Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə29/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   25   26   27   28   29   30   31   32   ...   58

“Biliyorum,” dedi. “Çok eğlenceli olmalı ama artık içeri girmenin zamanı geldi.”

“Neden, baba?”

“Çünkü bazen küçük çocuklar sisin içinde kaybolabilirler,” dedi beyazlığa bakarak. Bahçe masasını görebiliyordu, ama bir hayalet gibiydi; daha önce binlerce kez görmüş olmasa neye baktığını anlayamazdı. Oğlunu tekrar öptü. “Bazen küçük çocuklar kaybolur,” diye tekrarladı.

Eski veya yeni birçok dostu kontrol edebilirdik. Jack ve Fred Marshall, Arden’dan dönmüşlerdi (Centralia’da yanlarından geçtikleri sırada ikisi de Gertie’nin Mutfağı’nda durup yemek yemeyi teklif etmemişti) ve ikisi de şimdi bomboş evlerindeydiler. Fred, French Landing’e dönüşte oğlunun beysbol şapkasını bir an için bile elinden bırakmamış, onsuz dengesini koruyamazmış gibi sürekli elinde tutmuştu. Boş oturma odasında, mikrodalga fırında ısıttığı yemeğini yerken televizyondaki akşam haberlerini izlediği şu an bile şapka elindeydi.

Elbette o akşam haberlerin ana konusu, Irma Freneau’ydu. Ed’in Abur Cuburları’nda çekilen görüntülerden Holiday Karavan Parkı’ndan daha önce edilmiş bir habere geçtiklerinde Fred uzaktan kumandayı eline aldı. Kamera özellikle eski püskü bir karavanın üzerinde odaklanmıştı. İki beton blok 8zerine konmuş üç tahtadan oluşmuş yükseltinin yanında, tozlar içinde birkaç yapma lanetlenmiş çiçek vardı. “Burada, French Landing’in dış mahallelerinden birinde, Irma Freneau’nun yaslı annesi inzivada,” dedi ekranda beliren muhabir, “Bekâr annenin bu akşam hissettiklerini ancak hayal edebiliriz.” Muhabir, Wendell Green’den daha güzeldi, ama o da etrafına aynı aşırı, sağlıksız heyecanı yayıyordu.

Fred uzaktan kumandanın kapama düğmesine bastı ve homurdandı. “Neden zavallı kadını rahat bırakmıyorsunuz?” Kucağındaki tepsiye baktı. Birden iştahını kaybetmişti.

Tyler’ın şapkasını yavaşça kaldırdı ve başına koydu. Küçük gelmişti. Fred bir an için arkadaki plastik bandı gevşetmeyi düşündü. Bu fikir onu şok etti. Ya oğlunun ölmesi için tek gereken hareket oysa? Tek bir basit, ölümcül ayar değişikliği? Bu düşünce ona hem çok saçma, hem de tartışılamaz derecede kesin geliyordu. Böyle devam ederse yakında karısı... ya da Sawyer gibi olacaktı. Sawyer’a güvenmek, şapkanın ayarını değiştirdiği takdirde oğlunun öleceğine inanmak kadar çılgıncaydı... ama her ikisine de inancı vardı. Çatalını aldı ve yemeye devam etti. Tyler’ın şapkası, hâlâ başında, eğreti bir şekilde duruyordu.

Beezer St. Pierre, kucağında açık duran ama okumadığı bir kitap (William Blake’in şiirleriydi) ve üzerinde iç çamaşırlarıyla kanepede oturuyordu. Ayı Kız, diğer odada uyuyordu ve Beezer, içinden yükselen, motosikletine atlayıp Sand Bar’a giderek beş yıldır elini sürmediği melek tozuyla kafayı iyice bulma isteğiyle boğuşuyordu. Amy’nin ölümünden beri bu istekle her gün savaşıyordu ve galip gelmesinin tek nedeni, şeytan tozuna bulaşırsa Balıkçı’yı yakalayamama -ve hak ettiği gibi cezalandıramama- kaygısıydı.

Henry Leyden, başında bir çift büyük Akai kulaklıkla stüdyosunda oturuş, Warren Vache, John Bunch ve Phil Flanigan üçlüsünden “I Remember April’ı”• dinliyordu. Sisin, Ed’in Abur Cuburları’ndaki havaya benzeyen kokusunu, duvarların ardından bile alabiliyordu. Jack’in hastaneye, D Koğuşu’na yaptığı ziyaretin nasıl geçtiğini merak ediyordu. Ve son zamanlarda (özellikle Maxton’daki festival gününden beri ama Henry bunun bilincinde değildi) her zamankinden yakın gibi görünen karısını düşünüyordu. Yakın ve sesi terk etmiş karısını.

Evet, biri hariç, tüm dostlarımızın nerede olduğunu ve neler yaptığını görebiliyorduk. Charles Burnside, Maxton’daki dinlenme salonunda (duvara sabitlenmiş eski renkli televizyonda, Aile Bağları’nın eski bir bölümü oynuyor, akşamın erken saatlerinde atıştıracak yiyeceklerin bulunduğu yemek salon da ve yeni, temiz çarşafların serili olduğu odasında (ama havada hâlâ hafif bir dışkı kokusu vardı) görünmüyordu. Ya banyoda? Hayır, orada da yoktu. Küçük su dökmek ve elini yıkamak için gelmiş olan Thorvald Thorvaldson’da başka kimse yoktu. Yalnızca göze bir tuhaflık çarpıyordu: bölmelerden birin de, yan yatmış renkli bir terlik vardı. Üzerindeki parlak sarı ve siyah şeritlerle dev bir balansı cesedine benziyordu. Ve evet, soldan ikinci bölmeydi Burny’nin en sevdiği.

Onu aramalı mıydık? Evet. Belki o hergelenin tam olarak nerede olduğunu bilememek bizi huzursuz ediyordu. Bu yüzden, bir rüya gibi sessiz, sisin içine, Chase Caddesi’nin alt kısmına doğru süzüldük. Zemin katı nehirden yükselen sisin içinde kaybolmuş ve soluklaşan ışıkta, eski selde yükselen suların duvarlarında bıraktığı solgun şeridin bir rengin fısıltısı gibi göründüğü Nelson Oteli karşımızda belirdi. Yan tarafında, o gün için artık kepenklerini indirmiş olan Wisconsin Ayakkabı Mağazası vardı. Diğer yanında ise çarpık bacaklı, yaşlı bir kadının (umurunuzdaysa ismi, Bertha Van Düsen idi), elleri şişko dizlerinin üzerinde yere eğilmiş, bir mide dolusu Kingsland birasını önündeki kaldırıma boşalttığı Lucky’nin Tavernası vardı. Bertha vitesi geçiremeyen acemi bir şoförün kullandığı araba gibi sesler çıkarıyordu. Nelson Oteli’nin kapısında, Bertha’nın tavernaya geri dönmesini ve sonra bira içinde yüzen yan sindirilmiş kokteyl parçacıklarını yemek için sabırla bekleyen, yaşlı bir kırma köpek oturuyordu. Lucky’nin Tavernası’ndan her kilometrede bir mezar taşının bulunduğu Hainesville Ormanları hakkında bir şarkı söyleyen “Ole Country One Eye”ın sesi yayılıyordu.

Nelson Oteli’ne girerken, köpek yerinden kımıldamadan, bize hırladı. Lobideki güve yemiş hayvan kafalarına -kurt, ayı, dağ keçisi ve cam gözlerinden biri düşmüş kel başlı bir bizon- boş kanepelere, sandalyelere, yaklaşık 1994’ten beri çalışmayan asansöre ve boş kayıt masasına baktık (Görevli bekçi ofiste, ayaklarını boş bir dosya dolabının çekmecesinin üzerine people dergisi okuyor ve aynı zamanda burnunu karıştırıyordu) Nehir - daima nehir gibi kokardı -binanın gözeneklerine işlemişti- ama o aksam koku, her zamankinden de ağırdı. Aklımıza kötü fikirler, iflas etmiş yatırılmamış sahte çekler, bozulan sağlık, çalınan ofis malzemeleri, ödenmemiş borçlar, bos vaatler, cilt tümörleri, kaybedilmiş tutkular, ölü umutlar, ölü deri kik kemerler gelmesine neden olan bir kokuydu. Burası, daha önce gelişeniz, önünüzde başka hiçbir seçenek kalmasa bile gelmek istemeyeceğiniz türden bir yerdi. Burası, ailelerini yirmi yıl önce terk etmiş adamların dar yataklarda, idrar lekeli şilteler üzerinde öksürerek ve sigara içerek yattıkları bir verdi, izbe, eski barı (bir zamanlar orayı mesken edinen) yaşlı ayyaş Hover Dalrympie’un hemen hemen her cuma ve cumartesi gecesi içki partileri düzenlediği) hazirandan beri kasaba meclisinde oybirliğiyle alınan kararla kapalıydı. Dale Gilbertson yerel politik üst düzey yöneticilere, kendilerine Anal Üniversite Üçlüsü adını veren striptizcilerin küçük sahnede senkronize bir salatalık gösterisi yaptıkları video çekimini gösterdiğinde (French Landing Polis Teşkilatı kameramanı: Memur Tom Lund için bir alkış, lütfen) kapatılma kararının çıkması gecikmemişti. Ama Nelson Oteli’nin müşterilerinin bira içmek için fazla uzağa gitmelerine gerek yoktu, hemen yan kapıdan istediklerini alabiliyorlardı. Nelson’da ücretler haftalık ödenirdi. Odada elektrikli, küçük ocak tutulabilirdi, ama ancak izinle ve kablosu kontrolden geçtikten sonra. Nelson’da kimse fark etmeden ölünebilirdi ve duyulacak son ses, başınızın üzerinden bir başka çaresiz zavallının diğer dünyaya göçerken yatağının çıkardığı gıcırtı olabilirdi.

Cam kutusu içindeki eski yangın hortumunu geçip ilk kattan yukarı yükseldik, ikinci katta sağa dönerek (üzerinde sararan, ARIZALI yazısı olan paralı bir telefonun yanından geçtik), yükselmeye devam ettik. Üçüncü kata vardığımızda, nehir sisinin kokusuna, birinin küçük ocağı üzerinde ısınan tavuk çorbasının kokusu karışmıştı (kablosu, ya Morty Fine veya gündüz müdürü George Smith tarafından gerektiği gibi kontrol edilmişti).

Koku, 307 numaralı odadan geliyordu. Anahtar deliğinden girdiğimizde (Nelson’da asla kartlı kilitler olmamıştı ve asla olmayacaktı), karşımızda yetmiş yaşındaki, saçları dökülmüş, sıska, iyi huylu Andrew Railsback’i bulacaktık. Bir zamanlar Electrolux için elektrikli süpürgeler ve Sylvania için ev aletleri satmıştı ama o günler artık çok geride kalmıştı. Bunlar, onun altın yıllarıydı.

Onun Maxton için bir aday olduğunu düşünebilirdik, ama Andy & back orayı ve onun gibi yerleri biliyordu. Hiç ona göre değildi, teşekkürler! Çevresine uyumlu biriydi ama ne zaman yatağa gireceğinin, ne zaman uyuyacağının ya da ne zaman Early Times’dan bir yudum alabileceğinin söylenmesini istemezdi. Maxton’da arkadaşları vardı, onları sık sık ziyaret ederdi. Ara sırada dostumuz Chipper’ın parlak, sığ, yırtıcı gözleriyle karşılaşırdı. Bu zamanlarda Bay Maxton’ın, bir çıkarı olacağı takdirde bakımevindeki hastaların cesetlerini memnuniyetle yakıp sabuna çevirebilecek türde bir adama benzediğini düşündüğü olurdu.

Hayır, Andy Railsback için Nelson Oteli’nin üçüncü katı yeterince iyiydi. Küçük ocağı, likör şişesi, dört paket Bicycles’ı vardı ve canı sıkıldığında iskambil kâğıtlarıyla fal bakardı.

Bu akşam, Irving Throneberry’yi bir kâse çorba içip sohbet etmeyi planlayarak üç fincanlık Lipton çorba pişirmişti. Belki daha sonra Lucky’nin yerine gider birer bira içerlerdi. Çorbayı kontrol etti, kıvamına gelmiş olduğunu gördü, güzel kokulu buharı içine çekip başını salladı. Ayrıca çorbayla çok iyi g. den tuzlu krakerleri de vardı. Üst kata çıkıp Irv’ün kapısını çalma niyetiyle odasından ayrılmıştı ki koridorda gördükleriyle donakaldı.

Şekilsiz, mavi bir bornoz giymiş şüphe uyandıran bir telaşla yürüyen yaşlı bir adam koridorda uzaklaşıyordu. Bornozun altında adamın bir sazanın göbeği kadar beyaz olan, mavi damarlarla kaplı varisli bacakları görünüyordu. Sol ayağında, sarı-siyah şeritli dikkat çeken bir terlik vardı. Sağ ayağı çıplaktı Yeni dostumuz tam emin olamıyordu ama -adamın sırtı ona dönüktü- bornozlu adam, tanıdığı birine benzemiyordu.

Üçüncü katın koridorlarında hızla ilerleyen adam, bir yandan da kapı tokmaklarını kontrol ediyordu. Tıpkı bir gardiyan ya da bir hırsız, lanet olası bir hırsız gibi, her birini kısaca, sertçe çevirip bırakıyordu.

Evet. Adamın yaşlı olduğu kesindi -görünüşe bakılırsa Andy’den de yaşlıydı- ve yatağa girmek üzereymiş gibi giyinmişti ama Andy, adamın bir hırsız olduğundan neredeyse emin gibiydi. Adamın dışarıdan gelmemiş olma ihtimalini akla getiren çıplak ayağı bile bu kanının kuvvetinde herhangi bir azalmaya yol açmamıştı.

Andy seslenmek için ağzını açtı -Yardımcı olabilir miyim? Ya da birini mi aramıştınız?- ama sonra fikrini değiştirdi. Bu adamla ilgili içinde garip bir his vardı. Yabancının kapı tokmaklarını yoklarken yaptığı telaşlı hareketler bu tür hissin oluşmasına yardım etmişti, ama hepsi o kadar değildi. Kesinlikle değildi!

Ondaki karanlık ve tehlike hissiydi. Andy, yaşlı herifin bornozunun ceplerini karıştırmasını izliyordu. Adam cebinde silah taşıyor olabilirdi. Hırsızlar her zaman yanlarında silah taşımazlardı, ama...Yaşlı adam koridorun köşesini dönüp gözden kayboldu. Andy durumu gözden geçirerek olduğu yerde durdu. Odasında telefon olsaydı Morty Fine’ı uyarırdı ama ne yazık ki yoktu. O halde ne yapmalıydı?

Kendi içinde küçük bir tartışmanın ardından parmak uçlarında koridorun sonuna dek gidip etrafına bakındı. Burası, üç odanın olduğu bir bölümdü:

313 ve o kanatta o sırada kullanımda olan tek oda, en uçtaki 314’tü.

D14’teki adam bahardan beri oradaydı, ama Andy’nin adam hakkında neredeyse tek bildiği, ismiydi: George Potter. Andy hem Irv’e, hem Hoover

Dalrymple’a onu sormuştu, ama Hoover hiçbir şey bilmiyordu, Irv’ün bilgisi de ondan fazla değildi.

“Biliyor olmalısın,” diye karşı çıkmıştı Andy... bu konuşma mayıs sonu veya haziran başında, alt kattaki Buckhead Barı kapatıldığı sıralarda geçmişti. “Seni Lucky’nin yerinde onunla bira içerken gördüm.” Irv çalı gibi kaşlarından birini alaycı bir ifadeyle kaldırmıştı. “Beni onunla bira içerken gördün, öyle mi? Nesin sen?” diye tıslamıştı. “Kahrolası karım mı?”

“Söylemek istediğim, bir adamla bira içtiğinde onunla konuşur...”

“Genellikle biriyle bira içerken sohbet edilir. Ama bu adam konuşmaktan pek hoşlanmıyordu. Oturdum ve bir bira alıp düşüncelerimi kendi hallerine bıraktım. Sonra ona, ‘Bu sene Brewers hakkında ne düşünüyorsun?’ diye sordum. O da bana, ‘Geçen seneki gibi rezil olacaklar. Geceleri radiyomdan Clubs’ı dinleyebiliyorum...’“

“O şekilde mi söyledi? Radiyo mu?”

“Eh, ben o şekilde söylemediğime göre. Hiç benim radiyo dediğimi duydun mu? Ben de her normal insan gibi radyo derim. Anlattıklarımı dinleyecek misin dinlemeyecek misin?”

“Duymaya değer pek bir şey varmış gibi görünmüyor.”

“Aynen öyle, dostum. Bana, ‘Geceleri radyomdan Clubs’ı dinleyebiliyorum, o da bana yetiyor. Çocukken hep babamla Wrigley’ye giderdim,’ dedi. Bu şekilde Chicago’dan olduğunu öğrendim, ama başka hiçbir şey bildiğim yok.”

Üçüncü katın koridorundaki lanet olası hırsızı gördüğünde Andy’nin aklına ilk gelen, Potter olmuştu ama Bay George Kimseye-Bir-Şey-Anlatmam Potter, fasulye sırığı gibi, belki 1.95 boyunda, gri saçları hâlâ gür bir şekilde yerinde olan bir adamdı. Bir kurbağa gibi (zehirli bir kurbağa düşüncesi hemen Andy’nin aklında belirdi) omuzlarını çökertmiş olan Bay Tek-Terlik kadar uzun değildi.

Orada, diye düşündü Andy. Lanet olası hırsız, Potter’ın odasında ve Potter’ın çekmecelerini karıştırıyor, zulada para arıyor. Benim yaptığım gibi çorabın içine tıkıştırılmış elli ya da altmış papel. Veya belki Potter’ın radyosu çalıyordur. Kahrolası radyosunu.

Peki bundan ona neydi? Potter ile koridorda karşılaşıp medeni bir şekilde günaydın ya da iyi günler dediğinizde aldığınız karşılık, hiç de medeni olmayan bir homurtu olurdu. Başka bir deyişle, hırtın tekiydi. Onu Lucky’nin yerinde, otomatik plakçaların yanında, tek başına bira içerken görürdünüz. Andy, adamla bir şişe birayı paylaşabileceğini biliyordu -Irv’ün Potter’la yaşadığı küçük deneyim, bu kadarının olabileceğini göstermişti- ama yanında doğru düzgün bir sohbet olmadıktan sonra bu ne işe yarardı? Andrew Railsback neden kendini, karşısındakine evet, hayır ya da belki demeye bile tenezzül etmeyen yaşlı bir huysuz için bornoz giymiş zehirli bir kurbağanın gazabına uğrama tehlikesiyle karşı karşıya bıraksındı?

Eh...


Çünkü ne kadar berbat, kokuşmuş bir yer olursa olsun, burası onun eviydi. Sebep buydu. Çünkü, tek terlikli, yaşlı, kaçık bir piç kurusunun ortalıkta bırakılmış ya da kolayca alınabilecek bir radyo peşinde koşarak kapı tokmaklarını yokladığı bir yerde öylece sırtını dönüp uzaklaşamazdı. Çünkü bu telaşlı yaşlı heriften aldığı kötü hissin (torunları kötü titreşim derdi) muhtemelen hiçbir anlamı yoktu, sadece kendi kuruntusuydu. Çünkü...

Aniden Andy Railsback’in aklına tam hedefi vuramasa da gerçeğe çok yakın olan bir fikir geldi. Ya bu adam gerçekten dışarıdan gelmişse? Ya Maxton Bakım Merkezi’nden biriyse? O kadar da uzakta sayılmazdı ve Andy yaşlıların bazen akılları karışarak nerede olduklarını şaşırıp kaybolabildiklerini biliyordu. Normal şartlar altında o durumda biri hemen fark edilir ve bu kadar uzaklaşmasına fırsat kalmadan geri götürülürdü -üzerinde bir bornoz ve tel terlikle caddede gezen birinin fark edilmemesi biraz güçtü- ama o akşam çok yoğun bir sis vardı ve tüm caddeler bomboştu.

Kendine bir bak, dedi Andy kendisini kınayarak. Senden muhtemelen o yaş daha büyük ve beyin yerine fıstık ezmesi taşıyan bir adamcağızdan korkun dan neredeyse altına edecektin. Boş masanın önünden geçmiş olmalı -Fins’in yerinde olmasına kesinlikle imkân yok; muhtemelen ofiste bir dergi ya da romanlardan okuyordur- ve şimdi de lanet olası koridordaki her kapıyı kurcalayarak Maxton’daki odasını arıyor. Otoyoldaki bir sincap gibi, nerede olduğu hakkında hiçbir fikri yok. Herhalde Potter yan tarafta bir bira zıkkımlanıyordu.

En azından bu kısım doğru çıkacaktı) ve odasının kapısını kilitlemeyi unutmuştu (bunun doğru olmadığı,muhakkaktı).

(Hâlâ korkmasına rağmen Andy köşeyi döndü ve yavaşça aralık kapıya doğru yürüdü. Kalbi hızla atıyordu, çünkü beyninin bir yarısı, hâlâ yaşlı adamın tehlikeli olabileceğine inanıyordu. Yabancı adamın sırtına baktığı an içinde yer eden kötü his hâlâ onu terk etmemişti ama...

Yine de geri dönmedi. Tanrı yardımcısı olsun, ilerlemeye devam etti. “Bayım?” diye seslendi aralık duran kapıya vardığında. “Hey, bayım, galiba yanlış odaya geldiniz. Burası Bay Potter’ın odası. Sanırım...”

Durdu. Konuşmasının bir anlamı yoktu çünkü oda boştu. Bu nasıl olabilmişti?

Andy odadan çıkarak 312 ve 313’ün kapılarını kontrol etti. Tahmin ettiği gibi, ikisi de sıkıca kilitlenmişti. Bu olasılığı bir kenara attıktan sonra tekrar George Potter’ın odasına girdi ve dikkatle etrafını inceledi (merak kediyi öldürmüş, tatmin geri getirmişti). Potter’ın odası, kendisininkinden biraz daha büyüktü ama onun dışında pek bir fark yoktu: yüksek tavanlı kutu gibi bir odaydı (eski güzel günlerde tavanı, bir adamın rahatça ayakta durabileceği kadar yüksek yapıyorlardı, bu konuda haklarını vermek gerekirdi). Odanın ortasındaki tek kişilik eski yatak her an dağılacakmış gibi görünüyordu ama örtüleri düzeltilmişti. Yatağın başucundaki komodinin üzerinde bir şişe hap (daha sonra bunların Zoloft adında bir antidepresan olduğu anlaşılacaktı) ve bir kadının çerçeve içindeki fotoğrafı vardı. Andy kadının fazlasıyla çirkin olduğunu düşündü, ama Potter ona farklı gözle bakıyor olmalıydı. Ne de olsa resmi sabah uyandığında ilk, gece yatarken son gördüğü şey olabileceği bir yere koymuş-

“Potter?” diye seslendi Andy. “Kimse yok mu? Merhaba?” içinde aniden, arkasında birinin durduğuna dair bir his belirdi ve hızla döndü, yarı büzülmüş bir şekilde duruyordu. Dudakları gerilmiş, dişleri ortaya çıkmıştı. Bir eli, ineceğinden emin olduğu darbeye karşı bir kalkan oluşturabilme güdüsüyle yüzüne doğru yükselmişti... ama arkasında hiç kimse yoktu. Yoksa ana koridora dönen köşede dikilmiş o tarafı mı gözetliyordu? Hayır. Yabancı adamın telaşlı adımlarla köşeyi döndüğünü görmüştü. Tekrar ark geçmiş olmasına imkân yoktu... tabii bir sinek gibi tavanda yürümediyse.

Saçmaladığının farkında olmasına rağmen hem ana koridora dönen şeye, hem de tavana baktı. Elbette ne koridorda, ne de tavanda hiç kimse yoktu. Yıllarca sigara ve puro dumanına maruz kalarak sararmış, sıradan lekeli bir tavandı.

Radyo -ah, çok pardon, lütfen affedin, radiyo-, çalınmamış, pencerenin pervazında duruyordu. Lanet olası, çok da kaliteli bir parçaydı, Paul Harvey’nin öğle vakti programında sürekli bahsettiği bir Bose.

Radyonun arkasındaki kirli camın gerisinde yangın merdivenleri vardı

A-ha! diye düşündü Andy ve aceleyle pencereye yaklaştı. Kapalı olduğunu gördüğü an yüzündeki muzaffer ifade soldu ama yine de başını uzatıp baktı. Sisin içine doğru inen ıslak, siyah, kısa bir demir çıkıntı gördü. Ne mavi bornoz, ne de kel bir kafa vardı. Elbette olamazdı. Kapıları yoklayan yabancı adam, ancak yangın merdivene çıkıp sonra pencereyi kapatıp içerideki kilidi döndürecek sihirli bir numara yaptıysa o taraftan kaçmış olabilirdi.

Andy arkasına döndü ve düşünerek olduğu yerde bir süre durdu. Sonra dizleri üzerine çökerek yatağın altına baktı. Eski, teneke bir kül tablası, açılmamış bir paket Pall Malls sigarası ve üzerinde Kingsland arması olan, kullanılıp atılacak cinsten bir çakmaktan başka bir şey görünmüyordu. Ve bir de toz. Ellerini yıpranmış örtüye koyarak kalkmaya hazırlanmıştı ki gözleri gardırobun kapağına takıldı. Aralıktı.

“İşte oradasın,” dedi Andy kendi sesini duymakta zorlanarak.

Ayağa kalktı ve gardıroba yöneldi. Sis, Cari Sandburg’ün dediği gibi bir kedinin ayaklarıyla gelmiş olabilirdi ya da olmayabilirdi ama George Potter’ın odasında yürüyen Andy Railsback için bu tanım kesinlikle uygundu. Kalbi yine hızla çarpmaya başlamıştı, öyle ki, alnının ortasından geçen belirgin damar zonklamaya başlamıştı. Gördüğü adam gardırobun içindeydi. Mantık bunu emrediyordu. İçgüdüler çığlık çığlığa öyle olduğunu söylüyordu. Peki kapılan yoklayan sisin içinde kaybolup kendini Nelson Oteli’nde bulmuş, kafası karışık yaşlı bir adamsa neden Andy seslendiğinde ona cevap vermemişti? Neden saklanıyordu? Çünkü yaşlı olabilirdi ama kafası karışık değildi, sebep buydu. Kafası en az Andy’ninki kadar berraktı. Kapıları yoklayan, lanet olası hırsızın tekiydi ve gardırobun içindeydi. Belki elinde paspal mavi bornozunun cebinden çıkardığı bir bıçak vardı. Ya da dolabın içinden alıp bir silah haline dönüştürdüğü tel bir elbise askısı. Belki gözleri irileşmiş, parmakları bir pençeye dönüşmüş karanlığın içinde öylece duruyordu. Bu olasılıklar artık umurunda değildi. Onu korkutabilirdiniz elbette -ne de olsa Süper emekli bir pazarlamacıydı- ama korkuya yeterince gerilim eklerse- yeter ki basıncın kömürü elmasa dönüştürdüğü gibi, korkuyu öfkeye döndüğünü biliyordunuz. Ve şu anda, Andy korkudan çok öfke duyuyordu. Gardırobun son kulpunu tuttu. Parmakları kulpu sıkıca yakalamıştı. Bir nefes aldı...

Bir nefes daha... kendini katılaştırıyor, hazırlıyordu... torunlarının diyeceği gibi adam olarak kendini pompalıyordu... iyi şans getirmesi için son bir nefes aldı ve...

Alçak, gerilim dolu yarı homurtuya yarı ulumaya benzer bir sesle gardırobun kapısını tüm gücüyle çekti ve menteşeleri çatırdatarak sonuna kadar açtı. Ellerini yumruk haline sokup Zamanın Unuttuğu Spor Salonu’ndaki eski bir boksör gibi başını omuzları arasına çekti. “Çık dışarı, seni kahrolası...”

Hiç kimse yoktu. Dört gömlek, bir ceket, iki kravat ve üç çift pantolon, ölü deriler gibi asılı duruyorlardı. Kuzey Amerika’daki her otobüs terminalinden geçmiş gibi görünen yıpranmış, eski bir de bavul vardı. Başka hiçbir şey yoktu. Lanet olası hiçbir şey yoktu.

Ama vardı. Gömleklerin altında, yerde bir şey vardı. Birkaç şey. Neredeyse yarım düzine kadar bir şeyler vardı. Andy Railsback önce ne gördüğünü anlamadı ya da anlamak istemedi. Sonra gözünün ilettiği sinyaller beyninde bir anlam buldu, aklında şekil aldı, hafızasına kazındı ve Andy çığlık atmaya çalıştı. Yapamadı. Tekrar denedi ve ciğerlerinden belli belirsiz bir vızıltı yükseldi. Arkasına dönmek istedi ama onu da başaramadı. George Potter’ın geldiğinden emindi ve Potter onu orada bulursa Andy’nin hayatı sona ererdi. George Potter’ın, hakkında konuşmasına asla izin vermeyeceği bir şey görmüştü. Ama arkasına dönemiyordu. Çığlık atamıyordu. Gözlerini George Potter’ın dolabındaki sırdan alamıyordu.

Kıpırdayamıyordu.

Sis yüzünden karanlık, French Landing’e doğal olmayacak kadar erken Çöktü; saat daha altı buçuk bile değildi. Maxton Bakım Merkezi’nin bulanık, sarı ışıkları, denizde sakince ilerleyen bir yolcu gemisinin lambaları gibi görünüyordu. Tatlı Alice Weathers ve pek de tatlı olmayan Charles Burnside’ın yaşadığı Papatya bölümünde Pete Wexler, hem de Butch Yerxa, mesailerini bitince evlerine dönmüşlerdi. Masada şimdi Vera Hutchinson adında, geniş omuzlu, boyayla sarışın olmuş kadın vardı. Önündeki kitabın ismi, Çözüm-Bulmacalar’dı. Şu anda soldan sağa altıncı soruya bakıyordu: Örneğin e/d. On harf. İkinci harfi E, yedinci harfi L, son harfi R. Bu uzun olanlardan işaret ediyordu.

Tuvaletlerin olduğu bölümün kapısı savrularak açıldı. Başını kaldırdığında, üzerinde mavi bornozu ve ayağında büyük şişman balarılarıymış görünen sarı-siyah şeritli terlikler giymiş olan Charles Burnside’ın dışarı çıktığını gördü. Terlikleri hemen tanımıştı.

“Charlie?” diye seslenerek kurşunkalemini bulmaca kitabının arasına koydu ve kitabı kapattı.

Çenesi sarkmış, salyaları ağzının kenarlarından sallanan Charlie, sarsakça yürümeye devam etti. Hiç de hoş olmayan bir şekilde sırıtıyordu ama Ver-bunu umursamadı. Bu adamın pek çok tahtası eksik olabilirdi ama kalan tahtalar acımasızdı. Bazen konuştuğunda Charles Burnside’ın onu gerçekten duymadığını (ya da duyup da anlamadığını) düşünüyordu ama bazen anlamamış gibi numara yaptığından kesinlikle emindi. İçinde, bu kez de öyle olduğuna dair bir his vardı.

“Charlie, neden Elmer’ın arı terliklerini giydin? Biliyorsun onları Elmer’a torununun kızı vermişti.”

Yaşlı adam -bizim için Burny, Vera için Charlie- hiç aldırmadan sarsakça yürümeye devam etti. D18’e doğru ilerliyordu. Eğer yön değiştirmezse odasına varabilirdi.

“Charlie, dur.”

Charlie durdu. Papatya bölümünün başında, fişi çekilen bir makine gibi kaldı. Çenesi sarkıyordu. Ağzının kenarından aşağı süzülen salya sonunda sallandığı yerden ayrıldı ve garip, ama eğlenceli terliğin üzerinde ıslak bir nokta oluşturdu.


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   25   26   27   28   29   30   31   32   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin