Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə33/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   29   30   31   32   33   34   35   36   ...   58

French Landing Polis Teşkilatı’na bağlı diğer memurlar hâlâ üst kattaydılar ve pencerelerden bakıyorlardı. Henry, Bobby Dulac’a olanları anı anına anlatması emrini vermişti. Jack için duyduğu endişeye rağmen (Henry, serseri grubunun onu çiğnemesi ya da parçalara ayırması için en az yüzde kırklık bir olasılık olduğunu düşünüyordu) Bobby’nin farkında olmadan George Rathbun’u taklit ettiğini anlayınca hem şaşırmış, hem de gururlanmıştı.

“Tamam, Hollywood dışarı çıktı... kadına yaklaşıyor... korku belirtisi yok... geri kalanlar sessizce duruyor... Jack ve kadın konuşuyorlar... kutsal İsa! Ona bir buket çiçek veriyor! Ne numara ama!”

“Numara” George Rathbun’un en sevdiği spor terimlerinden biriydi. Brew Crew’un dün gece Miller Park’ta uyguladığı vur-ve-kaç numarası yine başarısız oldu.

“Kadın geri dönüyor!” diye bağırdı Bobby zafer edasıyla. Henry’yi omuzlarından tutarak sarstı. “Oh be, galiba bitti! Sanırım Jack kadını sakinleştirmeyi başardı!”

“Bunu kör bir adam bile görebilir,” dedi Henry.

“Hem de tam zamanında,” dedi Bobby. “Beşinci Kanal’dan geldiler bile. Arkalarında tepesinde çanak anten olan bir başka minibüs var... galiba Fox-Milwaukee... ve...”

“Dışarı çıkarın!” diye bağırmaya başladı dışarıdan bir ses. Kandırılmış ve dargın bir sesti. “Katili bize verin! Balıkçı’yı bize verin!”

“Oh, olamaz!” dedi Bobby. Şimdi bile konuşması sabah, dinleyici bir başka programa start verildiğini söyleyen George Rathbun’a benziyordu. “Şimdi olmazzz, televizyon kameraları burada! Bu...”

“Balıkçı’yı dışarı çıkarın!”

Henry bu sesin kime ait olduğunu biliyordu. İki kat destekli camın a dan bile bu tiz, uluyan haykırışı tanımıştı.

Wendell Green işini biliyordu... sakın aksini düşünme hatasına düşmeyin. Onun işi, haberleri iletmek, onları analiz etmek ve bazen de görüntülemekti. İşi haber yaratmak değildi. Ama kendine engel olamamıştı. Son on iki saatte ikinci kez, kariyerini zirveye çıkaracak bir hikâye yalvaran, aç parmaklarının ucuna kadar gelip son anda elinden alınıyordu.

“Dışarı çıkarın!” diye uludu Wendell. Sesinin kuvveti onu önce şaşırttı sonra heyecanlandırdı. “Katili bize verin! Balıkçı’yı bize verin!”

Diğer seslerin ona katılması inanılmaz bir hareket yaratmıştı. Okuldaki eski oda arkadaşının dediği gibi, fermuvar patlatacak bir heyecandı. Wendell göğsü kabararak, yanakları kızardı, kendine güveni arttı ve bir adım ilerledi. Beşinci Kanal minibüsünün kalabalığın arasından yavaşça ona doğru yaklaştığını şöyle böyle fark etmişti. Çok yakında kameralar ortaya çıkacak, sisi yaran güçlü ışıklar altında çekim yapmaya başlayacaktı. Ne olmuştu yani? Kan lekeleriyle kaplı gömlek giyen kadın öz çocuğu için mücadele etmek için fazla korkaksa Wendell onun görevini üstlenmeye hazırdı! Sivil sorumluluk inisiyatifinin parlak örneği, Wendell Green! Halkın lideri, Wendell Green!

Fotoğraf makinesini yukarı aşağı sallamaya başladı. Çok keyifliydi. Okula geri dönmüş gibiydi! Bir Skynyrd konserinde olduğu gibi. Sanki kafayı bulmuştu...

Wendell Green’in gözlerinin önünde bir şimşek çaktı. Sonra ışıklar söndü. Hepsi birden.

“ARNIE ONA EL FENERİYLE VURDU!” diye bağırdı Bobby.

Dale’in kör eniştesini omuzlarından yakalayıp sevinçle döndürdü. Yoğun bir Aqua Velva kokusu Henry’ye doğru yayıldı ve kör adam, bir saniye öncesinden Bobby’nin onu Fransız stilinde, iki yanağından birden öpeceğini anladı. Bobby gördüklerini anlatmaya tekrar başladığında sesi, yerel takımın çok nadir görülen mucizevi başarılarından birine tanık olmuş George Rathbun’unkini andırıyordu.

“Buna inanabiliyor musunuz, Çılgın Macar ona çok sevdiği el feneriyle vurdu!”

GREEN YERE YIĞILDI! LANET OLASI MACAR HERKESİN SEVGİLİSİ PIC KURUSU GAZETECİYİ TUŞ ETTİ! HELAL OLSUN, HRABOWSKI!’

Çevrelerini saran tüm polisler avazları çıktığı kadar tezahürat yapıyorlardı. Debbi Anderson, “We Are the Champions”u •söylemeye başladı ve diğerce hemen ona katıldılar.

French Landing’de garip günler yaşanıyor, diye düşündü Henry. Elleri cebinde ayakta duruyor, gülümseyerek etrafını saran patırtıyı dinliyordu. Gülümseyişinde en ufak bir sahtelik bile yoktu; mutluydu. Ama yüreğinde bir huzursuzluk vardı. Jack için korkuyordu. Aslında herkes için korkuyordu.

“İyi işti, dostum,” dedi Beezer, Jack’e. “Samimi söylüyorum.”

Jack başını salladı. “Sağ ol.”

“Adamın o olup olmadığını sana tekrar sormayacağım. O değil diyorsan, değildir. Ama asıl katili bulmana yardım etmek için yapabileceğimiz herhangi bir şey olursa bizi araman yeter.”

Yıldırım Beşli’nin diğer üyeleri de onaylarcasına mırıldandılar; Kaiser Bill, Jack’in omzuna dostça bir yumruk vurdu. Muhtemelen vurduğu yer moraracaktı.

“Sağ olun,” dedi Jack tekrar.

Çalmadan kapı açıldı. Dale onu yakaladı ve kaburgalarını sızlatacak şekilde kucakladı. Göğüsleri birleştiğinde Jack, Dale’in kalbinin hızla ve şiddetle çarptığını hissetti.

“Kellemi kurtardın,” diye fısıldadı Dale, Jack’in kulağına. “Senin için yapabileceğim herhangi...”

“Bir şey yapabilirsin aslında,” dedi Jack, onu içeri çekerek. “Haber minibüslerinin ardında bir polis arabası daha gördüm. Tam emin olamadım ama galiba rengi maviydi.”

“Eyvah,” dedi Dale.

“Katılıyorum. Potter’ı sorguya çekmek için en az yirmi dakikaya ihtiyacım var. Hiçbir yere varamayabiliriz, ama elimize çok yararlı ipuçları da geçebilir. Brown ve Black’i yirmi dakika oyalayabilir misin?”

Dale, arkadaşına sırıttı. “Sana yarım saat vereceğim. En az.”

“Harika. Ve Balıkçı’nın 911’i aradığı günkü kaset, hâlâ elinde mi?”

“Brown ve Black davayı elimizden aldıklarında diğer kanıtlarla beraber gitti. Bugün öğleden sonra bir ekip gelip hepsini götürdü.”

“Dale, olamaz!”

“Sakin ol, dostum. Kasetin bir kopyası masamın çekmecesinde, emniyette duruyor.”

Jack göğsünü sıvazladı. “Beni öyle korkutma.”

“Affedersin,” dedi Dale. Bir yandan da, seni dışarıda gördükten sonra k kaçağın aklıma gelmezdi, diye düşünüyordu.

Merdivenleri tırmanırken Jack, Speedy’nin banyoda bıraktığı şeyi nasıl kullanacağını söylediğini hatırladı... ama çiçekleri Tansy Freneau’ya vermişti. Kahretsin. Sonra ellerini burnuna götürdü, kokladı ve gülümsedi.

Belki çiçekler hâlâ yanındaydı.

17

GEORGE POTTER, idrar ve dezenfektan kokulu kısa bir koridorun üstündeki üçüncü hücrede, ranzanın üzerinde oturuyordu. Pencereden, son birkaç saattir fazlasıyla heyecana sahne olan ve hâlâ büyük bir kalabalığın doldurduğu otoparkı seyrediyordu. Jack’in yaklaşan ayak seslerini duydu ama başını çevirip bakmadı.



Jack, yürürken iki levhanın önünden geçmişti. Birincisinin üzerinde BİR GÖRÜŞME, BİR GÖRÜŞME DEMEKTİR yazıyordu. İkincisinin üzerindeyse A.A. TOPLANTİ-LARİ PAZARTESİ 19:00, N.A. TOPLANTİLARİ PERŞEMBE 20:00 yazıyordu. Köşede pis bir musluk ve bir sivri akıllının üzerine GÜLME GAZİ yazdığı çok eski bir yangın söndürme cihazı vardı.

Jack hücrenin kapısına geldi ve evinin anahtarlarıyla demir parmaklıklardan birine hafifçe vurdu. Hâlâ Ötedünya’nın bir kalıntısı olduğunu düşündüğü hiperalgı durumunda olan Jack, bir bakışta adam hakkındaki en önemli gerçeği kavramıştı. Çökmüş gözlerden ve morarmış altlarından okunuyordu; içeri göçmüş avurtlarından, hafifçe çukurlaşmış şakaklarından ve ince damarlarının hassas görünümünden; burnunun fazla keskin uzanışından anlaşılıyordu.

“Merhaba, Bay Potter,” dedi. “Sizinle konuşmak istiyorum ve elimizden geldiğince acele etmeliyiz.”

“Beni istiyorlardı,” diye belirtti Potter.

“Evet.”

“Belki beni almalarına izin vermeliydiniz. Nasıl olsa üç dört ay sonra bu dünyadaki vadem dolacak.”



Jack, Dale’in verdiği manyetik kartı gömleğinin üst cebinden çıkarıp hücrenin kapısını açtı. Yuvasında yana doğru titreyerek açılan demir kilidi, cızırtılı bir ses çıkardı. Jack, manyetik kartı çıkardığında cızırtılı ses kesilmişti. Aşağıda, H.C.3 yazılı amber renkli ışık, şimdi yanmış olmalıydı.

Jack ranzanın diğer ucuna oturdu. Metalik kokunun zambakların kokusuna zarar vermesini istemediği için anahtarlığı arka cebine koymuştu “Nerede?»

Potter, Jack’in nasıl anladığını sormadan büyük, çıkık damarlı elini kaldırarak -bir marangozun eli- karnına dokundu. Sonra kucağına bıraktı. “Midemde başladı. Beş yıl önce. Uslu bir çocuk gibi iğneleri yaptırdım ve hapları’ tim. O sıralar, La Riviere’de yaşıyordum. O ilaçlar... Tanrım, her yere kusuyordum. Her köşeye, her yere. Bir keresinde farkında olmadan kendi yatağıma kusmuşum. Ertesi sabah uyandığımda tüm göğsüm, kuruyup katılaşmış kusmukla kaplıydı. Nasıl olduğu hakkında bir fikrin var mı, evlat?”

“Annem kanserdi,” dedi Jack usulca. “On iki yaşındaydım. O zaman başladı.”

“Beş yıl daha yaşayabildi mi?”

“Daha fazla.”

“Şanslıymış,” dedi Potter. “Ama sonunda onu ele geçirdi, değil mi?”

Jack başını salladı.

Potter da başını salladı. Henüz aralarında bir arkadaşlık kurulmuş sayılmazdı ama gidişat o yöndeydi. Jack’in çalışma tarzı böyleydi, her zaman da böyle olmuştu.

“O kahrolası bela insanın içine girer ve bekler,” dedi Potter ona. “Bana göre ondan hiçbir zaman asla tam anlamıyla kurtulmak mümkün değil. Her neyse, iğnelerle işim bitti. Haplarla da. Şimdi sadece ağrı kesici hapları kullanıyorum. Buraya sonumu karşılamaya geldim.”

“Neden?” Aslında bu, Jack’in bilmeye ihtiyaç duyduğu bir ayrıntı değildi ve zamanı azalıyordu ama onun tekniği böyleydi. Aşağıda, adamı götürmek için bekleyen, eyalet polisinden birkaç gereksiz adam var, diye işe yarayan bu tekniği bir kenara bırakacak değildi. Dale onları oyalamak ve gerekirse engellemek zorundaydı.

“Yeterince hoş bir küçük kasaba gibi görünmüştü. Ve nehri severim. Her gün nehir kenarına inerim. Bazen şimdiye kadar yaptığım tüm işleri -Wisconsin, Minnesota, Illinois- düşünürüm, bazen de hiçbir şey düşünmem. Orada, bir bankın üzerinde öylece oturur, huzur içinde nehri seyrederim.”

“Ne tür işlerde çalıştınız, Bay Potter?”

“Marangozlukla başladım, tıpkı Isa gibi. Sonra inşaat işine girdim ve işler büyüdü ki sonunda boyumu aştı. Bir inşaatçının yaptığı, kendini mütaahit olarak tanıtarak etrafta dolaşmaktır. Kısa zamanda üç dört milyon dolara, Cadillac’a ve cuma geceleri tozumu attıran genç bir kadına sahip oldum, güzel bir kadındı. Hiç sorun çıkarmaz, başımı ağrıtmazdı. Sonra elimde ne varsa kaybettim. Tek özlediğim, Cadillac’tı. Onu kullanmak, bana kadınla olmaktan daha çok zevk veriyordu. Sonra kötü haberi aldım ve aradan buraya geldim.” Jack’e baktı.

“Bazen ne düşünüyorum, biliyor musun? Bence French Landing, her şeyin daha iyi koktuğu ve göründüğü bir başka dünyaya, daha iyi bir dünyaya yakın. Belki orada insanlar da daha iyi davranıyordur. Başkalarıyla pek takılmam, arkadaş canlısı biri değilimdir, ama bu, duygularımın olmadığı anlamına gelmez. Kafamda, iyi biri olmak için fazla geç olmadığına dair bir fikir var. Sence ben deli miyim?”

“Hayır,” dedi Jack. “Ben de o sebeple buraya geldim. Size benim için nasıl olduğunu anlatayım. Bir pencerenin önüne ince bir battaniye gerdiğinizi düşünün, güneş ışıkları yine de içeri girer, değil mi?”

George Potter’ın ona bakan gözleri birden parladı. Jack’in daha fazla açıklama yapmasına gerek kalmamıştı, bu iyi olmuştu. Aradığı dalga boyunu bulmuştu, hemen hemen her seferinde bulurdu, bu ona bahşedilmiş bir yetenekti ve artık işe-koyulmanın zamanıydı. “Biliyorsun,” dedi Potter.

Jack başını salladı. “Niçin burada olduğunuzu biliyor musunuz?”

“Sanırım o hanımın çocuğunu öldürdüğümü düşünüyorlar.” Potter başıyla demir parmaklıklı pencereyi işaret etti. “Elinde ilmiği tutan kadının. Ben öldürmedim. Tek bildiğim bu.”

“Tamam, bu bir başlangıç. Şimdi beni dinleyin.”

Jack, Potter’ı oraya düşüren olaylar zincirini çok kısa bir sürede anlattı. Onu dinlerken Potter’ın kaşları çatıldı. İri ellerini kenetledi.

“Railsback!” dedi sonunda. “Bilmeliydim! Sürekli soru soran, sürekli poker ya da bilardo oynamak isteyip istemediğimi soran, her şeye burnunu sokan meraklı herif! Oyunları da rahat soru sorabilmek için birer fırsat olarak görüyordu. Tanrı’nın cezası...”

Jack onun bir sure daha bu tür konuşmalarla içini dökmesine izin verdi. Kanser olsun olmasın, bu yaşlı adam normal hayatından merhamet uzaklaştırılmıştı ve içini boşaltmaya ihtiyacı vardı. Zaman kaybetme kaygısıyla lafını keserse adamı tamamen kaybedebilir, hiçbir şey öğrenemeyebilirdi. Sabır göstermek zordu (Dale o iki baş belasını nasıl oyalıyordu acaba? Doğrusu Jack, bilmek bile istemiyordu) ama sabır çok önemliydi. Potter saldırısının yelpazesini genişletince (Morty Fine ve Railsback’in yakın dostu Irv Thronebe de yaşlı adamın söylenmelerinden paylarına düşeni almışlardı) Jack araya girdi.

“Bay Potter, Railsback bir adamı odanıza kadar takip etmiş. Hayır aslında şöyle söylemek daha doğru; biri Railsback’i odanıza yönlendirmiş.”

Potter cevap vermedi. Bakışlarını kenetlediği ellerine dikmiş oturuyordu Ama başını sallamıştı. Yaşlı bir adamdı, hastaydı ve sağlığı giderek kötüleşiyordu ama kesinlikle aptal değildi.

“Railsback’i odanıza yönlendiren büyük bir ihtimalle ölen çocukların fotoğraflarını gardırobunuza bırakan adamla aynı kişi.”

“Evet, bu çok mantıklı. Çocukların fotoğraflarına sahip olduğuna göre muhtemelen onları öldüren de o.”

“Doğru. Sormak istediğim...”

Potter sabırsızca elini salladı. “Sanırım ne soracağını biliyorum. Bu civarda Chicago’lu Potsie’yi ensesinden ya da hayalarından yakalamaya hevesli birinin olup olmadığı.”

“Evet.”


“İşini zorlaştırmak istemem, evlat, ama aklıma hiç kimse gelmiyor.”

“Hiç mi?” Jack kaşlarını kaldırdı. “Hiç buralarda iş yapmış mıydınız? Bir ev inşaatı ya da bir golf sahası?”

Potter başını kaldırdı ve Jack’e sırıttı. “Elbette. Bu kasabanın güzelliğini nasıl fark ettim sanıyorsun? Özellikle yaz aylarında kasabanın Libertyville denen kısmını biliyor musun? Camelot ve Avalon adında caddeleri olan bölgeyi?”

Jack başını salladı.

“Oradaki binaların yarısını ben inşa ettim. Yetmişli yıllarda. O zamanlar bu civarda bir adam vardı... Chicago’dan tanıdığım eşek herifin biri... ya da tanıdığımı sandığım... o da piyasada mıydı?” Soruyu kendine sormuş gibiydi. Başını kısaca iki yana salladı. “Hatırlayamıyorum. Zaten önemi de yok. Nasıl

Adam o zamanlar yaşını başını almıştı, şimdi ölmüş olmalı. Çok uzun bir süre önceydi.”

Ama sorguya çekme konusunda Jerry Lee Lewis’in bir zamanlar piyano çalması gibi başarılı olan Jack için önemi vardı. Beyninde, sezgilerinin oluştuğu, özelikle loş olan bölümde ışıklar belirmeye başlamıştı. Henüz çok parlak değillerdi ama kesinlikle oradaydılar.

“Eşek herif,” dedi sanki bu kelimeyi ilk kez duymuş gibi. “Nedir o?” Potter ona sevimsiz bir bakış fırlattı. “Tam anlamıyla vatandaş sayılmayan vatandaş. Bağlantıları olan insanları tanıyan biri. Bazen bu insanlar bunu arardı. Birbirlerine karşılıklı iyilikler yaparlardı. Eşeğin biri olmak iyi bir şey değil.”

Hayır, değil, diye düşündü Jack. Ama sen de özlediğin Cadillac’i bu işler sayesinde elde etmiştin.

“Sen de bu adam gibi eşeklik yaptın mı, George?” Artık samimiyeti biraz arttırmak gerekiyordu. Bu, Bay Potter’a yöneltilecek bir soru değildi.

“Belki,” dedi Potter bir süre düşündükten sonra. “Belki öyleydim. Chicago’dayken. O zamanlar Chicago’da büyük kontratlar almak için kirli oyunlara girmek, birilerini memnun etmek gerekiyordu. Şimdi nasıl bilmiyorum, ama bizim dönemimizde dürüst bir müteahhit, fakir bir müteahhitti. Anlıyorsun, değil mi?”

Jack başını salladı.

“Yaptığım en büyük iş, Chicago’nun güneyinde çok geniş bir yerleşim sitesiydi. Tıpkı o kötü, kötü Leroy Brown ile ilgili şarkıdaki gibi.” Potter omuzları sarsılarak güldü. Bir an için hastalığı, haksız yere tutuklanmış oluşu ve neredeyse linç edileceği aklından çıkmıştı. Geçmişte yaşıyordu; mazisi biraz ucuz ve kirli olsa da şimdiki zamandan iyiydi, duvara zincirlenmiş ranza, çelik tuvalet, iç organlarına yayılan kanser.

“O iş çok büyüktü, evlat, şaka yapmıyorum. Devletin kasasından çıkacak bir yığın tatlı para söz konusuydu, ama kime gideceğine yerel kodamanlar, bir gecede karar vermişti. Ben ve şu diğer adam çok çekişmeli bir yarışta...”

Gözlerini iri iri açıp Jack’e bakıp sustu.

“Ulu Tanrım, nesin sen, bir büyücü mü?”

“Neden bahsettiğini bilmiyorum. Ben sadece burada oturuyorum.”

“Burada karşıma çıkan o adamdı. Az önce bahsettiğim eşek oydu!”

“Anlayamıyorum, George,” dedi Jack, ama aslında aklında bir fikir şekillenmeye başlamıştı. Ve heyecanlanmasına rağmen, bardaki kızın ona Kinderling’in burun sıkma hareketinden bahsettiği zamandaki gibi hiç belli etmeden durdu.

“Muhtemelen bir şey çıkmayacak,” dedi Potter. “Adamın hoşlanılacak bir tarafı yoktu gerçekten, ama ölmüş olmalı. Yaşıyorsa da en az sekseni dedir.”

“Bana ondan bahset,” dedi Jack.

“Pis işler yapardı,” dedi Potter, bu her şeyi açıklıyormuşçasına. “Chicago’da ya da o civarda bir yerde başı derde girmiş olmalı, çünkü burada karşıma çıktığında başka bir isim kullanıyordu, bunu çok iyi hatırlıyorum.”

“Site anlaşmasında onu ne zaman alt etmiştin, George?”

Potter gülümsedi, diş etlerinden dışarıya fırlayan iri dişleri Jack’e adamın ölüme ne denli yaklaşmış olduğunu düşündürdü. Tüyleri ürpermişti ama hiçbir şey belli etmeden yaşlı adamın gülümseyişine karşılık verdi. Bu da, çalışma tarzının bir parçasıydı.

“Bu pis işlerden bahsedeceksek bana Potsie demen daha uygun olur.”

“Pekâlâ, Potsie. Chicago’daki bu adamla rekabet edişiniz ve işi elinden alışın ne zamandı?”

“Bunu söylemek pek zor değil,” dedi Potter. “Anlaşma, yaz aylarında ortaya çıkmıştı, ama kodamanlar hâlâ şehre önceki yıl gelen hippilerin, polisin ve valinin üzerine nasıl gittikleri konusunu tartışıyorlardı. Yani 1969 yılı olduğunu söyleyebilirim. Vali Daley’nin yapılacak site ile ilgili kurduğu komisyonun iki üyesine büyük iyilikler yapmıştım. Teklifler açılınca benimkine özel bir ilgi gösterildi. Diğer adamın, şu rakibim, daha düşük bir teklif verdiğinden hiç şüphem yok. Eminim onun da kendi bağlantıları vardı. Ama bu kez işi bana kaptırmıştı.”

Gülümsedi. İğrenç dişler bir kez daha belirdi ve kayboldu.

“Onun teklifi gündeme bile gelmedi çünkü her nasılsa kaybolmuştu. Bulunup ortaya çıkarıldığındaysa artık çok geçti. Şanssızlık. Chicago Potsie, işi kapmıştı bile. Dört yıl sonra adam, Libertyville işi için burada ortaya çıktı. Ama bu sefer onu dürüstçe yenmiştim. Hiçbir dalavereye bulaşmamıştım. Kontratın kime verildiği belli olduktan sonra adama Nelson Oteli’nin barında rastladım. Bana, ‘Sen Chicago’daki adamsın,’ dedi. Ben de ona, ‘Chicago’da pek çok adam var,” dedim. Bu herif pis işlere bulaşırdı ama aynı zamanda korkutucuydu. Sanki kokusundan belli oluyordu. Başka türlü açıklayabileceğimi sanmıyorum. Her neyse, o günlerde büyük ve kudretli bir adamdım, gerektiğinde acımasız olabilirdim ama o gün oldukça uysaldım. Bir iki kadeh yuvarladığım halde uysaldım.

“Evet,” dedi adam. ‘Chicago’da pek çok adam var ama sadece biri beni bastırdı. O işin acısını unutmadım, Potsie ve çok da iyi bir hafızam vardır.’ “Başka bir zaman, başka biri olsa, kafasını duvara geçirdikten sonra ona hazasının hâlâ iyi olup olmayacağını sorardım ama bu adama hiçbir şey söylemedim. Aramızda daha fazla konuşma olmadı. Bardan çıktı gitti. O günden sonra onu bir daha gördüğümü sanmıyorum ama Libertyville işi devam ederken birkaç kez ondan bahsedildiğini duymuştum. Kalfalarla konuşurken. Görünüşe bakılırsa adam, French Landing’de kendine bir ev inşa ediyordu. Emekliliğini geçirmek için. Gerçi o sıralarda emekli olacak kadar yaşlı değildi, ama yaklaşıyordu. Sanırım ellili yaşlardaydı... ve 1972 yılıydı.”

“Demek burada kendine bir ev inşa ediyordu,” dedi Jack düşünceli bir ifadeyle.

“Evet. Evin bir de ismi vardı, şu İngiliz evlerindeki gibi. Bilirsin, The Briches, Lake House gibi.”

“Evin ismi neydi?”

“Kahretsin, herifin ismini bile hatırlamıyorum yaptığı evin ismini hatırlamamı nasıl beklersin? Tek bildiğim, kalfaların hiçbirinin oradan hoşlanmadığıydı. Evin adı çıkmıştı.”

“Kötü anlamda mı?”

“En kötüsü. Sürekli kazalar oluyordu. Birinin eli elektrikli bıçkıda bileğinden kopmuştu, bir diğeriyse neredeyse hastaneye yetişemeden kan kaybından ölecekti. Bir başka işçi iskeleden düşmüş ve felç olmuştu... boyundan aşağısını hissedemiyordu. Nasıl olduğunu biliyorsun, değil mi?” Jack başını salladı.

“İnsanların daha inşa edilmeden lanetli dedikleri tek evdir orası. Sanırım ‘adam inşaatı tek başına bitirmek zorunda kalmıştı.”

“Bu ev hakkında başka neler söyleniyordu?” Jack, soruyu öylesine sormuş gibiydi, sanki cevap pek umurunda değilmiş gibi, ama aslında yaşlı adamın ağzından çıkacakları duymak için kulak kesilmişti. Daha önce French Landing’de lanetli bir evden bahsedildiğini hiç duymamıştı. Orada, tüm söylentileri, hikâyeleri ve efsaneleri duyacak kadar uzun süredir yaşamıyordu belki, ama böyle bir şey... öyle ya da böyle mutlaka duyulurdu.

“Ah, evlat, hatırlayamıyorum. Sadece...” Gözleri uzaklara dalmış bir halde duraksadı. Binanın dışındaki kalabalık sonunda dağılmaya başlamıştı. Jack,

Dale’in Brown ve Black’i oyalamak için neler yaptığını merak ediyordu. Zaman hızla uçup gidiyordu ve henüz Potter’dan istediği bilgiyi alamamıştı, aldığı kadarı ancak işkence etmeye yarıyordu.

“Bir adam bana, gökyüzünde olduğu halde güneşin orada asla parlamadığını söylemişti,” dedi Potter aniden. “Evin yoldan biraz uzaktaki bir açıklı, olduğunu ve yaz aylarında günde en az beş saat süreyle güneş alması gerektiğini söylüyordu ama her nasılsa ev... güneş görmüyordu. Adamların gölgelerini tıpkı bir masaldaki gibi kaybettiklerini ve bundan hiç hoşlanmadıklarını anlatmıştı. Ve bazen de bir köpeğin ormanda hırladığını duyuyorlarmış. Çıkardın sese bakılırsa, çok da büyük bir hayvanmış. Acımasız bir hayvan. Ama hiç gören olmamış. Sanırım nasıl olduğunu bilirsin. Hikâyeler bir şekilde başlar ve ağızdan ağza aktarıldıkça kendini besleyip büyü...”

Potter’ın omuzları birden çökmüştü. Başı öne eğildi.

“Tüm hatırlayabildiklerim bunlar.”

“Adamın Chicago’daki ismi neydi?”

“Hatırlayamıyorum.”

Jack aniden açık avuçlarını Potter’ın burnuna yaklaştırdı. Yaşlı adam, başı öne eğik olduğu için burnuna doğru uzanan elleri son ana dek fark etmemişti. Yutkunarak büzüldü. Jack’in tenine sinen ve yok olmak üzere olan kokuyu içine çekti.

“Ne?... Tanrım, nedir bu?” Potter, Jack’in ellerinden birini yakalayarak açgözlülükle tekrar kokladı. “Çok güzel. Nedir bu?”

“Zambaklar,” dedi Jack, ama aklından geçen bu değildi. Annemin hatırası, diyordu içinden. “Adamın Chicago’daki ismi neydi?” diye tekrar sordu.

“Sa... sanki Beerstein gibi bir şeydi. Bu değil, ama buna yakın bir isim. Yapabileceğimin en iyisi bu.”

“Beerstein,” dedi Jack. “Ya üç yıl sonra French Landing’e geldiği sırada kullandığı isim neydi?”

Birdenbire merdivenlerden yüksek sesli tartışmalar duyuldu. “Umurumda değil!” diye bağırdı biri. Jack sesin sahibinin daha resmi tavırlı görünen Black olduğunu anladı. “Bu bizim soruşturmamız ve o adam da bizim tutuklumuz. Onu götürüyoruz! Hemen şimdi!”

Dale, “Buna bir itirazım yok. Sadece resmi evraklar...” dedi.

Brown, “Of, evrakların canı cehenneme. Kâğıtları yanımıza alırız.”

“French Landing’de kullandığı isim neydi, Potsie?”

“Ben- hatırlaya...” Potsie, Jack’in ellerini tekrar tuttu. Yaşlı adamın elleri soğuktu. Gözlerini kapatıp Jack’in avuç içlerini kokladı. Derin bir nefes çekerken, “Burnside,” dedi. “Sevimli Burnside. Gerçekte hiç de sevimli değildi. Bu sadece alaycı bir lakaptı. Sanırım gerçek ismi Charlie idi.”

Jack ellerini geri çekti. Charles “Sevimli” Burnside. Bir zamanlar Beerster isminde tanınıyordu. Ya da Beerstein’e benzer bir isimdi. “Ya ev? Evin ismi neydi?”

Brown ve Black, Dale onları engelleme çabasıyla peşlerinde olduğu haine şimdi koridorda ilerliyorlardı. Zaman kalmadı, diye düşündü Jack. Kahretsin beş dakikam daha olsaydı...

Ve Potsie o anda, “Kara Ev,” dedi. “Bu ismi kendisi mi koydu yoksa inşaatında çalışan işçiler mi bilmiyorum ama isim, kesinlikle buydu.”

Jack’in gözleri irileşti. Henry Leyden’ın samimi oturma odası bir anda kafasında belirmişti: dirseğinin yanında bir içkiyle Jamdyce ve Jarndyce’in hikâyesini okuyordu. “Kasvetli Ev olmasın?” diye sordu.


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   29   30   31   32   33   34   35   36   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin