Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə39/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   ...   58

Konuşurlarken Sonny, Mouse’un motosikletini yerden kaldırmış, yanına götürmüştü. Mouse motosiklete bindi ve yüzünü acıyla buruşturarak ilerlemeye başladı. Beezer ve Doc da kendi motosikletlerini kurtardılar. Sonny, kendininkini bir dikenli çalı yığınının içinden kaldırdı.

Beezer, dönemeçteyken Kara Ev’e bakmadığını fark etti. Mouse’un, bu lanet şey görülmek istemiyor, dediğini hatırladı ve haklı olduğunu düşündü: Balıkçı onları orada istemiyordu ve Balıkçı evinin görülmesini de istemiyordu. Her şey, beyninde o iğrenç sesi duymasının ardından Electra Glide’ının dönmesi gibi başının içinde fır dönüyordu. Ama Beezer bir şeyden emindi: Jack Sawyer’ın daha fazla sessiz kalmasına izin vermeyecekti.

Sonra aklına korkunç bir düşünce geldi ve sordu. “Cehennemden gelen köpek ağaçların arasından fırlamadan önce başınıza garip -gerçekten tuhaf-bir şey geldi mi? Fiziksel olanların dışında bir şeyi kastediyorum.”

Doc’a baktı ve Doc kızardı. Eee, diye düşündü Beezer.

“Git başımdan,” dedi Mouse. “O konuda konuşmayacağım.”

“Mouse ile aynı fikirdeyim,” dedi Sonny.

“Sanırım cevap, evet,” dedi Beezer.

Kaiser Bill gözleri kapalı, üzeri ağzından beline dek kanla kaplanmış halde yol kenarında yatıyordu. Hava hâlâ gri ve yapışkandı; vücutları beş yüz kiloymuş gibi hissediyorlardı, motosikletlerin tekerlekleri sanki kurşundandı. Motosikletiyle ağır ağır sırtüstü yatmakta olan Kaiser’ın yanına yaklaştı. Kaburgalarına pek de sayamayacak bir tekme attı. Kaiser gözlerini açtı ve inledi. “Kahretsin, Sonny,” dedi. “Bana tekme attın.” Gözkapakları titredi, başını yerden kaldırıp giysilerine bulaşmış kanı fark etmesi bir oldu? Vuruldum mu yoksa?”

“Kendini bir kahraman gibi idare ettin,” dedi Sonny. “Nasıl hissediyorsun?”

“Berbat. Neremden vuruldum?”

“Ben nereden bileyim?” dedi Sonny. “Haydi, gidiyoruz.”

Diğerleri tekrar sıraya girdi. Kaiser ayağa kalkmayı başardı ve bir başka destansı mücadeleden sonra motosikletini de doğrulttu. Başındaki ağrıyı ve vücudundaki kanın miktarını düşünerek diğerlerinin ardından ilerlemeye başladı. Son ağacı da geride bırakıp 35. karayoluna çıkarak arkadaşlarıyla bir araya geldiğinde, ani aydınlık gözlerine, hançer gibi saplandı, vücudunu uçacakmış gibi hafif hissetti ve neredeyse tekrar bayılacaktı. “Vurulduğumu sanmıyorum,” dedi.

Kimse Kaiser’la ilgilenmemişti. Doc, Mouse’a hastaneye gitmek isteyip istemediğini soruyordu.

“Hastane olmaz, dostum. Hastaneler insanı öldürür.”

“İzin ver de en azından bacağına bir göz atayım.”

“Pekâlâ, bak.”

Doc yolun kenarında diz çöktü ve Mouse’un kot pantolonun paçasını dizine kadar sıyırdı. Şaşırtıcı derecede yumuşak dokunuşlarla durumunu kontrol etti. Mouse yüzünü buruşturdu.

“Mouse,” dedi Doc. “Daha önce hiç böyle bir köpek ısırığı görmemiştim.”

“Daha önce öyle bir köpek görmemiştim zaten.”

Kaiser sordu. “Ne köpeği?”

“Bu yarada bir gariplik var,” dedi Doc. “Antibiyotiğe ihtiyacın var. Hem de hemen.”

“Sende yok mu?”

“Var elbette.”

“Öyleyse Beezer’ın evine dönelim. Orada bana dilediğin kadar iğne yapabilirsin.”

“Nasıl istersen,” dedi Doc.

20

MOUSE VE BEEZER’İN küçük yolun hemen başındaki GİRİLMEZ levhasını görmeden ilk geçişleri sırasında Jack Sawyer, arayanın, 911 kasetindeki ses hakkında bilgi vermek isteyen Henry Leyden olduğunu umarak sinir bozucu bir şekilde çalan cep telefonuna cevap veriyordu. Kimliğini tespit edebilse muhteşem olurdu, ama Henry’den bu kadarını beklemiyordu; Balıkçı-Burnside, Potsie ile aynı yaşlardaydı ve Jack yaşlı herifin ne burada, ne de Öte-dünya’da faal bir sosyal hayatı olduğunu sanmıyordu. Ama Henry’nin yapabileceği, ince ayarlı kulaklarını açarak Burnside’ın sesindeki nüansları yakalayıp bunlardan neler çıkardığını anlatmaktı. Jack’in, arkadaşının başka insanların duyamadığı ince farkları ayırt etme kapasitesine güveninin daha önce kanıtlanmış olduğunu bilmesek, beklentisinin sihre inanmak kadar mantıksız olduğunu düşünebilirdik. Jack, Henry Leyden’ın iyi dinlenmiş kulaklarının, adamın geçmişi ya da karakteri hakkında arama sınırlarını daraltacak en az bir iki çok önemli ayrıntıyı yakalayabileceğine inanıyordu. Henry’nin yakaladığı her nokta, Jack’in ilgisini çekerdi.



Arayan bir başkasıysa vakit kaybetmeden kurtulmak niyetindeydi.

Telefondaki sesi duyduğunda planını tekrar gözden geçirmek durumunda kaldı. Arayan Fred Marshall’dı. Öyle çabuk ve abuk sabuk konuşuyordu ki Jack yavaşlamasını ve baştan başlamasını istemek zorunda kaldı.

“Judy yine kötüleşti,” dedi Fred. “Sadece anlamsız sözler geveliyor, çığlıklar atıyor, duvarların arkasına geçmek istiyor. Tanrım, onu bağlamak zorunda kaldılar ve bundan nefret ediyor, Ty’a yardım etmek istiyor, hepsi o kaset yüzünden. Tanrım, artık baş edemiyorum, Jack. Çok endişeliyim, ne yapacağımı bilmiyorum.”

“Sakın bana birinin ona 911 kasetini gönderdiğini söyleme,” dedi Jack.

“Hayır- ne 911 kaseti? Bugün hastaneye gönderilen kasetten bahsediyorum. Judy’nin adına gelmiş. Kaseti dinlemesine izin verdiklerine inanabiliyor musun? Dr. Spiegleman ve o hemşire, Jane Bond’u boğazlamak istiyorum. İnsanların nesi var böyle? Kaset geliyor ve size bir kaset gelmiş, Bayan Marshall diyorlar. Bir dakika bekleyin de bir teyp getireyim diyorlar. Psikiyatri koğuşunda! Önce kendileri dinlemeyi bile akıl etmiyorlar. Bak, her ne yapıyorsan, gelip seni almama ve oraya götürmeme izin verirsen sana sonsuza dek minnettar olacağım. Judy ile konuşabilirsin. Onu sakinleştirmeyi başarabilen tek insan sensin.”

“Beni almana gerek yok, çünkü zaten yoldayım, oraya gidiyordum. Kasette ne varmış peki?”

“Anlamıyorum.” Fred Marshall’ın sesi şimdi çok daha netti. “Neden bensiz gidiyordun?”

Jack, bir an düşündükten sonra yalan söylemeye karar verdi. “Zaten orada olacağını düşünmüştüm. Keşke olsaymışsın.”

“Evet. o kaseti mutlaka ona dinletmeden önce kontrol ederdim. Kasette ne olduğunu biliyor musun?”

“Balıkçı,” dedi Jack.

“Nereden bildin?”

“İletişim konusunda çok başarılı,” dedi Jack. “Çok mu kötüymüş?”

“Judy ve Dr. Spiegleman ile daha sonra yaptığım konuşmalardan bir şeyler çıkarmaya çalıştım.” Fred Marshall’ın sesi titremeye başlamıştı. “Balıkçı onunla alay ediyormuş. Buna inanabiliyor musun? Küçük oğlun çok yalnız, diyormuş. Evi arayıp annesine merhaba demek için sürekli yalvarıyor, gibi bir şey söylemiş. Judy adamın aksanlı konuştuğunu, konuşma güçlüğü çektiğini ya da benzer bir nedenle konuşmasının zor anlaşıldığını söylüyor. Adam sonra, annene merhaba de, Tyler, demiş ve Tyler...” Fred’in sesi kesildi. Jack onun acıyla iç çektiğini duydu. “Tyler, ah, Tyler öyle korkunç bir ruh halindeymiş ki çığlık çığlığa yardım istemekten başka bir şey yapmamış.” Bir süre kederli bir sessizlik oldu. “Ve ağlıyormuş, Jack, ağlıyormuş.” Duygularını artık kontrol edemeyen Fred açıkça ağlamaya başladı. Nefesi boğazına takılıyordu; Jack, keder ve üzüntü tüm diğer duyguları yok ettiğinde insanların çıkardığı çaresiz, yalın, doğal sesleri dinledi ve kalbi, Fred Marshall’a duyduğu sempatiyle sızladı.

Hıçkırıkların şiddeti azaldı. “Affedersin. Bazen beni de bağlamak zorunda kalacaklarını düşünüyorum.”

“Kaset nasıl sona eriyor?”

“Tekrar konuşuyor.” Fred kafasını temizlemeye çalışırken gürültüyle nefes aldı. “Yapacaklarını anlatıp böbürleniyormuş. Daha bir cog cinayed cag, Cuuu-dii, bir cog cinayed ve öyle cog eğleneceğiz gibi. Spiegleman saçmalığı bana kelimesi kelimesine aktardı! French Landing’in çocukları buğday başakları gibi biçilecekmiş. Bi-ci-le-ceg. Kim bu şekilde konuşur ki? Ne tür bir insan bu?”

“Keşke bilseydim,” dedi Jack. “Belki daha korkutucu olmak için özellikle aksanlı konuşuyor. Veya sesini gizlemek için.” Sesini asla gizlemez, diye düşündü Jack. Çünkü yaptıklarından bir aksanın arkasına saklanmayacak kadar çok zevk alıyor. “Kaseti hastaneden alıp kendim dinlemeliyim. Elime bilgi geçer geçmez seni ararım.”

“Bir şey daha var,” dedi Marshall. “Galiba bir hata yaptım. Bir saat önce Wendell Green geldi.”

“Wendell Green’in dahil olduğu her şeyin bir hata olduğu söylenebilir. Ne oldu?”

“Tyler hakkında her şeyi biliyormuş ve doğrulamak için gelmiş gibiydi. Dale’den ya da eyalet polislerinden duymuş olabileceğini düşündüm. Ama Dale henüz hiçbir açıklama yapmadı, değil mi?”

“Wendell’ın onu besleyen küçük sıçanlardan oluşan bir haberleşme ağı var. Bir bildiği varsa bu şekilde öğrenmiştir. Ona ne söyledin?”

“Hemen hemen her şeyi,” dedi Marshall. “Kaset de dahil. Ah, Tanrım, ben su katılmamış bir aptalım. Ama bir sorun olmayacağını, nasıl olsa her şeyin ortaya çıkacağını düşündüm.”

“Fred, ona benim hakkımda herhangi bir şey söyledin mi?”

“Sadece Judy’nin sana güvendiğini ve ikimizin de yardımın için minnettar olduğumuzu. Ve muhtemelen bugün öğleden sonra onu ziyarete gideceğini söyledim.”

“Ty’ın beysbol şapkasından bahsettin mi?”

“Deli miyim ben? Bildiğim kadarıyla o konu sadece Judy ve senin aranda. Aklımın ermediği bir konuyu Wendell Green’e anlatacak değilim. En azından Judy’den uzak duracağına dair adamdan söz aldım. İyi bir ünü var ama söylenenlerin abartılı olduğunu düşünüyorum.”

“Çok fazla şey anlatmışsın,” dedi Jack. “Seni ararım.”

Jack, Fred Marshall telefonu kapayınca Henry’nin numarasını tuşladı. “Biraz gecikebilirim, Henry. Lutheran Hastanesi’ne gidiyorum. Balıkçı, Marshall’a bir kaset göndermiş, almama izin verirlerse onu da yanımda götüreceğim. Ortada garip bir şey var, sanırım Judy’ye gelen kasette adam ağır bir aksanla konuşuyormuş.” Henry, Jack’e acele etmemesini söyledi. Henüz ilk kaseti dinlememişti ve çocuk ikinciyi getirene kadar bekleyecekti. Art arda dinlerse arada yararlı olabilecek bir bağlantı yakalaması ihtimali daha yüksekti. En azından iki kasettekinin aynı adam olup olmadığını Jack’e kesinlikle söyleyebilirdi. “Ve beni merak etme, Jack. Biraz sonra Bayan Morton gelip beni KDCU’ya götürecek. Bugün parayı George Rathburn kazanacak, bebek -altı yedi tane radyo reklamı var. ‘Bu akşam sevgilinizi, eşinizi, tatlı çöreğinizi, güzel tavşanınızı, iyi günde ve kötü günde dostunuz olan kadını muhteşem bir yemeğe çıkarmak istediğinizi kötü bir adam bile biliyor ve pranganız ile zincirinize olan sevginizi göstermek için harika La Riviere’in Güney Wabash Caddesi’ndeki Kuzen Buddy’nin Pirzola Cenneti’nden daha iyi bir yer bulmanız mümkün değil!’“

“‘Pranganız ve zinciriniz’ mi?”

“Reklamı George Rathburn’e yaptırıyorsanız, her şeyiyle George Rathburn tarzını kabul etmeniz gerekir.”

Jack gülerek o gün daha sonra görüşeceklerini söyledi, telefonu kapattı ve kamyonetin hızını arttırdı. Dale ona yüksek hız yüzünden ceza kesecek değildi ya.

Otoparka girmek yerine kamyoneti hastanenin önünde bırakıp indi ve beton zemin üzerinde, aklı Ötedünya’da ve Judy Marshall’da olduğu halde binaya doğru yürüdü. Olaylar büyük bir süratle ilerliyordu ve Jack’in içinden bir ses, her şeyin Judy üzerinde birleştiğini söylüyordu -hayır, Judy ve onun üzerinde. Balıkçı, Amy St. Pierre, Johnny Irkenham ve Irma Freneau’yu özel bir amaçla seçmemişti, bu üç çocuğun ölüm sebebi sadece doğru yaşta olmalarıydı -onlar yerine herhangi üç çocuk olabilirdi- ama Tyler, Judy Marshall’ın oğluydu ve bu, onu diğerlerinden ayırıyordu. Judy Ötedünya’ya yaklaşmış, Jack ise dünyalararası yolculuk yapmıştı ve Balıkçı da, sağlıklı bir organı lanetleyen bir kanser hücresi gibi Ötedünya’da yaşıyordu. Judy’ye bir kaset, Jack’e ise korkunç bir hediye göndermişti. Jack, Tansy Freneau’nun karavanındayken Judy’nin kapı ve anahtarı olduğunu düşünmüştü ve bu kapı, Judy’nin Uzaklar’ından başka nereye açılıyor olabilirdi ki?

Uzaklar. Tanrım, bu çok hoştu. Hatta güzel.

Aaah... bu kelime Judy Marshall’ın yüzünü gözlerinin önüne getirmişti -yüzü gördüğünde, Jack’in aklında bir kapı, sadece ona ait olan bir kapıydı- bir an için Jack Sawyer, şok, üzüntü ve neşe dolu bir beklentiyle olduğu yere, hastanenin girişine iki metre kala, beton zeminin üzerinde hareketsiz kalakaldı.

Birbiriyle bağlantısız görüntüler, beynindeki açık kapıdan bir şelale o döküldü: hareket etmeyen bir dönme dolap, sarı güvenlik bantları ardında toplanmış Santa Monica polisleri, zenci adamın kel başından yansıyan ışıklar. Evet, kesinlikle, hiçbir şekilde, umutsuzca görmek istemediği zenci adamı kel başı, işte yine karşısındaydı. Bir gitar vardı, ama aslında o gitar başka bir yerdeydi; gitar, muhteşem, talepkar, rahatlatıcı, huzur kaçırıcı, Tanrı’nın bîr lütfü, Tanrı’nın cezası, harika adam Speedy Parker’a aitti. Speedy gitar çalıp şarkı söylüyordu...
Gezgin Jack, hey Gezgin Jack,

Daha gidecek çok yolun var,

Dönüş yoluysa daha uzun.
Nasıl açıldıklarını bilenler için binlerce kapıdan oluşan incecik bir zarla ayrılmış dünyalar, dünyalar içindeki dünyalar ve onların yanındaki diğer dünyalar etrafında dönüyordu. Binlerce küçük, kırmızı tüy, bir kızılgerdanın, yüzlerce kızılgerdanın tüyleri, o kapılardan birinden içeri uçuşuyordu, Speedy’nin kapısından. Kızılgerdan ve kızılgerdan yumurtası mavisi, teşekkürler Speedy. Ve şarkı, Uyan, uyan, seni uykucu, diye devam ediyordu.

Ya da: Uyan, uyan, seni KOCA KAFA!

Çılgıncaydı ama Jack, George Rathburn’ün pek -hoş- olmayan kükreme-sini son derece net bir şekilde duyabiliyordu: Bunun olacağını KÖRRR BİR ADAM bile görebilirdi, seni KUŞBEYİNLİİİ!

“Yaa, öyle mi?” dedi Jack yüksek sesle. Başhemşire Jane Bond’un, Bekçi Bond’un yani Ajan 00 Sıfır’ın onu duyamıyor olması iyiydi. Hem çetin ceviz, hem de haksızlığa eğilimliydi ve şu an Jack’in arkasında belirecek olsa onu muhtemelen demir parmaklıklar arkasına atar ve ilaçlarla uyuştururdu. “Ama senin bilmediğin bir şeyi biliyorum, eski dostum: Judy Marshall’ın bir Öte-ikizi var ve o Öte-ikiz, çok uzun bir zamandan beri duvarın diğer tarafından ona fısıldıyor. Sonunda bağırmaya başlamasına şaşmamalı.”

ARDEN BEYSBOL tişörtü giymiş kızıl saçlı bir genç Jack’in iki metre öteki kapıyı açtı ve ona garip, huzursuz bir bakış fırlattı. Dostum, bu yetişkinler acayip oluyor, diyordu bakışı; iyi ki henüz çok gencim. Psikiyatri bölümünde çalışan bir profesyonel değil, lise öğrencisi bir genç olduğu için kahramanımızı bağlayıp uyuşturucu vererek bir yere kapatmadı. Sadece çıldırmış olduğunu düşündüğü adamın etrafından geniş bir yay çizerek yoluna devam etti.

Elbette her şey Öte-ikizlerle ilgiliydi. Jack aptallığı yüzünden kendini adayarak parmak eklemleriyle başının yan tarafına vurdu. Bunu daha önce fark etmeli, hemen anlamalıydı. Bir mazereti varsa o da Speedy’nin tüm gayetlerine rağmen uyanmayı reddedip olay hakkında hiç düşünmemesi ve Balıkçı’yı yakalamak üzerinde, o sabah Sand Bar’daki büyük televizyonda annesini görene dek canavarın Öte-ikizini düşünmeyi ihmal edecek kadar konsantre olmasıydı. Judy Marshall’ın çocukluğunda, Öte-ikizi onunla iki dünyayı ayıran ince zarın diğer tarafından konuşuyordu; geçen bir ay boyunca endişesi sürekli artmış olan Öte-ikiz, sonunda zarın içinden kollarını uzatmış ve Judy’yi hissiz bırakarak sarsmıştı. Doğası tek olduğu için Jack’in Öte-ikizi yoktu, diğer dünyadaki karşılığı Speedy idi. Artık her şey anlam kazanmıştı. Jack, anlaması için bu kadar zaman geçmiş olmasına şaştı.

Bu yüzden Judy Marshall’ı görmesine engel olan her şeye içerliyordu: Judy Marshall, kendi Öte-ikizine, Tyler’a ve hem Balıkçı’nın, hem de onun Öte-dünya’daki karşılığı olan, Gorg adlı karganın Tansy Freneau’ya gösterdiği şeytani, kötülük dolu yapıyı inşa eden varlığın yok oluşuna açılan kapıydı. Bugün D Koğuşu’nda her ne olacaksa, dünyayı değiştirecekti.

Kalbi beklentiyle çarpan Jack, yakıcı gün ışığının altından, lobinin serin loşluğuna girdi. Aynı bornozlu hastalar hâlâ aynı sandalyelere oturuyormuş gibilerdi; uzak bir köşede aynı doktorlar, bir hastanın karmaşık durumunu tartışıyor ya da kim bilir, belki Arden Spor Kulübü’ndeki golf sahasının onuncu deliğini konuşuyorlardı; hediyelik eşya dükkânının vitrininde aynı gösterişli çiçekler mağrur bir edayla başlarını uzatıyorlardı. Beşinci kattaki bilinmez olayları sarıp yumuşatan bu tekrarlar, Jack’e güven verdi ve adımlarını hızlandırdı.

Aynı görevli sıkıntılı bir ifadeyle, ziyaret sebebini ve kimi görmek istediğini sorduktan sonra daha önce geldiğinde verdiğine benzer, belki de aynı ZİYA-RETÇİ kartını Jack’e uzattı. Vendome Meydanı’ndaki Ritz Otel’in asansörüne Şaşırtıcı bir benzerlik gösteren asansör, titreyerek harekete geçti ve Roderick Usher’ın hatırasını canlandıran genç bir doktoru almak için birincide duraksayarak ikinci, üçüncü, dördüncü katları geride bırakıp Jack’i, güzel ışığındaki büyük lobide olduğundan biraz daha solgun göründüğü beşinci katta bıraktı. Jack daha önce rehberi Fred Marshall eşliğinde attığı adımların üzerinden tekrar geçerek koridorun sonuna yöneldi, çift kanatlı kapıları ardında bıraktı, Geriatri kliniğini, göz hastalıkları kliniğini ve kayıt ekleme bürosunu o koridorlar giderek daralıp loşlaşırken öngörülemez bilinmezliklere daha yaklaştı ve sonunda kendini bir kez daha yüksek, dar pencereleri, kahverengi duvarlarıyla neredeyse yüz yıllık olan devasa odada buldu.

Ve burada, büyü bozuldu. Cilalanmış masanın gerisinde oturan görevli bu krallığın o an için gardiyanı olan kişi, öncekinden daha uzun, daha genç ve dikkat çekecek ölçüde daha asık suratlıydı. Jack, Bayan Marshall ile görüşmek istediğini söylediğinde genç adam yüzünde bariz bir küçük görme ifadesiyle ZİYARETÇİ kartına baktı ve hastanın bir akrabası ya da -karta tekrar bakıp-alanında çalışan bir profesyonel olup olmadığını sordu. Jack, ikisi de olmadığını söyledi, ama genç görevli, zahmet olmazsa belki Hemşire Bond’a Bay Sawyer’ın Bayan Marshall ile görüşmek istediğini iletebilirdi. Hemşire Bond’un önceki gün yaptığı gibi metal kapıları açıp onu içeri alacağından şüphesi yoktu ve bu güvenini asık suratlı görevliye de belirtti.

Tabii bu söylenenler doğruysa çok iyiydi, ama Hemşire Bond bugün hiçbir kapıyı açamayacaktı, çünkü izin günüydü. Bay Sawyer önceki gün ziyarete geldiğinde yanında bir aile mensubu mu vardı? Örneğin hastanın eşi, Bay Marshall falan?

Evet. Ve Bay Marshall’a sorulacak olursa, örneğin telefonla, şu an konuyu sorumluluk sahibi bir görevlinin yapacağı gibi kurallara titizlikle bağlı kalarak ele aldığı için genç adamı takdir etmekle birlikte Bay Sawyer’ın eşinin yanına girmesine bir an önce izin vermesini isteyeceği kesindi.

Genç görevli bunun doğru olabileceğini kabul ediyordu ama hastane kuralları gereği onun gibi sağlık personeline mensup olmayan birinin telefonla hastane dışını araması için yetkili birinden izin alması gerekiyordu.

Peki bu izin kimden alınabilirdi?

Suratsız görevli iznin bu işlerden sorumlu olan başhemşire, Rack’ten alınabileceğini söyledi.

Ensesinden ter damladığını hisseden Jack, genç görevliye gerekli izni almak için mükemmel Başhemşire Rack’i bulmasını önerdi. Böylece işler hastanın kocası, Bay Marshall’ın istediği şekilde yürüyecekti.

Hayır. Genç görevli vakit ve enerji kaybı olacağını düşündüğünden bunu yazmayı kesinlikle gereksiz buluyordu. Bay Sawyer, Bayan Marshall’ın ailesinden biri değildi, bu yüzden mükemmel Hemşire Rack’in hastayı ziyaretine izin vermesi söz konusu olamazdı.

“Pekâlâ,” dedi Jack karşısındaki sinir bozucu genci boğazlayabilmeyi dileyerek. “Yetki merdiveninde bir basamak daha yükseğe çıkalım, olur mu? Dr. Spiegleman burada mı?”

“Olabilir,” dedi genç adam. “Nereden bileyim? Dr. Spiegleman bana her yaptığını söylemez.”

Jack masanın üzerindeki telefonu işaret etti. “Sizden beklediğim, bilmeniz değil, öğrenmeniz. Hemen ona telefon edin.”

Genç görevli gözlerini devirerek telefona uzandı, iki basamaklı dahili bir numara tuşladı ve sırtını odaya çevirerek masaya dayandı. Jack onun Spiegleman hakkında bir şeyler mırıldandığını, içini çektiğini ve, “Evet, bağla, her ne haltsa,” dediğini duydu. Bir süre sonra içinde Jack’in isminin geçtiği bir şeyler söyledi. Duydukları her neyse olduğu yerde aniden dikleşmesine ve irileşen gözlerle omzu üzerinden Jack’e kaçamak bir bakış fırlatmasına sebep oldu. “Evet, efendim. Şu an burada. Tamam, söyleyeceğim.”

Ahizeyi yerine koydu. “Dr. Spiegleman birazdan burada olacak.” Genç adam -yaşı yirmiden fazla olamazdı- bir adım geriledi ve ellerini ceplerine soktu. “Siz o polismişsiniz, öyle mi?”

“Hangi polis?” diye sordu Jack. Hâlâ sinirliydi. “Kaliforniya’dan gelip Bay Kinderling’i tutuklayan.”

“Evet, benim.”

“Ben de French Landing’denim ve o olay çok büyük bir şok yaratmıştı. Tüm kasabada. Kimin aklına gelirdi? Bay Kinderling? Şaka gibi. Onun gibi birinin... cinayet işleyeceğini söyleseler kesinlikle inanmazdım.”

“Adamı tanıyor muydun?”

“Şey, French Landing gibi bir kasabada herkes az da olsa birbirini tanır, ama Bay Kinderling’i ara sıra selamlaşmak haricinde pek tanımıyordum. Karısını tanırdım. Mount Hebron Lutheran Pazar Okulu’nda öğretmenimdi.”

Jack kendini tutamayarak bir katilin karısının kilisenin pazar okulunda öğretmenlik yapmasındaki tuhaflığa güldü. Wanda Kinderling’in, kocası hakkındaki mahkeme kararı okunurken Jack’e yönelttiği nefret saçan bakışlarını hatırladığında gülmesi kesildi, ama artık çok geçti, genç adamı incitmişti. “Nasıldı?” diye sordu. “Bir öğretmen olarak?”

“Öğretmendi işte,” dedi genç. Sesinde öfkeli bir gücenmişlik tınısı “Bize İncil’in tamamını ezberletmişti.” Arkasına dönerek mırıldandı, “Bazıları onun yapmadığını düşünüyor.”

“Ne dedin?”

Genç adam, Jack’e doğru yarı döndü ama bakışları, kahverengi duvar üzerindeydi. “Bazıları onun yapmadığını düşünüyor, dedim. Yani Bay Kinderling’in. Büyük kentte hiç kimseyi tanımayan bir taşralı olduğu için hapse düştüğünü söylüyorlar.”

“Bu çok kötü,” dedi Jack. “Bay Kinderling’in hapse girmesinin asıl sebebini bilmek ister misin?”

Genç adam yüzünü tamamen ona döndü ve Jack’e baktı.

“Çünkü cinayet işlemişti ve bunu itiraf etti. Hepsi bu. Herkese Denver’e gittiğini söylediğinde onu Los Angeles’a giden uçakta ve olay yerinde gören iki şahit var. Tanıkların ifadesinden sonra cinayetleri işlediğini kabul etti. Bir kadını öldürmenin nasıl bir şey olduğunu hep merak etmişimdir ve bir gün içimden yükselen bu meraka daha fazla karşı koyamadım, çıktım ve iki fahişe öldürdüm, dedi. Avukatı akıl sağlığının yerinde olmadığını iddia ederek cezasını hafifletmeye çalıştı ama jüri, duruşmada adamın aklının başında olduğuna karar verdi ve Kinderling hapsi boyladı.”

Genç görevli başını öne eğdi ve bir şeyler mırıldandı.

“Ne söylediğini duyamadım,” dedi Jack.

“Bir adamın itiraf etmesini sağlamanın pek çok yolu vardır,” diye tekrarladı görevli ancak duyulabilecek yükseklikte.

Bu sırada koridorda yaklaşan ayak sesleri duyuldu, tıknaz, metal çerçeveli gözlüklü, keçi sakallı, beyaz gömlekli bir adam, elini Jack’e uzatarak yaklaştı. Genç görevli uzaklaştı. Onu, Thornberg Kinderling’in işkence ya da dayakla itiraf etmediğine ikna etme fırsatı da böylece elinden uçup gitmişti. Beyaz gömlekli, keçi sakallı gülümseyen adam Jack’in elini sıkarak kendisini Dr. Spiegleman olarak tanıttı ve böylesine meşhur biriyle tanışmaktan dolayı duyduğu memnuniyeti belirtti. Doktorun bir adım arkasında, o ana dek varlığı fark edilmeyen bir adam öne çıktı ve, “Hey, doktor, ne mükemmel olurdu, biliyor musunuz? Bay Meşhur ve hasta hanımla birlikte yapacağım bir röportaj. Yarı zamanda iki katı bilgi, mükemmel.”

Jack’in midesi ekşidi. Wendell Green sahneye çıkmıştı.

Jack, doktoru selamladıktan sonra diğer adama döndü. “Burada ne yapıyorsun Wendell? Fred Marshall’a karısından uzak duracağına söz verdiğini sanmıyordum.”

Wendell Green ellerini kaldırdı ve topukları üzerinde yaylandı. “Umarım bugün daha sakinsinizdir, Teğmen Sawyer. İşini yapmaya çalışan çalışkan basın mensuplarını yumruklamak niyetinde değilsiniz, değil mi? Polis tarafından taciz edilmekten bıktığımı söylemeliyim.”

Dr. Spiegleman kaşlarını çatarak ona baktı. “Neden bahsediyorsunuz, Bay Green?”

“Dün o polis başıma el feneriyle vurmadan önce Teğmen Sawyer ortada hiçbir sebep yokken mideme yumruk atmıştı. Neyse ki sağduyulu bir adamım, yoksa şimdiye kadar çoktan dava açmıştım. Ama ne, biliyor musunuz, doktor benim tarzım o değildir. İşbirliği içinde çalışırsak her şeyin daha iyi olacağına inanırım.”

Jack bu kendini yücelten konuşmanın yarısında, of, lanet olsun, diye düşündü ve genç görevliye baktı. Adamın gözleri nefretle yanıyordu. Artık çok geçti: şimdi Jack ağzıyla kuş tutsa onu Kinderling üzerinde şiddet uygulamadığına inandıramazdı. Wendell Green kendini öven sözlerini bitirdiğinde Jack’in bu yalaka sahtelikten midesi bulanmaya başlamıştı.


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin