Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə47/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   43   44   45   46   47   48   49   50   ...   58

“Kahretsin, hayır, tekrar gitmek istemiyorum,” dedi Beezer mağrur bir edayla. “Ama bir şey kızımı öldürdü -kızımı!- ve buradan, oraya gitti! Bunun doğru olmadığını söylemeyeceksin herhalde?”

Jack karşılık vermedi. Elbette doğru olduğunu biliyordu. Ve elbette Ev’e dönen yola girdiğinde Doc ve Beez’in yanında olmalarını isterdi gelmeye katlanabilirlerse.

D’yamba, diye düşündü. D’yamba. Unutma.

Tekrar kanepeye döndü. “Mouse...”

“Hayır,” dedi Doc. “Sanırım iğne yapmama gerek kalmadı’!”

“Ha?” Jack, iriyarı biracıya yan gözle aptalca baktı. Kendini aptal gibi hissediyordu. Aptal ve bitkin.

“Artık tek çalışan, kolundaki saat,” dedi Doc ve şarkı söylemeye başladı. Bir süre sonra Beezer ona katıldı ve ardından da Ayı Kız. Jack, aklından Henry’ninkine tuhaf bir şekilde benzeyen bir düşünceyle kanepeden uzaklaştı: ne çabuk akşam olmuştu! Zaman nasıl böyle hızlı akıp geçmişti?


“Cennette bira yok... o yüzden burada içiyoruz... ve buradan... gittiğimizde...”

Jack, parmak uçlarına basarak odanın diğer tarafına geçti. Karşı duvarda ışıklı bir Kingsland Premium Birası bar saati asılıydı. Eski dostumuz -artık yaşını gösteriyor ve pek de şanslı görünmüyordu- inanamayarak saate baktı. Kolundaki saatle kıyaslayıncaya dek gördüğüne inanmamıştı. Neredeyse sekiz olmuştu. Saatlerdir buradaydı.

Karanlık çökmek üzereydi ve Balıkçı dışarıda bir yerdeydi. Ve elbette bir de başka dünyadan oyun arkadaşları vardı.

Kapıyı açarken tekrar D’yamba, diye düşündü. Ve yıpranmış verandaya çıkıp kapıyı arkasından kapatırken kararan güne büyük bir içtenlikle, “Speedy, senin boynunu kırmak isterdim,” dedi.

24

D’YAMBA ÇOK GÜÇLÜ, etkili bir büyüydü; güçlü bağlantılar, kollara ayrılıp genişleyerek sonsuzluğa dek uzanan bir ağ oluştururdu. Jack Sawyer, Mouse’un gözlerindeki canlı zehri çekip aldığında d’yamba, ölmek üzere olan adamın beyninde ışıldadı ve bir süre için aklı, bilginin engin denizine ulaştı; ışıldayan gücünün bir kısmı, ağın ince telleri üzerinde ilerledi ve kısa süre sonra bir parça d’yamba, Henry Leyden’a ulaştı. Yol üzerinde d’yamba, Sand Bar’da pencere kenarında bir bölmede oturmuş, otoparkın uzak ucundaki ışık havuzunun ortasında ince, güzel bir genç kadının gülümseyerek belirdiğini gören ve kadının kaybolmasından bir saniye önce Irma’sının gelecekte olacağı kadının görüntüsüne tanık olduğunu anlayan Tansy Freneau’ya uğradı; ve karakoldan eve dönüş yolunda ilerlerken bir an için Jack Sawyer’ın yanında olması için aniden derin ve şiddetli, yüreğini ağrıtan bir özlem duyan, karşısına çıkabilecek engeller.ne olursa olsun Balıkçı davası sonuçlanana dek onun yanında olmaya yemin eden Dale Gilbertson’a dokundu; d’yamba, hafif bir titreşimle ağın ince bir teli üzerinden Judy Marshall’a ulaştı ve hâlâ hayatta olan ve kurtarılmayı bekleyen Ty’ın demir rengi bir hücrede uyuduğu Uzaklar’a bir pencere açtı; Burny kapının camını tıkladığı anda ise, içindeki gerçek Balıkçı’ya, bir zamanlar Mantar Adam olarak bilinen Bay Munshun’a dokundu. Buz gibi bir hava, onu uyarırcasına sinsice, aniden göğsünü şişirdi ve Bay Munshun, bu müdahale üzerine nefret ve öfkeyle donup kaldı; d’yamba hakkında hiçbir şey bilmeyen, dolayısıyla ondan nefret edemeyen Charles Burnside, kendisinin hislerini fark etti ve Chicago’da, ölmüş olması gereken küçük bir planın çadır bezi torbanın içinden sürünerek çıktığı ve arabasının arka koltuğunu onu suçlarcasına yayılan bir kan gölüne çevirdiği zamanı hatırladı. Kahrolası, suçlayıcı, görünen izlerini yıkayıp yok ettikten sonra bile uzu onunla alay eden kan gölü. Ama bu zincire başladığımız Henry Leyden’ın karşılaştığı ne güzellik, ne de öfkeydi; Henry’ye dokunan, bir tür bilgilendirilmeydi.



Rhoda’nın ziyaretlerinin, yalnızlığının ürünü olduğunu anladı. Merdivenlerden tırmandığını duyduğu tek şey, karısına duyduğu sonu gelmez ihtiyaçtı. Ve stüdyonun kapısının diğer tarafında duran, öldürdüğü üç çocuğa yaptıklarını Henry’ye de yapmaya niyetli olan, Maxton’daki korkunç, yaşlı adam. Başka kim bu saatte ortaya çıkıp stüdyosunun kapısını tıklatırdı? Dale olamazdı. Jack de olamazdı. Elvena Morton hiç olamazdı. Başka herkes dışarıdaydı ve kapının zilini çalardı.

Henry’nin önündeki seçenekleri gözden geçirip basit bir plan hazırlarması birkaç saniyeden fazla sürmedi. Sesinden seksenlerinin ortalarında ya da sonlarında olduğu anlaşılan Balıkçı’dan hem daha güçlü, hem de daha hızlı olduğunu varsayıyordu ve Balıkçı, müstakbel kurbanının onu teşhis ettiğinden habersizdi. Henry bu durumdan yararlanmak için arkadaş canlısı ve kafası karışmış, tek merakı ziyaretçisinin kimliği olan bir adam gibi davranmalıydı. Ve Balıkçı, Henry’nin büyük bir şanssızlık eseri kilitlememiş olduğu kapıyı açtığında, sürat ve kararlılıkla hareket etmeliydi.

Buna hazır mıyız? diye sordu Henry kendine. Hazır olsak iyi olur.

Işıklar yanıyor muydu? Hayır çünkü evde yalnız olacağını umuyordu, yalnızken asla ışıkları açma merasimiyle uğraşmazdı. Bu durumda soru şuydu: Hava ne kadar kararmıştı? Yeterince karanlık olmayabileceğini düşündü, bir saat sonra, olsaydı evin içinde görünmeden rahatlıkla hareket edebilir, arka kapıdan kaçabilirdi. Şimdiyse kaçma olasılığı yüzde elliden fazla değildi, ama güneş, evin arka kısmında batıyordu, yani kazanacağı her saniyede mutfak ve oturma odasına bir parça karanlık daha çökecekti.

Gözünü dikmiş içeri bakmakta olan şahıs kapıyı tıklatalı belki iki saniye kadar olmuştu ve ziyaretçisinin yaptığı sesi duymamış gibi davranarak yüz ifadesini hiç değiştirmeyen Henry daha fazla oyalanamayacağını biliyordu. Derin düşünceler içinde kaybolmuş gibi yaparak bir eliyle, birkaç yıl önce George Rathbun’un yokluğunda onun adına aldığı Radyoculukta Mükemmellik Ödülü’nü, diğer eliyle de önündeki alçak raftan bir hayranın Wisconsin Faresi’ne hediye olarak üniversite radyosuna bıraktığı sustalı çakıyı kavradı. Çakıyı, CD kutularının ambalajını açmak için kullanıyordu ve kısa bir süre önce, elleriyle yapacak bir şey ararken çakıyı nasıl bileyeceğini kendi kendine öğrenmişti. Çakı, keskin kısmı içindeyken garip, yassı bir dolmakalemi andırıyordu. İki silah birden iyidir, diye düşündü, özellikle de rakip, ikinci silahın zararsız olduğunu düşünüyorsa.

Kaplın camının tıklatılmasının üzerinden artık dört saniye geçmişti ve Bay Munshun, hem de Burny, kendilerine göre sebeplerden gittikçe sabırsızlanmaya başlamışlardı. Bay Munshun’un içi, d’yamda’nın bu zevkli sahneye bir şekilde bulaşmış olması yüzünden nefret ve öfkeyle dolmuş, tadı kalmamıştı. D’yamba’nın ortaya çıkışının tek bir anlamı olabilirdi; kör adamla bağlantısı olan biri, Kara Ev’e acımasız bekçisinin zehrini tadabilecek kadar yaklaşmayı başarmıştı. Bu da demek oluyordu ki, lanet olası Jack Sawyer, Kara Ev’in varlığından kesinlikle haberdardı ve evin savunmalarını aşmaya niyetliydi. Kör adamı ortadan kaldırıp eve dönmenin vakti gelmişti.

Burny, efendisinden nefret ve şaşırtıcı bir şekilde korkuya benzeyen bir duygunun belli belirsiz sinyallerini almıştı. Henry Leyden’ın sesini o derece iyi taklit edebilmesi Burny’yi çok sinirlendirmişti, çünkü bunun bir tehlike olduğunu biliyordu ama onu harekete geçmek için sabırsızlandıran, bu kendini koruma dürtüsünden ziyade, kan akıtmanın vereceği ilkel zevkti. Charles Burnside, Henry’yi parçalara ayırdıktan sonra Kara Ev’e ve Sheol, diye adlandırdığı yere geri uçmadan önce bir kurbanın daha kanını akıtmaya niyetliydi.

Şekli bozulmuş, iri parmaklarının eklemleri, kapının camını bir kez daha tıklattı.

Henry yüzünde mükemmel bir şaşkınlık ifadesiyle başını kapıya çevirdi. “Orada birinin olduğunu sanıyorum. Kimsiniz?... Haydi, konuşsanıza.” Bir düğmeyi çevirdi ve mikrofona konuştu. “Bir şey söylüyorsanız sizi duyamadığımı belirteyim. Buradaki işimi bitirmem için bana birkaç saniye verin, hemen geliyorum.” Yüzünü tekrar karşıya çevirdi ve masanın üzerine eğildi. Sol eli, öylesine ödüle dokunuyormuş gibiydi, sağ eli görünmüyordu. Henry çok derin düşüncelere dalmış gibiydi. Aslında, tüm dikkatini toplayarak kulak kesilmiş, dinliyordu.

Stüdyonun kapısının tokmağının muhteşem bir yavaşlıkla saat yönüne doğru döndüğünü duydu. Kapı iki santim aralandı, dört, altı. Günahım’ın ağır Çiçek kokusu, mikrofonun, kasetlerin, düğmelerin ve Henry’nin bilerek gözler önüne serdiği ensesinin üzerini incecik bir kimyasal zar gibi kaplayarak stüdyoyu sardı. Bir terliğe benzer şeyin tabanı, yere sürttü. Henry silahlarını daha da sıkı tutarak harekete geçmesi için ona işaret verecek özel sesi beklemeye devam etti. Neredeyse sessiz denebilecek bir başka adım duydu, ardından bir tane daha ve Balıkçı’nın tam arkasında olduğunu anladı. Elinde, havadaki Parfüm bulutunu bahçelere has çim kokusu ve makine yağının kayganlığıyla bölen bir silah taşıyordu. Henry bu silahın ne olduğunu anlayamamıştı ama havanın hareketi, bir bıçaktan ağır olduğunu işaret ediyordu. Bunu kör adam bile görebilirdi. Balıkçı’nın bir sonraki çok sessiz adımını atışındaki tuhaflıktan Henry yaşlı canavarın bu silahı iki eliyle tuttuğunu anlamıştı

Henry’nin kafasında bir görüntü belirmişti; rakibi, darbesini indirmek üzere tam arkasında duruyordu. Şimdi bu görüntüye kaldırılmış kollar eklenmişti. Ellerinde bahçe makasına benzer bir alet tutuyordu. Henry’nin de sürpriz silahları vardı ama sürpriz saldırıların etkili olabilmesi, çok hassas bir zamanı yakalamaya bağlıydı. Başını masaya doğru biraz daha eğdi ve işareti beklemeye devam etti. Sükûneti, kendisini şaşırtıyordu.

Elinde bir bahçe makası ya da ağır bir makasla, oturmakta olan kurbanının arkasında görünmeden bekleyen bir saldırganın, darbeyi indirmeden önce, aşağı doğru indireceği darbeye gerekli şiddeti verebilmek için kollarını kaldırıp sırtını geriye doğru hafifçe bükmesi gerekirdi ve bu da uzun bir saniye alırdı. Kollarını kaldırıp sırtını geriye büktüğünde üzerindeki giysiler yukarı doğru hareket edecekti. Kumaş, tenin üzerinden kayacak ya da bir diğer kumaşa sürtünecek, belki de kemeri hafif bir ses çıkaracaktı. Nefesini içine çekecekti. Sıradan bir insan bu seslerin sadece bir ikisini duyabilir ya da hiçbirini duyamazdı, ama Henry Leyden’ın kulaklarına sıradan demek neredeyse bir suç sayılırdı.

Ve sonunda beklediği oldu. Kumaş, tene ve başka bir kumaşa sürtündü; Burny’nin burun deliklerine hava doldu. Henry hemen o anda sandalyesini geri itti ve ayağa kalkıp arkasına dönerken elinde tuttuğu ödülü, saldırgana doğru savurdu, işe yaramıştı! Darbenin şiddetiyle oluşan titreşimin elinden koluna doğru yükseldiğini hissettiği anda acı ve şokla dolu bir inilti duydu. Burun delikleri, Günahım kokusuyla doldu. Sandalye, dizlerinin üst kısmına çarptı. Henry sustalı çakının düğmesine bastı, keskin ucunun yuvasından fırladığını hissetti ve öne doğru bir hamle yaptı. Bıçak, ete saplandı. Yüzünün yirmi santim ötesinden öfke dolu bir haykırış yükseldi. Henry ödülü rakibine bir kez daha savurdu, çakıyı çekip kurtardı ve tekrar soktu. Sıska kollar, onu tiksindirerek boynu ve omuzları etrafına dolandılar ve Henry suratında pis kokulu, sıcak bir nefes hissetti.

Belinin sol tarafından yayılan keskin acıyı hissedince yaralanmış olduğunu fark etti. Lanet olası bahçe makası, diye düşünerek çakıyla bir hamle daha yaptı. Ama bu kez, sadece havayı bıçaklamıştı. Sert derili bir el, dirseğini, diğer el omzunu yakaladı. Eller onu öne doğru çekti. Dik tutabilmesine yardım etmesi için dizini de sandalyenin minderine dayamıştı. Uzun bir burun, hemen burun kemiğine vurdu ve güneş gözlüklerini parçaladı. Ardından yapılan hareket, Henry’nin içini tiksintiyle doldurdu: kırık midye kabuklarını andıran iki sıra diş, yanağı üzerine kenetlendi ve derinin altına geçti. Yüzünden kan sızmaya başladı. Diş sıraları bir araya geldiler ve Henry’nin suratından bir parça deri kopardılar. Henry belindekinden çok daha beter, soluğunu kesen, korkunç bir acı hissetti. Kanının, yaşlı canavarın suratına fışkırdığını duyabiliyordu. İnanılmaz miktarda adrenalin yanında korku ve tiksinti ona, adamın ellerinden kurtulup çakıyı bir kez daha savurması için yeterince güç sağladı. Bıçak, Balıkçı’nın vücudunun hareket halinde olan bir bölgesine denk geldi... Henry, kolu olduğunu düşündü.

Tatmine benzer bir duygu hissetmesine fırsat kalmadan, çakıyı tutan eline doğru hızla yaklaşan bahçe makasının havayı yardığını fark etti. Hemen hemen aynı anda korkunç bir acıyla sarsıldı; bahçe makası derisini yarmış, kemiklerini kesmiş ve sağ elinin son iki parmağını koparmıştı.

Ve sonra, Balıkçı’yla arasındaki son bağlantı bahçe makasıymış gibi birdenbire serbest kaldı. Ayağıyla kapının kenarını hissetti, tekmeleyerek açtı ve boşluğa doğru atıldı. Düştüğü yer öylesine yoğun bir sıvıyla kaplanmıştı ki kalkmaya çalışırken ayağı kaydı. Tüm bu kan ona ait olabilir miydi?

Bir başka çağda, başka bir dönemde kasetlerden dinlediği ve üzerinde çalıştığı ses, stüdyonun kapısından duyuldu. “Beni bıçakladın, kıç silici.”

Henry’nin kalıp onu dinlemeye hiç niyeti yoktu; ardında belirgin, geniş bir kan izi bıraktığının farkındaydı; buna hayıflanarak ilerliyordu. Her nasılsa her tarafı kanla kaplanmıştı, gömleği kanla sırılsıklam, pantolonun paçalarının arkası da ıslaktı. Yüzünden kan boşalmaya devam ediyordu ve Henry enerjisinin adrenaline rağmen giderek azalmakta olduğunu hissediyordu. Kan kaybından ölmesine ne kadar süre kalmıştı, yirmi dakika mı?

Koridoru hızla geçti ve koşarak oturma odasına girdi.

Bu beladan paçayı sıyıramayacağım, diye düşündü Henry. Çok fazla kan kaybettim. Ama en azından kapıdan dışarı çıkıp temiz havada ölebilirim.

Onu takip eden Balıkçı’nın sesi koridordan duyuldu. “Yanağının bir parçasını yedim, şimdi de parmaklarını yiyeceğim. Beni dinliyor musun seni aşağılık herif?”

Henry kapıya vardı. Eli, tokmağın üzerinde kayıp duruyor, kapının tokmağı ona direniyordu. Eliyle yoklayarak kilidin bastırılmış düğmesini bulmaya çalıştı.

“Dinliyor musun, dedim?” Balıkçı’nın sesi daha yakından geliyordu ve öfkeyle doluydu.

Henry’nin tek yapması gereken, kilidi açan düğmeye bastırmak ve tokmağı çevirmekti. Her an kapıdan çıkabilirdi ama geri kalan parmakları ellerine itaat etmiyordu. Pekâlâ, tamam, öleceğim, dedi kendi kendine. Rhonda’yı takip edeceğim, Tarlakuşumun, güzel Tarlakuşumun ardından gideceğim

Çiğneme ve ağız şapırdatma sesleri duyuldu. “Tadın bok gibi. Şu an inaklarını yiyorum ve tadın berbat. Neyi severim, biliyor musun? En sevdiğim yemek nedir sence? Küçük bir çocuğun taze kalçaları. Albert Fish de bayılırdı, evet bu doğru. Mmm-mmm! BEBEK KIÇI! YEMEK, DİYE BUNA DERİM İŞTE!”‘‘

Henry, bir şekilde yere doğru kaymıştı ve açılmayan kapının önünde ciğerleri patlayacakmış gibi nefes nefese bir halde elleri ve dizleri üzerinde duruyordu. Öne doğru ilerledi ve üzerinde rahatça oturarak Jack Sawyer’ın sesinden Charles Dickens tarafından yazılmış muhteşem cümleleri dinlediği kanepenin arkasına geçerek olduğu yerde büzüldü. Asla yapamayacaklarından birinin de Kasvetli Ev’in nasıl bir sonla biteceğini öğrenmek olduğunu düşündü. Bir diğeri de dostu Jack’i bir daha göremeyecek olmasıydı.

Balıkçı’nın ayak sesleri oturma odasına girdi ve orada kesildi. “Pekâlâ hangi cehennemdesin, pislik herif? Benden saklanamazsın.” Bahçe makasının ağzı tüyler ürpertici bir ses çıkararak açılıp kapandı.

Ya Balıkçı’nın gözleri Henry kadar kör olmuştu ya da oda çok karanlıktı. Henry’nin ruhunda, bir kibritin alevine benzer küçük bir umut ışığı belirdi. Belki rakibi ışıkların düğmesini göremezdi.

“Piç kurusu!” Bic guruzu. “Lanet olsun, nereye saklandın?” Laned olzun, nereye zağlandın?

Bu çok ilginç, diye düşündü Henry. Balıkçı’nın öfkesi artıp sabrı tükendikçe konuşmasındaki garip, Almana benzeyen ama Alman olmayan aksan daha da belirginleşiyordu. Duyduğu sesin artık Chicago’nun güneyiyle de ilgisi yoktu. Hiçbir yerle ilgisi yoktu. Kesinlikle Almanca değildi. Henry, Dr. Spiegleman’ın İngilizceyi bir Alman gibi konuşmaya çalışan bir Fransız tanımını duysa ona hak verir ve gülümseyerek başını sallardı. Buna bir çeşit dünyadışı Alman aksanı denebilirdi, daha önce hiç Almanca duymamış birinin konuşmasının Almancaya doğru başkalaşım göstermesi.

“Beni yaraladın, seni kahrolası domuz!” Beni yaraladın, zeni gahrolazı domuz!

Balıkçı bir koltuğun üzerine atılıp devirdi. Sonra sesine tekrar Chicago aksanı hâkim oldu. “Seni bulacağım, ahbap ve bulduğumda o lanet olası kelleni vücudundan ayıracağım.”

Bir lamba yere devrildi. Terlik giymiş ayaklar, odanın sağ tarafına doğru ilerledi. “Karanlıkta saklanan kör adam, ha? Ah, bu çok şirin, gerçekten çok şirin. Bak sana ne söyleyeceğim. Uzun zamandır dil yemiyordum ama sanırım seninkinin tadına bir bakacağım.” Küçük bir masa devrildi ve üzerindeki lamba yere düştü. “Sana biraz bilgi vereyim. Diller çok ilginçtir. Yaşlı bir adamın dilinin tadının genç bir adamınkinden pek farkı yoktur, elbette çocuk dili ikisinden kat kat lezzetlidir. Fridz Hahhmun olduğum zamanlarda bir cog cocug dili yemişdim, ha ha.”

Garip-Balıkçı, Alman aksanının dünyadışı şekliyle konuştuğunda sesi bir başkasına aitmiş gibi değişiyordu. Bir yumruk duvara geçirildi ve ayak sesler yakınlaştı. Henry dirseklerini kullanarak kanepenin arkasında süründü ve uzun, alçak bir masanın koruması altına girdi. Kan gölüne basan ayakların mide bulandırıcı sesi duyuldu. Henry başını biraz dinlendirmek üzere elleri üzerine koyduğunda yüzüne doğru sıcak kanın fışkırdığını hissetti. Kesik parmakların dayanılmaz acısı, yüzünün ve belinin acısını geride bırakmıştı.

“Sonsuza dek saklanamazsın,” dedi Balıkçı. Hemen ardından o garip aksana geçti. “Bu gadarı yeder, Burn-Burn. Yabacag daha önemli işlerimiz var.”

“Hey, ona piç kurusu diyen sensin. Beni yaraladı!”

“Dilgi deliglerinde dilgiler oho, fare deliglerinde fareler, onlar da acı cegiyor. Zavallı gayıp bebeglerim, aha, onlar cog cog cog daha fazla acı cegiyor fer.”

“Ama buna ne olacak?”

“Gan gaybından ölüyor, gan gaybından ölüyor, aha. Bırag ölzün.”

Karanlıkta, olanları zorlukla seçebiliyorduk. Charles Burnside, Parkus’un çift başlı papağanı Kutsal ve Saygısız’ın kan donduran, korkunç bir taklidini yapıyor gibiydi. Kendi sesiyle konuştuğunda, başını sola çeviriyordu; dünyadışı aksanla konuştuğundaysa sağına bakıyordu. Başının sağa sola dönüşünü gören biri onu, çift kişilikli bir karakterin iki ayrı yarısını oynamaya çalışan Jim Carrey ya da Steve Martin gibi bir komedi aktörüne benzetebilirdi ama bu adam hiç komik değildi. Karakterin her iki yarısı da korkunçtu ve sesleri kulaklarımızı tırmalıyordu. Aralarındaki en büyük fark, gösterinin hâkimi soldaki baş, yani uzaylı aksanıyla konuşan taraf olmasıydı: diğerinin aracının direksiyonunu o idare ediyordu ve sağdaki kafa -bizim Burny- tam anlamıyla bir köleydi. Aralarındaki farkın bu derece belirgin oluşu, bize Bay Munshun’un Charles Burnside’ı eski bir çorap gibi bir kenara fırlatmasına fazla zaman kalmadığını düşündürüyordu.

“Ama onu ÖLDÜRMEK istiyorum!” diye zırladı Burny.

“O zaden ölü, ölü, ölü. Jackk Zawyer’in gaibi gırılacag. Jackk Zawv yabdığını bilmeyeceg. Şimdi Maxdon’a gidip Chibber’ı öldürelim olor mı? Chibber’ı öldürmeg izdiyorzun, değil mi?”

Burny kıs kıs güldü. “Evet, Chipper’ı öldürmek izdiyoruım. O it herifi küçük parçalara ayırmak ve etini kemiklerinden sıyırmak izdiyorum. Ve o fahişe de oradaysa, onun da kafasını koparmak ve sulu, tatlı, küçük dilini mideye indirmek istiyorum.”

Bu konuşma Henry Leyden’a delilik, şeytani ele geçirilmişlik ya da her ikisi gibi geliyordu. Belinden ve kesik parmaklarının kalan bölümlerinden kan fışkırmaya devam ediyordu ve bunu durduramayacak kadar güçsüzdü. Altın da ve etrafında birikmiş olan kanların kokusu, midesini bulandırıyordu ama o an bulantı, sorunlarının en önemsiziydi. Başı dönüyor, kendinden geçecekmiş gibi hissediyor ve tüm vücudunu hoş bir uyuşukluk sarıyordu, asıl sorunu buydu ve buna karşı kullanılabilecek en etkili silah, acıydı. Kendinden geçmeyi göze alamazdı. Bilinci açık kalmalıydı. Bir yolunu bulup Jack’e mesaj bırakmalıydı.

“Haydi Burn... Burn, artıg gidiyoruz, Chibber’la görüleceg bir işimiz var, oho. Ve zonra... aha ve zonra, zonra, zonra güzzel, güzzel Gara Ev’e gidib Gizil Gral için hazırlanalım!”

“Kızıl Kral’la tanışmak istiyorum,” dedi Burny. Ağzının kenarından ip gibi salyalar akıyordu ve gözleri, bir anlığına karanlıkta ışıldadı. “Marshall piçini Kızıl Kral’a vereceğim ve Kızıl Kral beni çok sevecek çünkü sadece küçük bir parça, belki bir el yiyeceğim, daha fazlasını değil.”

“Zeni zeverze benim zayemde zeveceg, Burn... Burn, cüngü Gral en cog beni zeviyor, benii, benii, benii. Bay Munnshunn’u! Ve Gral hügmedmeye başlayınca dilgi deliglerindegi dilgiler aglayacag, aglayacag, igi gözleri igi çeşme ağlayacag ve zeninle benn, benn, benn, düm dünyalar boş fındıg gabugların-dan ibared oluncaya gadar yiyeceğizz, yiyeceğizz, yiyeceğizz!”

“Boş fındık kabukları.” Burny gevrek gevrek güldü ve ağzının kenarından akan salyayı gürültüyle çekti. “Ne çok yiyecekmişiz.”

Henry, yaşlı, korkunç Bum... Burn’ün her an onu fark edebileceğini düşünüyordu.

“Gel!”


“Geliyorum,” dedi Burnside. “Önce bir mesaj bırakmak istiyorum.”

Sessizlik.

Henry’nin duyduğu bir sonraki ses, terliklerin kanla kaplı yerden ayrılırken çıkardığı yapışkan garip bir sürtünme sesiydi. Merdivenlerin altındaki dolabın kapağı gürültüyle açıldı; stüdyonun kapısı çarpılarak kapandı. Temiz hava kokusu belirip kayboldu. Gitmişlerdi; Henry nasıl olduğunu bilmiyordu ama yalnız olduğundan emindi. Nasıl olduğu kimin umurundaydı? Henry’nin düşünmesi gereken daha önemli meseleler vardı. “Cog daha önemli gonular,”dedi yüksek sesle. “O adam benim çilli bir tavuk olduğum kadar Alman.”

Alçak, uzun masanın altından sürünerek çıktı ve masadan destek alarak ayağa kalktı. Belini doğrulttuğunda kafasını gri bir bulutun kapladığını hissetti ayakta kalabilmek için bir lambanın ayağına tutunmak zorunda kaldı. “Sakın bayılma,” dedi. “Bayılmaya izin yok.”

Yürüyebilirdi, bundan emindi. Ne de olsa hayatının büyük bir kısmı boyunca yürümüştü. Aslında araba da kullanabilirdi; araba kullanmak yürümekten bile kolaydı, ama kimse direksiyon başındaki yeteneklerini göstermesi için ona bir fırsat vermeye cesaret edememişti. Lanet olsun, Ray Charles araba kullanabiliyorsa -ve kullanabiliyordu, hatta şu an otoyoldan sağa dönüyor bile olabilirdi- Henry Leyden neden kullanamayacaktı? Maalesef o an Henry Leyden’ın kullanabileceği bir araba yoktu, bu yüzden çevik bir yürüyüşle yetinmesi gerekecekti. Yani mümkün olduğunca çevik bir yürüyüş.

Henry’nin kanla kaplı oturma odasındaki bu hoş yürüyüşünün hedefi neresiydi? “Neresi olacak,” diye cevapladı kendini. “Bu açık seçik ortada. Stüdyoma gidiyorum elbette. Sevgili, küçük, sıcak stüdyoma doğru hoş bir yürüyüş yapıyorum.”

Gri bulut kafasını bir kez daha sardı. Bu bulut dağıtılabilirdi. Elimizde çok etkili bir yöntem vardı, değil mi? Evet, vardı: yöntem, bir doz keskin acıydı. Henry sağlam eliyle kesik parmaklarından geri kalan kanlı çıkıntılara vurdu vay canına, evet işe yaramıştı, tüm kolu sanki cayır cayır yanıyordu. Alevler içinde bir kol, bu iş görürdü. Yanan parmaklardan saçılan beyaz, parlak kıvılcımlar stüdyoya kadar idare ederdi.

Gözyaşları akabilirdi. Ölü adamlar ağlamazdı.

“Kan kokusu, kahkahaya benzer,” dedi Henry. “Bunu kim söylemişti? Birisi. Bir kitapta yazıyordu. ‘Kanın kokusu, kahkahaya benziyordu.’ Harika cümle. Şimdi ayağını diğerinin önüne at.”

Stüdyoya giden kısa koridora vardığında, bir süre için sırtını duvara yaslandı. Göğsünün ortasında beliren yoğun bitkinlik, tüm bedenine yayılıyordu. Başını ani bir hareketle dikleştirdi. Yanağından akan kan, duvara sıçramıştı. “Konuşmayı kesme, seni ahmak. Kendi kendine konuşmak delilik değildir. Harika bir şeydir. Ve biliyorsun. Sen hayatını bu şekilde kazanıyorsun gün boyu kendi kendine konuşarak!”

Duvardan ayrılıp öne doğru bir adım atınca George Rathbun konuşmaya başladı. “Dostlar ve siz benim gerçekten DOSTLARIMSINIZ, bunu belirteyim, KDCU-AM’de bazı teknik aksaklıklar yaşıyoruz. Enerji seviyesi azaldı ve voltaj düştü, evet düştü. Korkmayın, sevgili dostlarım. Korkmayın! Şu an stüdyodan sadece bir bir buçuk metre uzaklıktayız ve çok yakında tekrar görev başında olacağız, evet efendim. Hiçbir yaşlı yamyam ve uzaylı arkadaşı bu istasyonun yayınına engel olamaz, ha-YIRR, son programımızı yapmadan olmaz.”


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   43   44   45   46   47   48   49   50   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin