Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə27/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   58

Jack, kelimenin anlamını Concise Oxford Sözlüğü’nde bulmuştu; edebi anlamı önemli değildi. “Opopanaksın anlamı da muhtemelen o,” dedi. “1. Sözlüklerde bulunamayacak bir kelime. 2. Korkunç bir gizem.”

“Hah!” Fred Marshall huzursuzca etrafta dolaştıktan sonra ufka doğru uzanan manzarayı izleyen Jack’in önünde durdu. “Belki de anlamı odur Fred’in bakışları da manzaraya çevrildi. Hâlâ tam olarak hazır sayılmazdı an ilerleme kaydediyordu. “Judy’nin öyle bir şeyle ilgilendiğini görmek harikaydı. Herald’da çıkan minik bir haber...”

Gözyaşlarını sildi ve ufka doğru bir adım attı. Sonra dönüp dosdoğru Jack’in gözlerinin içine baktı. “Şey, Judy ile görüşmenizden önce sana onun hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. Sorun şu ki, buna ne anlam vereceğini bilmiyorum. Ben bile... bilmiyorum.”

“Bir dene,” dedi Jack.

Fred, “Tamam,” dedikten sonra parmaklarını kenetleyerek başını önüne eğdi, sonra tekrar başını kaldırıp baktı, gözleri bir bebeğinkiler gibi kırılgandı.

“Bunu nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Pekala, sadece söyleyeceğim. Beynimin bir parçası, Judy’nin bir şey bildiğini söylüyor. Ya da böyle düşünmek istiyorum. Diğer taraftan, sırf daha iyi görünüyor, diye artık deli olmadığına inanarak kendimi kandırmak istemiyorum. Ama ne yalan söyleyeyim, artık iyi olduğuna inanmayı çok istiyorum. Tanrım hem de öylesine çok istiyorum ki.”

“Bir şey bildiğine inan.” Opopanaks kelimesinin verdiği tüyler ürpertici his Fred’in teorisinin doğrulanmasından önce azalmıştı. ‘ “Onun bile hâlâ tam olarak anlayamadığı bir şey bu,” dedi Fred. “Ama hatırlıyor musun? Ty’ın gittiğini daha ben ona söylemeden bilmişti.”

Jack’e acı dolu gözlerle baktı ve bir adım uzaklaştı. Yumruklarını birbirine vurdu ve başını tekrar önüne eğdi. İçinde olduğu ikilemi açıklamasını engelleyen görülmez duvarlardan biri daha yıkıldı.

“Tamam, bak. Judy hakkında bilmen gereken şu. O özel bir insandır. Evet, her erkek için karısı özeldir ama Judy çok farklıdır. Öncelikle, büyüleyici bir güzelliği vardır, ama bahsettiğim kesinlikle bu değil. Ve insanı hayrete düşürecek kadar cesurdur, ama anlatmaya çalıştığım bu da değil. Sanki hiçbirimizin hayal bile edemeyeceği bir yerle bağlantısı var. Ama bu doğru olabilir mi? Böyle bir düşünce düpedüz delilik değil mi? Belki insan aklını kaçırdığında önce büyük bir mücadele veriyor ve histerikleşiyor, sonra artık mücadele edemeyecek kadar deliriyor ve sakinleşip kabullenme dönemine giriyor. Doktoruyla konuşmalıyım çünkü bu beni mahvediyor.”

“Ne tür şeyler söylüyor? Artık neden bu kadar sakin olduğunu açıklıyor mu?”

Fred Marshall gözlerini ona çevirdi. “Görünüşe bakılırsa Judy, Ty’ın hâlâ hayatta olduğuna ve onu yalnızca senin bulabileceğine inanıyor.”

“Pekâlâ,” dedi Jack. Judy ile konuşmadan önce daha fazlasını söylemek istemiyordu. “Judy oğlunu almış olduğuna ihtimal verdiği tanıdığı herhangi birinden -bir kuzeni ya da eski erkek arkadaşı- bahsetti mi? Teorisi, Henry Leyden’ın fazlasıyla mantıklı ve garip mutfağında olduğundan daha az ikna ediciydi ve Fred Marshall’ın cevabıyla daha da zayıflamıştı.

“Eğer ismi Kızıl Kral, Gorg ya da Abbalah değilse hayır. Sana tek söyleyabileceğim, Judy’nin bir şey gördüğünü sandığı ve bu çok mantıksız. umarım gerçekten görüyordur.”

Bir çocuğun Brewers şapkasını bulduğu dünyanın aniden beliren görüntüsü, Jack Sawyer’ı çelik uçlu bir mızrak gibi deşti. “Ve Tyler’ın bulunduğu de orası.”

“Bir tarafım bunun doğru olabileceğine inanmasaydı şu an aklımı kaçırmış olabilirdim,” dedi Fred. “Tabii hâlâ kaybetmediysem.”

“Haydi gidip karınla konuşalım,” dedi Jack.

French Kasabası Lutheran Hastanesi dıştan, on dokuzuncu yüzyıl kuzey İngiltere’sindeki bir tımarhaneyi andırıyordu: siyahlaşmış destekleriyle kirli, kırmızı tuğla duvarları, sivri uçlu kemerleri, süslemeli sivri çatısı, kuleleri, dar pencereleriyle tüm cephesi yıllardır üzerinde biriken kirle koyulaşmış, kasvetli bir havaya bürünmüştü. Arden’ın batı sınırında, yüksek duvarlar ve meşe ağaçlarıyla çevrili, görkemden yoksun büyük Gotik bina, acımasız, merhametten yoksun görünüyordu. Jack bir Vincent Price filminden yükselen, çığlığa benzer org sesini duysa hiç şaşırmayacaktı.

Tepesi sivri, ahşap bir kapıdan geçtiler ve normal görünümlü denebilecek bir lobiye girdiler. Ortadaki masada oturan üniformalı, sıkkın görevli, ziyaretçileri asansöre yönlendiriyordu; hediyelik eşya dükkânının vitrininde doldurulmuş hayvanlar ve düzenlenmiş çiçek buketleri görünüyordu; portatif serum direklerini taşıyan bornozlu hastalar, rasgele masalarda aileleriyle görüşüyorlardı; başka hastalar, duvarların dibinde sıralanmış sandalyelerde oturuyorlardı; beyaz gömlekli iki doktor, bir köşede konuşuyorlardı. Yüksek tavandan sarkan iki tozlu, şatafatlı avizeden yayılan yumuşak ışık, bir an için hediyelik eşya dükkânının vitrininde, uzun vazolar içinde duran zambakları ışıldatır gibi oldu.

“Vay canına, içerisi kesinlikle dışarıdan daha iyi görünüyor,” dedi Jack.

“Çoğunda öyledir,” dedi Fred.

Masada oturan üniformalı görevliye yaklaştılar. “D Koğuşu,” dedi Fred. Adam onlara hafif bir ilgiyle baktıktan sonra üzerinde ZİYARETÇİ ibaresi bulunan iki dikdörtgen kart verdi ve asansörlere doğru elini salladı. Asansör, gürültüyle zemine ulaştı ve bir süpürge dolabı genişliğindeki ahşap kaplı bölmeye girdiler.

Marshall beşinci katın düğmesine bastı ve asansör titreyerek yukarı

yolculuğuna başladı. Aynı yumuşak, altın rengi ışık, komik denecek karanlık olan bölmeyi aydınlatıyordu. Jack on yıl önce, buna fazlasıyla benzer ama Paris’in büyük otellerinden birinde bir başka asansörde Kaliforniya Üniversitesi’nde sanat tarihi öğrenimi gören lliana Tedesco ile iki buçuk saat mahsur kalmış, bu süre içinde Bayan Tedesco, o ana dek boyunca tatmin edici olan seyahatleri için duyduğu minnet belirtmeyi ihmal etmeyerek ilişkilerinde son durağa varmış olduklarını söylemiş ve teşekkürlerini sunmuştu. Jack üzerinde biraz düşününce, Fred Marshall’ı bu bilgiyle sıkmamaya karar verdi.

Fransız akrabasından daha sorunsuz çalışan asansör, beşinci kata vardıklarında sarsılarak durdu ve sadece kısa bir an için direnen kapıları iki yana doğru kayarak Jack Sawyer ve Fred Marshall’a geçit verdi. Bu katta, hem asansörde, hem de lobide ışık, daha solgun görünüyordu. “Ne yazık ki Judy diğer uçta,” dedi Fred parmağıyla gidecekleri tarafı işaret ederek. Hemen sollarında, metreler boyunca uzayıp gittiği anlaşılan bir koridor vardı.

İki büyük, çift kanatlı kapıdan, B Koğuşu’na giden koridordan ve perdelerle ayrılmış bölmeleri olan iki büyük salondan geçtikten sonra Geriatri Kliniği’nin kapalı kapılarının önünden sola dönerek iki yanında ilan tahtaları asılmış olan upuzun bir koridor boyunca yürüyerek C Koğuşu’nun giriş kapısının önünden geçtiler, sonra bay ve bayan tuvaletlerinin önünden sağa ani bir dönüş yaptılar, Göz Hastalıkları kliniğini ve Kayıt Ekleme Bürosu’nu geçerek sonunda D KOĞUŞU ibareli koridora vardılar. İlerledikçe ışık giderek solgunlaşıyor, duvarlar çarpıklaşıyor, pencereler küçülüyordu sanki. D Koğuşu’na giden koridor gölgelerle kaplıydı ve zeminindeki su gölcükleri cansızca parlıyordu.

“Şu an binanın en eski bölümündeyiz,” dedi Fred.

“Judy’yi bir an önce buradan çıkarmak istiyor olmalısın.”

“Evet, elbette. Pat Skarda hazır olduğunu söyler söylemez onu buradan götüreceğim. Ama şaşıracaksın, Judy nedense buradan hoşlanıyor. Sanırım bir şekilde ona yardımı dokunuyor. Burada kendini tamamen güvende hissettiğini söyledi. Ayrıca konuşabilen hastaların bazıları son derece ilginçmiş. Dediğine göre bir gemi yolculuğuna çıkmış gibiymiş.”

Jack şaşkınlık ve hayretle güldüğünde Fred Marshall omzuna dokunarak sordu. “Sence bu daha mı iyi, yoksa daha mı kötü olduğuna işaret?”

Koridorun sonuna vardıklarında kendilerini yüz yıldır hiç değişiklik yapılmadan muhafaza edilmiş gibi görünen büyükçe bir odada buldular. Duvarlardaki koyu kahverengi ahşap kaplamalar, koyu kahverengi tahta zeminden buçuk metre yüksekliğe kadar ulaşıyordu. Sağ taraflarındaki gri duvarlara, tablolar gibi çerçevelenmiş iki uzun, dar pencereden içeri gri bir ışık süzülüyordu. Cilalı, ahşap bir masanın arkasında duran adam, üzerinde GUŞU yazılı bir plaka ve kırılmaz camlı küçük bir pencere olan iki kanatı büyük, metal kapının kilidini açan düğmeye bastı. “İçeri girebilirsiniz, Bay Marshall, ama yanınızdaki bey kim?”

“İsmi Jack Sawyer. Benimle birlikte.”

“Hastanın bir akrabası ya da bir doktor mu kendisi?”

“Hayır ama karım onu görmek istiyor.”

“Bir dakika burada bekleyin.” Görevli, metal kapının kanatlarının ardı geçti ve hapishaneyi andıran bir sesle tekrar kilitledi. Bir dakika sonra yanında yüz hatları derin çizgilerle belirlenmiş, iri kollu ve elli, kalın bacaklı bir hemşireyle geri döndü. Kadın, kendini D Koğuşu’nun başhemşiresi Jane Bond olarak tanıttı. İçinde bulunulan koşullar ve bir araya gelen kelimeler, insanın aklına ister istemez birkaç lakabın gelmesine neden oluyordu. Hemşire, kalın metal kapının arkasına dönmeden önce Fred ve Jack’e, sonra sadece Jack’e bir dizi baraj sorusu sordu.

“Bond Koğuşu,” dedi Jack kadının arkasından, kendini tutamayarak.

“Biz ona Bekçi Bond diyoruz,” dedi görevli. “Hem çok serttir, hem de adaletsizdir.” Öksürdü ve gözlerini yüksek pencerelere dikti. “Bir hademe ona 00 Sıfır diye isim takmıştı.”

Birkaç dakika sonra başhemşire, Ajan 00 Sıfır Bekçi Bond, metal kapılar arasında göründü ve, “Şimdi girebilirsiniz,” dedi. “Ama söylediklerime dikkat edin.”

Koğuş, ilk bakışta, sıra sıra minderli banklar, yuvarlak masalar, plastik sandalyeler ve üzeri boş kâğıtlar, pastel boya kutuları ve suluboya setleriyle dolu iki masanın olduğu üç ayrı bölüme ayrılmış kocaman bir hangarı andırıyordu. Geniş boşlukta, tüm eşyalar, bir bebek evinin mobilyaları gibi görünüyordu. Grinin kişiliksiz bir tonuyla boyanmış beton zemin üzerinde yer yer dikdörtgen halılar göze çarpıyordu; kırmızı tuğladan örülmüş, uzun zaman önce birkaç kat beyaz boyayla örtülmüş karşı taraftaki duvarda, yerden altı metre yükseklikte küçük, parmaklıklı pencereler vardı. Kapının sol tarafındaki camlı bölmede oturan bir hemşire, onlar içeri girince başını okuduğu kitaptan kaldırıp baktı. Sağ tarafta, üzeri resim malzemeleriyle kaplı masaların oldukça gerisinde, kilitli üç metal kapı, kendi dünyalarına doğru açılıyordu. Havaalanındaki bir hangarın içine girmiş olma duygusu, zamanla yerini halim selim, kesinlikle esnekliği olmayan bir hapsolmuşluk hissine bırakıyordu. Dev gibi odanın çeşitli yerlerine dağılmış olan yirmi otuz kadar kadın ve adam alçak sesli bir uğultu yayılıyordu. Bu kadın ve adamların pek azı bir gözle görülen varlıklarla konuşuyordu. Bazıları sürekli bir çember çizerek yürüyor, bazıları oldukları yerde donmuşçasına hiç kıpırdamadan duruyor, bazılarıysa halılar üzerinde bebekler gibi kıvrılmış yatıyorlardı; parmaklarıyla hesabı yapıyorlar, defterlere notlar karalıyorlar, ani hareketler yapıyorlar, inliyorlar, ağlıyorlar, gözlerini dikip boşluğa ve kendilerine bakıyorlardı. Bazının üzerinde yeşil hastane kıyafeti vardı, diğerleriyse her türden sivil giysilere bürünmüşlerdi: tişörtler ve şortlar, eşofman takımları, koşu kıyafetleri, sıradan gömlekler ve bol pantolonlar, formalar ve kotlar. Hiçbirinin kemeri yoktu hiçbirinin ayakkabılarında bağcıklar yoktu. Sabırlı av köpekleri havasında, Kaslı, kısacık saçlı, bembeyaz tişörtlü iki adam, yuvarlak masalardan birine oturmuş, etrafı gözlüyordu. Jack, Judy Marshall’ı bulmaya çalıştı, ama başaramadı.

“Dikkatinizi bana vermenizi istedim, Bay Sawyer.”

“Affedersiniz,” dedi Jack. “Bu kadar büyük bir yer olmasını beklemiyordum.”

“Büyük olsa iyi olur, Bay Sawyer. Giderek artan bir nüfusa hizmet ediyoruz.” Bir onay bekleyen başhemşire, Jack başını sallayınca sözlerine devam etti. “Pekâlâ. Şimdi size bazı temel kurallardan bahsedeceğim. Eğer söylediklerime iyi kulak verirseniz, buradaki ziyaretiniz hepimiz için olabildiğince iyi geçer. Hastalara gözünüzü dikip bakmayın ve söylediklerine aşırı tepkiler göstermeyin. Söylediklerini ya da yaptıklarını, alışılmadık veya üzücü buluyor-muşsunuz gibi davranmayın. Sadece nazik olun, bir süre sonra sizi rahat bırakacaklardır. Sizden bir şey isteyecek olurlarsa, mantık çerçevesi dahilinde dilediğinizi yapabilirsiniz. Ama lütfen onlara para, herhangi bir kesici alet ya da tıbbi personelin onayından geçmemiş yiyecekler vermekten kaçının- bazı ilaçlar, belirli yiyeceklerle beraber kullanıldıklarında ters etkiye yol açabiliyor. Muhtemelen ziyaretiniz sırasında bir ara, Estelle Packard adında yaşlı bir kadın yanınıza gelip babası olup olmadığınızı soracaktır. Ona nasıl isterseniz öyle cevap verebilirsiniz ama hayır derseniz, hayal kırıklığıyla uzaklaşacak, evet derseniz de bütün günü mutlu geçirecektir. Herhangi bir sorunuz var mı, Bay Sawyer?”

“Judy Marshall nerede?”

“Bu tarafta, en uzaktaki bankta, sırtı bize dönük olarak oturuyor, onu görebiliyor musunuz, Bay Marshall?”

“Evet, içeri girer girmez görmüştüm,” dedi Fred. “Durumunda bu sabahtan beri herhangi bir değişiklik oldu mu?”

“Bildiğim kadarıyla hayır. Ondan sorumlu olan Dr. Spiegleman yarım saate kadar burada olacak, o size daha fazla bilgi verebilir. Bay Sawyer ile sizi eşinizin yanına götüreyim mi yoksa kendiniz gitmeyi mi tercih edersiniz?”

“Biz gidebiliriz,” dedi Fred. “Ne kadar zamanımız var?”

“Size on beş dakika veriyorum, en fazla yirmi. Judy hâlâ değerlendir aşamasında ve stres düzeyini en aşağıda tutmak istiyorum. Şu an oldukça sakin görünüyor, ama aynı zamanda gerçeklerle bağlantıları tamamen kopmuş durumda ve hayaller görüyor. Yeni bir histeri krizi yaşarsa şaşırmam. Bu aşamada ona yeni ilaçlar vererek değerlendirme sürecini uzatmak istemeyiz değil mi? Bu yüzden, lütfen, Bay Marshall, görüşmenin stresten uzak, rahat ve olumlu bir havada geçmesine dikkat edin,”

“Sizce hayaller mi görüyor?”

Hemşire Bond, yüzünde bir acıma ifadesiyle gülümsedi. “Bay Marshall öyle anlaşılıyor ki karınız yıllardır hayaller görüyormuş. Ah, bu durumu gizlemeyi çok iyi başardığı söylenebilir, ama onunkiler gibi sanrılar bir gecede ortaya çıkmaz, hayır hayır. Bu tür bozuklukların yapılanması yıllar alır ve o süre boyunca hasta, son derece normal bir insan gibi görünebilir. Sonra bir şey, psikozun tetiğini çeker ve şiddetle ortaya çıkıp kendini göstermesine sebep olur. Bu olayda elbette tetiği çeken, oğlunuzun kayboluşuydu. Bu arada, oğlunuz için ne kadar üzüldüğümü bilmenizi isterim. Umarım en kısa sürede ona tekrar kavuşabilirsiniz. Tanrım, ne korkunç bir durum.”

“Evet, öyle,” dedi Fred Marshall. “Ama Judy’nin garip davranışları, Tyler kaybolmadan...”

“Korkarım aynı şey. Rahatlamaya ihtiyacı vardı ve hayalleri -hayal dünyası- baskın çıkarak kendini gösterdi, çünkü ihtiyaç duyduğu rahatlamayı o dünyada tam anlamıyla bulabiliyordu. Bu sabah bir kısmını duymuş olmalısınız, Bay Marshall. Karınız başka dünyalara gitmekten bahsetmiş miydi?”

“Başka dünyalara gitmek mi?” diye sordu afallayan Jack.

“Tipik bir şizofren sanrısı,” dedi Hemşire Bond. “Bu koğuştaki hastaların yarısından çoğu benzer fantezilere sahiptir.”

“Karımın şizofren olduğunu mu düşünüyorsunuz?”

Hemşire Bond, Fred’in arkasındaki hastalara baktı. “Ben bir psikiyatr değilim Bay Marshall, ama akıl hastalarıyla yirmi yıllık bir tecrübem var. Bu tecrübeye dayanarak, karınızın paranoyak şizofreninin klasik belirtilerini gösterdi&ini üzülerek söyleyebilirim. Keşke size daha iç açıcı haberler verebilseydim.”

Fred Marshall’a baktı. “Elbette son teşhisi Dr. Spiegleman koyacak ve sonra tüm sorularınızı cevaplayıp, tedavi seçeneklerini değerlendirecek.”

Jack’e yönelttiği gülümsemesi, belirdiği anda katılaşmış gibiydi. “Yeni ziyaretçilere daima durumun hastanın akrabaları için hastanın kendisinden çok daha zor olduğunu belirtirim. Buradaki bazı insanların dünyaya ilişkin hiçbir tasası yok. Bazen onlara neredeyse gıpta ediyorum.”

“Elbette,” dedi Jack. “Kim etmez ki?”

“Haydi o halde,” dedi hemşire hafif hırçın bir sesle. “Ziyaretinizin tadını çıkarın.”

Tozlu zemin üzerinde en yakın bank sırasına doğru yavaşça ilerlerlerken birkaç baş onlara doğru.çevrildi; birçok göz, adımlarını takip ediyordu. Solgun yüzlerinde merak, umursamazlık, akıl karışıklığı, şüphe, zevk ve hedeften yoksun öfke ifadeleri vardı. Jack’e, koğuştaki tüm hastalar yavaşça onlara yaklaşıyormuş gibi göründü.

Bornoz giymiş, orta yaşlı, sarsak bir adam, işe giderken bineceği otobüsü kaçırmaktan korkuyormuş gibi bir tavırla masaların arasından ilerlemeye başladı. En yakın bankın ucunda oturan gür beyaz saçlı, zayıf, yaşlı kadın ayağa kalkarak yalvaran gözlerle Jack’e baktı. Sımsıkı kapanmış, yukarı kaldırdığı elleri şiddetle titriyordu. Jack, onunla göz göze gelmemek için kendini zorladı. Yanından geçerlerken kadın, yarı şarkı söyler, yarı fısıldar gibi konuştu. “Küçük ördeğim kapının arkasındaydı, ama benim bundan haberim yoktu ve sonra onu gördüm, onca suyun içinde.”

“Şey,” dedi Fred. “Judy bana kadının bebeğinin küvette boğulduğunu söylemişti.”

Jack, gözucuyla masaların arasından ağzı açık bir halde onlara doğru yaklaşan dağınık saçlı, orta yaşlı adamı izliyordu. Judy Marshall’ın oturduğu bankın arkasına varmışlardı ki adam, otobüse durmasını işaret ediyormuş gibi bir parmağını kaldırdı ve koşar adım, onlara doğru yaklaştı. Jack hâlâ onu izliyordu; Bekçi Bond’un önerilerine saygılar. Ama bu kaçığın üzerine tırmanmasına kesinlikle izin vermeyecekti. Havaya kaldırılmış parmak, Jack’in burnunun otuz santim ötesinde durdu ve adamın karanlık gözleri, yüzünü taradı.

Sonra gözlerini kaçırdı, ağzını aniden kapattı. Hızla arkasını dönerek hâlâ havada olduğu halde, bornozunun etekleri uçuşarak tekrar onlara doğru ilerledi.

Neydi bu, diye düşündü Jack. Yanlış otobüs müydü?

Judy Marshall hiç kıpırdamamıştı. Telaşla yanından geçen adamı durduğunda gürültülü bir şekilde alıp verdiği nefeslerini ve hızla uzaklaşmasın yeri olmuş olmalıydı ama bol, yeşil bornozu içindeki sırtı hâlâ dikti ve hâlâ aynı hali koruyan başı, karşı tarafa dönüktü. Etrafındaki her şeyden soyutlanmış girdi. Eğer saçları yıkanmış ve taranmış bir halde, üzerine düzgün kıyafetler dikmiş olsaydı ve yanı başında bir bavul dursaydı, tıpkı istasyondaki bir banktan trenin kalkış saatini bekleyen bir kadın gibi görünecekti.

Jack, daha Judy Marshall’ın yüzünü görüp onunla tek kelime konuşma dan ondaki bu ayrılık havasını hissetmişti. Yolculukların başladığını, olası bir başka yerin varlığının ipucunu yakalamıştı.

“Ona geldiğimizi söyleyeyim,” diye fısıldayan Fred, eğilerek bankın etrafından dolaştı ve karısının önünde diz çöktü. Kadının başı, kocasının yakışıklı yüzünde yanan üzüntü, aşk ve endişe ifadelerinin karışımına cevap verircesine hafifçe eğildi. Altın tellerle karışık koyu sarı saçlar, Judy Marshall’ın kafatasının küçük bir kız çocuğunu andıran kıvrımlarını kaplıyordu. Çeşitli renk tonlarındaki düzinelerce tel, kulağının arkasında örümcek ağına benzer bir düğüm halini almıştı.

“Kendini nasıl hissediyorsun, tatlım?” diye yumuşak bir sesle sordu Fred karısına.

“Eğlenmeyi başarabiliyorum,” dedi kadın. “Biliyorsun, hayatım, burada bir süre kalmalıyım. Başhemşirenin, aklımı tamamen kaçırmış olduğuma dair hiçbir şüphesi yok. Böyle düşünmekte de haklı değil mi?”

“Jack Sawyer burada. Onu görmek ister miydin?”

Judy elini uzattı ve kocasının dizini okşadı. “Bay Sawyer’a öne çıkmasını söyle ve sen de yanıma otur, Fred.”

Jack zaten, gözleri Judy Marshall’ın tekrar dikleşmiş ama arkaya dönmeyen başı üzerinde olduğu halde ön tarafa doğru ilerliyordu. Hâlâ bir dizi üzerine çökmüş halde duran Fred, karısının elini, avuçlarının arasına almış, öpmeye niyetliymiş gibi tutuyordu. Kraliçesinin önünde diz çökmüş aşk ile yanıp tutuşan bir şövalyeye benziyordu. Karısının elini yanağına bastırdığı sırada kadının parmak uçlarındaki sargı bezlerini gördü. Judy’nin elmacık kemikleri görüş alanına girdi, sonra ciddi ifadeli, gülümsemeyen ağzı; ve ardından, ilk buzların kırılmasını andıran keskin profili gözlerinin önünde belirdi. Bir işlemeli akik ya da madeni para üzerinde görülebilecek, kraliçelere özgü, mükemmel bir profildi: dudaklarının hafifçe yukarı dönük kıvrımı, burunun bir heykeltıraşın elinden çıkmışçasına düzgün çıkıntısı, çenesinin ölgün hatları, her açı, mükemmel, hassas, garip bir şekilde tanıdık bir uyumla birini tamamlıyordu.

Bu beklenmedik güzellik, Jack’i sersemletti; bir anlığına, yoğun bir nostalji hissiyle, gözlerinin önünde, beyninin çağrıştırdığı bir başka yüz canlandı. Trace Keily’nin yüzü mü? Catherine Deneuve mü? Hayır, ikisi de değildi; Judy Marshall’ın ona hatırlattığı kişiyle henüz karşılaşmadığını anladı.

Sonra bu garip an geçti: Fred ayağa kalktı, Judy’nin profilinin kraliyet ailelerine özgü havası, minderli bankta yanına oturan kocasına bakarken bozuldu ve Jack, az önce hissettiklerini bir saçmalık olarak nitelendirdi.

Gözlerini, Jack önünde ayakta durana dek kaldırmamıştı. Saçları donuk ve karışıktı; hastanenin verdiği bornozun içine eski, mavi, dantelli, rüküş görüntülü bir gecelik giymişti. Bu olumsuzluklara rağmen Judy Marshall, göz göze geldikleri anda onu esir almıştı.

Göz sinirlerinde belirmeye başlayan bir elektrik akımı, nabız gibi atarak tüm vücuduna yayılıyordu. Çaresizce, Judy Marshall’ın, hayatında gördüğü en çarpıcı kadın olduğunu kabul etti. Ona verdiği tepkinin şiddetiyle ayaklarının yerden kesileceğinden ve -daha da kötüsü!- onun, içine düştüğü durumu anlayıp bir aptal olduğunu düşüneceğinden korktu. Onun karşısında aptal durumuna düşmeyi kesinlikle istemezdi. Kendi çaplarında ne kadar muhteşem olsalar da Brooke Greer, Claire Evinrude ve lliana Tedesco, onun yanında, Cadılar Bayramı kostümleri içindeki küçük kızlar gibi kalırdı. Judy Marshall, eski aşklarını bir rafa koymuştu; onların kaprisli ve kuruntulu, ellerini huzursuzca ovuşturan, yüzlerce güvensizlikle akılları karışmış birer kadın olarak görünmelerine neden oluyordu. Judy’nin güzelliği, sadece aynadan yansıyanlardan ibaret değildi, onun güzelliği, nefes kesen bir basitlikle, dosdoğru iç varlığından yayılıyordu: görülebilen kısmı, derinliklerinde yatan çok daha muhteşem, daha etraflı, parlak ve etkileyici cevherin sadece çok küçük bir parçasıydı.

Jack iyi kalpli, anlayışlı Fred Marshall’ın bu muhteşem kadınla evlenecek kadar şanslı olduğuna inanmakta güçlük çekiyordu. Karısının ne kadar harika,

ne müthiş biri olduğunun farkında mıydı? Bekâr olsaydı, Jack onunla hemen o an evlenebilirdi. Galiba onu arkadan gördüğü anda Judy Marshall’a aşık olmuştu.

Ama ona âşık olması mümkün değildi. O, Fred Marshall’ın karısı ve o çoğunun annesiydi. Onsuz bir hayatı kabullenmesi gerekiyordu.

Judy içinden titreşen bir ses dalgası gibi geçen kısa bir cümle söyledi. Jack bir özür mırıldanarak ona doğru biraz eğildiğinde, gülümseyerek, oturmalarını istercesine ön tarafı işaret etti. Jack, kadının önünde yere çöktü ve bağdaş kurdu, hâlâ onu görmenin üzerinde yarattığı ilk şokun etkisi altındaydı.

Judy’nin yüzü, muhteşem bir şekilde duyguyla yüklendi. Jack’e ne olduğunu tam olarak anlamıştı ve bir mahzuru yoktu. Bu yüzden Jack hakkındaki düşüncelerinde bir olumsuzluk olmamıştı. Jack bir soru sormak için ağzını aç. ti. Sorunun ne olacağı hakkında hiçbir fikri yoktu ama mutlaka sormalıydı. Sorunun şekli ve içeriği önemli değildi. En aptalca olanına bile razıydı, o harika yüze bakarak orada öylece oturmaya devam edemezdi.

Konuşmadan önce, gerçekler birbiri ardına gözlerinin önünde kendini gösterdi ve Judy Marshall, bir anda yorgun görünen, otuzlu yaşların ortalarında, saçları düzensizce birbirine girmiş, gözlerinin altı morarmış, kilit altında tutulduğu akıl hastalıkları koğuşundaki bir banktan ona bakan bir kadın halini aldı. Buna Jack’in aklının başına gelmesi denebilirdi ama o, bunun ilk karşılaşmalarını Jack için kolaylaştırmak adına Judy Marshall tarafından yapılmış bir numara olduğu gibi farklı bir hisse kapılmıştı.

Ağzından dökülen sözler, en az korktuğu kadar sıradandı. Jack, onunla tanıştığına memnun olduğunu söyleyen kendi sesini dinledi.

“Ben de sizinle tanıştığıma memnun oldum, Bay Sawyer. Hakkınızda birçok harika şey duydum.”

Jack az önceki anın büyüklüğünü fark edip etmediğine dair yüzünde bir işaret aradı ama tek gördüğü, sıcak bir gülümsemeydi. O şartlar altında bu yeterli bir işaret gibi göründü. “Nasılsınız?” diye sordu dengesine biraz daha kavuşarak.


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin