Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə30/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   58

Vera yerinden kalktı, yaşlı adama yaklaştı ve önünde diz çöktü. Eğer bildiklerimizi bilseydi, muhtemelen savunmasız, beyaz ensesini kireçlenme yüzünden çarpılmış, ama hâlâ güçlü olan ellerin ulaşabileceği bir yerde tutmak için daha gönülsüz olurdu. Ama elbette bildiklerimizden haberi yoktu.

Vera, Burny’nin sol ayağındaki arı terliği tuttu. “Kaldır,” dedi.

Charles Burnside sağ ayağını kaldırdı.

“Oh, sersemlik etmeyi kes,” dedi Vera. “Diğerini.”

Burny diğer ayağını kadının terliği çekip almasına ancak yetecek kadar kaldırdı.

Simdi sağ ayağını.”

Ayaklarına bakan Vera’nın ne yaptığını görmediği Burny, penisini bol pijama altının önünden çıkararak kadının eğilmiş başına işiyormuş gibi yaptı. Sonra bayıldı. Aynı anda sağ ayağını kaldırdı ve kadın diğer terliği aldı. Vera başını tekrar kaldırdığında, Burny’nin buruşuk, eski aleti, tekrar ait olduğu yere dönmüştü. Kadının kafasına işemeyi ciddi olarak düşünmüştü, ama bu akşam yeterince yaramazlık yapmıştı. Bir küçük işi daha vardı ve onun ardından rüyalar ve hayaller diyarına gidecekti. Artık yaşlı bir canavardı. Dinlenmesi gerekiyordu. “Pekâlâ,” dedi Vera. “Terliklerden birinin neden diğerinden daha kirli olduğunu bana açıklayacak mısın?” Cevap gelmedi. Zaten Vera da pek beklemiyordu. “Tamam, güzel. Haydi şimdi odana ya da istersen dinlenme salonuna. Sanırım bu akşam mikrodalga fırında patlamış mısır ve jöle var. Neşeli Günler filmi gösterimde. Bu terlikleri ait oldukları yere götüreceğim ve senin aldığın ikimiz arasında bir sır olarak kalacak. Ama bir daha yaparsan seni rapor etmek zorunda kalacağım. Anlaştık mı?

Burny kıpırdamadan duruyordu... ama korkunç bir gülümseme, yüzündeki kırışıklıkları arttırıyordu. Gözlerinde parlak bir ışık vardı. Evet, anlaşmışlardı.

“Haydi, git,” dedi Vera. “Ve umarım içeride yerleri pisletmemişsindir, seni yaşlı akbaba.”

Aslında yine cevap beklemiyordu ama bu kez aldı. Burny’nin sesi alçaktı ama söyledikleri açık bir şekilde anlaşılıyordu. “Terbiyeli konuş ve diline hâkim ol, şişko kaltak, yoksa onu yerinden koparıp yerim.”

Kadın tokat yemiş gibi geriledi. Burny, iki elini yanına sarkıtmış sırıtarak kıpırdamadan duruyordu.

“Def ol buradan,” dedi Vera. “Yoksa seni gerçekten rapor ederim.” Gerçi bu hiçbir işe yaramazdı. Charlie, Maxton’un en gözde müşterilerinden biriydi, kaybedilmesi göze alınamazdı.

Charlie, yalınayak sarsakça yürümeye devam etti (Pete Wexler bu görüntüye Yaşlı Bokun Geçit Töreni diyordu). Sonra arkasına döndü. Bir lamba gibi Parlayan sulanmış gözleri kadına çevrildi. “Aradığın kelime, kedigiller. Garfield, bir kedidir. Anladın mı? Aptal inek.”

Ve tekrar koridorda ilerlemeye başladı. Vera ağzı bir karış açık yaşlı adabın arkasından bakakaldı. Çözmeye çalıştığı bulmaca tamamen aklından çıkmıştı.

Odasına gelen Burny yatağına uzandı ve belini ovuşturdu. Oradan aşağısını berbat bir ağrı kaplamıştı. Daha sonra şişko kaltağı çağırıp bir kağıt getirmesini isterdi. Ama şimdi bilincinin keskin kalması gerekiyordu. Ya -ufak birisi daha vardı.

“Buldum seni, Potter,” diye mırıldandı. “Sevgili... eski dost... Potsie”

Burny aslında kapı kollarını yoklatmıyordu (ama Andy Railsback hiçbir zaman bilemeyecekti). Yetmişlerin sonlarında Chicago’da çok kazançlı bir inşaat anlaşmasını elinden alan adamın varlığını algılamaya çalışıyor, South Side, White Sox’ın evi. Bir başka deyişle, Blacktown. Anlaşmada iyi para söz konusuydu, ağız sulandıracak türden bir anlaşmaydı ama ne olmuş tu? George “Lanet Olası” Potter daha önce davranmış, masa atlarından önemli miktarda paralar el değiştirmiş ve Charles Burnside (ya da o zamanlar hâla Carl Bierstone’du; hatırlamak güçtü) devre dışı bırakılmıştı.

Ama Burny, tüm bu yıllar boyunca hırsızın izini sürmüştü (Şey, aslında şahsen Burny değildi ama bu adamın güçlü dostları olduğunu artık anlamış, tık). Yaşlı Potsie -bir zamanlar sahip olduğu arkadaşları onu böyle çağırırlardı-doksanlı yıllarda, La Riviere’de iflas etmiş ve elinde avucunda ne varsa kaybetmişti. Ama bu, Burny için yeterince tatmin edici değildi. Potsie daha fazla cezalandırılmayı hak ediyordu ve o boktan herifin tesadüfen bu kasabanın bok çukurlarından birinde kalıyor olması, göz ardı edilemeyecek kadar güzel bir fırsattı. Burny’nin asıl amacında -kazanı sürekli karıştırmak için beyinsizce bir arzu, kötünün betere dönüşmesini temin etme- bir değişiklik olmamıştı, ama bu da aynı amaçlara hizmet edecekti zaten.

Böylece Jack’in çok iyi anlayacağı ve Judy Marshall’ın da sezdiği bir yöntemle Nelson’a bir yolculuk yapmış, yaşlı bir yarasa gibi Potsie’nin odasına girmişti. Andy Railsback’in arkasında olduğunu hissettiğinde elbette zevkten dört köşe olmuştu. Railsback onu bir başka isimsiz telefon zahmetinden kurtaracaktı ve doğruyu söylemek gerekirse Burny, tüm işi yapmaktan artık yorulmaya başlamıştı.

Tekrar konforlu odasındaydı (kireçlenme sorunu hariç). George Potter’ı aklından uzaklaştırıp Çağrı’ya başladı.

Charles Burnside’ın karanlığa dikilmiş gözleri, tüyler ürpertici bir şekilde parlamaya başladı. “Gorg,” dedi. “Gorg t’eelee. Dinnit a abbalah. Samman Tansy-Samman a montah a Irma. Dinnit a abbalah, Gorg. Dinnit a Ram Abbalah.”

Gorg. Gorg, gel. Abbalaha hizmet et. Tansy’yi bul. Irma’nın annesini bul! Abbalaha hizmet et, Gorg.

Kızıl Kral’a hizmet et.

Burny’nin gözleri kapandı. Yüzünde bir gülümsemeyle uykuya daldı. Ve gözkapaklarının altında gözleri hâlâ abajurlar gibi parlıyordu.

Randy Railsback paldır küldür içeri girdiğinde, Nelson Oteli’nin dergi okurken

uyumak üzere olan Gece Müdürü Morty Fine öylesine şaşırdı ki oturduğu sandalyeden düştü. Okuduğu dergi kucağından uçmuştu. “Tanrım, Andy, neredeyse kalbime indirecektin!” diye bağırdı Morty. “Hiç kapı çalmak, diye bir şey duymadın mı? Ya da en azından o lanet olası boğazını temizlemek aklına gelmedi mi?”

Andy bir karşılık vermedi ve Morty yaşlı adamın suratının kâğıt gibi bembeyaz olduğunu gördü. Belki kalp krizi geçiren oydu. Nelson Oteli’ndeki ilk kalp krizi vakası olmayacaktı.

“Polisi araman gerek,” dedi Andy. “Çok korkunçlar. Sevgili Tanrım, Morty, gördüğüm en korkunç resimler... Polaroidler... ve ah, bir an geri döneceğini sandım... her an dönebilirdi... ama gördüğüm an olduğum yerde dondum... ve ben... ben...”

“Sakin ol,” dedi Morty yaşlı adam için endişelenerek. “Neden bahsediyorsun?”

Andy derin bir nefes aldı ve kendini kontrol etmek için gözle görülür bir çaba harcadı. “Potter’ı gördün mü?” diye sordu. “314’te kalan adam?”

“Hayır,” dedi Morty. “Ama çoğu akşam bu saatlerde Lucky’nin yerinde birkaç bira içiyor ya da bir hamburger yiyor, insanların orada herhangi bir şey yemeye nasıl cesaret ettiğini bilmiyorum.” Sonra bir iğrenç mekân diğerini çağrıştırmış gibi, “Hey, polislerin Ed’in Abur Cuburları’nda ne bulduklarını duydun mu?” diye sordu. “Trevor Gordon uğramıştı. Dedi ki...”

“Boş ver şimdi.” Andy masanın diğer tarafındaki sandalyeye oturdu ve ıslak, dehşet dolu gözlerle Morty’ye baktı. “Polisi ara. Hemen şimdi. Onlara Balıkçı’nın George Potter adında bir adam olduğunu ve Nelson Oteli’nin üçüncü katında yaşadığını söyle.” Andy’nin yüz ifadesi sertleşti. “Seninle aynı koridorda.”

“Potter mı? Hayal görüyor olmalısın, Andy. O adam sadece emekli bir inşaatçı. Bir karıncayı bile incitmez.”

“Karıncaları bilmem ama küçük çocukları fena halde incitmiş. Çektiği Polaroid fotoğrafları gördüm. Gardırobunda duruyorlar. Görüp görebileceğin en korkunç resimler.”

Sonra Andy bir şey yaptı ve Morty bunun bir şaka ya da basit bir şey olmadığına ikna oldu: Andy Railsback, ağlamaya başladı.

Irma Freneau’nun yaslı annesi Tansy Freneau, henüz yas tutuyor olamazdı. Öyle olması gerektiğini biliyordu ama yas ertelenmişti. Şu an kendini parlak, yumuşak bir pamuk bulutu içinde süzülüyormuş gibi hissediyordu. Doktor (Pat Skarda’nın ortağı, Norma Whitestone), dört beş saat önce beş miligram Lorazepam vermişti ama bu sadece bir başlangıçtı. Tansy ve Irma’nın doksan sekizde Cubby Freneau’nun onları terk edip Green Bay’e geldiğinden beri yaşadığı Holiday Karavan Parkı, Sand Bar’a çok yakındı ve Tansy’nin barmenlerden biri olan Lester Moon ile bir ilişkisi vardı. Yıldırım Beşli’nin üyeleri, Lester’a “Kokmuş Peynir” adını takmışlardı, ama Tansy ona daima Lester adıyla seslenirdi ve o da bunu en az, ara sıra kadının yatak odasındaki kaçamakları ya da Bar’ın arkasındaki deponun zemini üzerindeki döşekteki kısa sevişmelerini olduğu kadar takdir ediyordu. Lester, o akşamüstü saat beş civarı çeyrek şişe kahve brendisi ve özenle ezilmiş, çekilmeye hazır dört yüz miligram OxyContin ile-gelmişti. Tansy yarım düzine çubuk çekmişti ve uçuyordu. Irma’nın eski fotoğraflarına bakıyor ve... bilirsiniz... uçuyordu.

Ne kadarda güzel bir bebekti, diye düşündü Tansy fazla uzakta olmayan bir otelde, dehşete düşmüş bir görevlinin kızının çok daha farklı bir resmine, asla unutamayacağı, Polaroid bir kâbusa bakıyor olduğunu bilmeyerek. Cennette bir Tanrı varsa, Tansy’nin asla görmek zorunda kalmayacağı bir fotoğraftı.

Sayfayı çevirdi (albümün kapağında ALTIN HATIRALAR yazıyordu), işte, Tansy ve Irma’nın, Irma dört yaşındayken, Mississippi Electrix Şirketi’nin pikniğinde, Mississippi Electrix henüz iflas etmemişken, durumun şimdiye göre çok daha iyi olduğu zamanlarda çekilmiş bir fotoğrafı. Fotoğrafta Irma bir grup çocukla birlikte duruyordu ve çikolatalı dondurma bulaşmış ağzı, neşeli bir gülümsemeyle kıvrılmıştı.

Gözlerini hiç ayırmadan resme bakan Tansy, brendi kadehine uzandı ve bir yudum aldı. Ve aniden, durup dururken (uğursuz ve bağlantısız düşüncelerin gün ışığına çıktığı yerden) dokuzuncu sınıfta ezberlemek zorunda bırakıldıkları o aptalca Edgar Allan Poe şiirini hatırladı. Yıllardır bu şiiri düşünmemişti ve şimdi de düşünmesi için hiçbir sebep yoktu ama açılış dizeleri, hiç çaba göstermesine gerek kalmadan su gibi berrak bir şekilde zihninde belirdi. Irma’nın fotoğrafına bakarak şiiri yüksek sesle, hiçbir tonlama yapmadan ve duralamadan, Bayan Normandie’ye saç baş yolduracak şekilde okudu. Tansy’nin şiiri okuyuşu bizde o etkiyi uyandırmadı, içimizde derin ve ebedi bir boşluk oluşturdu. Bir cesedin şiir okumasını dinlemek gibiydi. Gün ortasında bir gecenin düşünürken yorgun bitkin o acayip kitapları gün geçtikçe unutulan neredeyse uyuklarken bir tıkırtı geldi birden çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan...”

Tam bu anda Tansy Freneau’nun Aistream’inin ucuz malzemeden yapılmış kapısından hafif bir tıklama sesi duyuldu. Tansy başını kaldırıp buğulu gözlerle, brendiyle ıslanmış dudaklarını büzerek kapıya doğru baktı.

“Lester? Sen misin?”

Onun olabileceğini düşündü. Televizyon ekibinden gelmemişlerdi, en azından öyle olduğunu umuyordu. Onlarsa konuşmayacak, bir an önce başından def edecekti. Aklının derinliklerinin, kurnaz bir bölümünde, parlak ışıklarının aydınlığı altında, Jerry Springer Şov’daki insanlar gibi aptal görünmesi için onu hissizleştirip rahatlatacaklarını biliyordu.

Hâlâ cevap yoktu... sonra o ses tekrar duyuldu. Tık. Tık-tık.

“Bir ziyaretçim var,” dedi Tansy ayağa kalkarken. Bir rüyanın içinde uyanmak gibiydi. “Bir ziyaretçidir dedim, oda kapısını çalan. Başka kim gelir bu zaman?”

Tık. Tık-tık.

Kıvrılan parmakların eklemlerinin çıkardığı sese benzemiyordu. Ondan daha ince bir sesti. Sanki tek bir tırnakla vuruluyormuş gibi.

Ya da bir gaga.

Brendi ve ilaçların sarhoşluğuyla, önceleri seyrek tüyleri olan, artık iyice havı dökülen halının üzerinde çıplak ayaklarını sürükleyerek odayı geçti. Kapıyı sisli yaz akşamına açtı ama hiçbir şey göremedi çünkü çok yükseğe bakıyordu. Sonra kapının önündeki paspasın üzerinde bir şey hışırdadı.

Bir şey, siyah bir şey ona parlak, soran gözlerle bakıyordu. Bir kuzgun, aman Tanrım Poe’nun kuzgunu ziyaretine gelmişti.

“Tanrım, hayal görüyorum,” dedi Tansy ellerini seyrek saçları arasından geçirerek.

“Tanrım!” diye tekrarladı paspasın üzerindeki karga. Sonra bir serçe gibi cıvıldadı. “Gorg!”

Sorulsaydı, Tansy korkuyla taş kesildiğini söylerdi, ama öyle olmadığı açıkça görülüyordu, çünkü huzursuz, hafif bir çığlık atarak bir adım gerilemişti.

Karga kapının eşiği üzerinden çevik bir hareketle zıpladı ve parlak gözü hâlâ Tansy’nin üzerinde olduğu halde solmuş mor halıya vardı. Kanatları yoğunlaşmış sis damlalarıyla ışıldıyordu. Hoplayarak kadının önünden geçti sonra kanatlarını iyice gerip ve tüylerini kabartmak için duraksadı. Sanki Nasıl görünüyorum, sevgilim? diye soruyordu.

“Git buradan,” dedi Tansy. “Ne halt olduğunu, hatta gerçekten karşıma durup durmadığını bile bilmiyorum, ama...”

“Gorg!” diye ısrarla tekrarlayan karga, kanatlarını açtı ve karavanın otuma odasına doğru alçaktan yarı zıplar, yarı uçar bir şekilde ani hareketlerle ilerledi. Tansy bir çığlık attı ve yüzünü korumak için içgüdüsel olarak kollarını kaldırarak olduğu yerde büzüldü ama Gorg yanına gelmedi. Masanın üzerin-deki brendi şişesinin yanına kondu.

Tansy düşünüyordu. Siste yönünü şaşırmış, hepsi bu. Kuduz ya da veba mikrobu taşıyor bile olabilir. Mutfağa gidip süpürgeyi alsam iyi olacak. Etrafı pisletmeden kovsam iyi...

Ama mutfak çok uzaktı. İçinde bulunduğu şartlarda mutfak, yüzlerce kilometre ötede, Colorado Springs’te bir yerdeymiş gibi geliyordu. Ve muhtemelen ortalıkta karga falan yoktu. O kahrolası şiiri düşünmek, hayal görmesine yol açmıştı, hepsi bu... bu ve kızını kaybetmiş olması.

Acı, ilk kez uyuşukluk bulutunu aşarak ona ulaştı ve Tansy kederin acımasız, yoğun hararetiyle yüzünü buruşturdu. Bazen boynuna hevesle masaj yapan minik elleri hatırladı. Geceleri onu uykusundan kaldıran ağlamaları. Banyo yaptıktan sonra teninin kokusu.

‘“İsmi Irma’ydı!” diye aniden bağırdı brendi şişesinin yanında, fazlasıyla cesurca duran hayal ürünü yaratığa. “Irma, lanet olasıca Lenore değil, Lenore ne aptalca bir isim öyle? Haydi Irma de bakalım!”

“Irma!” diye gakladı ziyaretçi uysalca ve Tansy şaşkınlıkla sustu. Yaratığın gözleri. Ah! Parlak gözleri, öğrenmesi gereken, ama asla öğrenmediği diğer şiirdeki Eski Denizci gibi onu kendine çekiyordu. “Irma... Irma... Irma... Irma...”

“Kes şunu!” Hayır, duymak istemiyordu aslında. Yanılmıştı. Kızının isminin o korkunç gagadan dökülmesi çok kötü, tahammül edilemezdi. Elleriyle kulaklarını kapatmak istedi ama yapamadı. Elleri çok ağırdı. Colorado Springs’deki fırının ve buzdolabının (zavallı, kırık dökük şey) yanına gitmişlerdi. Tansy’nin tek yapabildiği, o parlak, siyah gözlere bakmaktan ibaretti.

Korkunç kuş, abanoz rengi saten tüylerini gösteriş yaparcasına kabarttı. İğrenç, tüyler ürperten bir ses çıkarıyorlardı. Ey kutsal yaratık, dedim. Uğursuz ya da Şeytan! Bu çorak ülkede teksin, yine de çıkıyor sesin, diye düşündü Tansy.

Kesinlik, yüreğini soğuk su gibi doldurdu. “Neler biliyorsun?” diye sordu. “Nereden geldin?”

“Gel!” diye gakladı Karga Gorg, gagasını sertçe aşağı yukarı sallayarak.

“Geel!” dedi.

Yoksa göz mü kırpmıştı? Ulu Tanrım, göz kırpmış olabilir miydi?

“Onu kim öldürdü?” diye fısıldadı Tansy Freneau. “Güzel bebeğimi kim öldürdü?”

Karganın gözleri onu, iğnenin ucundaki böcek gibi olduğu yere mıhladı. Tansy yavaşça, kendini her zamankinden fazla rüyadaymış gibi hissederek (ama bunların gerçekten olduğunu biliyordu, bir şekilde olanları anlıyordu) masaya yaklaştı. Karga hâlâ onu izliyor, kendine doğru çekiyordu. Gecenin ölüm kıyısı, diye düşündü kadın. Gecenin lanet olası ölüm kıyısı.

“Kim? Bana bildiklerini anlat!”

Karga başını kaldırıp parlak, kapkara gözleriyle ona baktı. Gagası, kırmızı dili bir anlığına görülecek şekilde açılıp kapandı.

“Tansy!” diye gakladı, “Gel!”

Bacaklarındaki derman bir anda yok olan Tansy dizleri üzerine çöktü ve dilini kanatana dek ısırdı. Kırmızı damlalar, Wisconsin Üniversitesi yazılı kazağını lekeledi. Şimdi yüzü, karganın başıyla aynı hizadaydı. Kanatlarından birinin gösterişli bir şekilde brendi şişesinin yanında yukarı aşağı hareket ettiğini görebiliyordu. Gorg’un kokusu; toz, ölü sinekler yığını, gömülmüş baharatlar ve eski küllerin karışımıydı. Gözleri bir başka dünyaya açılan parlak kapı delikleriydi. Belki cehenneme açılan.

“Kim?” diye fısıldadı.

Gorg simsiyah, kabarık boynunu kara gagası kadının kulak kepçesi hizasına gelecek kadar büktü. Fısıldamaya başladı ve onu dinleyen Tansy Freneau başını salladı. Aklın ışığı gözlerini terk etti. Peki ne zaman dönecekti? Ah, sanırım bu sorunun cevabını hepimiz biliyorduk.

Kısaca, “Hiçbir zaman,” diyebilir miydik?

16

SAAT, AKŞAM 6:45. Sis, French Landing’i usulca sarmış, sessiz bir huzursuzluk kasabayı kaplamıştı. Sessizlik fazla uzun sürmeyecekti. Uğursuzluk başladıktan sonra, asla uzun süreli molalar vermezdi.



Maxton’da Chipper, hâlâ ofisindeydi ve koltuğunda otururken, pantolonunun önüne başını gömmüş olan Rebecca Vilas’ın acelesiz (ve doğrusu oldukça etkileyici) muamelesi göz önüne alınırsa, eve geç dönmeye istekli oluşu pek de şaşırtıcı sayılmazdı.

Dinlenme salonunda ihtiyarlar büyülenmişçesine Julie Andrews ve Neşeli Günler’i izliyorlardı. Alice Weathers ağlıyordu... Neşeli Günler her zaman en sevdiği film olmuştu. Singing in the Rain de sevdikleri arasındaydı ama gönlündeki tahtın sahibi bu filmdi. Maxton’un kendi başına hareket edebilen sakinlerinden eksik olan sadece Burny’ydi... ama kimse onu özlemiyordu. Burny derin bir uykuya dalmıştı. Onu kontrol eden ruh ise -iblis de diyebiliriz- son birkaç haftadır Burny’yi çok hoyratça kullanmıştı (gerçi Burny’nin şikâyet ettiği yoktu, seve seve işbirliği yapıyordu) ve French Landing’de ilgilenmesi gereken kendi işleri vardı.

Norway Vadisi Yolu’nda Jack Sawyer, kamyonetini Henry Leyden’ın evinin önüne park ediyordu. Bu bölgede sis pek yoğun değildi ama yine de kamyonetin farlarını yumuşak ışık huzmelerine çeviriyordu. Bu akşam Kasvetli Ev’i okumaya kaldıkları yerden, 7. bölümden “Hayaletin Yürüyüşü” devam edeceklerdi ve 8. bölümün “Günah Yığınlarını Örtmek” sonuna kadar gelebileceklerini umuyordu. Ama daha önce, Wisconsin Faresi’nin son gözde şarkısı, Slobberbone’dan “Gimme Back My Dog”ı• dinlemeye söz vermişti.

“Yaklaşık her beş yılda bir, yeni bir muhteşem rock’n’roll şarkısı ortaya çıkar demişti Henry ona telefonda ve Jack, dostunun sesinin kıyılarında karganın çığlıklar attığını duyduğuna, karanlığın kenarından aniden kendini gösterdiğine yemin edebilirdi. “Bu muhteşem bir rock’n’roll şarkısı.”

“Sen öyle diyorsan,” diye cevap vermişti Jack kararsızca. Muhteşem rock’ roll şarkısı dendiğinde onun aklına ilk gelen, Dion’dan, “Runaround Sue”ydu.

Robin Hood Sokağı 16 numarada (o tatlı, küçük, sıcak yuvada) Fred Marshall, ellerine bir çift yeşil, plastik eldiven geçirmiş, elleri ve dizleri üzerine çökmüş, yeri yıkıyordu. Başında hâlâ Tyler’ın beysbol şapkası vardı ve ağlıyordu.

Holiday Karavan Parkı’nda Karga Gorg, Tansy Freneau’nun kulaklarına Zehir akıtıyordu.

Güzel Sarah ve bir o kadar güzel oğlu, David ile yaşadığı Herman Caddesi’ndeki sağlam tuğla evinde Dale Gilbertson, iki tabak tavuk ve bir tabak ekmek tatlısının ağırlaştırdığı hareketlerle tekrar ofise dönmeye hazırlanıyordu. Telefon çaldığında pek şaşırmadı. Zaten içinde o huzursuz edici his vardı. Arayan Debbi Anderson’dı ve daha ilk sözünde Dale bir şeyler olduğunu anladı.

Başını sallayarak, arada birkaç soru sorarak kadını dinledi. Karısı mutfak kapısında durmuş, endişeli gözlerle onu izliyordu. Dale eğildi ve telefonun yanındaki deftere bir şeyler karaladı. Sarah oraya geldi ve ne yazdığına baktı. İki isim vardı: Andy Railsback ve M. Fine.

“Railsback hâlâ hatta mı?” diye sordu Dale.

“Evet, beklemede...”

“Beni ona bağla.”

“Dale, bunun nasıl yapılacağını bildiğimden emin değilim.” Debbi’nin sesi alışılmadık bir şekilde telaşlıydı. Dale bir an için gözlerini kapatarak kendine kadının sadece yarım gün orada çalıştığını, asıl işinin bu olmadığını hatırlattı.

“Ernie daha gelmedi mi?”

“Hayır.”

“Kim var?”

“Bobby Dulac... Dit de duş yapıyor galiba...”

“Bobby’yi ver,” dedi Dale. Bobby onu çabucak ve zahmetsizce Morty Fine’ın bürosundaki Andy Railsback’e bağlayınca rahatladı. İki adam, 314 numaralı odaya çıkmışlardı ve George Potter’ın gardırobunun tabanına saçılmış olan Polaroid resimlere bir kez bakmak, Morty için yeterli olmuştu. Şimdi yüzü Andy kadar solgundu. Hatta belki daha da solgun.

Karakolun dışında, Ernie Therriault ve Reginald “Doc” Amberson parkta buluştular. Doc, eski (ama mükemmel bakılmış) Harley Fat Boyla. önce gelmişlerdi. Sisin içinde dostça selamlaştılar. Ernie Therriault da gelebilmişti -yani sayılırdı- ama rahat olun: tanışmamız gereken son polis oydu ve buralarda bir yerlerde koşuşturan bir FBI ajanı vardı ama onu boş verin, o toplantıdaydı ve sersemin tekiydi.

Ernie, altmış besindeydi, tam gün polislik görevinden emekli olalı ne deyse on iki yıl olmuştu, ama hâlâ Arnold Hrabowski’nin olup olabileceğine! dört kat daha iyi bir polisti. Emeklilik maaşını, French Landing Polis Teşkilatı’nda geceleri nöbetçi kalarak (kahrolası prostatı sağ olsun, o günlerde pek iyi uyuduğu söylenemezdi), cuma günleri, saat ikide Wells Fargo’dan ve saat dörtte Brinks’ten adamlar geldiğinde Wisconsin First Bankası’nda, güvenlik görevlisi olarak çalışarak destekliyordu.

Uzun, gri-siyah sakalıyla (bazen korsan Edward Teach gibi kurdelelerle birlikte örerdi) Doc, tam bir Cehennem Zebanisi gibi görünüyordu. Bu görüntüsüne ve hayatını biracılıkla kazanmasına rağmen iki adam çok iyi geçiniyorlardı. Her şeyden önce, birbirlerinin zekâsını anlıyor ve saygı duyuyorlardı. Ernie Doc’ın gerçekten bir doktor olup olmadığını bilmiyordu ama olabileceğini düşünüyordu. Belki bir zamanlar öyleydi.

“Bir değişiklik var mı?” diye sordu Doc.

“Bildiğim kadarıyla hayır, dostum,” dedi Ernie. Her gece Yıldırım Beşli’den biri gelir, durumu kontrol ederdi. Bu gece sıra Doc’taydı.

“Seninle yürümemin bir sakıncası var mı?”

“Hayır,” dedi Ernie. “Kurala saygılı olduğun sürece yok.”

Doc başını salladı. Beşli’nin diğer üyelerinden bazıları bu kurala sinirleniyorsa da (özellikle birçok konuda her şeye kafası atan Sonny) Doc pek itiraz etmeden katlanıyordu: beş dakikalık bir kahve molası verip ardından herkes kendi yoluna gidiyordu. Yetmişli yıllarda, Phoenix’te polislik yapmış ve birçok gerçek Cehennem Zebanisi görmüş olan Ernie, Beezer St. Pierre ve ekibinin ne kadar sabır gösterdiğini biliyor ve takdir ediyordu. Ama elbette onlar Cehennem Zebanileri, Paganlar, Motosikletli Canavarlar ya da o tip saçmalıklardan değillerdi. Ernie tam olarak ne olduklarını bilmiyordu, ama Beezer’ın sözünü dinlediklerini ve Beezer’ın sabrının tükenmek üzere olduğunu biliyordu. Onun yerinde Ernie olsa, şu sıralar sabrı tükenmişti.

“Haydi gel bakalım,” dedi Ernie iri adamın geniş omzuna hafifçe vurarak. “Neler olup bittiğine bir bakalım.”

Gördükleri hiç de az olmayacaktı.

Dale çabuk ve mantıklı düşünebildiğini fark etti. Önceki korkusu onu terketme nedeni işi eline yüzüne bulaştırması sonucu artık davanın resmen onun sorumluluğunda olmayışıydı. Ama en büyük sebep, ihtiyaç duyduğunda işi eline yüzüne bulaştırması sonucu artık davanın resmen arayabileceğini ve cevap alacağını bilmenin verdiği güvendi. Jack onun bağıydı-

Pailsback’in Polaroid fotoğrafları tarif etmesini dinledi -çoğunlukla yaşlı adamın içini boşaltıp sakinleşmesine izin vererek- ve sonra oğlanın fotoğrafları hakkında tek bir soru sordu.

“Dan,” dedi Railsback hiç kararsızlık göstermeden. “Tişörtü sarıydı üzerindeki Kiwanis yazısını okuyabildim. Başka bir şey yoktu. K... kan...”

Dale, Railsback’e anladığını ve kısa süre sonra bir memurun yanlarında olacağını söyledi.

Ahizenin el değiştirdiğine dair seslerden sonra Fine’ın sesi duyuldu, Dale onu tanır ama fazla umursamazdı. “Ya geri gelirse, şef? Ya Potter otele geri dönerse?”

“Bulunduğunuz yerden lobiyi görebiliyor musunuz?”

“Hayır,” diye hırçınca cevap verdi Fine. “Büroda olduğumuzu söylemiştim.

“O halde ön tarafa çıkın. Meşgul görünün. Gelirse...”

“Bunu yapmak istemiyorum. O fotoğrafları görseydiniz siz de istemezdiniz.”

“Onu yakalamaya çalışmak ya da adama bulaşmak zorunda değilsiniz,” dedi Dale. “Gelirse bir telefon edin yeter.”


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin