Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə43/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   39   40   41   42   43   44   45   46   ...   58

“Bunun olacağını biliyordunuz, değil mi?” diye sordu, “ikiniz de. Bilmeniz gerekiyor. Çünkü Judy biliyordu. Aylardır, cinayetlerin başlamasından öncesinden beri garip davranıyordu.”

Parkus yerinde kıpırdandı ve huzursuzca başını çevirdi. “Bir şeyin olacağını biliyordum, evet -bu tarafta büyük kargaşalar oluyordu- ama başka işlerim vardı. Ve Sophie de diğer tarafa geçemiyor. Buraya uçan adamlarla geldi ve görüşmemiz bitince yine aynı şekilde geri dönecek.”

Jack, Sophie’ye döndü. “Sen bir zamanlar annemin olduğu kişisin. Bundan eminim.” Çok açık konuşmadığını biliyordu, ama elinde değildi; beyni aynı anda pek çok farklı yöne doğru gitmek istiyordu. “Laura DeLoessian’ın halefisin. Bu dünyanın Kraliçe’si.”

Şimdi huzursuz görünen Sophie’ydi. “Olayların geniş oluşumunda hiç kimseydim, gerçekten öyleydim ve bu durumdan çok memnundum. Yaptıklarım çoğunlukla resmi yetki sınırlarım -hep biz demeye alışmıştım- dahilinde resmi mektupları yazmak ve beni görmeye gelen insanlara teşekkür etmekti.

Yürüyüşlere çıkar, çiçek resimleri yapar, çiçekleri listelerdim. Sonra kötü şans, kötü kader ve kötü davranışların bir sonucu olarak kendimi kraliyet ailesinin bir üyesi olarak buldum. Dediğin gibi, bu dünyanın kraliçesi. Bir zamanlar basit iyi bir adamla evliydim ama benim Fred Marshall’ım öldü ve beni yalnız bıraktı. Kısır Sophie.”

“Yapma,” dedi Jack. Kendisine küçümseyici bir edayla yakıştırdığı ismin içinde yarattığı keskin acı, onu şaşırtmıştı. “Jack tek doğalı olmasaydın, Öte-ikizin benim kuzenim olabilirdi.”

İnce parmaklarını çevirdi, artık o Jack’in elini tutuyordu. Tekrar konuştuğunda sesi alçak ve tutku doluydu. “Tüm büyük olayları bir kenara bırak. Tek bildiğim, Tyler Marshall’ın Judy’nin oğlu olduğu, Judy’yi çok sevdiğim ve onun acı çektiğini tüm dünyalar pahasına görmek istemeyişim. Asla çocuk sahibi olamayacağım ve Tyler’ı benim oğlummuş gibi kendime yakın hissediyorum. Tüm bildiklerim bunlar ve senin, onu kurtarabilecek tek insan olduğun.”

“Neden?” Bunu sezmişti elbette -Tanrı aşkına, yoksa neden burada olacaktı?- ama kendini merak etmekten alamıyordu. “Neden ben?”

“Çünkü sen Tılsım’a dokundun. Ve gücünün bir kısmı geçen yıllar boyu seni terk etti ama çoğu hâlâ duruyor.”

Jack, Speedy’nin onun için Dale’in banyosuna bıraktığı zambakları, buketi Tansy’ye verdikten sonra kokularının uzun süre ellerinden çıkmamasını düşündü. Kraliçe’nin Çadırı’nın mırıltılarla kaplı karanlığında parlayan, sonunda yok olana dek çevresindeki her şeyi değiştiren Tılsım’ın görüntüsünü hatırladı.

Hâlâ değiştiriyor, diye düşündü.

“Parkus.” Bu, diğer adama -diğer aynasıza- bu isimle ilk seslenişi miydi? Emin değildi, ama mümkündü.

“Evet, Jack.”

“Tılsım’dan kalanlar, bu kadarı yeterli mi? Kızıl Kral’ı alt etmeme yeter mi?”

Parkus şok olmuş görünüyordu. “Kesinlikle hayır, Jack. Hiçbir yaşamda asla olmaz. Abbalah, seni bir mumu söndürür gibi üfleyerek öldürür. Ama Tılsım’dan arta kalanlar, Bay Munshun’u yenmene ateşler diyarına gidip Tyler’ı geri getirmene yetebilir.”

“Makineler var,” dedi Sophie. Korkunç, mutsuz bir rüya görüyor gibiydi.

“Duman bulutları içinde kaybolmuş kırmızı ve siyah, makineler. Dev kayışları üzerlerinde sayılamayacak kadar çok çocuk var. Makineleri döndüren kayışları döndürmek için didiniyorlar, zorlukla yürüyorlar, ilerlemeye çalışıyorlar. Aşağıda, tilki deliklerinin derinliklerinde. Güneşin yüzünü asla göstermediği deliklerinde. Ateşler diyarının olduğu dev mağaralarda.”

Bu duydukları, Jack’in tüm aklını ve ruhunu sarsmıştı. Kendini Dickens’ı düşünür buldu -Kasvetli Ev’i değil, Oliver Twist’i. Ve elbette aklına Tansy Fneau ile yaptığı konuşma geldi. En azından Irma orada değil, diye düşündü. Irma, ateşler diyarında değil. Öldü ve kötü kalpli bir adam bacağını yedi. Amy Tyler... Tyler...

“Ayakları kanayana dek döndürmeye uğraşıyorlar,” diye mırıldandı. “Peki oraya giden yol...?”

“Sanırım biliyorsun,” dedi Parkus. “Kara Ev’i bulduğunda, ateşler diyarına... makinelere... Bay Munshun’a... ve Tyler’a giden yolu da bulacaksın.”

“Çocuk hayatta. Bundan eminsiniz.”

“Evet,” dedi Parkus ve Sophie bir ağızdan.

“Peki Burnside şimdi nerede? Bu bilgi işleri biraz olsun hızlandırabilir.”

“Bilmiyorum,” dedi Parkus.

“Tanrım, kim olduğunu biliyorsun ama...”

“Parmak izlerinden öğrendim,” dedi Parkus. “Telefondaki parmak izleri. Dava hakkında ürettiğin ilk gerçek fikir. Wisconsin Eyalet Polisi, Bierstone ismini FBl’ın VICAP veri tabanından aldı. Elinde Burnside ismi var. Bu kadarı yeterli olmalı.”

Wisconsin Eyalet Polisi, FBI, VICAP, veri tabanı: bu kelimeler tanıdık Amerikan İngilizcesiydi ama bu dünyada Jack’in kulaklarına çok yabancı ve çirkin geliyorlardı.

“Bunları nereden biliyorsun?” diye sordu.

“Sizin dünyanızda kaynaklarım var; kulağımı iyice açıyorum. Sen de bunu kişisel deneyimlerin sayesinde öğrenmiş olmalısın. Ve elbette gerisini kendi başına yapabilecek kadar iyi bir polissin.”

“Judy, bir arkadaşının yardım edebileceğini düşünüyor,” dedi Sophie birdenbire.

“Dale mı? Dale Gilbertson?” Jack bunu pek olası görmüyordu, ama belki Dale yeni bir bilgiyi açığa çıkarmıştı.

“İsmini bilmiyorum. Judy onun burada, Uzaklar’daki pek çok insan gibi olduğunu düşünüyor. Hiçbir şey görmediği için çok şey gören bir adam.” Dale değildi. Henry’den bahsediyordu.

Parkus ayağa kalktı. Papağanın başları, dört parlak gözü ortaya çıkararak yükseldi. Kutsal ve Saygısız, kanat çırparak adamın omzuna tünedi. “Sanırım görüşmemiz artık sona erdi,” dedi Parkus. “Vakit daralıyor. Geri dönmeye hazır mısın, dostum?”

“Evet. Ve hiç istemesem de sanırım Green’i de yanıma almam gerek. Burada uzun süre hayatta kalabileceğini sanmıyorum.”

“Sen bilirsin.”

Hâlâ el ele olan Jack ve Sophie, tepenin yarısına kadar tırmanmışlardı ki Jack, Parkus’un omzunda papağanıyla hâlâ konuşan dairenin içinde durduğunu fark etti. “Gelmiyor musun?”

Parkus başını iki yana salladı. “Artık yollarımız ayrılıyor, Jack. Tekrar görüşebiliriz.” Hayatta katırsam, diye düşündü, Jack. Hayatta kalırsak.

“Bu arada, sen de gerekeni yap. Yolun açık olsun.”

Sophie tekrar reverans yaptı. “Sa!.”

Parkus başını hafifçe salladı ve Jack’e kısaca el salladı. Jack döndü ve Speedy’yi bir daha görüp göremeyeceğini merak ederek Sophie ile beraber eski, yırtık hastane çadırına doğru yürüdü.

Wendell Green -acar muhabir, korkusuz araştırmacı, iyi ve kötüyü halka ifşa eden ulu gazeteci- bir elinde tortop olmuş dosya kâğıdı, diğerinde pillerle eski yerinde oturuyordu. Tekrar kendi kendine mırıldanmaya başlamıştı. Sophie ve Jack, yanına yaklaştıklarında başını belli belirsiz kaldırdı.

“Elinden geleni yapacaksın, değil mi?” diye sordu Sophie. “Judy için.”

“Ve senin için,” dedi Jack. “Şimdi beni dinle. Bu işin sonunda hâlâ hayatta olursak... ve tekrar buraya gelirsem...” Söyleyecek bir şey bulamıyordu. Cüreti karşısında afallamıştı. Karşısındaki bir kraliçeydi. Bir kraliçe. Ve o... ne yapıyordu? Ondan bir randevu almaya mı çalışıyordu?

“Belki,” dedi Sophie ona mavi gözlerini ayırmadan bakarak. “Belki.”

“İstediğin bir ‘belki’ mi?” diye sordu Jack yumuşak bir sesle.

“Evet.”

Jack eğildi ve dudaklarını onunkilere hafifçe dokundurdu. Çok kısaydı, bir öpücük bile sayılmazdı. Aynı zamanda hayatının en muhteşem öpücüğüydü.



“Nerdeyse bayılacaktım,” dedi Sophie, Jack tekrar doğrulurken

“Benimle dalga geçme, Sophie.”

Kadın, Jack’in elini tuttu ve avucunu yumuşak göğsü üzerine bastırdı. Kalp atışları hissediliyordu. “Bu yeterince ciddi mi? Daha hızlı koşmaya kalksa tökezleyip düşerdi.” Onu bıraktı, ama Jack elini bir süre daha o sıcak yumuşaklıktan çekmedi.

“Mümkün olsaydı, seninle gelirdim,” dedi Sophie.

“Biliyorum.”

Hemen o an oradan ayrılmazsa asla gidemeyeceğini bilerek onun derin mavi gözlerine baktı. Onu bırakmak istemiyordu ama hepsi bu değildi, işin aslı, daha önce hiç olmadığı kadar korkuyor olmasıydı. Onu tekrar gerçeklere döndürecek -kendi kalp atışlarını yavaşlatacak- sıkıcı, sıradan bir şey bulmaya çalıştı ve kendi kendine mırıldanan zavallı yaratık, Wendell Green’de aradığını buldu. Bir dizi üzerine çöktü. “Hazır mısın, koca adam? Mississippi’ye bir yolculuğa ne dersin?”

“Dokunma. Bana.” Ve sonra neredeyse şairane sayılabilecek bir söz dizisi ağzından döküldü. “Lanet olası Hollywood piçi!”

“İnan bana, mecbur olmasaydım asla dokunmazdım, ilk fırsatta ellerimi yıkamayı düşünüyorum,”

Başını kaldırıp Sophie’ye baktı ve onda her şeyiyle Judy’yi gördü, tüm güzelliğini. “Seni seviyorum,” dedi.

Sophie’nin bir şey söylemesine fırsat vermeden Wendell’ın elini tuttu, gözlerini kapadı ve diğer dünyaya geçti.

22

BU KEZ TAM sessizlik sayılmayacak bir şey vardı: daha önce bir kez daha duyduğu, harika beyaz bir hışırtı. 1997 yazında Jack, Los Angeles Polis Teşkilatı’nda bir paraşüt kulübü olan P.F. Flyers ile kuzeye, Vacaville’e gitmişti. Oraya, gecenin geç saatinde içilen birçok biranın etkisiyle girdiği ve sonra bir türlü içinden sıyrılamadığı aptalca bir iddia yüzünden gitmişti. İşin içinde korkak tavuk damgası yemek vardı. Korkacağını sanmış ama aksine, kendini yücelmiş hissetmişti. Bununla birlikte bir daha hiç denememişti ve sebebini artık biliyordu: hatırlamaya fazla yaklaşmıştı ve içinde korkan bir parçası bunu fark etmiş olmalıydı. Paraşütün ipini çekmeden önceki sesti, rüzgârın, kulaklarda çınlayan o yalnız uğultusu. Yumuşak, hızlı kalp atışları ve -belki- vücudun geri kalanı gibi serbest düşüşte olan tükürüğün yutulmasıyla kulaklarda baş gösteren hafif sesten başka hiçbir şeyin duyulmadığı uçsuz bucaksız bir gökyüzü ve özgürlük.



Paraşütün ipini çek, diye düşündü Jack. İpi çekmenin vakti geldi, gecikirsen çok sert bir iniş olacak.

Şimdi kulağına bir ses daha çalınıyordu, önce alçaktı ama süratle yükselmiş, kulaklara azap veren bir anırtıya dönmüştü. Yangın alarmı, diye düşündü Jack. Hayır, yangın alarmı senfonisi. Tam o sırada Wendell’ın eli, elinden kurtuldu. Yanındaki paraşütçü uzaklaşırken hafif, cırtlak bir çığlık duydu ve bir de koku vardı...

Hanımeli...

Hayır, bu onun saçının kokusu...

...ve Jack birden kendini göğsü ve diyaframı üzerindeki ağırlık yüzünden zorlukla nefes almaya çalışır buldu. Sanki ciğerlerindeki tüm hava çekiliyordu.

Vücudu üzerinde eller vardı, biri omzunda, diğeri belinde. Yanağına d ‘‘ saçlar. Alarm sesleri. Kargaşa içinde çığlık atan insanlar. Koşan ayakların ve yankıları.

“Jack, Jack, Jack, bir şeyin yok ya?”

“Bir kraliçeye çıkma teklif et, sonra da gelecek haftanın ortasını beklemeye mırıldandı. Neden bu kadar karanlıktı? Yoksa kör mü olmuştu? Central Park’ta manevi açıdan ödüllendirici ve maddi olarak kazançlı olan hakemlik mesleğini yapmak için artık uygun muydu?

“Jack!” Yanağına bir tokat indi. Sert bir tokat.

Hayır, kör değildi. Sadece gözleri kapalıydı. Açtığında, birkaç santim ileride Judy’nin eğilmiş onun yüzüne baktığını gördü. Hiç düşünmeden sol eliyle kadının ensesini tuttu, kendine çekip onu öptü. Judy, nefesini ağzına verdi -akciğerlerini onun elektriğiyle dolduran şaşkın bir ters nefes- ve sonra o da Jack’i öpmeye başladı. Jack hayatında hiç böyle yoğun bir şekilde öpülmemişti. Elini geceliğin altına sokarak kalbinin çılgınca atışını -Daha hızlı koşmaya çalışsa tökezleyip düşerdi, diye düşündü Jack- hissetti. Aynı anda Judy’nin eli düğmeleri her nasılsa çözülmüş gömleğinin içine süzüldü ve göğüs ucunu hafifçe sıktı. Bu küçük hareket de tokat gibi etkili ve ateşliydi. Bu hareketi yaparken dili hızla Jack’in ağzına girip çıktı, bir an vardı, bir an yok, bir çiçeğe konan arı gibi. Jack onu ensesinden daha sıkı tuttu ve tam o anda koridordan bir şeyin düşüp kırılma sesi ve bir çığlık duyulmasaydı neler olacağını ancak Tanrı bilirdi. Çığlık sesi çok yüksekti ve panik tınısı, bir kadına mı, erkeğe mi ait olduğunu saklıyordu ama Jack onun asık suratlı genç görevli Ethan Evans olduğunu tahmin ediyordu. “Buraya gel! Kaçma, seni kahrolası!” Elbette Ethan Evans’tı; böyle aşırı durumlarda bile kahrolası diyen biri, ancak Mount Hebron Lutheran Pazar Okulu mezunu olabilirdi.

Jack, Judy’den uzaklaştı. Judy de ondan uzaklaştı. Yerdeydiler. Judy’nin geceliği, sade beyaz iç çamaşırını ortaya çıkaracak şekilde beline dek sıyrılmıştı. Jack’in gömleğinin ve pantolonunun önü açıktı. Ayakkabıları hâlâ ayağındaydı ama ters ayaklarda olduklarını hissedebiliyordu. Hemen yakınında sehpa ters dönmüş, üzerindeki dergiler etrafa saçılmıştı. Bazılarının sayfaları da kopmuş görünüyordu.

Koridordan gelen çığlıklar artmış, üzerlerine itişme kakışma sesleri eklenmişti. Ethan Evans, koşuşturan hastalara bağırmaya devam ediyordu ve şimdi buna bir kadının sesi eşlik ediyordu -belki Başhemşire Rack’ti. Alarmlar durmaksızın anırıyordu. Ağır kapı aniden açıldı ve Wendell Green paldır küldür odaya daldı. Arkada giysilerin oraya buraya saçıldığı bir gardırop görülüyordu, Dr. Spiegleng’ın dolabına bir bomba düşmüş gibiydi. Wendell’ın bir elinde, Panasonic Larka teybi, diğer elinde de birkaç tane parlak, boru şeklinde cisim vardı. Jack bunların Duracell piller olduğuna rahatlıkla bahse girebilirdi. F Jack’in giysilerinin düğmeleri açılmıştı (veya belki basınçla ayrılmışlardı) ama Wendell’ın başına çok daha fazlası gelmişti. Gömleği parça parça olmuş, üzerinden sarkıyordu. Göbeği, önünde sapsarı bir idrar lekesi olan bir beyaz şortun beli üzerinden sarkıyordu. Kahverengi, gabardin pantolondan geriye kalanlar, deri değiştiren yılanın ardında bıraktıkları gibi bir ayağının ardından sürükleniyordu. Çorapları hâlâ ayağındaydı ama sol teki ters dönmüş gibi görünüyordu.

“Ne yaptın?” diye haykırdı Wendell. “Hollywood piçi, BANA NE YAP...”

Durdu. Ağzı bir karış açıldı. Gözleri irileşti. Jack, gazetecinin saçlarının bir kirpinin dikenleri gibi yükseldiğini düşündü.

Bu arada Wendell’ın gördüğü, Jack Sawyer ve Judy Marshall’ın, giysileri dağılmış bir şekilde cam kırıkları ve dergilerle kaplanmış yerde birbirlerine sarılmış olduklarıydı. Tam iş üstünde değillerdi, ama Wendell karşısındaki sahnenin ona yakın olduğundan adı gibi emindi. Beyni, imkânsız gibi görünen anılarla zonkluyordu, dengesi altüst olmuştu, midesi, kirliler ve sabun köpükleriyle fazla doldurulmuş bir çamaşır makinesi gibi tekliyordu; umutsuzca tutunacak bir şey arıyordu. Habere ihtiyacı vardı. Hatta daha da iyisi, bir skandala. Ve aradıklarının hepsi gözlerinin hemen önünde, yerde yatıyordu.

“TECAVÜZ!” diye bağırdı Wendell avazı çıktığı kadar. Çılgın, rahatlamış bir sırıtış suratında belirmişti. “SAWYER BENİ DÖVDÜ VE ŞİMDİ DE BİR HASTANIN IRZINA GEÇİYOR!” Doğruyu söylemek gerekirse önündeki sahne Wendell’a pek tecavüz gibi görünmüyordu, ama kim ciğerleri elverdiğince ANLAŞMALI SEKS! diye bağırıp dikkat çekebilirdi?

“Şu salağın sesini kes,” dedi Judy. Geceliğini indirdi ve ayağa kalkmaya davrandı.

“Dikkat et,” dedi Jack. “Her yer kırık camlarla kaplı.”

“Bir şey olmaz,” dedi Judy tersçe. Sonra Fred’in çok iyi bildiği gözü peklikle Wendell’a döndü. “Kapa çeneni! Kim olduğunu bilmiyorum, ama bağırmayı hemen kes! Kimseye tecavüz edildiği...”

Wendell pantolonunu sürükleyerek Hollywood Sawyer’dan uzakla çalıştı. Neden kimse gelmiyor? diye düşünüyordu. Neden bu herif beni yakalamadan biri gelmiyor? Çok sarsılmış ve neredeyse histeri sınırına ulaştığı düşülürse Wendell’ın çılgınca öten alarmları, koridordan gelen kargaşa sesini duymuyor ya da onların da zenci bir silahşor, beyaz elbiseli güzel kadın ve mağara adamı gibi elleriyle yarı pişmiş bir kuşu yiyen kendi görüntüsü beyninin yarattığı absürd sanrılar olduğunu düşünüyor olması muhtemeldi

“Benden uzak dur, Sawyer,” dedi ellerini kaldırıp gerilemeye devam ederek. “Fazlasıyla aç ve hırslı bir avukatım var. Yaklaşma, seni piç kurusu, en bana parmağının ucuyla bile dokunacak olursan seni mahkemeye... AV! OFF!”

Jack, Wendell’ın bir cam parçasının üzerine bastığını gördü, muhtemelen daha önce duvarları süsleyen resimlerden birinin kırılan camının parçalarından biriydi. Wendell geriye doğru dengesiz bir adım daha attı ve bu kez kendi pantolonunun paçasına bastı ve Dr. Spiegleman’ın muhtemelen sorunlu çocukluklarını anlatan hastalarını dinlerken oturduğu deri koltuğun üzerine kapaklandı.

La Riviere’in bir numaralı habercisi, üzerine doğru yürüyen ilkel adama dehşet dolu, korku dolu gözlerle baktı ve elindeki teybi ona fırlattı. Jack, üzerinin çiziklerle kaplı olduğunu gördü. Saldırıyı koluyla savuşturdu.

“TECAVÜZ!” diye cıyakladı Wendell. “KAÇIKLARDAN BİRİNİN IRZINA GEÇİYOR! O...”

Jack, adamın çenesine yumruğunu savurdu. Son anda kendini biraz tutmuştu, yoksa içindeki öfkeyle çenesini kırması işten bile değildi. Aslında fena da olmazdı hani. Wendell’ın gözleri yukarı kaydı, bacakları kötü bir ritme uymak istiyormuşçasına titredi ve Dr. Spiegleman’ın koltuğuna baygın halde yayıldı.

“Çılgın Macar bundan iyisini yapamazdı,” diye mırıldandı Jack. Wendell yakın zamanda bir doktora görünüp kendini kontrol ettirse iyi olacaktı zira kafasına son günlerde pek de hafif sayılmayacak darbeler almıştı. Hoş, çok kişinin bunu umursayacağını sanmıyordu ya.

Koridor tarafındaki kapı aniden açıldı. Jack, gömleğini pantolonuna sokuşturarak koltukta baygın yatan Wendell’ı saklama amacıyla önünde durdu (Tanrı’ya şükür bir ara fermuvarını çekmişti). Bir kız, kabarık saçlı başını Dr. Spiengleman’ın ofisine uzattı. On sekiz yaşlarında olmalıydı, ama yüzündeki saf ifadesiyle on iki yaşında bir çocuk gibi görünüyordu, “Bağıran kim?” diye sordu. “Biri mi yaralandı?”

Jack ne cevap vereceğini şaşırmıştı ama Judy durumu profesyonelce idare etti. “Hastalardan biriydi,” dedi. “Sanırım Bay Lackley’ydi. içeri girdi, bağırarak hepimize tecavüz edileceğini söyledi ve sonra koşarak çıktı.”

“Bir an önce buradan çıkmalısınız,” dedi kız. “O aptal Ethan’a kulak asmayın ve asansörü kullanmayın. Şiddetli bir deprem olduğunu sanıyoruz.”

“Hemen çıkıyoruz,” dedi Jack sertçe ve olduğu yerden hiç kıpırdamamasına rağmen bu söyledikleri yetmiş olacaktı ki, kız uzaklaştı. Judy hızla kapıya yöneldi. Kapanıyor, ama kilitlenmiyordu. Çerçevesi kaymış, kapı yerine oturmuyordu.

Duvarda bir saat vardı. Jack ona baktı ama saat yerinden çıkıp yere kapaklanmıştı. Judy’nin yanına gitti ve kollarından tuttu. “Ne kadar süredir oradaydım?”

“Fazla değil,” dedi Judy. “Ama ne gidişti o öyle! Büyük bir gümbürtü oldu. Bir şey öğrenebildin mi?” Gözlerinde yalvaran bir bakış vardı.

“Bir an önce French Landing’e dönmemi gerektirecek kadar,” dedi Jack. Bu dünyada ya da bir başkasında seni sevdiğimi... seni daima seveceğimi bilmeme yetecek kadar.

“Tyler... yaşıyor mu?” Bu kez Judy onun kollarını tutuyordu. Jack, Uzaklar’da Sophie’nin de aynısını yaptığını hatırladı. “Oğlum hayatta mı?”

“Evet. Ve onu sana getireceğim.”

Bakışları, Spiegleman’ın odanın ortasına kadar savrulmuş olan masasına çevrildi. Tüm çekmeceleri öne fırlamıştı. Çekmecelerin birinin içinde ilginç bir şey gördü ve yerdeki kırık camları çıtırdatarak halının üzerinden aceleyle o tarafa seğirtti.

Masanın sol üst çekmecesinde, Wendell Green’in sadık dostu Panasonic teypten biraz daha büyükçe bir kasetçalar ve bir parça yırtılmış kahverengi kâğıt vardı. Jack önce kâğıdı aldı. Hem verandasında, hem de Ed’in Abur Cuburlarında gördüğü eciş bücüş harfler, kahverengi kâğıdın üzerinde de vardı:
SOPHIE olarak da bilinen

JUDY MARSHALL’a gönderilmiştir.


Yırtık kâğıdın üst köşesine pula benzer bir şeyler yapıştırılmıştı. Bu Charles Burnside adında yaşlı ve tehlikeli bir cani tarafından kesilip yapıştırılmış şeker paketleri olduğunu anlaması için Jack’in yakından incelemesine gerek yoktu. Ama artık Balıkçı’nın kimliğinin fazla bir önemi yoktu ve Speedy bunu biliyordu. Aynı şekilde nerede olduğunun da çok önemi yoktu. Jack, Sevimli Burnside’ın istediği an bir başka yere geçiş yapabilecek emindi.

Ama asıl kapıyı yanında götüremez. Ateşler diyarına, Bay Munshun’a açılan kapıyı. Beezer ve dostları orayı buldularsa...

Jack, kahverengi kâğıdı çekmeceye bıraktı ve teybin içindeki kaseti çıkardı. Kaseti cebine koyduktan sonra kapıya yöneldi.

“Jack.”


Dönüp Judy’ye baktı. Dışlarındaki dünyada yangın alarmları kulakları çınlatarak ötmeye devam ediyor, deliler çığlıklar ve kahkahalar atıyor, çalışanlar bir o yana, bir bu yana koşturuyordu. Göz göze geldiler. Jack, Judy’nin bakışlarının parlak mavisinde, garip takımyıldızları ve tatlı kokularıyla diğer dünyayı neredeyse görür gibi oldu.

“Orası güzel mi? Rüyalarımdaki gibi harika mı?”

“Öyle,” dedi Jack. “Ve sen de öylesin. Dayan, tamam mı?”
Koridorun yarısına vardığında Jack kötü bir sahneyle karşılaştı: bir zamanlar, pazar okulunda Wanda Kinderling’in öğrencisi olan genç görevli Ethan Evans, aklı karışmış yaşlı bir kadını şişman kollarından yakalamış, ileri geri sarsıyordu. Yaşlı kadının ince telli dağınık saçları, başının etrafında savruluyordu.

“Kes sesini!” diye bağırıyordu genç Bay Evans. “Kes sesini seni yaşlı kaçık inek! Hiçbir yere gitmiyorsun! Hemen koğuşa dön!”

Genç Bay Evans’ın yüzündeki aşağılayıcı ifadeden, o kargaşa içinde bile yönetme gücünün ve şiddet uygulama fırsatının tadını çıkardığı anlaşılıyordu. Bu, Jack’i öfkelendirmeye yetti. Hiçbir şeyin farkında olmayan yaşlı kadının yüzündeki dehşet ifadesi Jack’in kanının beynine sıçramasına yetti. Gün Işığı Evi denen yerde birlikte yaşadığı çocukları hatırlatmıştı.

Wolf’u hatırlatmıştı.

Hiç duraksamadan ve hızını kesmeden (eğlencenin sonlarına yaklaşmışlardı ve Jack, her nasılsa bunu biliyordu) yumruğunu genç Bay Evans’ın şakağına indirdi. Acımasız genç adam zavallı, şaşkın kurbanını bıraktı, duvara yaslandı ve gözlerini iri iri açıp afallayarak yere kaydı.

“Ya pazar okulunda anlatılanları dinlemedin veya Kinderling’in karısı sana yanlış dersler verdi,” dedi Jack.

“Bana... vurdun...” diye fısıldadı genç Bay Evans. Kayıt bürosu ve göz hastalıkları kliniğinin arasındaki yere doğru inişini bacakları açık olarak tamamladı.

“Bir hastayı daha taciz edecek olursan -bunu, az önce konuştuğumu ya da herhangi birini- çok daha fazlasını yapacağım,” diye gözdağı verdi Jack, Bay Evans’a. Sonra kendisine yarı korku, yarı şaşkınlıkla bakan hastaları fark etmeden basamakları ikişer ikişer atlayarak merdivenlerden indi. Hastalar ona, gizemli olduğu kadar parlak bir ışıkla sarılıymış gibi bakıyordu.

On dakika sonra (Judy Marshall herhangi bir profesyonel yardım görmeden kontrollü bir şekilde odasına döndükten çok sonra) alarmlar sustu. Yüksek bir ses -belki Dr. Spiegieman’ın annesi bile kendi oğlunun sesini tanıyamazdı- hoparlörlerden yayılmaya başladı. Bu beklenmedik kükreme üzerine yeni yeni sakinleşmiş olan hastalar tekrar çığlık atıp ağlamaya başladılar. Genç Bay Evans’ın kötü muamelesine maruz kalmış olan yaşlı kadın bir masanın altına girdi, ellerini başının üzerine koydu ve Ruslar ile sivil savunma hakkında bir şeyler mırıldanmaya başladı.

“ACİL DURUM SONA ERDİ!” dedi Spiegleman hastalara ve personele. “YANGIN YOK! LÜTFEN KATLARDAKİ DİNLENME SALONLARINA TOPLANIN! BEN, DR. SPİEGLEMAN. TEKRAR EDİYORUM, ACİL DURUM SONA ERDİ!” Çenesini bir eliyle yavaşça ovuşturan Wendell Green, merdivenlerin yanında belirdi. Genç Bay Evans’ı gördü ve elini uzatarak kalkmasına yardım etti. Bir an için Wendell onu çekemeyip üzerine kapaklanacakmış gibi göründü, ama genç Bay Evans, kalçasını duvara dayayıp destek aldı ve ayağa kalkmayı başardı.

“ACİL DURUM SONA ERDİ! TEKRAR EDİYORUM, ACİL DURUM SONA ERDİ! HEMŞİRELER, HASTABAKICILAR VE DOKTORLAR, LÜTFEN HASTALARI KATLARDAKİ DİNLENME SALONLARINA YÖNLENDİRİN!” Genç Bay Evans, Wendell’ın çenesindeki morluğa baktı. Wendell, genç Bay Evans’ın şakağında belirmeye başlayan morluğa baktı.

“Sawyer mı?” diye sordu genç Bay Evans.

“Sawyer,” dedi Wendell.

“Piç kurusu bana vurdu,” dedi genç Bay Evans.

“Orospu çocuğu bana arkadan saldırdı,” dedi Wendell. “Marshall denilen kadının üzerine çıkmıştı.” Sesini alçalttı. “Ona tecavüz etmeye hazırlanıyordu.”

Genç Bay Evans’ın ifadesinden durumu üzücü bulduğu ama şaşırmadığı anlaşılıyordu.

“Bir şeyler yapılmalı,” dedi Wendell.

“Haklısın.”

“İnsanlar bilmeli.” Eski bildik ateş, yavaşça Wendell’ın gözlerine dönmüştü. Herkes öğrenecekti. Onun sayesinde! Çünkü Tanrı adına, onun göre buydu! İnsanları bilgilendirirdi!


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   39   40   41   42   43   44   45   46   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin