Başını ekrana doğru çeviriyordu ki Lester Moon, Lily Cavanaugh’yu hatırlayıp hatırlamadığını sordu.
“Oh, evet.”
“Çocukken onu çok severdim.”
“Ben de,” dedi Jack.
Jack ekrana bakar bakmaz bunun “The Terror of Deadwood Gulch”• adlı 1950 yapımı komedi türü kovboy filmi olduğunu anlamıştı. Filmin başrolündeki, o zamanlar ünlü, halen de takdirle hatırlanan, Bob Hope tarzında ama onun kadar başarılı olamamış Bill Towns, Arizona’da Deadwood Gulch Kasabası’na gelen ve kötü kalpli korkunç bir silahşor sanılan dolandırıcı kumarbazı oynuyordu. Kasabadaki sosyal yaşamın merkezi olan Lazy 8 adlı barın güzel ve zeki sahibesi Lily Cavanaugh, barı her gece tıklım tıklım dolduran kovboylar, aylaklar, çiftçiler, tacirler, kanun adamları ve serseriler tarafından fazlasıyla seviliyordu. Lily opopanaksa meyilli müşterilerine tabancalarını kapıda bırakmalarını ve davranışlarına dikkat ederek olay çıkarmamalarını söylüyordu. Şu an oynayan sahnede Lily barında yalnızdı ve ısrarcı bir arıdan kurtulmaya çalışıyordu. Film başlayalı yaklaşık yarım saat olmuştu.
İkinci Sınıf Filmler Kraliçesi için biran, diye düşünen Jack gülümsedi.
Lily bir toz bezi, sinek kovucu, paspas, süpürge ve en sonunda da tabanca kemeriyle arıyı yok etmeyi denemişti. Arı, bütün saldırıları savuşturarak oradan oraya, bardan oyun masasına, viski şişesinin tepesinden rafta duran her üç şişenin üzerine, bardaki tabureden piyanonun kapağına konuyor, kadının darbesinin inmesini bekliyor, silah savrulmadan bir saniye önce bulunduğu yerden tekrar havalanıyordu. Hareketli, harika bir sahneydi. Jack altı ya da belki de yedi yaşındayken gülmekten katılarak, becerikli annesinin bu canlı belayı başından savmakta defalarca başarısız olmasını izlemişti. Sonra filmcilerin küçük bir böceğe her istediklerini nasıl yaptırdıklarını merak edince, annesi onun gerçek bir arı olmadığını, özel efektler bölümünün yaptığı sihirli biran olduğunu açıklamıştı.
Lester Moon, “Arının istedikleri yere gitmesini nasıl sağladıklarını hiçbir zaman anlayamadım,” dedi. “Acaba arıyı eğitmişler mi?”
“Önce Lily Cavanaugh’un sahnelerini sette tek başına çektiler,” dedi Jack, Kokmuş Peynir’in her şeye rağmen aktrisler söz konusuyken zevk sahibi, iyi sayılabilecek bir adam olduğuna karar vererek. “Arıyı özel efektler bölümü sonradan ekledi. Bu gerçek bir arı değil, bir çizim-animasyon. Hiç belli olmuyor, değil mi?”
“Hem de hiç. Emin misiniz? Hem siz nereden biliyorsunuz?”
“Bir kitapta okumuştum galiba,” dedi Jack. Bu tür sorulara hep bu cevabı verirdi.
Fiyakalı kumarbaz kıyafetleri içindeki Bill Towns, sallana sallana yürüyerek Lazy 8’in yaylı kapılarından içeri girdi ve barın sahibesine, kadının taburenin üzerine konmuş olan arıya yaklaştığını fark etmeden şehvet dolu gözlerle baktı.
“Demek tekrar geldin, yakışıklı,” dedi Lily. “Burayı beğenmiş olmalısın.”
“Bebeğim, burası Missouri topraklarının batısındaki en tatlı mekân. Bana Black Jack McGurk’ü soyup soğana çevirdiğim yeri hatırlatıyor. Zavallı Black Jack. Ne zaman duracağını hiçbir zaman bilemedi.”
Kurgunun içindeki kurgu yaratık sihirli arı hızlanan bir B-52’yi andıran sesle Bill Towns’un şapkasız başına iniş yaptı. Komedyenin suratında komik bir dehşet ifadesi belirdi. Kollarını çılgınca sallamaya, olduğu yerde zıplayıp haykırmaya başladı. Sihirli arı, paniğe kapılan sözde silahşorun etrafında akrobatik uçuşlar yapıyordu. Dehşet içindeki Towns, saçlarını darmadağın etmişti. Town masaya yaklaştı, kollarını son bir kez salladıktan sonra masanın altına girip yardım dilenmeye başladı.
Bakışları, pervasızca yürüyen arının üzerine kilitlenen Lily barı ovarak bardak ile katlanmış bir gazete aldı. Masanın üzerinde daireler çizerek ilerleyen arıya yaklaştı. Aniden öne atılarak bardağı arının üzerine kapattı. Arıyı almaya çalıştı, ama bardağın tabanına çarptı. Lily bardağın bir kenarını hafifçe kaldırdı ve gazeteyi altına itti, sonra gazeteyi bardağın ağzına bastırarak elini kaldırdı.
Kamera geri çekildi ve masanın altından Lily’nin arıyı yaylı kapıların üzerinden serbest bırakışını izleyen korkak kumarbaz, sahnenin kenarında belirti
Jack, Lester Moon’un arkasından gelen sesini duydu. “Hamburgeriniz hazır, bayım.”
Sonraki yarım saat boyunca Jack hamburgerini yedi ve filmi izlemeye çalıştı. Hamburger, sadece yağlanmış saç üzerinde pişen etlere özgü sulu lezzetiyle harikaydı ve ağızda eriyen, altın rengi, dışı çıtır patatesler mükemmeldi ama Jack bir türlü The Terror of Deadwood Gulch’a dikkatini veremiyordu Sorun, filmi daha önce birçok kez seyretmiş olması değil, Tansy Freneau’ydu. Söylediği bazı şeyler Jack’in kafasına takılmıştı. Üzerlerinde düşündükçe neler döndüğüne dair fikri azalıyor, aklı iyice karışıyordu.
Tansy’ye göre Gorg adındaki karga -kuzgun- bildiğimiz dünyanın yanında ve dışında olan bir başka dünyadan geliyordu. Ötedünya’dan bahsediyor olmalıydı. Poe’nun “Kuzgun” şiirinden bir kalıbı kullanarak bu diğer dünyaya “Gecenin Ölüm Kıyısı” adını vermişti ki bu, Tansy gibi biri için oldukça etkileyiciydi ama bu tanım, Jack’in bildiği sihirli Ötedünya’ya kesinlikle uymuyordu. Gorg, Tansy’ye bu dünyanın alevler içinde olduğunu söylemişti ama Bombalanmış Bölge bile tarife uymuyordu. Jack, Bombalanmış Bölge’yi hatırlıyordu. O sırada hasta, kendinden geçmiş mantıklı Richard’la garip bir trene binip uçsuz bucaksız kızıl çölden geçmişlerdi. Orada timsah adamlar ve sakallı, maymun suratlı kuşlar gibi tuhaf yaratıklar yaşıyordu ama alevler altında olduğu kesinlikle söylenemezdi. Bombalanmış Bölge, geçmişte yaşanmış bir felaketin ürünüydü, halen sürmekte olan bir yangın söz konusu değildi. Tansy ne demişti? Alevlerden oluşan çok, çok büyük bir yer... çok yükseklere uzanıyor. Gördüğü neydi, Gorg ona ne göstermişti? Sanki yanmakta olan devasa bir kuleden ya da alevlerin tükettiği çok yüksek bir binadan bahsediyordu. Yanmakta olan bir dünyada yanan bir kule, alevler içinde bir bina... bu dünya nasıl Ötedünya olabilirdi?
Jack son kırk sekiz saatte iki kez Ötedünya’ya gitmişti ve gördüğü her şey çok güzeldi. Güzelden de öte, arı bir su kadar temizdi. Jack’in Ötedünya hakkında bildiği en önemli gerçek, bir tür kutsal sihre sahip olmasıydı: Judy Marshall da bu sihire tanık olmuştu. Önünde duran büyük ekrandaki, Bill Towns ile dalga geçen olağanüstü, çetin ceviz, muhteşem kadının hayatı, Ötedünya’dan gelen bir nesne sayesinde kurtulmuştu. Jack Ötedünya’ya gittiği için -ve belki Tılsım’ı elinde tuttuğu için- üzerine oynadığı her at birinci geliyor, hangi hisseyi alsa değeri üçe katlanıyor, pokerde her eli kazanıyordu.
Peki Tansy’nin bahsettiği dünya neresiydi? Ve Gorg’un bu dünyaya ya bir delikten geçip gelmesi hikâyesi neyin nesiydi? Jack önceki gün diğer dünyaya geçtiğinde güneybatı tarafında mutsuz, sağlıksız, kötü bir varlık sezmiş ve Balıkçı’nın Öte-ikizinin orada olabileceğinden kuşkulanmıştı. Önce Balıkçı’yı öldürmekle Öte-ikizini öldürmek arasında pek fark yoktu, biri öldüğünde diğeri zayıflayacaktı. Ama...
Yine de mantıklı gelmiyordu. Dünyalar arası yolculuk yapıldığında sadece geçiliyordu, dünyanın kıyısında bir yangın başlatıp alevlerin içinden diğer tarafa geçmek, diye bir şey yoktu.
On ikiye birkaç dakika kala dışarıdan gelen motosiklet gürültüleri, televizyonun sesini boğdu. “Şey, bayım, belki gitmek istersiniz,” dedi Moon. “Bu gelenler...”
“Yıldırım Beşli,” dedi Jack. “Biliyorum.”
“Tamam. Bazı müşterilerimin onlardan ödü patlıyor da. Ama doğru düzgün davrandığınız sürece sorun çıkarmıyorlar.”
“Biliyorum. Endişelenecek bir şey yok.”
“Yani onlara bira falan ısmarlarsanız hakkınızda iyi düşünebilirler ve size kötü davranmazlar.”
Jack tabureden kalktı ve barmene baktı. “Lester, endişelenmene gerek yok. Benimle buluşmaya geliyorlar.”
Lester gözlerini kırpıştırdı. Jack ilk defa o zaman adamın kaşlarının 1920’li yılların şuh kadınları gibi incecik ve yay şeklinde olduğunu fark etti. “Bir sürahi Kingsland hazırlasam iyi olacak.” Barın alt kısmından bir sürahi çıkardı, Kingsland musluğu altına koydu ve doldurmaya başladı. Amber rengi sıvı boşalır boşalmaz köpüğe dönüştü.
Motosikletlerin gökgürültüsüne benzeyen sesleri binanın önüne yaklaştığında en yüksek seviyeye ulaştı ve ardından kesildi. Beezer St. Pierre kapıyı sertçe açarak içeri girdi. Doc, Mouse, Sonny ve Kaiser Bill de hemen onun ardından eşikte belirdiler. Vikinglere benziyorlardı. Jack onları gördüğüne çok sevinmişti.
“Kokmuş, kapa şu lanet zımbırtıyı,” diye gürledi Beezer televizyonu göstererek. “Ve buraya içmeye gelmedik, o sürahiyi lavaboya boşaltabilirsi, hem öyle bir dökmüşsün ki birada hayır kalmamış, işin bitince mutfağa annenin yanına git. Bu adamla olan işimizin seninle hiçbir ilgisi yok.”
“Tamam, Beezer,” dedi Moon titrek sesle. “Bir saniye sonra gidiyorum”
“Bir saniyen var,” dedi Beezer.
Beezer ve diğer adamlar barın kenarındaki taburelere dizildiler, bazıları ters ters Kokmuş Peynir’e, bazılarıysa daha kibar bir tarzda Jack’e bakıyordu. Mouse’un saçları hâlâ ince örgüler halindeydi ve gözlerinin altına bir futbol oyuncusu gibi parlak ışıklardan korunma amaçlı siyah maddeden sürmüştü. Kaiser Bill ve Sonny saçlarını yine atkuyruğu şeklinde toplamışlardı. Bira ve köpükler, lavabonun deliğinden akıp kayboldu. “Tamamdır, çocuklar,” dedi Moon. Ayak sesleri barın arka kısmına doğru uzaklaştı ve bir kapı kapandı.
Yıldırım Beşli’nin üyeleri ayrıldılar ve Jack’in önüne geçtiler. Çoğu, kollarını göğsünde kavuşturmuştu, şişkin kasları dikkat çekiyordu.
Jack, tabağını önünden itti, ayağa kalktı ve sordu. “Dün geceden önce George Potter ismini duymuş olanınız var mı?”
Ön kapıya en yakın bilardo masasının köşesine tünemiş olan Jack taburelerinde öne doğru eğilmiş olan Doc ve Beezer’a bakıyordu. Bir parmağını dudağına dayayan Kaiser Bill, başı öne eğik, Beezer’ın yanında ayakta duruyordu. Başını tek elinin üzerine dayamış olan Mouse, diğer bilardo masasının üzerinde yanlamasına, boylu boyunca yatıyordu. Kaşlarını çatmış, yumruklarını birbirine vuran Sonny, bar ve müzik kutusu arasında volta atıyordu.
“Dickens’ın romanındaki gibi ‘Kasvetli Ev’ demediğinden eminsin, değil mi?” diye sordu Mouse.
“Eminim,” dedi Jack adamlardan biri üniversite tahsili gördüğünü belli edecek bir şey söylediğinde şaşırmaması gerektiğini kendine hatırlatarak. “Kara Ev, dedi.”
“Tanrım, sanki ben...” Mouse başını iki yana salladı.
“Şu müteahhidin ismi ne demiştin?” diye sordu Beezer.
“Burnside. İlk adı muhtemelen Charlie, ‘Sevimli,’ diye de biliniyormuş. Yıllar önce ‘Beerstein’e benzer bir ismi varmış, onu değiştirip Burnside olmuş.”
“Beerstein mı? Yoksa Bernstein mı?”
“Bilmiyorum,” dedi Jack.
“Ve bu adamın Balıkçı olduğunu düşünüyorsun.”
Jack başını salladı. Beezer kafasının arkasını görmek istermiş gibi gözlerini ona dikmiş, bakıyordu. “Emin misin?”
“Yüzde doksan dokuz. Fotoğrafları Potter’ın odasına o koydu.”
“Kahretsin.” Beezer tabureden kalktı ve barın arkasına doğru yürüdü. “Aşikâr olanı kimsenin unutmayacağından emin olmak istiyorum.” Eğildi ve elinde bir telefon rehberi olduğu halde tekrar doğruldu. “Anlıyorsunuz, değil mi?» Rehberi barın üzerine koyarak açtı. Birkaç sayfa çevirdi, birkaç sayfa daha karıştırdı ve kalın parmağını bir sütunda gezdirdi. “Burnside ismine bir kayıt yok. Çok yazık.”
“Yine de iyi bir fikirdi,” dedi Jack. “Aynı şeyi ben de bu sabah denemiştim.”
Volta atmayı sürdüren Sonny bara yaklaştığında durup parmağını Jack’e salladı. “Bu kahrolası ev ne zaman inşa edilmiş?”
“Yaklaşık otuz yıl önce. Yetmişli yıllarda.”
“Lanet olsun, o zamanlar hepimiz lllinois’da küçük birer çocuktuk. Bu evi nereden bilelim?”
“Etrafta bol bol dolaşıyorsunuz. Büyük ihtimalle eve rastlamış olabileceğinizi düşünmüştüm. Ve bir de, evin lanetli olduğu söyleniyor. İnsanlar o tip yerlerden söz etmeyi sever.” En azından normal şartlarda öyle yaptıklarını düşündü Jack. Normal şartlarda bir ev yıllar boyu boş kalmışsa ve içinde korkunç bir olay meydana gelmişse lanetli sıfatını alırdı. Ama bu kez korkunç olan, evin kendisiydi ve başka türlü olsa hakkında konuşmaları beklenecek insanlar, evi gördüklerini bile hatırlamıyorlardı. Dale’in tepkisi göz önüne alınırsa, Kara Ev’in kendi olmayan gölgesinde kaybolduğu söylenebilirdi.
“Bunu bir düşünün,” dedi. “Hatırlamaya çalışın. French Landing’de yaşadığınız yıllar boyunca üzerinde lanet olduğu söylenen bir evden bahsedildiğini hiç duydunuz mu? Kara Ev, inşaatında çalışan işçilerin yaralanmalarına sebep olmuş, işçiler evden nefret ediyorlarmış; ev onları korkutuyormuş. Evin yakınındayken gölgelerinin kaybolduğunu söylüyorlarmış. Daha inşaatı tamamlanmadan evin lanetli olduğu söylentileri çıkmış! Sonunda hepsi işi bırakmış ve Burnside inşaatı tek başına bitirmek zorunda kalmış.”
“Bir yerde tek başına duruyor olmalı,” dedi Doc. “Açıkça görülebilen bir yerde olmadığı belli. Libertyville gibi bir yerleşim biriminde değil. Bu evi Robin Hood Sokağı üzerinde bulamazsın.”
“Doğru,” dedi Jack. “Bunu daha önce söylemeliydim. Potter, evin uzakta bir açıklıkta olduğundan bahsetmişti. Yani ormanlık bölgede Doc, haklısın. Tek başına duruyor.”
“Hey, hey, hey,” dedi Mouse doğrulup bacaklarını bilardo masasını narından sarkıtarak.
Gözleri yerinden fırlamıştı. Koca eliyle alnına bir şaplak indirdi. “Bir anlayabilsem...” Öfke ve hayal kırıklığı dolu bir ses çıkardı.
“Ne var?” Beezer’ın sesi normal tonundan iki kat yüksekti ve beton kaldırıma düşen bir kayaya benzer bir etki yaratmıştı.
“O kahrolası evi gördüğümü biliyorum,” dedi Mouse. “Sen ondan söz etmeye başlar başlamaz, beynimin gerisinde bir şey titreşip duruyor, ne olduğunu bir türlü çıkaramıyorum. Ne zaman üzerinde düşünmeye çalıştığımda yani hatırlamaya uğraştığımda gözümün önüne parlak ışıklar geliyordu. Ama Jack ormanlık bölgede olduğunu söyleyince nereden bahsettiğini anladım Sözü edilen yer gözlerimin önünde apaçık belirdi. Etrafı şu parlak ışıklarla sanlıydı.”
“Bu tarif, Kara Ev’e pek uymuyor,” dedi Jack.
“Elbette. Bu ışıklar gerçekten orada değildi, sadece ben görüyordum.” Mouse bu gözlemi son derece mantıklıymış gibi konuşuyordu.
Sonny havlar gibi bir kahkaha attı. Beezer sırıtarak başını iki yana salladı. “Kahretsin.”
“Anlamadım,” dedi Jack.
Beezer, Jack’e baktı, sonra bir parmağını kaldırıp Mouse’a sordu. “İki yıl önceki temmuz, ağustostan mı bahsediyoruz?”
“Tabii ki,” dedi Mouse. “Muhteşem LSD yazından.” Jack’e dönerek gülümsedi, “iki yıl önce elimize bu şahane, muhteşem mal geçti. Bir kullanımlığı, beş altı saat boyunca inanılmaz kafa yapıyordu. Kimsenin kötü bir deneyimi olmadı. Sadece eğlenceydi, anlatabiliyor muyum?”
“Sanırım,” dedi Jack.
“Kafan iyiyken işini bile yapabiliyordun. Ve elbette araç da kullanılabiliyordu. Aklına gelen her yere gidebilirdin. Normal olan her şeyi yapmak çocuk oyuncağıydı, işe yaramaz hale gelmiyorduk, aksine vücudumuzdan çok yüksek verim alabiliyorduk.”
“Timothy Leary, o kadarda haksız değildi,” dedi Doc.
“Tanrım, olağanüstü bir maldı,” dedi Mouse. “Sonuna kadar kullandık ve sonunda her şey bitti. Tüm uyuşturucu olayı. Eğer onun gibisini kullanmayacaksan başka bir şeyi denemenin anlamı yoktu. Nereden geldiğini hiçbir zaman bilemedim.”
“Bilmek istemezsin,” dedi Beezer. “Güven bana.”
“Yani Kara Ev’i gördüğünde kafan iyiydi,” dedi Jack.
“Elbette. Işıkları o yüzden gördüm.”
Beezer yavaşça sordu. “Nerede gördün, Mouse?”
“Tam olarak bilmiyorum. Ama bekle Beezer, bırak konuşayım. O yaz Küçük Nancy Hale ile birlikteydim, hatırlıyor musun?”
“Elbette,” dedi Beezer. “Ne yazık olmuştu.” Jack’e baktı. “Küçük Nancy hemen o yazın ardından ölmüştü.”
“Yıkılmıştım,” dedi Mouse. “Sanki birdenbire hava ve gün ışığı ona dokunur olmuştu. Sürekli hastaydı. Vücudunun her tarafında kızarıklıklar vardı. Açık havada durmaya dayanamıyordu, çünkü ışık gözlerini acıtıyordu. Doc nesi olduğunu bir türlü anlayamamıştı, bunun üzerine onu La Riviere’deki büyük hastaneye götürdük ama oradakiler de nesi olduğunu teşhis edemediler. Mayo’dan birkaç kişiyle konuştuk ama onlar da yardımcı olamadılar. Çok kötü bir şekilde öldü, dostum. Görsen mahvolurdun. Ben kahroldum.”
Uzun bir süre susup karnına ve dizlerine baktı. Bu arada kimse konuşmamıştı. “Pekâlâ,” dedi sonunda Mouse başını kaldırarak. “Hatırladığım şu. O cumartesi günü, Küçük Nancy ile kafalarımız iyiydi, içimizden geldiği gibi dolaşıyorduk. La Riviere’e, nehir kıyısındaki parka, Dog Adası’na ve Lookout Tepesi’ne gittik. Tekrar buraya dönünce uçuruma çıktık, çok güzel bir yer, dostum. Ondan sonra canımız eve dönmek istemedi, etrafta dolaşmaya devam ettik. Küçük Nancy, daha önce önünden binlerce kez geçmiş olduğum halde hiç görmediğim bir GİRİLMEZ levhasını fark etti.”
Jack Sawyer’a baktı. “Tam olarak emin değilim ama galiba 35. karayolunun üzerindeydi.”
Jack başını salladı.
“O muhteşem malla kafası iyi olmasaydı Küçük Nancy’nin de o levhayı fark edebileceğini sanmıyorum. Oh, dostum, her şeyi hatırlıyorum. ‘O nedir?’ diye sormuştu ve yemin ederim levhayı görene dek en azından iki üç kez bakmam gerekti... çok yıpranmış ve yamulmuştu, üzerinde birkaç paslı kurşun deliği vardı. Ağaçlara yaslanmış gibiydi. ‘Anlaşılan biri bizi yoldan uzak tutmak istiyor,’ dedi Küçük Nancy. ‘Orada ne saklıyor olabilirler ki?’ Buna benzer bir Şey söyledi. ‘Ne yolu?’ diye sordum ve onu gördüm. Yol, diye tanımlamak bile güçtü. Ancak küçük bir arabanın sığacağı genişlikteydi. Her iki yanı sık ağaçlarla kaplıydı. Lanet olsun, yolun sonunda ilginç bir şey bulacağımızı sanmıyordum. Belki eski bir kulübe olabilirdi. Ayrıca yol pek tekin görünmüyordu.” Beezer’a baktı.
“Tekin görünmüyordu derken neyi kastediyorsun?” diye sordu Beezer. “Tekin olmadığını bildiğin yerlere girdiğine kaç kere tanık oldum. Gizemli olmaya falan mı çalışıyorsun, Mouse?”
“Ne derseniz deyin, ben gördüğümü söylüyorum. Levhada sanki KENDİ İYİLİĞİNİZ İÇİN UZAK DURUN yazıyordu, içimi kötü bir hisle doldurmuştu”
“Tekin olmayan bir yerse,” dedi Sonny. “Yaklaşmamanı istiyor olabilirler. Öyle yerler görmüştüm. İstenmediğinizi hissedebiliyorsunuz.”
Beezer ona ölçülü bir bakış fırlattı ve, “Bu yerin ne kadar kötü olduğu umurumda bile değil, Balıkçı o yolun sonunda yaşıyorsa, oraya gitmemi hiçbir şey engelleyemez.”
“Ve ben de seninle gelirim,” dedi Mouse. “Ama dinle. Yolu boş verip gidip kızarmış tavuk falan yemek istedim ve bilirsiniz, kafa o haldeyken o bile Cennet’in yemeğini yemek gibidir ya da Coleridge her ne dediyse işte, ama Küçük Nancy yola girmek istedi, çünkü onun da içinde aynı his vardı. Maceraperest bir kadındı. Ve kesinlikle laftan anlamıyordu. Böylece motosikleti çevirip arkamda Küçük Nancy olduğu halde yola girdim. ‘Oyunbozanlık yapma, Mouse, haydi biraz eğlenelim,’ dedi ve ben de gazı biraz arttırdım. içimde etrafta çok garip şeyler olduğuna dair bir his vardı, ama tek görebildiğim, önümde kıvrılan yol ve orada olmadığını bildiğim şeylerdi.”
“Ne gibi?” diye sordu Sonny bilimsel bir soru yöneltirmiş gibi.
“Yolun kenarlarına gelip ağaçlara doğru bakıyormuş gibi görünen koyu şekiller. Birkaç tanesi bana doğru koştu, ama dumandan yapılmışlar gibi içlerinden geçip gittim. Bilemiyorum, belki gerçekten dumandılar.”
“Yok yahu,” dedi Beezer. “Kafan iyi olduğu için onları görmüşsün.”
“Belki, ama bana hiç öyleymiş gibi gelmiyordu. Ayrıca Muhteşem’i kullandığında trip yapmazsın, hatırlamıyor musun? Karanlık ile bir ilgisi yoktu. Her neyse, o lanet şey tam tekerleğe çarpacaktı ki, aklıma birdenbire Kiz Martin geldi. Bunu çok iyi hatırlıyorum. Sanki tam karşımda duruyor, onu görebiliyordum -ambulansa bindirdikleri zamanki haliydi.”
“Kiz Martin,” dedi Beezer.
Mouse, Jack’e döndü. “Kiz, biz üniversitedeyken birlikte olduğum bir kızdı. Motosiklete bizimle binmek için sürekli yalvarırdı ve bir gün Kaiser tamam deyip motosikletini kıza ödünç verdi. Kiz zevkten dört köşe olmuştu, ahbap. Ama sonra karşısına lanet olası ince bir dal çıktı.
“Sanırım... pek de ince değildi,” dedi Doc. “Yanlış hatırlamıyorsam çapı beş santime kadar vardı.”
“Bu kadarı da dengeyi sarsmaya yeter, özellikle de motosiklet kullanmadık olmayanlar için,” dedi Mouse. “Bu küçük dalın üzerinden geçti ve motosiklet savruldu. Kiz üzerinden uçtu ve yola çakıldı. Lanet olası kalbim neredeyse duracaktı, dostum.”
“Başının açısını görecek kadar yaklaştığım anda ölmüş olduğunu anladım.” dedi Doc. “Suni solunum yapmayı denemenin bir anlamı yoktu. Cesedin üzerini ceketlerimizle örttük ve bir ambulans çağırmaya gittim. On dakika sonra kızı ambulansa taşıyorlardı. Adamlardan biri beni acil serviste staj yaptığım zamanlardan tanıyordu. Aksi halde başımıza dert açabilirlerdi.”
“Gerçekten bir doktor olup olmadığını merak ediyordum,” dedi Jack.
“Illinois Üniversitesinde cerrahi ihtisasımı bitirdikten sonra doktorluğu orada bıraktım.” Doc, Jack’e gülümsedi. “Bu adamlarla takılmak, bira yapımcılığına girmek kulağa, bütün günü insanları kesip biçerek harcamaktan daha eğlenceli geliyordu.”
“Mouse,” dedi Beezer.
“Tamam. Dar yolda bir dönemece yaklaşıyordum ve Kiz tam önümde duruyordu, öylesine canlıydı ki. Gözleri kapalıydı, başı düşmek üzere olan kuru bir yaprak gibi sarkıyordu. Ah, Tanrım, dedim kendi kendime, şu anda görmek istediğim kesinlikle bu değil. Her şeyi yeniden yaşıyor gibiydim, Kiz yola çakıldığında tüm hissettiklerim geri gelmişti. Hastalıklı keder. Evet, bu sözler doğru tanımlama, hastalıklı keder.
“Sonra dönemece vardık ve ormanın içinde bir yerde bir köpeğin hırlamasını duydum. Hırlama, hırlama değildi. Sanki ormanda deliye dönmüş, yirmi büyük köpek vardı. Başımın patlayacak gibi olduğunu hissediyordum. Bir kurt sürüsünün ya da benzer bir şeyin yaklaşıp yaklaşmadığını görmek için başımı kaldırmıştım ki, karşımdaki acayip, gölgeler içindeki yerin bir ev olduğunu anlamam biraz zaman aldı. Siyah bir ev.
“Küçük Nancy sırtıma vuruyor, saçımı çekiyor, çığlık çığlığa, durmamı söylüyordu. İnanın bana, bu söylediğini yapmaya dünden razıydım, çünkü oraya daha fazla yaklaşmak, hayatta en son isteyeceğim şeydi. Motosikleti durdurdum, Küçük Nancy hemen indi ve yolun kenarına kusmaya başladı. Başını tuttu ve biraz daha kustu. Bacaklarım pelte gibiydi ve sanki ağır bir şey göğsüme bastırıyordu. Ormanın içindeki o şey, her neyse giderek daha ilerliyor ve bize yaklaşıyordu. Tekrar karşıma baktığımda lanet olası ağaçlara doğru gerilediğini gördüm, sürünüyor gibiydi, ama aynı zamanda kıpırdamadan da duruyordu. Ve baktıkça büyüyordu! Sonra evin etrafında ışıklar gördüm, tehlikeli görünüyorlardı, uzak dur, diyorlardı bana, def ol git Mouse. Verandanın önünde bir GİRİLMEZ levhası daha vardı, ve bu levha, dostum... sanki ışıldıyordu, BU SON UYARI der gibiydi.
“Başım neredeyse ikiye ayrılacak gibiydi ama Küçük Nancy’yi motosiklete bindirebildim. Bir çuval gibi bana yaslandı, ölü gibiydi, ama tutunuyordu. Motosikleti geri çevirdim ve son sürat uzaklaştım. Evime döndüğümüzde Küçük Nancy yatağa girdi ve üç gün boyunca çıkmadı. Neler olduğunu hatırlamakta güçlük çekiyordum. Olup bitenler adeta karanlığa gömülmüştü. Küçük Nancy hastalandı ve işe gitmediğim zamanlar her an onunla ilgilendim. Doc ateş düşürücü bir şeyler verdiğinde biraz daha iyi oldu, tekrar bira içmeye, kafaları bulmaya ve etrafta dolaşmaya başladık, ama Küçük Nancy asla eskisi gibi olmadı. Ağustos sonunda tekrar kötüleşmeye başladı ve onu hastaneye yatırmak zorunda kaldım. Çok çaba göstermesine rağmen eylül ayının ikinci haftasında onu kaybettik.”
“Küçük Nancy ne irilikte bir kadındı?” diye sordu Jack, neredeyse Mouse kadar yapılı bir kadın hayal ederek.
“Küçük Nancy Hale, Tansy Freneau ile yaklaşık aynı boy ve kilodaydı,” dedi Mouse bu soru karşısında şaşırmış görünerek. “Elimin üzerinde ayakta dursaydı onu tek kolumla havaya kaldırabilirdim.”
“Ve bu konudan kimseye bahsetmedin,” dedi Jack.
“Nasıl bahsedebilirdim?” diye sordu Mouse. “Önceleri Küçük Nancy için duyduğum endişeyle kafayı yemek üzereydim, sonra da tamamen aklımdan silindi. Tuhaf şeyler bunu yapar, dostum. Hafızanda kalmak yerine ilk fırsatta kendilerini silip yok ederler.”
“Neden bahsettiğini gayet iyi anlıyorum,” dedi Jack.
“Sanırım ben de,” dedi Beezer. “Ama bence Muhteşem seni bir süreliğine gerçeklerden uzaklaştırmış. Ama yine de orayı görmüşsün -yani Kara Ev’i.”
Dostları ilə paylaş: |