Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə32/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   58

“Kızımı sen mi öldürdün?” diye sordu Beezer. Alçak sesle sorulmuş bu soru, her nasılsa kulağa, yeri göğü inleten bir haykırıştan daha korkunç geliyordu ve tüm dünya nefesini tutmuş gibiydi. Dale hiç kıpırdamadı. O an, o da diğer herkes gibi donakalmış görünüyordu. Bütün dünya bekliyordu ve duyulan tek ses, nehirde, sisler içinde ilerleyen bir teknenin düdüğünün yankılanan sesiydi.

“Ben hayatımda hiç kimseyi öldürmedim, efendim,” dedi Potter. Yumuşak ve vurgusuz bir tonda konuşuyordu. Bu sözleri duymayı bekliyordu, ama Jack’in kalbi yine de sıkıştı. Adamın konuşmasında acı yüklü bir gurur vardı. George Potter sanki dünyadaki tüm kayıp, iyi adamlar adına konuşuyordu.

“Kenara çekil, Beezer,” dedi Jack nazikçe. “Bu adama zarar vermek istemezsin.”

Birdenbire kendinden pek de emin görünmemeye başlayan Beezer yana çekildi.

Dale tutukluyu içeri sokamadan cüretkar, neşeli bir ses -bu ses sadece ona ait olabilirdi- duyuldu: “Hey! Hey, Balıkçı! Gülümse!”

Bu gece Potter değil, herkes o tarafa döndü. Bunu yapmak zorundaydılar ve duydukları ses, karatahtaya yavaşça sürtülen tırnakların çıkardığı ses kadar ısrarcıydı. Flaşın beyaz ışığı, sisli otoparkı aydınlattı -bir! iki! üç! dört!-

Dale hırladı. “Off, lanet olsun! Haydi çocuklar! Jack! Jack, sana ihtiyacım var! Arka taraftan bir başka polisin sesi duyuldu. “Dale! Bu pisliğin icabına bakmamı istiyor musun?”

“Boş verin onu!” diye bağıran Dale, içeri girdi. Yanında Jack, Tom ve Bobby ile koridora girene dek Beezer’ın yaşlı adamı aralarından çekip alacasından ne kadar emin olduğunu fark etmemişti. Aralarından çekip boynunu bir tavuk kemiği gibi kıracağından şüphesi yoktu.

“Dale?” diye seslendi Debbi Anderson huzursuzca merdivenlerden. “Her şey yolunda mı?”

Dale, kolları hâlâ göğsünde, gülümseyerek duran Jack’e baktı. “Sanırım öyle,” dedi. “Şimdilik.”

Jack ve Henry (kamyonetten inen beyefendi hâlâ iki dirhem bir çekirdekti), yirmi dakika sonra Dale’in ofisinde oturuyorlardı. Kapalı kapının ardındaki oda, konuşmalar ve gülüşmelerle kaynıyordu: French Landing Polis Teşkilatı’nda görevli memurların neredeyse tümü oradaydı, lanet olası bir yılbaşı partisinden farksızdı. Ara sıra neşeli bağrışmalar ve kutlamak için birbirlerine vurulan ellerden çıktığı belli olan sesler duyuluyordu. Anlaşılan oydu ki, içeride-kiler bu tutuklamanın ardından fazlasıyla rahatlamışlardı. Dale biraz sonra bu saçmalığa bir son verecekti ama şimdilik onları kendi hallerine bırakmıştı. Kendisi artık öyle hissetmese de nasıl bir ruh hali içinde olduklarını çok iyi biliyordu.

Parmak izleri alınan George Potter, üst kattaki bir hücreye kapatılmıştı. Eyalet polisleri Brown ve Black gelmek üzereydiler. Şimdilik bu kadarı yeterliydi. Zafere gelince... arkadaşının gülüşünde ve uzaklara dalmış bakışlarında olan bir şey, zaferi ertelemişti.

“Beezer’a o şansı tanıyacağını ummamıştım,” dedi Jack, “iyi yaptın. Onu 9eri çekilmeye zorlasaydın başımıza çok büyük bir dert açılabilirdi.”

“Bu gece neler hissettiğini tahmin edebiliyorum,” dedi Dale. “madan önce kendi çocuğumu kaybettim ve korkudan neredeyse aklım kaçırıyordum.

“David?” diye haykırdı Henry öne eğilerek. “David’in bir şeyi yok ya?”

“Yok, Henry Enişte. Dave iyi.”

Dale, bakışlarını babasının eski evinde yaşayan adama çevirdi. Jack Thomberg Kinderling’i ilk gördüğü anı hatırlıyordu. Dale o zaman Jack’i henüz dokuz gündür tanıyordu. Birkaç olumlu fikir sahibi olmak için yeterli derecede uzun, ama Jack Sawyer’ın gerçekte ne kadar sıra dışı olduğunu fark etmesi için kısa bir süreydi. Taproom’da çalışan Janna Massengale o gün Jack’ Kinderling’in çakırkeyif olduğunda yaptığı hareketten, avuçiçi dışa dönük hal’ de burnunu sıkmasından bahsetmişti.

Janna ile yaptıkları görüşmenin ardından karakola dönmüşlerdi ve Dale arabadan inmek üzere olan Jack’in omzuna dokunmuştu. “Annem iti an, çomağı hazırla derdi.” Second Caddesi’nde kolunun altında katlanmış bir gazete ve elinde bir paket sigarayla News ‘n Notions’dan çıkan geniş omuzlu, kel kafalı adamı işaret etti. “Karşınızda Thomberg Kinderling.”

Jack tek söz etmeden öne eğilmiş, Dale’in hayatında gördüğü en keskin (ve belki en merhametsiz) gözlerle adama bakmıştı.

“Onunla konuşmak istiyor musun?” diye sormuştu Jack’e.

“Hayır. Sesini çıkarma.”

Ve Jack arabasının kapısı açık, bir bacağı dışarıda, kısılmış gözlen adamın üzerinde öylece oturmuştu. Dale’in gördüğü kadarıyla nefes bile almıyor gibiydi. Jack Kinderling’in sigara paketini açışını, içinden bir tane çıkarıp ağzına götürdükten sonra yakışını izlemişti. Gözlerini, Herald’ın manşetine bir göz atıp dört çekişli Subaru’suna doğru ilerleyen adamdan bir an için bile olsa çekmemişti. Arabaya binişini seyretmişti. Uzaklaşmasını izlemişti. Ve o anda Dale, soluk almadan Jack’e baktığını fark etmişti.

“Eee?” diye sormuştu Kinderling’in arabası gözden kaybolduğunda. “Ne düşünüyorsun?”

Ve Jack, “Sanırım aradığımız adam bu,” demişti.

Ama Dale emindi. O zaman bile emindi. Jack, sanırım demişti çünkü, o ve French Landing polis şefi hâlâ birbirlerini ve çalışma tarzlarını tanıma, aşamasındaydılar. Aslında Jack biliyorum, demek istemişti. Ve bu imkânsız gibi görünse de, Dale ona inanmıştı.

Kendi ofisinde, tam karşısında oturmakta olan Jack’e -isteksiz ama son derecede yetenekli yardımcısına- sordu. “Ne düşünüyorsun Sence neydi o?”

“Dale, ben nereden bilebili...”

“Vaktimi boşa harcama, Jack, çünkü Wisconsin Eyalet Polisi’nden soytarıların buraya gelip Potter’ı tepelerin ardına götürebilirler. Kinderling’in o olduğunu ona baktığın an anlamıştın ve adamdan yarım blok uzaktaydın. Potter’ı burnundaki kılları sayabilecek kadar yakından gördün. Şimdi söyle, ne düşünüyorsun?’“

Jack onu fazla bekletmeden cevap verdi. “Hayır,” dedi. “Potter değil. Potter Balıkçı değil.”

Dale bu cevabı alacağını biliyordu. Karakolun dışında Jack’in suratını gördüğü an anlamıştı. Yine de Jack’in sözleri, acı bir darbe olmuştu. Hayal kırıklığıyla arkasına yaslandı.

“Bunu söyleten mantıklı bir tümevarım mı yoksa önsezi mi?” diye sordu

Henry.


“İkisi de,” dedi Jack. “Ve bana annene sarkıntılık etmişim gibi bakma, Dale. Olayı çözecek anahtarı hâlâ elinde tutuyor olabilirsin.”

“Railsback mi?”

Jack, tek eliyle belki öyle, belki değil anlamına gelen bir hareket yaptı. “Railsback muhtemelen Balıkçı’nın görmesini istediklerini gördü... ama tek terlik çok ilgi çekici ve Railsback’e bu konuda birkaç soru sormak istiyorum. Peki Bay Tek Terlik, gerçekten Balıkçı’ysa neden Railsback’i -ve bizi- Potter’a yönlendirdi?”

“Peşini bırakmamız, bizden kurtulmak için.”

“Peşinde miydik?” diye sordu Jack kibarca. İki adam da cevap vermeyince sözüne devam etti. “Ama elimizde sağlam delillerle peşinde olduğumuzu düşündüğünü varsayalım. Eğer bir yerde hata yaptığını yeni fark ettiyse buna inanabilirim.”

“Aklında 7-Eleven’daki telefon varsa oradan hiçbir sonuç elde edemediğimizi söylemeliyim,” dedi Dale.

Jack bununla ilgilenmemiş görünüyordu. Gözleri boşluğa dikilmişti. O küçük gülümseme yüzünde tekrar belirmişti. Dale, Henry’ye baktığında onun da Jack’e baktığını gördü. Eniştesinin yüzündeki gülümsemenin anlamı açıktı: rahatlama ve mutluluk. Şuna bir bak, diye düşündü Dale. Yaradılış sebebini Yerine getiriyor. Tanrı adına, bunu kör bir adam bile görüyor.

“Neden Potter?” diye sonunda tekrarladı Jack. “Neden Yıldırım Beşliden biri, 7-Eleven’daki Hintli ya da balıkçılık malzemeleri satan dükkândaki Walker değil? Neden Rahip Hovdahl değil? Suçu başkasına atmanın yatan güdü genellikle nedir?”

Dale düşündü. “Öç almak,” dedi sonunda. “İntikam.”

Kapalı kapının ardında çalan telefonun sesi duyuldu. “Kesin gürültüyü, susun!” diye bağırdı Ernie diğerlerine. “Otuz saniyeliğine birer profesyonel gibi davranalım!”

Bu sırada Jack, Dale’e bakarak başını sallıyordu. “Sanırım Potter’ı iyi bir sorguya çekmem gerek.”

Dale telaşlanmış görünüyordu. “Öyleyse Brown ve Black gelmeden hemen an önce başla...” Birden susup kaşlarını çattı ve başını yana eğdi. Gürültüler dikkatini dağıtmıştı. Alçaktı ama giderek yükseliyordu. “Henry Enişte, nedir bu?”

“Motorların sesi,” dedi Henry hemen. “Hem de çok sayıda. Doğudan buraya yaklaşıyorlar. Kasabanın sınırındalar. Fark ettin mi bilmiyorum ama yan odadaki parti sona ermiş gibi görünüyor, evlat.”

Bu bir işaretmişçesine yan taraftan Ernie’nin bağırışı duyuldu. “Offf, kahretsin. “

Dit Jesperson, “Neler olu...”

Ernie, “Çabuk şefi çağır. Ya da boş ver, ben...” Kapıda formalite icabı tek bir tıklama duyuldu ve Ernie kafasını içeri uzattı. Her zamanki gibi askeri bir disiplin içinde ve kontrollü görünüyordu ama bronz teni altında yanakları belirgin bir şekilde solmuş, alnının ortasındaki damar seğiriyordu.

“Şef, az önce 911 ‘den bir ihbar aldım, yirmi Sand Bar’dı, değil mi?”

“O delik,” diye mırıldandı Dale.

“Arayan barmendi. Altmış yetmiş kişinin buraya doğru gelmekte olduğunu söyledi.” Yaklaşan araçların motorlarının sesi bu arada oldukça yükselmişti. Henry’ye Indy 500 yarışının startı hemen binanın dışında verilmiş gibi geliyordu.

“Sakın söyleme,” dedi Dale. “Günümü tamamlayacak, eksik olan ne var? Bir düşüneyim. Tutukluyu almaya geliyorlar, değil mi?”

“Şey, evet efendim, arayan kişinin söylediği de buydu,” diye doğruladı Ernie. Arkasında duran diğer polislerden çıt çıkmıyordu. O an hiçbiri Dale’e polismiş gibi görünmüyordu. Bir düzine kadar beyaz balon üzerine (ve iki siyah balona-Pam Stevens ve Bob Holtz’ü unutmamalıydı) kabaca çizilmiş korkunç suratlar gibiydiler. Motor gürültüleri giderek artıyordu. “Arayanın söylediği bir şey daha var, belki bilmek istersiniz.”

“Tanrım, neymiş?’

“Dedi ki, şey...’“ Ernie elebaşı dışında bir kelime bulmaya çalıştı. “Protestonun lideri, Irma Freneau’nun annesiymiş.”

“Oh... kahretsin... Tanrım,” dedi Dale. Jack’e hastalıklı bir panik ve öfkeyle baktı. Rüya görmekte olduğunu bilen ama ne yaparsa yapsın uyanamayan birinin bakışıydı. “Jack, eğer Potter’ı elimden alırlarsa French Landing, yarın sabah CNN’de ilk haber olur.”

Jack tam bir şey söylemek için ağzını açmıştı ki cep telefonunun sinir bozucu zili duyuldu.

Henry Leyden hemen kollarını göğsünde kavuşturdu ve ellerini koltukaltlarına soktu. “Sakın bana verme,” dedi. “Cep telefonları insanları kanser eder. Bunu konuşmuştuk.”

Bu arada Dale odadan çıkmıştı. Jack (birinin izlemeyi tercih ettiği televizyon kanallarını sormak için felaket derecesinde berbat bir zaman seçmiş olduğunu düşünerek) cep telefonuna uzandığı sırada Henry parmak uçlarıyla karşısına çıkabilecek engellerin yaydığı akımı hissetmek istercesine ellerini havaya kaldırarak, kendinden emin adımlarla yeğeninin ardından odadan çıktı. Jack, Dale’in kılıfından çıkmış tek bir silah görürse, silahın sahibinin açığa alınanlar listesinde Arnold Hrabowski’nin yanını boylayacağını söylediğini duydu. Jack’in aklındaysa tek bir düşünce vardı; Jack Sawyer birkaç soru sormadan hiç kimse George Potter’ı bir yere götüremezdi. Hiç kimse.

Cep telefonunu aceleyle açtı ve, “Her kimsen, şimdi olmaz,” dedi. “Yapılacak...”

“Selam, Gezgin Jack,” dedi telefondaki ses ve Jack Sawyer için zaman bir anda geriye döndü.

“Speedy?”

“Ta kendisi,” dedi Speedy. Sonra sesindeki rahat ton kayboldu. Ciddileşti ve bir iş görüşmesine benzer bir tavır aldı. “Bir polis olarak sana önemli bir haberim var evlat. Bence Şef Gilbertson’un özel banyosunu bir ziyaret etsen iyi olur. Hemen şimdi.”

Binayı sarsacak kadar çok sayıda araç, dışarıda birikmişti. Jack’in içinde kötü bir his vardı; Ernie aptallar güruhunun başında kimin olduğunu söylediğinden beri bu histen kurtulamıyordu.

“Speedy, şu an banyoya gitmek için zamanım yok...”

“Başka bir yere gitmek için de zamanın yok,” dedi Speedy soğukça di diğeri olmuştu. Parkus adındaki sert çocuk. “Orada bulacağın şeyi kullanabilirsin. Ama ilk kullanışın için acele etmezsen ikinciye ihtiyacın olmayacak. Çünkü adamı bir sokak lambasının direğinden sallandıracaklar”

Ve Speedy yok oldu.

Tansy gönüllü idam mangasını Sand Bar’ın otoparkına yönlendirdiği kalabalık içinde, Ed’in Abur Cuburları’nda belirgin olan karnaval canlılığından eser yoktu. Ed’in yerinde karşılaştıklarımızdan çoğu, akşamı Sand Bar’da sarhoş olma yolunda emin adımlarla ilerleyerek geçiriyordu, ama bu kez hepsi de çok sessizdi, neredeyse cenaze havasında Tansy’yi takip ediyorlar, arabalarına ve kamyonetlerine binip motorları çalıştırıyordu. Ama bu, vahşi bir cenaze alayıydı. Tansy, Gorg’dan bir şey almış -çok kuvvetli bir zehir- ve diğerlerine de bulaştırmıştı.

Pantolonunun beline tek bir karga tüyü sıkıştırmıştı.

Doodles Sanger onu kolundan tutmuş, nazikçe Teddy Runkleman’ın International Harvester kamyonetine götürüyordu. Tansy arka tarafa yöneldiğinde (şimdiden iki adam ve naylon kumaştan garson üniformasıyla iri bir kadın yerlerini almışlardı) Doodles onu ön tarafa yöneltti. “Hayır, tatlım. Sen önde otur, rahatına bak.”

Nehrin bu kadar uzağında sis yoğun değildi, ama iki düzine araba ve kamyonet, Teddy Runkleman’ın boyası çizik, tek stop lambalı International Harvester’ının ardından Sand Bar’ın kirli otoparkından çıktığında bina zar zor görülebiliyordu. İçeride sadece yarım düzine insan kalmıştı-her nasılsa bunlar, Tansy’nin tüyler ürpertici, güçlü sesinin etki alanına girmemişlerdi. İçlerinden biri barmen, Kokmuş Peynir’di. Kokmuş’un sorumluluğu altında pek çok kıymetli sıvı vardı ve onları bırakıp hiçbir yere gidecek değildi. 911’i arayıp Ernie Therriault ile konuşması ise daha çok oyunbozanlık ruhu adınaydı. Eğer gidip eğlenemeyecekse hiç olmazsa giden maymunların eğlencesinin içine edebilirdi.

Yirmi araç, Sand Bar’dan ayrılmıştı. Konvoy, Ed’in Abur Cuburları (yol ayrımı sarı polis bantlarıyla kapatılmıştı) ve o tuhaf, unutulmuş eve (etrafı kordonla sarılmamıştı; hatta fark edilmemişti bile) giden, üzerinde otlar bitmiş yolun başındaki GİRİLMEZ levhasının önünden geçtiği sırada araçların sayısı otuzu bulmuştu. Kervan, Goltz’s’e vardığında 35. karayolunun üzerinde elli araba ve kamyonet ilerliyordu, 7-Eleven’ı geçtiklerindeyse toplam seksen araç olmuştu ve içlerinde yaklaşık iki yüz elli kişi vardı. Sayılardaki bu doğal olmayan artışa numarası bilinmeyen cep telefonunun da katkısı olmalıydı.

Umulmayacak kadar sessiz olan Teddy Runkleman (aslında yanındaki solgun kadından -sımsıkı kenetlenmiş dudakları, iri, hiç kırpmadığı gözlerinden korkuyordu) kamyonetini, French Landing Polis Teşkilatı’nın otoparkının ilerisinde durdurdu. Sumner Caddesi’nin bu bölümü oldukça dik sayılırdı, el frenini çekti. Diğer araçlar, kırık egzoz boruları ve paslı susturucularının gürültüsüyle tüm caddeyi kaplayarak arkasında durdular. Ayarsız farlar, sisi bir (ilmin galasındaki spot ışıkları gibi delip geçiyordu. Yanık benzin, yağ ve fren balatalarının kokuları, rutubetli gecenin küf kokusunu bastırmıştı. Kısa bir süre sonra kapılar açılıp çarpılarak kapanmaya başladı. Ama hiçbir konuşma duyulmuyordu. Bağırış çağırış yoktu. Bu gece abes zafer çığlıkları da yoktu. Yeni gelenler, araçların etrafına kümelenmişlerdi. Teddy’nin kamyonetinin arkasındaki insanların gerek kenarlardan atlayarak, gerek kuyruk kısmından kayarak aşağı inmelerini, Teddy’nin okul balosu için buluştuğu kızı almaya giden bir gencin özenli havasıyla kamyonetin yolcu tarafındaki kapısına yönelmesini ve kızını kaybeden zayıf, genç kadının inmesine yardım edişini seyrederek sessizce ayakta duruyorlardı. Sis, kadının etrafında, sodyum ışıkların Beezer’ın kollarında oluşturduğuna benzer mavimsi renkte acayip bir enerji alanı meydana getirmiş gibiydi. Kalabalıktan, onu gördükleri anda (garip ama şehvetli) bir iç çekiş yükseldi. Tüm kalabalığı o bir arada tutuyordu. Tansy Freneau ömrü boyunca hep unutulan, ikinci planda kalan biri olmuştu, onu terk edip Green Bay’e giden garip işlerde çalışarak sosyal yardım almak zorunda bırakan Cubby Freneau bile bir süre sonra kadını unutmuştu. Onu sadece Irma hatırlamış, tek umursayan Irma olmuştu ama Irma artık hayatta değildi. Annesinin birdenbire bir idole dönüştüğünü göremiyordu (cennetten buraya bakmıyorsa, diye düşündü Tansy aklının uzak ve geri çekilmiş bölümünde). Tansy Freneau, o akşam French Landing’in gözünde ve yüreğindeki en değerli varlık olmuştu. Aklındaki değil, çünkü aklı geçici olarak yok olmuştu (belki bilincinin arayışındaydı) ama gözünde ve yüreğinde olduğu kesindi. Ve şimdi, Doodles Sanger, bir zamanlar olduğu gibi zarifçe tüm dikkatleri üzerinde toplayan kadına yaklaştı. Doodles, Teddy’nin kamyonetinin arkasında kirli, yağlı ama işi görebilecek kadar kalın, eski bir ip bulmuştu. Doodles’ın küçük elinden, becerikli parmaklarının kasabaya inerken yolda yaptığı ilmik sallanıyordu. İlmiği, sis altındaki buğulu ışığa doğru havaya kaldıran Tansy’ye verdi. Kalabalıktan tekrar bir iç çekiş yükseldi.

Linç edilecek bir yamyamdan çok dürüst bir adam arayan dişi bir rv jen gibi ilmiği havaya kaldıran Tansy -kot pantolonu ve kan lekeli gömleği içinde kırılgan görünüyordu- park alanına doğru yürüdü. Teddy, Doodle ve Freddy Saknessum, hemen arkasından yürüyorlardı. Onların ardından kalabalık iri bir dalga gibi karakola doğru ilerliyordu.

Yıldırım Beşli’nin üyeleri, kolları göğüslerinde kavuşturmuş, sırtlarını duvara dayamış duruyorlardı. “Ne bok yiyeceğiz?” diye sordu Mouse.

“Seni bilmem ama,” dedi Beezer. “Onlar beni yakalayana dek, ki bu çok muhtemel, yerimden kıpırdamayacağım.” İlmiği havaya kaldırmış olan kadın bakıyordu. Koca adam olmuştu ve hayatı boyunca pek çok kez zor durumda kalmıştı ama bir heykelinkine benzer iri, donuk gözleriyle bu piliç onu korkutuyordu. Beline bir şey takmıştı. Siyah bir şey. Bıçak olabilir miydi? Bir tür hançer? “Ve savaşmayacağım çünkü işe yaramayacak.”

“Kapıyı kilitleyecekler, değil mi?” diye sordu Doc huzursuzca. “Yani polisler kapıyı kilitlerler herhalde.”

“Sanırım,” dedi Beezer gözlerini Tansy Freneau’dan bir anlığına bile ayırmayarak. “Ama bu insanlar Potter’ı istiyorlarsa, almakta pek zorlanacaklarını sanmam. Tanrı aşkına şu insanlara bir bak. Sayıları birkaç yüzü buluyordun”

Elindeki ilmiği hâlâ havada tutmakta olan Tansy durdu. “Adamı dışarı çıkarın,” dedi. Sesi, bir doktor boğazına kurnazca güç artırıcı bir aygıt yerleştirmiş gibi, olması gerekenden yüksekti. “Dışarı çıkarın. Katili bize verin!”

Doodles da ona katıldı. “Dışarı çıkarın!”

Ve Teddy. “Katili bize verini”

Ve Freddy. “Dışarı çıkarın! Katili bize verin!”

Ve sonra kalabalığın geri kalanı onlara katıldı. George Rathbun’un haykırışlarını aratmıyorlardı. Yalnız, “O vuruşu engelle!” ya da “Sayı Wisconsin’e!” diye değil, “ADAMI DIŞARI ÇIKARIN! KATİLİ BİZE VERİN!” diye bağırıyorlardı.

“Adamı alacaklar,” diye mırıldandı Beezer. Vahşi ve korku dolu bakışlarla ekibine döndü. Geniş alnında iri ter damlacıkları belirmişti. “Kalabalığı yeterince gaza getirdikten sonra buraya gelecek ve diğerleri de onun kıçına takılacaklar. Sakın kaçmaya kalkışmayın, kollarınızı bile indirmeyin. Ve sizi yakaladıklarında, bırakın ne olacaksa olsun. Yarın gün ışığını tekrar görmek istiyorsanız, bırakın ne istiyorlarsa yapsınlar.”

Kalabalık, kesilmiş süt gibi dizlerine dek yükselen sisin içinde çığlıklar atarak duruyordu. “ADAMI DIŞARI ÇIKARIN! KATİLİ BİZE VERİN!”

Wendell Green de onların bu haykırışlarına katılmıştı ama bu arada süratle fotoğraf çekmekten geri durmuyordu. Çünkü bu, hayatının hikayesiydi.

Beezer’ın arkasındaki kapıdan bir klik sesi duyuldu. Evet, işte kilitlediler, düşündü. Teşekkürler, aşağılık herifler.

Ama ses kilitten değil, mandaldan çıkmıştı. Kapı açıldı. Jack Sawyer dışarı çıktı. Beezer’a bakmadan ya da fısıltısına tepki göstermeden yanından geçip gitti. “Hey, dostum, yerinde olsam o kadına yaklaşmazdım,” demişti Beezer.

Jack yavaş ama kararlı adımlarla başını, Özgürlük Heykeli gibi duran, ama elinde meşale yerine ilmiği tutan kadının çektiği serseri grubu ile bina arasındaki boşluğa doğru yürüdü. Basit, gri, yakasız gömleği ve koyu renk pantolonuyla Jack, eski, romantik bir masalda sevgilisine evlenme teklif etmeye giden bir şövalyeyi andırıyordu. Elinde tuttuğu çiçekler de bu izlenimi kuvvetlendiriyordu. Bu zarif, beyaz buket, Speedy’nin Jack için Dale’in özel banyosunda, lavabonun yanına bıraktığı inanılmaz derecede güçlü kokuları olan bembeyaz çiçeklerden oluşuyordu.

Bunlar, vadinin zambaklarıydı ve Ötedünya’dan gelmişlerdi. Speedy çiçekleri nasıl kullanacağına dair bir açıklama yapmamıştı ama zaten Jack’in açıklamaya ihtiyacı yoktu.

Kalabalık sessizleşti. Sadece Gorg’un onun için yarattığı dünyada olan Tansy bağırmaya devam ediyordu: “Dışarı çıkarın! Katili bize verin!” Jack tam karşısında durana dek susmadı. Dostumuz, sürekli tekrarlanan haykırışları kesenin yakışıklı yüzü ya da etkileyici duruşu olduğunu düşünerek kendini kandırmadı. Kadını durduran, çiçeklerin tatlı, yoğun, Ed’in Abur Cuburları’ndaki çürük et kokusunun tam karşıtı olan güzel kokuşuydu.

Gözleri berraktı... en azından biraz.

“Dışarı çıkarın,” dedi Jack’e. Neredeyse sorar gibi söylemişti.

“Hayır,” dedi Jack. Kelimede yürek sızlatan bir şefkat gizliydi. “Hayır, hayatım.”

Arkalarında duran Doodles Sanger belki yirmi yıldan sonra aniden babasını düşündü ve ağlamaya başladı.

“Katili bize verin,” diye yalvardı Tansy. Onun da gözleri dolmuştu. “Güzel bebeğimi öldüren o canavarı dışarı çıkarın.”

“Onu yakalamış olsaydım belki bu dediğini yapardım,” dedi Jack , onu size verirdim.” Ama yapmayacağını biliyordu. “Ama elimizdeki adam aradığınız katil değil. Canavar o değil.”

“Ama Gorg demişti ki...”

İşte bu, tanıdığı bir kelimeydi. Judy Marshall’ın yemeye çalıştığı kelimelerden biri. Şu an Ötedünya’da olmayan, ama tam anlamıyla bu dünyadan sayılmayacak Jack, uzanıp kadının kemerine takılı olan tüyü aldı. “Sana bunu Gorg mü verdi?”

“Evet...”

Jack tüyü yere bıraktı ve üzerine bastı. Bir an için, ayakkabısının altında yarı ezilmiş bir eşekarısı gibi öfkeyle çırpındığını sandı -hissetti-. Sonra tüy hareketsiz kaldı. “Gorg yalan söylüyor, Tansy. Gorg her ne ise, sana yalan söylemiş. İçerideki adam katil değil.”

Tansy’nin boğazından acı yüklü bir feryat yükseldi. İpi elinden bıraktı. Arkasında, kalabalık derin derin iç çekti.

Jack, kolunu kadının omzuna attı ve Potter’ın acı dolu ağırbaşlılığını hatırladı; yollarını aydınlatacak tek bir Ötedünya şafağından bile yoksun olan yenik düşen, mücadele eden insanları düşündü. Kadını kendine çekerek sarıldı, burnuna ter, keder, delilik ve brendi kokusu geldi.

Kulağına fısıldadı. “Onu senin için yakalayacağım, Tansy.”

Kadının vücudu katılaştı. “Sen...”

“Evet.”


“Söz... veriyor musun?”

“Evet.”


“Bu adam o değil mi?”

“Hayır, tatlım.”

“Yemin eder misin?”

Jack zambakları ona uzattı. “Annemin adı üzerine.”

Tansy başını çiçeklere gömdü ve kokularını derin derin içine çekti. Başını tekrar kaldırdığında Jack, tehlikenin gözlerini terk etmiş olduğunu gördü ama çılgınlık hâlâ oradaydı. Artık o da kayıp olanlardan biriydi. Bir şey onu ele geçirmişti. Belki Balıkçı yakalanırsa kadını serbest bırakırdı. Jack buna inanmayı istiyordu.

“Biri bu hanımı evine götürsün,” dedi Jack. Sakin, yumuşak bir tonda konuşuyordu ama sesi tüm kalabalığa ulaşmıştı. “Çok yorgun ve üzgün.”

“Hemen götürürüm,” dedi Doodles. Gözyaşlarıyla ıslanmış yanakları parlıyordu. “Onu Teddy’nin kamyonetiyle götürürüm. Anahtarları vermezse ona yumruğumu geçiririm, sonra...”

Aynı anda kalabalığın gerisinden bir haykırış duyuldu: “Dışarı çıkarın! Katili bize verin! Balıkçı’yı bize verin! Balıkçı’yı dışarı çıkarın!” Bir süre için tek kişinin sesi duyuldu, sonra birkaç kararsız ses ona katıldı.

Hâlâ sırtı duvara dönük ayakta durmakta olan Beezer St. Pierre, “Ah, lanet olsun, işte yine başlıyoruz,” dedi.

Jack, üniformasının kalabalığı ateşlendireceğini söyleyerek Dale’in içeride kalmasını istemişti. Elindeki çiçek buketinden bahsetmemişti, zaten Dale zambakları fark etmemişti bile; Potter’ı Wisconsin’in yeni milenyumdaki ilk linçine kurban etme fikriyle dehşete düşmüştü. Yine de Jack’in ardından alt kata inmişti ve kıdeminin yüksekliğinin verdiği hakla anahtar deliğine gözünü dayamıştı.


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin