Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə41/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   37   38   39   40   41   42   43   44   ...   58

Görüş alanına Judy’ninkine hem benzeyen, hem de benzemeyen şahane bir yüz girdi. Aynı tornadan çıkmış, aynı kilden şekillenmiş, aynı heykeltıraş tarafından yapılmıştı, ama hatları daha kırılgan, daha ince, daha hassastı. Sanki daha özenilerek yaratılmıştı. Jack öylesine çarpılmıştı ki, kıpırdayamıyordu. Zorlukla nefes alıyordu. Şefkatli bir sabırsızlıkla gülümseyerek ona bakmakta olan kadın hayatında hiç çocuk doğurmamış, doğduğu yer olan Ötedünya’dan başka bir dünyaya gitmemiş, bir uçağa binmemiş, televizyon seyretmemiş, buzdolabından dondurma çıkarmamış ya da mikrodalga fırın kullanmamıştı: içsel zarafet ve ruh güzelliğiyle ışıldıyordu. Jack onun ışığının kendi içinden yayıldığını gördü.

Gözlerinden, dudaklarının kıvrımlarından, güzel yüzünün her hattından neşe, şefkat, tutku, zekâ ve güç okunuyordu. Jack, onun adını biliyordu ve bu isim ona çok yakışıyordu. Sanki onu görür görmez âşık olmuştu. Sonunda mükemmel ismini söyleyecek gücü kendisinde buldu:

Sophie.

21

“SOPHIE.”



Eli hâlâ elinde olduğu halde ayağa kalktı ve onu da kaldırdı. Bacakları titriyordu. Gözlerinin yandığını ve göz çukurlarına büyük geldiklerini hissetti. Kendini hem dehşete düşmüş, hem yücelmiş hissediyordu. Biri diğerinden fazla değildi, tamı tamına eşitti. Kalbi bir davul gibi çarpıyordu ama çok tatlı bir çarpıntıydı bu. ikinci denemesinde ismini biraz daha yüksek sesle söyleyebildi, ama sesi hâlâ zayıftı ve dudakları buz kesmişçesine hissizdi. Sesi, az önce midesine bir yumruk yemiş bir adam gibi çıkıyordu.

“Evet.”


“Sophie.”

“Evet.”


“Sophie.”

“Evet.”


Garipti ama ismini üst üste söyleyişinde ve onun cevap verişinde çok tanıdık bir şey vardı. Tanıdık ve komik. Sonra ne olduğunu anladı: The Tenor of Deadwood Gulch’da, Lazy 8’in patronlarından birinin Bill Towns’u bir viski şişesiyle vurarak bayılttığı sahneden sonra tıpkı buna benzer bir sahne vardı. Tatlı Nancy O’Neal rolündeki Lily, baygın adamın suratına bir kova su boca ediyordu. Sonra adam kendine gelip oturuyor ve...

“Bu çok komik,” dedi Jack. “Şu an gülüyor olmalıydık.”

Sophie’nin yüzünde küçücük bir gülümseme belirdi. “Evet.”

“Katılıncaya dek gülüyor olmalıydık.”

“Evet.”

“Kendimizi kaybedene dek.”



“Evet.”

“Artık ingilizce konuşmuyorum, değil mi?”

“Hayır.”

Mavi gözlerinde iki şey gördü. Birincisi, ingilizce kelimesini bilmedi” İkincisiyse ne demek istediğini tam olarak anlamış olmasıydı.

“Sophie.”

“Evet.”


“Sophie... Sophie... Sophie.”

Gerçekliğini sindirmeye, bir çivi gibi derine gömmeye çalışıyordu.

Dudaklarında beliren gülümseme, Sophie’nin yüzünü aydınlattı. Jack dudakları öpmenin nasıl bir his olacağını düşündü ve dizleri titredi. Bir anda tekrar on dört yaşına geri dönmüş, yürüyerek evine bıraktığı kızdan iyi geceler öpücüğü almak için cesaretini toplamaya çalışıyordu.

“Evet... evet... evet...” dedi Sophie, gülümsemesi genişleyerek. Sonra “Anladın mı?” diye sordu. “Burada olduğunu ve nasıl geldiğini biliyor musun?”

Dalgalanan beyaz tüller, etrafında ve başının üzerinde kıpırdıyor, canlı bir nefes gibi iç çekiyordu. Hafif rüzgârla salınan kumaş, nazikçe yüzüne dokunarak, yanında diğer dünyadan bir ter dalgası getirdiğini ve berbat koktuğunu fark etmesini sağladı. Onu bir an bile gözden kaybetmeye tahammül edemeyerek hızlı hareketlerle koluyla alnını ve yanaklarını sildi.

Bir çeşit çadırın içindeydiler. Büyüktü -birçok odası vardı- Jack kısa bir an annesinin Öte-ikizi olan Ötedünya Kraliçesi’nin ölmek üzereyken yattığı büyük çadırı düşündü. Canlı renklerle zenginleşmiş, tütsü ve keder kokulu birçok odası vardı (kraliçenin ölümü kaçınılmaz görünüyordu, sadece an meselesiydi). Bu çadırsa eski ve yırtık pırtıktı. Duvarlar ve tavan deliklerle doluydu ve deliklerin olmadığı yerlerde kumaş öylesine incelmişti ki, Jack dışarıdaki toprağın eğimini ve ağaçların siluetini seçebiliyordu. Rüzgâr estiğinde bazı deliklerin kenarlarından sarkan kumaş parçaları sallanıyordu. Tam başının üzerinde gölgeli, kahverengi bir şekil vardı. Bir çeşit haçtı.

“Jack, nasıl olduğunu anlıyor...”

“Evet. Geçtim.” Ama ağzından çıkan kelime bu değildi. Söylediği kelimenin anlamı yatay yol gibi bir şeydi. “Ve sanırım yanımda Spiegleman’ın aksesuarlarından bazılarını getirdim.” Eğilip üzerine çiçek kazınmış yassı taşı aldı. “Galiba bu benim dünyamda bir Georgia O’Keeffe baskısıydı. Ve şu da...”

Bunun bu dünyada bir söylenişi yoktu. Ağzından çıkan sözler, kulağa adi küfürler gibi çirkin geliyordu, “...bir halojen lamba.”

Sophie kaşlarını çattı. “Ha-lo-cen... lampa? Lemba?”

Jack’in hissiz dudakları bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Boş ver.”

“Ama sen iyisin,” dedi Sophie.

İyi olduğunu duymaya ihtiyacı olduğunu anladı. Ona iyi olduğunu söyleyecekti ama aslında değildi. Hastaydı ve buna çok memnundu. Âşık olmuş, çarpılmıştı. -Annesi hakkında hissettikleri bir kenara bırakılırsa -Freud’un düşüncelerinin aksine bu çok farklı türde bir sevgiydi- bu onun için ilkti. Oh, elbette daha önce âşık olduğunu sandığı olmuştu ama onlar geride kalmıştı. Bu mavi gözleri, gülümseyişi ve hatta çadırın çürük kumaşının parçalarının gölgelin bir balık sürüsü gibi yüzüne düşmesini görmeden önceydi. Şu an istese onun için dağları deler, bir orman yangınının içine dalar ya da çayını soğutması için kutuplardan buz getirirdi. Ve kendini böyle hissederken iyi olması mümkün değildi. Ama Sophie için olmalıydı. Ve Tyler için.

Ben bir aynasızım, diye düşündü. Önce bu kavram, Sophie’nin güzelliğiyle -varlığıyla- karşılaştırıldığında çok zayıf kaldı ama sonra giderek güçlenmeye başladı. Her zaman olduğu gibi. Zaten onu buraya getiren de bu değil miydi? Tüm iradesine ve farklı niyetlerine rağmen?

“Jack?”

“Evet, iyiyim. Daha önce de geçiş yapmıştım.” Ama kendimi hiç böylesine nefes kesici bir güzelliğin karşısında bulmamıştım, diye düşündü. Sorun bu. Sorun, sensin, leydim.



“Evet. Gelip gitmek senin yeteneğin. Yeteneklerinden biri. Bana böyle söylenmişti.”

“Kim söyledi?”

“Öğreneceksin,” dedi Sophie. “Yakında. Yapılacak çok şey var, ama önce bir dakikaya ihtiyacım var. Sen... nefesimi kesiyorsun.”

Jack bunu duyduğunda delicesine mutlu oldu. Hâlâ onun elini tuttuğunu fark etti ve Judy Marshall’ın duvarın ardındaki diğer dünyada yaptığı gibi eğilip ellerini öptü ve o sırada, üç parmağının ucundaki sargı bezlerini fark etti. Onu kollarına almak istedi ama güzelliği ve varlığı, cesaretini kırıyordu. Judy’den biraz daha uzundu -en fazla birkaç santim- ve saç rengi daha açıktı, görünmez bir taraktan yayılan altın rengi yolların geçtiği bal gibi. Üzerinde, gözlerinin rengine uygun mavi biyeleri olan basit, beyaz, pamuklu bir elbise vardı. Dar ve narin boynunu çevreliyordu. Elbise, dizlerinin hemen altına dek uzanıyordu, bacakları çıplaktı, ama bileklerinden birinde neredeyse görülemeyecek kadar gümüş bir halhal vardı. Göğüsleri Judy’ye göre daha iri, kalçası daha dardı. Burunları üzerinde aynı çil taneleri ve sol ellerinin üzerinde aynı beyaz yara izi olmasa kardeş oldukları düşünülebilirdi. Jack, yara izlerinin sebeplerinin fark olduğundan emindi ama aynı gün, aynı saatte meydana geldiklerinden hiç şüphesi yoktu.

“Sen onun Öte-ikizisin. Judy Marshall’ın Öte-ikizi.” Ama ağzından çıkan kelime, Öte-ikiz değildi; inanılması biraz zordu ve aptalcaydı ama kulağa arp gibi geliyordu. Daha sonra bir arpın tellerinin birbirlerine ne kadar yakın olduklarını, aralarındaki uzaklığın sadece bir parmak ucu mesafesi kadar olduğunu düşünerek kelimenin aslında ne kadar uygun olduğunu anlayacaktı.

Dudakları sarkan Sophie başını öne eğdi. Sonra tekrar kaldırdı ve gülümsemeye çalıştı. “Judy. Duvarın diğer tarafında. Onunla çocukken sık sık konuşurduk, Jack. Büyüdüğümüzde de birbirimizle konuşmaya devam ettik. Ama artık rüyalarımızda konuşuyorduk.” Jack, Sophie’nin gözlerini dolduran ve yanaklarından aşağı süzülen yaşları gördüğünde telaşa kapıldı. “Onun delirmesine mi sebep oldum? Çıldırttım mı? Lütfen öyle bir şey yapmadığımı söyle.”

“Hayır,” dedi Jack, “ince bir ip üzerinde yürüyor ama henüz düşmedi. Çok güçlü bir kadın.”

“Tyler’ı ona geri götürmelisin,” dedi Sophie, “ikimiz için de yapmalısın bunu. Hiç çocuğum olmadı. Olamayacak da. Ben... kötü muamele görmüştüm. Gençken, iyi tanıdığın biri tarafından.”

Jack’in beyninde korkunç, kesin bir düşünce belirdi. Etraflarında, çadırın yırtık kumaşı, muhteşem kokulu bir esintiyle hafifçe dalgalanıyordu.

“Morgan mıydı? Orris’li Morgan?”

Sophie başını eğdi ve belki de böylesi daha iyi oldu. Jack’in yüzünde o an çok çirkin, vahşi bir ifade belirmişti. O an yine, Morgan Sloat’un Öte-ikizini öldürebilmiş olmayı diledi. Sophie’ye, nasıl bir kötü muameleye maruz kaldığını sormak istedi ama sonra, buna gerek olmadığını fark etti.

“Kaç yaşındaydın?”

“On iki,” dedi Sophie... tam Jack’in tahmin ettiği gibi. O yıl olmuştu, Jack de on iki yaşında iken, annesini kurtarmak için oraya geldiğinde. Buraya mı gelmişti sahi? Burası gerçekten Ötedünya mıydı? Sanki orası değilmiş gibiydi. Neredeyse... ama tam değil.

Morgan’ın on iki yaşında bir çocuğa asla çocuk doğuramayacak şekilde söz etmesi Jack’i şaşırtmamıştı. Hem de hiç. Bazen Orris’li Morgan adıyla bilinen Morgan Sloat, sadece bir iki dünyaya değil, tüm evrene hükmetmek çabasındaydı. Böyle amaçları olan bir adam için tecavüze uğramış birkaç çocuğun ne önemi vardı?

Sophie başparmaklarıyla Jack’in gözlerinin altına hafifçe dokundu. Tüyle okşanmak gibi bir his veriyordu. Meraka benzer bir ifadeyle ona baktı. “Neden ağlıyorsun, Jack?”

“Mazi,” dedi Jack. “Her zaman yaptığı bu değil midir?” Sonra annesini düşündü. Radyoda “Crazy Arms” çalarken pencerenin yanında oturup sigarasını tüttüren annesini. Evet, mazi hep bunu yapardı. Asıl acı, asla değiştirilemeyeceklerde gizliydi.

“Belki öyle,” dedi Sophie. “Ama bugün geçmişi düşünmek için zamanımız yok. Bugün önem vermemiz gereken, gelecek.”

“Evet, ama birkaç sorum vardı?...”

“Pekâlâ ama sadece birkaç tane.”

Jack ağzını açtı, konuşmaya çalıştı, sesi çıkmayınca komik bir şekilde ağzı açık, kalakaldı. Sonra güldü. “Sen de benim nefesimi kesiyorsun,” dedi. “Bu konuda dürüst olmam gerek.”

Sophie’nin yanakları hafifçe kızardı, başını öne eğdi. Bir şey söylemek üzere dudakları aralandı... sonra tekrar kapandı. Jack aynı anda hem konuşmadığına sevindi, hem de bir şeyler söylemesini diledi. Yavaşça ellerini sıktı. Sophie başını kaldırıp iri mavi gözleriyle ona baktı.

“Seni tanıyor muydum? On iki yaşında olduğun sırada?”

Sophie başını iki yana salladı. “Ama seni gördüm.”

“Büyük çadırda belki. Annem, iyi Kraliçe’nin nedimelerinden biriydi. Ben de öyleydim... en gençleri. Beni o zaman görmüş olabilirsin. Sanırım gördün de.”

Jack bu muhteşemliği içine sindirmek için bir an duraksadı, sonra devam etti. Zaman çok kısaydı, ikisi de bunun farkındaydılar. Neredeyse kanat çırparak uçtuğunu hissediyordu.

“Sen ve Judy Öte-ikizlersiniz ama ikiniz de geçiş yapamıyorsunuz, o hiç burada, senin kafanın içinde olmadı ve sen de hiç onun kafasında olmadın. Bir duvarın iki tarafından konuşuyordunuz.”

“Evet.”

“Yazdığı şeyleri de duvarın diğer tarafından sen söylüyordun.”



“Evet. Onu çok fazla zorladığımın farkındaydım, ama buna mecburdum. Başka çarem yoktu! Çok önemli olmasına rağmen tek konu, çocuğunu geri vermek değil. Daha büyük endişelerimiz var.”

“Ne gibi?”

Başını iki yana salladı. “Sana anlatacak kişi ben değilim. Anlatacak olan benden çok daha önemli biri.”

Jack narin parmakların uçlarındaki sargı bezlerine baktı ve Sophie ve Judy’nin aralarındaki duvarı aşıp birbirlerine ulaşmak için ne çok çabalamış olduklarını düşündü. Morgan Sloat’un istediği an Orris’li Morgan olabildiği açıktı. Jack, on iki yaşında bir çocukken bu yeteneğe sahip başkalarını da tanımıştı. Kendisi onlardan biri değildi: doğası tekti ve her iki dünyada da Jack’ti. Ama Judy ve Sophie, hiçbir şekilde iki dünya arası geçiş yapamıyordu. İçlerinde eksik olan bir şey vardı ve bu yüzden tek yapabildikleri, iki dünya arasında bir duvarın iki yanından birbirleriyle fısıldaşmaktı. Daha üzücü şeyler olmalıydı ama şu an Jack’in aklına bir tane bile gelmiyordu.

Jack etrafına, güneş ışığı ve gölgelerle nefes alıyormuş gibi görünen yıpranmış, eski çadıra baktı. Yırtılıp sarkan kumaş parçaları esintiyle sallanıyordu, ince kumaşın ortasındaki bir delikten, yan bölmede birkaç ters çevrilmiş yatak olduğunu gördü. “Burası nedir?” diye sordu.

Sophie gülümsedi. “Bazılarına göre bir hastane.”

“Sahi mi?” Başını kaldırdı ve tepedeki haçı bir kez daha fark etti. Şimdi kahverengiydi ama renginin bir zamanlar kırmızı olduğuna şüphe yoktu. Bir kızıl haç, aptal, dedi kendi kendine. “Ah! Ama biraz... şey... eski değil mi?”

Sophie’nin gülümsemesi genişledi ve Jack havasında hafif bir alaycılık sezdi. Bu ne tür bir hastaneyse, acil servis dizisinde gösterilen hastanelere ya çok az benziyordu ya da kesinlikle alakası yoktu. “Evet, Jack. Çok eski. Bir zamanlar Ötedünya’da bu çadırlardan bir düzine, belki de daha çok vardı. Ön-Dünya’da ve Orta-Dünya’da; şimdi sadece birkaç tane kaldı. Belki tıpkı bunun gibi. Bugün burada. Yarın ise...” Sophie ellerini kaldırdı ve sonra indirdi. “Herhangi bir yerde olabilir! Hatta belki duvarın diğer tarafında, Judy’nin dünyasında olur.”

“Bir çeşit gezici tıbbi gösteri.”

Jack bunu şaka mahiyetinde söylemişti, Sophie’nin heyecanla başını sallatarak, gülerek el çırptığını gördüğünde şaşırdı. “Evet! Evet, öyle! Ama burada tedavi olmak istemezdin.”

Ne söylemeye çalışıyordu? “Sanırım istemezdim,” dedi çürüyen kumaşa, yatağa ve her an yerle bir olacakmış gibi görünen direklere baktı. “Pek sağlıklı bir ortama benzemiyor.”

Sophie ciddi bir tavırla (ama gözlerinde pırıltılar vardı), “Oysa bir hasta olsaydın buranın olağanüstü güzel bir yer olduğunu düşünecektin,” dedi. “Ve hemşirelerin, Küçük Kız Kardeşlerin, zavallı bir hastanın sahip olabileceği en güzel hemşireler olduklarını düşünecektin.”

Jack etrafına bakındı. “Onlar nerede?”

“Küçük Kız Kardeşler gün ışığında ortaya çıkmazlar. Ve biz de hayatlarımıza devam etmek istiyorsak, karanlığın çökmesinden çok daha önce kendi yollarımıza gideceğiz, Jack.”

Kaçınılmaz olduğunu bildiği halde kendi yollarına gitme fikrini düşünmek Jack’e acı veriyordu. Bununla birlikte duyduğu acı, merakını hafifletmemişti, bir aynasız, her zaman aynasızdı.

“Neden?”


“Çünkü Küçük Kız Kardeşler vampirdir ve hastaları asla iyileşmez.”

Şaşırıp huzursuzlanan Jack, onlardan bir iz görüp göremeyeceğini merak ederek etrafına baktı, inanmamak aklından bile geçmemişti, kurt adamların olduğu bir dünyada her şeyin olabilmesi mümkündü.

Sophie bileğine dokundu. Küçük bir arzu dalgası, Jack’in bedenini titretti.

“Korkma, Jack onlarda Kirişler’e hizmet ediyor. Diğer her şey gibi.”

“Ne kirişi?”

“Boş ver.” Jack’in bileğini kavrayan parmaklar sıkılaştı. “Sorularının tümüne cevap verecek olan her an burada olabilir, hatta belki gelmiştir bile.” Gülümseyerek ona baktı. “Ve onu dinledikten sonra daha önemli sorular sorabileceksin.”

Jack hafifçe azarlandığını fark etti ama azarlayan Sophie olunca hiç batmıyordu. Eski ve büyük hastanenin bir odasından diğerine geçtiler. Jack ilerlerken bu yerin aslında ne kadar büyük olduğunu fark etti. Fark ettiği bir başka noktaysa, taze esintiye rağmen hafif, nahoş, mayalanmış şarap ve bozulmuş et karışımı bir kokuydu. Ne tür et olduğuna gelince, Jack ne yazık ki bunu tahmin edebiliyordu. Yüzden fazla cinayet mahallini görmüş birinin edebilmesi gerekirdi.

Jack hayatının aşkıyla tanışırken oradan ayrılmak kabalık olacaktı ( de şu anlatma işi vardı, tabii), bu yüzden kaldık. Ama artık hastane çadırının ince duvarlarından geçip çıkma zamanı geldi. Dışarıda kırmızı kayalar gerçekleri, az gelişmiş çamlar ve birkaç kaktüsten oluşan kuru, ama nahoş sayılmayacak bir manzara vardı. Pek uzak olmayan bir yerden, bir nehrin serçekişinin düzenli sesi geliyordu. Hastane çadırı, görkemli bir geminin rüzgarı dolan yelkenleri gibi hışırdayıp dalgalanıyordu. Yıpranmış büyük çadırın doğusundan çaba göstermeden, tuhaf bir hoşlukla süzüldüğümüz sırada etraf yayılmış birkaç şey gözümüze çarptı. Üzerlerine şekiller kazınmış yassı taşlardan burada da vardı. Çok yüksek ısıya maruz kalmış gibi bükülmüş, güzel bir bakır gül ve satırla ortadan ikiye biçilmiş gibi görünen küçük, yırtık bir halı göze çarpıyordu, iki dünya arasında geçiş yaparken şekillerini korumuş olan başka şeyler de vardı. Etrafa saçılmış kırık camlar arasında yatan bir televizyon tüpü, birkaç Duracell pil, bir tarak ve -belki içlerinde en tuhafı- kenarında pembe harflerle pazar yazan beyaz bir külot yerde yatıyordu. Hastanenin doğuya bakan kenarında dünyalararası bir çakışma olmuştu ve iç içe geçmiş kalıntılar bu çakışmanın ne denli şiddetli olduğunu gözler önüne seriyordu.

Yere yayılmış bu garip kalıntıların ucunda -kuyrukluyıldızın başı diyebiliriz- tanıdık bir adam oturuyordu. Onu böyle çirkin, kahverengi bir kıyafet içinde görmeye (ve kendisinin de bu kıyafeti giymeyi bilmediği açıktı, çünkü bir başka açıdan baktığımızda görmek istediğimizin çok daha fazlası gözlerimizin önüne seriliyordu), bağcıklı ayakkabılar yerine sandaletler giymesine ya da saçının işlenmemiş inek derisiyle kabaca toplanıp atkuyruğu yapılmış haline alışık değildik, ama karşımızdaki adamın Wendell Green olduğuna hiç şüphe yoktu. Kendi kendine mırıldanıyordu. Ağzının kenarlarından salyalar sarkıyordu. Gözlerini bir an bile ayırmadan sağ elindeki kırışmış dosya kâğıdına bakıyordu. Etrafında oluşmuş daha büyük değişimleri göz ardı ederek sadece sağ elindekine odaklanmıştı. Panasonic teybinin nasıl olup da eski bir kâğıt parçasına dönüştüğünü kavrayabildiğinde belki diğer değişimlerle de ilgilenebilirdi. Ama o zamandan önce değil. Şimdi sağ elindeki gizemi çözmeliydi.

Wendell (ona Wendell demeye devam etmeye, bu dünyadaki isminin ne olduğuna ya da olabileceğine aldırmamaya karar verdik zira o da bilmiyor ve öğrenmek de istemiyordu) Duracell pillere kaçamak bir bakış fırlattı. Sürünerek pillere yaklaştı, onları yerden aldı ve elindeki kırışmış kâğıda yerleştirmeye çalıştı. Olmamıştı elbette ama bu Wendell’ı tekrar denemekten alıkoymadı. Borge Rathburn’un muhtemelen söyleyeceği gibi, “O çocuğa bir sinek koyuverirseniz, onunla akşam yemeği avlamaya çalışır.”

“Gih,” dedi Coulee Bölgesi’nin en tanınmış araştırmacı gazetecisi pilleri kağıdın içine sokmaya çalışırken. “Gih... içehi. Gih içehi! Kahhedsih, gih i...” Bir ses -Tanrı yardımcımız olsun, yaklaşan mahmuzların şıngırtısından başka bir şey değildi- Wendell’ın dikkatini dağıttı ve adam başını kaldırıp, yuvalarından fırlayan gözlerle baktı. Akıl sağlığı onu sonsuza dek terk etmemişti belki, ama karısıyla çocuklarını alıp Disneyland’e gittiğine şüphe yoktu. Gözlerinin önündeki sahne de yakın zamanda geri gelmesine yardım edecek gibi değildi.

Bir zamanlar bizim dünyamızda, Woody Strode isminde çok iyi bir zenci aktör vardı (Lily onu tanıyordu; hatta altmışlı yılların sonlarında çekilmiş vasat bir film olan Execution Express’inder) birlikte rol almışlardı). Elinde piller ve kırışmış kâğıtla olduğu yere büzülmüş olan Wendell’a yaklaşan adam ile aktör arasında çarpıcı bir benzerlik vardı. Solmuş bir kot pantolon ve mavi, pamuklu bir gömlek giyiyordu. Boynunda bir fular, belindeki geniş deri kemerde de dört düzine kadar parlak mermi ve ağır bir tabanca vardı. Gözleri hafifçe çukurdaydı ve başında saç yoktu. Bir omzunda asılı bir gitar vardı. Diğerindeyse papağana benzer bir şey oturuyordu. Papağanın iki kafası vardı.

“Hayır, hayır,” dedi Wendell hafifçe paylayan bir ses tonuyla. “Yapma. Görme. Görme. Onu.” Başını önüne eğdi ve tekrar pilleri kâğıda yerleştirmeye çalıştı.

Yeni gelen adamın gölgesi, ona bakmayı kararlılıkla reddeden Wendell’ın üzerine düştü.

“N’aber yabancı,” dedi adam.

Wendell hâlâ başını kaldırmıyordu.

“Benim adım, Parkus. Buralarda kanun benim. Sen kimsin?”

Salyalarla ıslanmış ağzından çıkan alçak hırıltılar sayılmazsa Wendell cevap vermemeyi sürdürdü.


“Adını sordum.”

“Wen,” dedi eski tanıdığımız (ona arkadaş demeye dilimiz varmıyordu) başını kaldırmadan. “Wen. Dell. Gree... Green. Ben... ben... ben...”

İdam Ekspresi

“Acelesi yok,” dedi Parkus (biraz da acımış gibiydi). “Damga hazırlanana dek bekleyebilirim.”

“Ben... haber atmacası!”

“Öyle mi? İşin bu mu?” Parkus bir süre düşündü; Wendell, çadırın arka duvarına doğru geriledi. “Bu geçit töreninde en önde ilerleyen davuldan bile havalı, değil mi? Bak ne diyeceğim, balık atmacaları gördüm, kızıl atmaca gördüm ama sen gördüğüm ilk haber atmacasısın,”

Wendell gözlerini hızla kırpıştırarak baktı.

Parkus’un omzundaki papağanın başlarından biri, “Tanrı, aşktır,” dedi

“Git de ananı becer,” diye karşılık verdi öteki.

“Herkes hayat ırmağının arayışına düşmelidir,” dedi ilk kafa.

“Kıçımı ye,” dedi ikincisi.

“Tanrı’ya yöneliyoruz,” dedi birincisi.

“Yukarı doğru işe,” diye önerdi ikincisi.

İki baş da sakince -hatta mantıklı bir tartışma ölçüsünde- konuşmasına rağmen Wendell büzülerek iyice geriledi sonra başını tekrar öne eğdi ve pilleri öfkeyle, sonuçsuz bir çabayla terli ellerinde yumuşayarak bir top haline gelmiş kâğıda sokmaya uğraştı.

“Onlara aldırma,” dedi Parkus. “Ben kesinlikle aldırmıyorum. Artık onları duymuyor bile sayılırım. Kapayın çenenizi, çocuklar.”

Papağanlar sustu.

“Bir kafa Kutsal, diğeri Saygısız,” dedi Parkus. “Onları yanımdan ayırmıyorum, çünkü bana hatırlattıkları...”

Yaklaşan ayak sesleri, lafını böldü. Tek bir zarif hareketle arkasına döndü, ilkokula giden çocuklara özgü bir masumiyetle el ele tutuşmuş olan Jack ve Sophie ona doğru ilerliyorlardı.

“Speedy!” diye seslendi Jack gülümseyerek.

“Hey, Gezgin Jack!” dedi Parkus da gülümseyerek. “Seni gördüğüme sevindim! Koca adam olmuşsun.”

Jack öne atıldı ve ona sıcak bir şekilde karşılık veren Parkus’a sarıldı. Birkaç saniye sonra da Parkus’u bir kol mesafesi uzaklaştırarak dikkatle baktı. “Daha yaşlıydın... bana daha yaşlı gibi görünüyordun. Her iki dünyada da.”

Hâlâ gülümsemekte olan Parkus başını salladı. Tekrar konuştuğundaysa sözcükleri Speedy Parker’ın yaptığı gibi uzatıyordu. “Sanırım daha yaşlı görünüyordum, Jack. Unutma, daha küçük bir çocuktun.”

“Ama...”

Parkus bir elini salladı. “Bazen daha yaşlı, bazen biraz genç görünürüm, tamamen...”

“Bilgelik yaşına bağlı,” dedi papağanın bir başı dindar bir edayla ve diğeri karşılık verdi. “Seni kahrolası bunak piç.”

“ .mekân ve şartlara bağlı,” diye sözünü tamamladı Parkus. Sonra ekledi, “size çenenizi kapamanızı söylemiştim. Devam ederseniz sıska boyunlarınızı koparacağım.” Dikkatini bir geyiğinkilere benzeyen utangaç ve merak dolu gözlerini ona dikmiş bakan Sophie’ye çevirdi. “Sophie,” dedi. “Seni görmek çok güzel, hayatım. Geleceğini söylememiş miydim? İşte burada. Umduğumdan biraz daha uzun sürdü, hepsi bu.”

Sophie, başı öne eğik, tek dizi üzerine çökerek reverans yaptı. “Teşekkür ederim, efendim,” dedi. “Barışla gel, Silahşor ve Kirişler yolunda yolculuğuna sevgimle ilerle.”

Jack bu sözler üzerine birçok dünya alçak, yankılanan bir sesle aynı anda konuşmuş gibi derin, garip bir ürperti hissetti.

Speedy -Jack onu hâlâ öyle düşünüyordu-, Sophie’nin elini tutarak ayağa kaldırdı. “Ayağa kalk, kızım ve gözlerime bak. Tabancamı hâlâ üzerimde taşıyor olabilirim, ama burada, sınır bölgesinde silahşor değilim. Yine de konuşmamız gereken çok şey var. Tören zamanı değil bu. Benimle gelin. Biz silahşorların dediği gibi, bir görüşme yapmalıyız. Ya da dünyanın ilerlemesinden önce söylediğimiz gibi. Birkaç tombul keklik vurmuştum, pişmeleri fazla uzun sürmez.”

“Ama ya...” Jack omuzları çökmüş, kendi kendine mırıldanan Wendell Green’i işaret etti.

“Eh, oldukça meşgul görünüyor,” dedi Parkus. “Bana bir haber atmacası olduğunu söyledi.”

“Sanırım biraz cilalamış,” dedi Jack. “Sevgili Wendell için bir haber akbabası demek daha doğru olur.”

Wendell başını hafifçe çevirdi. Onlara doğru bakmadı, ama dudakları istemli bir hareketten çok reflekslerin sonucuymuş gibi küçümseyici bir ifadeyle büküldü. “Duydum. Seni.” Biraz çabaladı. Dudakları tekrar kıvrıldı. Bu kez ifadesi daha bilinçliydi. “Al. Al. Al-tın çocuk. Holly. Wood.”


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   37   38   39   40   41   42   43   44   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin