jack onun içini dökmek için burayı seçtiğini hissediyordu.

“Bu sabah hastaneye gittim ve Judy nasıl desem, farklıydı. Ona bakıp konuşunca düne nazaran daha iyi olduğunu görmemek imkânsız. Tyler için hâlâ ölesiye endişelenmesine rağmen farklı. Sence bu, aldığı ilaçlar yüzünden olabilir mi? Ona ne verdiklerini bile bilmiyorum.”

“Onunla normal sohbet edebiliyor musun?”

“Bazen evet. Örneğin bu sabah bana dünkü gazetede çıkan bir haberden bahsetti. La Riviere’den küçük bir kız, eyalet çapında yapılan bir heceleme yarışmasında neredeyse üçüncü olacakmış, ama hiç kimsenin duymadığı acayip bir kelime yüzünden başaramamış. Popoplaks ya da ona benzer bit şey.”

“Opopanaks,” dedi Jack. Boğazına bir kılçık takılmış gibi konuşmuştu.

“Sen de o haberi okumuş muydun? İkinizin de aynı kelimeye takılmış olmanız ilginç. Haber onu biraz canlandırmış. Hemşirelere kelimenin ne anlama geldiğini sormuş ve onlar da birkaç sözlüğe bakmışlar ama bulamamışlar.”


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   22   23   24   25   26   27   28   29   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin