“Çevredekilere alışmak biraz zaman alıyor, ama bu insanlar yollarını kaybetmişler ve bir türlü geri dönememişler, aslında hepsi bu. içlerinden bazıları çok zeki. Burada, kilise grubumda ya da okul aile grubumda olanlardan çok daha ilginç sohbetler yaptım. Belki de D Koğuşu’na daha önce gelmeliydim! Burada olmak, bazı şeyleri öğrenmeme yardımcı oldu.”
“Ne gibi?”
“Örneğin birinin kaybolması için birçok farklı yol var ve kaybolmak, aslında kimsenin kabul etmek istemeyeceği kadar kolay. Buradaki insanlar duygularını saklayamıyorlar ve çoğu da korkularıyla başa çıkabilmenin yollarını bulamamış-”
“Korkularla nasıl başa çıkılabilir?”
“Onları kabullenip yüzleşmekle elbette! Sadece kayboldum ve nasıl geri döneceğimi bilmiyorum demek yerine, aynı yönde hiç durmadan ilerleyerek. Daha fazla kaybolana dek hiç durmadan bir ayağı diğerinin önüne atarak. Bunu herkesin bilmesi gerekir. Özellikle de siz, Jack Sawyer.”
“Özel...” Sorusunu soramadan yaşlı, kırışık yüzlü, tatlı bir kadın yanında belirdi ve omzuna dokundu.
“Affedersiniz.” Bir çocuğun utangaçlığıyla çenesini boynuna doğru çekti. “Size bir soru sormak istiyorum. Siz benim babam mısınız?”
Jack, kadına gülümsedi. “Önce ben sana bir soru sorayım, ismin Estelle Packard mı?”
Yaşlı kadın, gözleri parlayarak başını salladı.
“Öyleyse evet, ben senin babanım.”
Estelle Packard, ellerini ağzı önünde kavuşturdu, başını öne eğdi ve mutlulukla ışıldayarak geriledi. Dört beş metre kadar uzaklaştıktan sonra Jack’e el salladı ve dönüp neşeyle uzaklaştı.
Jack, tekrar Judy Marshall’a döndüğünde, kadının sıradanlık maskesini hafifçe sıyırmış ve müthiş ruhunun küçük bir bölümünü,ortaya çıkarmış gibi göründüğünü düşündü. “Siz iyi bir adamsınız, değil mi, Jack Sawyer? Bunu ilk bakışta anlayamazdım. Aynı zamanda iyi kalpli ve çekicisiniz, ama cazibe, incelik her zaman bir arada bulunmayabiliyor. Hakkınızda size birkaç şey daha anlatmamı ister miydiniz?”
Jack, karısının elini tutan ve gülümseyen Fred’e baktı. “Aklınızdan geçen her şeyi söylemenizi isterim.”
“Bazı şeyler var ki hiçbir şart altında söyleyemezmişim gibi geliyor ama onları siz de duyabilirsiniz. Şunu diyebilirim ki, yakışıklılığınız kibre yol açmamış. Sığ değilsiniz ve bunun onunla bir ilgisi olabilir. Genel olarak çok iyi yetiştirilmiş olduğunuzu söyleyebilirim. Sanırım harika bir anneniz vardı. Yanılmıyorum, değil mi?”
Jack bu beklenmedik öngörüden etkilenerek güldü. “Belli olduğunu bilmiyordum.”
“Nereden anlaşıldığını, biliyor musunuz? Diğer insanlara davranışı Buradaki insanların sadece filmlerde görebileceği bir geçmişiniz olduğuna eminim, ama geçmişinizi yaşadığınız yer, yaşayışınıza, düşünce tarzınıza etki etmemiş. Bizi cahil, basit taşralılar olarak görmediğinizi biliyorum ve bu yüzden size güvenebileceğimi biliyorum. Annenizin sizi çok iyi yetiştirdiği açıkça belli oluyor. Ben de iyi bir anneydim, en azından öyle olmaya çalışıyordum. Simdi neden bahsettiğimi biliyorum. Görebiliyorum.”
“İyi bir anneydim dediniz. Neden geçmiş...”
“...zaman kullanarak mı söylerdim? Çünkü daha öncesinden bahsediyordum.”
Fred’in gülümsemesi soldu ve yüzünde onu hastaymış gibi gösteren bir endişe ifadesi belirdi. “‘Öncesi’ demekle ne kastediyorsun?”
“Bay Sawyer biliyor olabilir,” diyerek Jack’e, cesaretlendirmek istercesine baktı.
“Üzgünüm, bildiğimi sanmıyorum,” dedi Jack.
“Yani kendimi burada bulup sonunda biraz düşünmeye başlamadan önce. Başıma gelenlerin beni aklımı kaçırtacak kadar korkutmayı bırakmasından önce içime bakıp hayatım boyunca hissettiklerimi inceleyebileceğimi fark etmeden önce. Yolculuk etmek için vaktimin olmasından önce. Sanırım hâlâ iyi bir anneyim ama artık aynı anne değilim.”
“Hayatım, lütfen,” dedi Fred. “Hâlâ aynısın, sadece bir tür kriz geçirdin, o kadar. Tyler’ı konuşsak iyi olacak.”
“Zaten onu konuşuyoruz. Bay Sawyer, 93. karayolunun büyük tepenin üzerine vardığı, Arden’ın yaklaşık iki kilometre güneyinde kalan yeri biliyor musunuz?”
“Bugün gördüm,” dedi Jack. “Fred gösterdi.”
“Birbiri ardına uzanan tüm o çiftlikleri de gördünüz mü? Ve ufukta sıralanan tepeleri?”
“Evet. Fred o manzarayı çok sevdiğinizi söylemişti.”
“Her zaman orada durup arabadan çıkmak isterim. O manzarayı her yönüyle seviyorum. Önünüzde kilometrelerce uzanır, sonra aniden sona erer ve daha ötesi görülmez olur. Ama gökyüzü uçsuz bucaksızdır, değil mi? Gökyüzü, dünyanın o tepeler ardında da devam ettiğinin bir göstergesidir. Yolculuk ederseniz, oraya ulaşabilirsiniz.”
“Evet, ulaşabilirsiniz.” Jack’in kollarındaki tüyler aniden diken diken olmuştu ve ensesinde garip bir karıncalanma belirmişti.
“Ben mi? Ben sadece aklımda yolculuk edebiliyorum, Bay Sawyer, ne yaşadığımı, bu deliler koğuşuna düşmesem hatırlayamazdım. Ama sizin gidebildiğinizi öğrendim, Bay Sawyer. Tepelerin ötesine.”
Jack’in ağzı kurudu. Fred Marshall’ın endişesinin giderek arttığını görebiliyor ve azaltmak için bir şey yapamıyordu. Aklına binlerce soru üşüşmüştü, ilkiyle başladı:
“Nasıl öğrendiniz? Ve neyi kastediyorsunuz?” Judy Marshall elini kocasının elleri arasından çekti ve Jack’e uzattı. Jack eliyle onunkini tuttu. Karşısındaki kadın o an kesinlikle sıradan görünmüştü. Bir deniz feneri, uzak bir uçurumda yanan şenlik ateşi gibi parlıyordu. “Diyelim ki... gece geç saatlerde ya da uzun zaman yalnız kaldığımda, biri bana bir şeyler fısıldardı. O kadar somut değildi, ama diyelim ki biri, kalın bir duvarın diğer tarafından konuşuyormuş gibi. Benim gibi, benim yaşımda bir kız. Sonra uyurdum ve sanki rüyamda o kızın yaşadığı yeri görürdüm. Oraya Uzaklar diyordum ve aynı bu dünya, Coulee Bölgesi gibiydi, ama daha parlak, daha temiz ve daha sihirliydi. Uzaklar’da, insanlar at arabaları kullanıyorlar ve büyük, beyaz çadırlarda yaşıyorlardı. Uzaklar’da uçan adamlar vardı.”
“Haklısınız,” dedi Jack. Fred, başını karısından çevirip acı dolu gözlerle, kuşkuyla Jack’e baktı. “Kulağa çılgınca geliyor ama karının söyledikleri doğru.”
“French Landing’de bu korkunç olaylar başladığı sıralarda Uzaklar’ı neredeyse tamamen unutmuştum. On iki ya da on üç yaşımdan beri orayı düşünmemiştim. Ama kötülükler bize yaklaştıkça, yani Ty, Fred ve beni tehdit etmeye başlayınca gördüğüm rüyalar kötüleşti ve hayatım gerçekliğini giderek kaybetti. Ne yaptığımın farkında olmadan kelimeler yazıyordum, çılgınca konuşuyordum, kendimi kaybediyordum. Uzaklar’ın bana bir şey anlatmaya çalıştığını anlamamıştım. O kız, yine duvarın ardından bana fısıldıyordu, ama artık büyümüştü ve korkudan neredeyse deliye dönmüştü.”
“Benim yardım edebileceğimi düşünmenize ne sebep oldu?”
“Sadece Kinderling’i yakaladığınız dönemde, resminiz gazetede çıktığında içimde beliren bir his. Resmi gördüğümde aklımdan geçen ilk düşünce, Uzakları biliyor, olmuştu. Nasıl olduğunu ya da sırf resme bakarak bunu nasıl ildiğimi düşünmedim; sadece bildiğinizi anladım. Sonra, Ty ortadan kaybolunca aklımı kaçırdım ve gözümü burada açtım. Buradaki insanların kafalarının içini görebilirsem D Koğuşu’nun Uzaklar’dan pek farkı olmayacağını düşündüm ve resminizi gördüğümü hatırladım. O an, yolculukları kavramaya başladım. Bugün bütün sabah, aklımda Uzaklar’ı gezdim. Görüyordum, duyuyordum. O inanılmaz havayı içime çekiyordum. Orada kanguru büyüklüğünde tavşanlar olduğunu biliyor muydunuz, Bay Sawyer? Sadece h bile insanı neşelendirip güldürebiliyor.”
Jack’in yüzünde geniş bir gülümseme belirdi ve tıpkı az önce yaptığı gibi Judy’nin elini öpmek ister gibi hafifçe eğildi.
Kadın nazik bir hareketle elini çekti. “Fred bana sizinle tanıştığını ve bize yardım ettiğinizi söylediğinde, burada bulunuşunuzun bir sebebinin olduğunu anladım.”
Judy Marshall’ın yaptıkları, Jack’i hayrete düşürüyordu. Hayatının en üzüntülü anında, oğlu kayıp ve kendi akli dengesi sarsıntıdayken tüm gücünü toplamak ve bunun sonucunda bir mucize gerçekleştirmek için anıtsal bir hafi mahareti göstermişti. Yolculuk etme kapasitesini kendi içinde bulmuştu. Göz altında tutulduğu bu koğuşta, bu dünyadan yarı yarıya uzaklaşıp, sadece çocukluğunda rüyalarında gördüğü ayrı bir dünyaya geçmeyi başarmıştı. Bu gizemli adımı atmasını sağlayan, kocasının daha önce tarif ettiği büyük cesaretten başka bir şey olamazdı.
“Bir zamanlar önemli bir şey yapmıştınız, değil mi?” diye sordu Judy. “Orada, Uzaklardaydınız ve bir şey yaptınız... muhteşem bir şey. Evet demenize gerek yok, çünkü cevabı içinizde görebiliyorum; o kadar belirgin ki. Ama evet dediğinizi duymam da gerekiyor, lütfen söyleyin.”
“Evet.”
“Ne yapmıştın?” diye sordu Fred. “Bu hayali ülkede mi? Nasıl evet diyebilirsin?”
“Bekle,” dedi Jack ona. “Daha sonra sana bir şey göstereceğim.” Ve tekrar önünde oturan olağandışı kadına döndü. Judy Marshall, içindeki anlayış, cesaret ve inançla ışıldıyordu; Jack’e yasak olmasına rağmen bu dünyada ya da bir başkasında, ömrünün sonuna dek sevebileceği tek kadınmış gibi görünüyordu.
“Siz de benim gibiydiniz,” dedi Judy Marshall. “O dünyayı tamamen unuttunuz ve bir polis, bir dedektif oldunuz. Aslında şimdiye kadar yaşamış en iyi dedektiflerden biri oldunuz. Neden polis olmayı seçtiğinizi hiç düşündünüz mü?”
“Sanırım bana en çekici gelen meslek oydu.”
“Peki bu meslekte sizi özellikle çeken neydi?”
“İnsanlara yardım etmek. Masum insanları korumak. Kötü adamları etkisiz hale getirmek. İlginç bir işti.”
“İşinize olan ilginizin hiçbir zaman bitmeyeceğini düşünüyordunuz, önünüze her zaman çözülecek yeni bir sorun, cevabını arayan yeni bir soru çıkacaktı.
Judy Marshall, Jack’in o ana dek varlığından haberdar olmadığı bamteline dokunmuştu.
“Harika bir dedektiftiniz, çünkü farkında olmasanız da bulmanız gereken, hayati önem taşıyan bir şey vardı ve onu arıyordunuz.”
Ben bir polisim, diyen sesi hatırladı Jack. Gecenin yarısında, kalın, çok,basmıştı. “Evet, doğru.”
Diğer duvarın diğer tarafından onunla konuşan kendi çocukluk sesi.
“Kendi ruhunuzun iyiliği adına bulmanız gereken bir şey.”
“Evet,” dedi Jack. Kadının sözleri, varlığının merkezine dek varmış, onu sarsarak gözlerinin yaşlarla dolmasına sebep olmuştu. “Hep o kayıp olanı bulmak istedim. Tüm hayatımı gizemli bir açıklama bulmak için çabalamakla geçirdim.”
Gözlerinin önünde bir film sahnesi kadar belirgin bir görüntü canlandı. Kocaman bir çadırın içindeki beyaz odada güzel ve dermansız bir kraliçe, ölüm döşeğinde yatıyordu ve hizmetçilerinin arasında, o zaman on iki yaşında olan kendisinden birkaç yaş genç gibi görünen küçük bir kız vardı.
“Siz de oraya Uzaklar mı diyordunuz?” ‘ “Ben Ötedünya adını vermiştim.” Bu sözleri yüksek sesle söyleyebilmek, içinde paylaşabileceği bir hazine olan sandığı sonunda açabilmek gibi bir şeydi.
“Güzel bir isim. Fred bunu anlayamayacaktır ama bu sabah, uzun yürüyüşümü yaparken oğlumun Uzaklar’da... yani sizin Ötedünya’nızda bir yerde olduğunu hissettim. Gözlerden uzak, gizli bir yerde. Büyük bir tehlike altında ama hâlâ hayatta ve herhangi bir zarar görmemiş. Bir hücrede. Yerde yatıyor. Ama hayatta. Zarar görmemiş. Sizce bunlar doğru olabilir mi, Bay Sawyer?”
“Bir dakika,” dedi Fred. “O şekilde hissettiğini biliyorum ve tüm kalbimle söylediklerine inanmak istiyorum, ama burada konuştuğumuz, gerçek dünya.”
“Bence çok sayıda gerçek dünya var,” dedi Jack. “Ve evet, Tyler’ın Uzaklar’da bir yerde olduğuna inanıyorum.”
“Onu kurtarabilir misiniz, Bay Sawyer? Geri getirebilir misiniz?”
“Biraz önce söylediğiniz gibi, Bayan Marshall,” dedi Jack. “Burada oluşumun bir sebebi olmalı.”
“Sawyer, bana her ne göstereceksen, umarım beni ikinizin bu konuşmalarından daha çok ikna eder,” dedi Fred. “Artık gitmemiz gerek. Bekçi geliyor.”
Fred Marshall hastanenin park yerinden çıkarken Jack’in kucağındaki siyah evrak çantasına kısaca baktı, ama hiçbir şey söylemedi. 93. karayoluna çıkana dek sessizliğini korudu, sonra, “Benimle geldiğine çok memnunum” dedi.
“Teşekkür ederim,” dedi Jack. “Ben de öyle.”
“Ne düşüneceğimi bilmiyorum, konuştuklarınız beni aşıyordu. Ama içerde neler olduğuna dair düşüncelerini dinlemek isterim. Sence görüşme iyi geçti mi?”
“Bence iyiden de iyiydi. Karın... onu nasıl tarif edeceğimi bilemiyorum Ne kadar muhteşem olduğunu düşündüğümü anlatmaya yetecek kelime yok.”
Fred başını salladı ve Jack’e kısaca baktı. “Anladığıma göre aklını kaçırmış olduğunu düşünmüyorsun.”
“Eğer bu çılgınlıksa, ben de onunla beraber çıldırmış olmak isterdim.”
Önlerinde uzanan iki şeritli karayolu, tepeye doğru yükselmeye başlamıştı. En tepede, masmavi, boyutsuz, uçsuz bucaksız gökyüzüne karışıyormuş gibi görünüyordu.
Fred ona bitkince baktı. “Ve onun bu... bu Uzaklar dediği yeri sen de gördüğünü söylüyorsun.”
“İnanması zor, biliyorum ama evet, gördüm.”
“Yalan dolan yok. Doğruyu söylediğine annenin mezarının üzerine yemin edebilir misin?”
“Annemin mezarı üzerine.”
“Oradaydın. Sadece bir rüyada da değil, gerçekten oradaydın, öyle mi?”
“On iki yaşında olduğum yaz.”
“Ben de oraya gidebilir miyim?”
“Muhtemelen hayır,” dedi Jack. Aslında bu doğru değildi, çünkü Jack onu götürdüğü takdirde Fred de Ötedünya’ya gidebilirdi, ama Jack bu kapıyı mümkün olduğunca kapalı tutmak istiyordu. Judy Marshall’ı diğer dünyaya götürdüğünü hayal edebiliyordu ama Fred’in durumu farklıydı. Judy ötedünya’ya bir seyahati çoktan hak etmişken Fred henüz öyle bir yerin varlığına bil inanmakta zorluk çekiyordu. Judy orada kendini evindeymişçesine rahat hissedebilirdi ama Fred, Jack’in yanında sürüklemek zorunda kalacağı bir gemi yok gibi olurdu. Tıpkı Richard Sloat gibi.
“Ben de öyle düşünmüştüm,” dedi Fred. “Senin için bir sakıncası yoksa aynı yerde bir mola vermek istiyorum.”
“İyi olur,” dedi Jack.
Fred dar yolun karşı tarafına geçerek arabayı yine çakılların üzerine park aldı. Ama sonra, arabadan inmek yerine, Jack’in kucağındaki evrak çantasını gösterdi. “Bana göstereceğin şey onun içinde mi?”
“Evet,” dedi Jack. “Aslında daha önce gösterecektim ama burada ilk durduğumuz zaman Judy’nin söyleyeceklerini beklemenin daha iyi olacağına karar verdim, iyi ki öyle yapmışım. Sana göstereceğim şeyi nereden bulduğuma dair şimdi az da olsa bir fikrin olduğu için daha anlamlı gelecektir.”
Jack evrak çantasını açtı, kapağını kaldırdı ve solgun, deri şeritli iç bölümünden o sabah bulduğu Brewers şapkasını çıkardı. “Şuna bir bak,” diyerek şapkayı yanındaki adama uzattı.
“Aman Tanrım,” dedi Fred Marshall şaşkınlıkla soluğunu tutarak. “Bu... olabilir mi? O mu?...” Şapkanın içine baktı, oğlunun ismini görünce gözleri iri-leşti. Tekrar Jack’e döndü. “Tyler’ın şapkası. Ulu Tanrım. Tyler’ın. Oh, Tanrım.” Şapkayı göğsüne bastırarak iki derin nefes aldı. Gözleri hâlâ Jack’in üzerindeydi. “Nereden buldun? Bulalı ne kadar oldu?”
“Bu sabah yolda buldum,” dedi Jack. “Karının Uzaklar, diye adlandırdığı yerde.”
Fred Marshall uzun bir iniltiyle arabanın kapısını açtı ve kendini dışarı attı. Jack ona yetiştiğinde, tepedeki düzlüğün en uç kısmında duruyor, şapkayı göğsüne bastırarak çiftliklerin oluşturduğu örtünün ötesindeki mavi-yeşil tepelere bakıyordu. Hızla dönüp Jack’e baktı. “Sence hâlâ hayatta mı?”
“Evet,” dedi Jack. “Hâlâ yaşadığına inanıyorum.”
“O dünyada,” diyerek tepeleri işaret etti Fred. Gözyaşları yanaklarından aşağı süzülmeye, dudakları titremeye başladı. “Judy’nin söylediğine göre oralarda bir yerde olan dünyada.”
“O dünyada.”
“O halde git ve onu bul!” diye bağırdı Fred. Yüzü gözyaşlarıyla parlıyordu. Elindeki beysbol şapkasıyla çılgınca ufku işaret etti. “Oraya git ve oğlumu geri getir, lanet olası! Ben yapamıyorum, bu yüzden sen yapmaya mecbursun.” Bir yumruk atacakmış gibi bir adım attı, sonra kollarını Jack Sawyer doladı ve hıçkırarak ağlamaya başladı.
Fred’in omuzlarının titremesi durup nefesi biraz düzene girdiğinde, “Elimden gelen her şeyi yapacağım,” dedi.
“Yapacağını biliyorum.” Geriledi ve yüzündeki yaşları sildi. “Sana öyle bağırdığım için özür dilerim. Bize yardım edeceğini biliyorum.”
İki adam dönüp arabaya doğru yürüdüler. Batıda, uzakta, solgun, bulutumsu bir grilik, nehir kenarını kaplamıştı.
“Nedir bu?” diye sordu Jack. ‘Yağmur mu geliyor?”
“Hayır, sis,” dedi Fred. “Mississippi’den geliyor.”
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Gecenin Ölüm Kıyısı
15
AKŞAM OLDUĞUNDA Coulee Bölgesi’nde hava sıcaklığı neredeyse on beş derece birden düşmüş, belirgin bir serinlik kendini hissettirmeye başlamıştı. Yıldırım sesleri duyulmuyor, şimşekler görülmüyordu, ama gökyüzünün rengi menekşeye dönmüş, sis çökmüştü. Nehirde doğan sis, Chase Caddesi’nin yokuşundan yukarı tırmanmış, önce olukları, sonra kaldırımları ve en sonunda da binaları kaplayarak çizgilerini belirsizleştirmişti. Baharda ve yaz aylarında oluşan bazı sisler gibi şekilleri tamamen yok etmiyordu, ama çevreyi böyle bulanıklaştırması her nasılsa daha da kötüydü; renkleri çalıyor, biçimleri yumuşatıyordu. Sis, sıradan olanların yabancı görünmesine neden oluyordu. Ve birde eski, martılarınkini hatırlatan, burnunuzdan beyninizin görüş mesafeniz kısaldığında, içinizi bir huzursuzluk sardığında canavarların varlığını kabul etmeye dünden razı parçasına doğru sinsi bir kararlılıkla ilerleyen koku vardı.
Apar topar Sumner Caddesi’ne çağrılan Debbi Anderson hâlâ görev başındaydı. Arnold “Çılgın Macar” Hrabowski ise rozeti alınarak -kovulmamış, açığa alınmıştı- evine gönderilmişti. Karısına birkaç sert soru sormayı planlıyordu (ve içinden bir ses alacağı cevapları bildiğini fısıldıyor, kendini daha da kötü hissetmesine neden oluyordu). Debbi kaşlarını çatmış, elinde kahve fincanıyla pencerenin yanında ayakta duruyordu.
“Bu hiç hoşuma gitmiyor,” dedi morali bozuk bir halde sessizce rapor yazmakta olan Bobby Dulac’a. “Lise yıllarımda televizyonda izlediğim Hamper filmlerini andırıyor.”
“Hammer filmleri mi?” diye sordu Bobby.
“Korku filmleri,” dedi Debbi, yoğunlaşan sisi izleyerek. “Çoğu Dracula ve Karındeşen Jack hakkındaydı.”
“Karındeşen Jack hakkında hiçbir şey duymak istediğimi sanmıyorum Debster,” diyen Bobby raporunu yazmaya kaldığı yerden devam etti.
Bay Rajan Patel, 7-Eleven’ın otoparkında, telefonun yanında ayakta duruyordu (hâlâ sarı polis bantlarıyla çevrili olan telefonun ne zaman tekrar kullanılabileceğini bize söyleyemiyordu). Bakışları, devasa bir kâse krem içinden yükseliyormuş gibi görünen kasabaya çevrilmişti. Chase Caddesi boyunca sıralanan binalar, bu kâseye doğru iniyordu. Chase’in en alçak bölümündeki binalar, ancak ikinci kattan itibaren seçilebiliyordu.
“Eğer orada bir yerdeyse,” dedi Bay Patel kendi kendine yumuşak bir sesle. “Bu gece, istediklerini yapması için ideal bir ortam bulacak.”
Kollarını göğsünde kavuşturdu ve titredi.
Şaşırtıcıydı ama, Dale Gilbertson evindeydi. Dünyanın sonu gelse bile akşam yemeğini oturup karısı ve oğluyla yemeye kararlıydı. Çalışma odasından çıktı (son yirmi dakikadır Wisconsin Eyalet Polisi Memur Jeff Black ile, bağırmamak için kontrolünün her zerresini kullanmak zorunda kaldığı bir telefon görüşmesi yapıyordu) ve karısının pencerenin yanında ayakta durmuş, dışarı-yi seyrettiğini gördü. Pozu tıpkı Debbi Anderson gibiydi, aralarındaki tek fark, elindekinin kahve fincanı değil, şarap kadehi olmasıydı, ikisinin de kaşları benzer şekilde çatılmıştı.
“Nehir sisi,” dedi Sarah huzursuzca. “Kasvetli, sinsi bir hava. Dışarda bir yerdeyse...”
Dale elini ona doğru kaldırdı. “Sakın söyleme. Aklından bile geçirme.”
Ama kendilerini aynı konuyu düşünmekten alamadıklarını biliyordu. French Landing’in caddeleri -French Landing’in sisli caddeleri- şimdi tamamen ıssızdı; mağazalarda alışveriş yapan, kaldırımlarda aylakça dolaşan, parklarda vakit geçiren kimse yoktu. Özellikle de çocuklar görünmüyordu. Anne babalar onları evden dışarı salmayacaktı elbette, iyi ebeveynliğin bir kuraldan ziyade istisna olduğu Nailhouse Row’da bile anne babalar, çocuklarının evlerinde olmasını tercih ediyorlardı.
“Söylemeyeceğim,” dedi Sarah. “Hiç olmazsa o kadarını yapabilirim.”
‘Yemekte ne var?”
“Güveçte tavuk kulağa nasıl geliyor?”
Başka zaman olsa bir temmuz akşamında böyle sıcak bir yemek fikri çok berbat bir seçim gibi gelebilirdi, ama sisin tüm yoğunluğuyla çöktüğü o akşam için ideal görünüyordu. Karısının yanına gidip ona sarıldı. “Harika. Ve sofraya ne kadar erken oturursak o kadar iyi.”
Sarah hayal kırıklığıyla arkasını döndü. “İşe geri mi döneceksin?” „Aslında yetki Brown ve Black’teyken yapmamam gere...” su aptallar!” dedi Sarah. “Onlardan hiç hoşlanmamıştım.” Dale gülümsedi. Sarah’nın hayatını nasıl kazandığına hiçbir zaman aldırmadığı düşünüldüğünde bu öfke dolu tepkisi ve sadakati daha da dokunaklı oluyordu. Ve o akşam, aynı zamanda hayati önem taşıyordu. Arnold Hraski’nin açığa alınmasıyla son bulan o gün, polislik kariyerindeki en acı - olmuştu- Dale, Arnie’nin kısa süre sonra tekrar görev başına döneceğine inandığını biliyordu. İşin kötüsü, Arnie’nin haklı olabileceğiydi. Olayların gidişatı göz önüne alınırsa Dale’in, beceriksizliğin mükemmel bir örneği olan Çilin Macar gibilerine bile ihtiyacı olabilirdi.
“Her neyse, geri dönmek için kendimi zorunlu hissetmemem gerek ama...”
“İçinde bir his var.”
“Evet.”
“İyi mi kötü mü?” Kocasının içgüdülerine saygı duyardı.
“İkisi de,” dedi Dale. Sonra açıklama yapmadan ve Sarah’nın daha fazla soru sormasına fırsat vermeden, “Dave nerede?” diye sordu. “Mutfakta, pastel boyalarıyla masanın başında.”
Altı yaşındaki küçük David Gilbertson’un boyalarla arasında şiddetli bir aşk ilişkisi vardı. Okul kapandığından beri iki kutu bitirmişti. Dale ve Sarah’nın sadece geceleri uyumadan önce yan yana yatarken birbirlerine dile getirdikleri umutlan, gerçek bir sanatçı yetiştiriyor olabilecekleriydi. Sarah bir keresinde, onun için geleceğin Norman Rockwell’i demişti. Dale -Jack’in tuhaf ve harika resimlerini asmaya yardımcı olan Dale- oğlu için daha büyük umutlar besliyordu. Öyle büyüklerdi ki, ışıklar söndükten sonra karısıyla paylaştığı yatakta bile kelimelere dökemiyordu.
Dale elinde kendi şarap kadehiyle mutfağa girdi. “Ne resmi yapıyorsun, Dave? Ne...”
Olduğu yerde kaldı. Pastel boyalar öylece bırakılmıştı. Resim -yarısı tamamlanmış, uçan bir fincan tabağı ya da belki yuvarlak bir sehpanın resmi-masanın üzerinde terk edilmiş duruyordu. Arka kapı açıktı.
David’in bahçedeki salıncağını yutan beyazlığa bakan Dale’in kalp atışları duyduğu dehşetle arttı, boğazına bir yumru oturdu ve nefes almakta güçlük çekmeye başladı. Irma Freneau’nun cesedinin kokusu bir anda genzini doldurdu; çiğ, çürümüş etin o korkunç kokusu. Ailesinin sihirli, korunaklı bir çemberde yaşadığına dair inancı -başkalarının başına gelebilir ama bizim başımıza asla- artık yok olmuştu. Yerini katı, vurucu bir gerçek almıştı: David yok!
Balıkçı onu kandırıp evden çıkarmış ve sisin içine çekip götürmüştü. Dale Balıkçı’nın suratındaki sırıtışı görebiliyordu. Eldivenli elin -sarıydı- oğlunun fırlamış, korku dolu gözlerini değil, ağzını kapattığını görebiliyordu.
Bilinen dünyanın dışında, sisin derinliğinde.
David.
Kemiksiz ve hissizmiş gibi gelen bacaklarıyla mutfakta ilerledi. Şarap kadehini masanın üzerine koydu. Bir pastel boyanın üzerine koyduğu kadeh devrildi ve şarap, korkunç bir kan gölü gibi görünerek David’in yarısı tamamlanmış resmi üzerine döküldü, ama Dale bu olanların farkında değildi. Kapıya varmıştı. Ciğerlerinin tüm gücüyle bağırmak istemesine rağmen sesi güçsüz cansız bir iç çekiş gibi çıktı: “David?... Dave?”
Binlerce yılmış gibi uzun süren bir dakika boyunca hiçbir şey olmadı Sonra nemli çimler üzerinde koşan ayakların çıkardığı yumuşak sesleri duydu. Kot pantolon ve kırmızı şeritli bir tişört, koyulaşan çorbanın içinde belirginleşti. Bir an sonra oğlunun güzel, gülümseyen yüzünü ve sarı saçlarını gördü.
“Baba! Babacığım! Sisin içinde koşuyordum! Tıpkı bir bulutun içinde olmak gibi!”
Dale onu yakalayıp havaya kaldırdı. Bir an, içinde kör edici, kötü bir dürtü yükseldi ve onu bu kadar korkuttuğu için çocuğu tokatlamak, canını yakmak istedi. Ama bu istek, belirdiği hızla yok oldu. David’i öptü.
Dostları ilə paylaş: |