Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə48/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   44   45   46   47   48   49   50   51   ...   58

Henry ona değil de, George Rathbun Henry Leyden’a hayat vermiş gibiydi. Belini doğrultabilmiş, başı dikleşmişti. iki adımda stüdyonun kapalı kapısına vardı. “Bu çok zor bir yakalayış, dostlarım ve Pokey Reese bu topu yakalamak istiyorsa eldiveninin efendisi olması gerek. Ne yapıyor orada, dostlar? Gözlerinize inanabiliyor musunuz? Bir elini pantolonunun cebine sokuyor olabilir mi? Yoksa cebinden bir şey mi çıkarıyor? Tanrım, ulu Tanrım, insanın aklı duracakmış gibi oluyor... Pokey ESKİ MENDİL NUMARASINA BAŞVURUYOR! Evet, öyle! Eldivenini SİLİYOR, atış yapan elini SİLİYOR, sümüklü kumaşı ÇEKİYOR, tokmağı TUTUYOR... Ve kapı AÇILIYOR! Pokey Reese bir kez daha inanılmazı başardı, STÜDYOYA GİRDİ!”

Henry mendili yaralı eline sararak sandalyeye doğru sarsakça ilerledi. “Rafael Furcal kaybolmuş gibi görünüyor, adam topu EL YORDAMIYLA bulmaya çalışıyor... Bir dakika, bir dakika, yoksa buldu mu? Kenarından mı yakalamış? EVET! Topun KOLUNU ve ardından ARKASINI yakaladı ve yerden KALDIRDI, bayanlar baylar, top tekrar TEKERLEKLERİNİN üzerinde! Furcal oturdu ve kendini konsola doğru çekti. Ortalıkta çok kan var ama beysbol, azılı rakipler karşısındayken bazen çok VAHŞİ bir spor olabiliyor.”

Henry kanın çoğunun temizlenmiş olduğu sol elinin parmaklarıyla kayıt düğmesine bastı ve mikrofonu önüne çekti. Karanlıkta oturmuş, kasetin şeridinin bir taraftan diğerine geçişini dinliyor ve binlerce gece boyunca saatlerini geçirdiği yerde bulunmaktan garip bir haz duyuyordu. Kadifemsi bir bitkinlik tüm vücudunu ve aklını sarıyor, dokunduğu yeri karanlığa boğuyordu. Teslim olmak için henüz çok erkendi. Yakında direnmeyi bırakacaktı ama önce işini yapmalıydı. Kendi kendine konuşarak Jack Sawyer’la konuşmalıydı ve bunu yapmak için tanıdık dostların yardımına başvurdu.

George Rathbun: “Dokuzuncu devrenin sonu ve ev sahibi takım duşlara yöneldi, ahbap. Ama maç, son KÖR adam ÖLÜNCEYE dek SONA ermeyecek!”

Henry Shake: “Seninle konuşuyorum, Jack Sawyer ve benim yüzümden kontrolünü kaybetmeni ya da saçma sapan davranmanı istemiyorum. Sakin ol ve eski dostun Arabistan Şeyhi Henry Shake’i dinle, tamam mı? Balıkçı ziyaretime geldi ve buradan ayrılırken hedefi Maxton’di. Chipper’ı, oranın sahibi olan adamı öldürmeye niyetli. Polisi ara, yapabilirsen onu kurtar. Balıkçı, Max-Ma yaşıyor, bunu biliyor muydun? İçine bir iblis girmiş olan yaşlı bir adam. Onu tanıdığımı anladı, sana haber veremeden işimi bitirmek istedi ve duygularımla oynamaya niyetliydi beni öldürerek seni çılgına çevirebileceğini sanıyor. Ona bu fırsatı verme, tamam mı?” Wisconsin Faresi: “ÇÜNKÜ BU GERÇEKTEN İĞRENÇ BİR ŞEY OLUR! BALIK BEYİNLİ SENİ KARA EV DENEN YERDE BEKLEYECEK. BU LANET OLASI AŞAĞILIK HERİFLE KARŞILAŞMAYA HAZİR OLMALISIN! ADAMIN KAHROLASI BAĞIRSAKLARINI SÖK!”

Fare’nin elektrikli testere gürültüsünü andıran konuşması bir öksürük kriziyle kesildi.

Zorlukla nefes alan Henry Shake: “Dostumuz Fare’nin acilen gitmesi gerekti. Çocuk, kolayca heyecanlanabiliyor.”

George Rathbun: “EVLAT, BANA söylemek istediğin...” Henry Shake: “Sakin ol. Evet, heyecanlanmak için yerden göğe kadar hakkı var. Ama Jack ona bağırmamızı istemez herhalde. Onun istediği, bilgi.”

George Rathbun: “O halde acele edip ona istediğini versen iyi olur sanırım.”

Henry Shake: “Durum şu, Jack. Ne Balıkçı’nın, ne de iblisinin ya da her neyi oluyorsa onun, galiba ismi Bay Munching gibi bir şey, ikisinin de zekâsının pek parlak olduğu söylenemez. İblis de inanılmayacak kadar beyinsiz.” Henry Leyden arkasına yaslandı ve birkaç saniyeliğine hiçliğe baktı. Belden aşağısını hissetmiyordu ve elinden akan kan, mikrofonun etrafında küçük bir gölcük meydana getirmişti. Kesik parmaklarının dibindeki zonklama giderek azalıyordu.

George Rathbun: “Şimdi olmaz, Chuckles!”

Henry Leyden başını iki yana salladı ve, “Beyinsiz aptalları yenebilirsin, dostum,” dedi. “Artık yayından çıkmam gerek. Jack, benim yüzümden kendini kötü hissetme. Muhteşem bir hayatım oldu ve şimdi de Rhoda’ma kavuşacağım.” Karanlıkta gülümsedi; gülümsemesi genişledi. “Ah, Tarlakuşum. Merhaba.” Bazen kan kokusu gerçekten kahkahaya benzeyebiliyordu.

Nailhouse Row’un sonunda neler olup bitiyordu? Kararmaya yüz tutmuş havada, şişman, vızıldayan, kutsal bir kitabın sayfaları gibi aydınlatılmış görünen bir sürü şey, Jack Sawyer’ın etrafında dönüyor, hızla uçuşuyordu çalıkuşu olamayacak kadar küçüktüler, havayı yarıyor, alçalıyor, yükseklerinden kendi ışıklarını yayıyormuş gibi görünüyorlardı. Bunlar eşekarılarıysa Jack Sawyer'ın başı büyük dertte demekti. Ama sokmuyorlardı; yuvarlak gövdeleri Jack’in yüzüne ve ellerine yumuşakça dokunuyor, bir kedinin, sahibinin bacağına sürtünmesi gibi, hem rahatlayarak, hem huzur vererek vücuduna hafifçe çarpıyordu.

Şu an, aldıklarından çok veriyorlardı ve Jack’in bile bunun neden böyle olduğuna dair bir fikri yoktu. Etrafını saran yaratıklar eşekarıları, sinekkuşları ya da kediler değil, arılardı, balarıları. Normal bir zamanda bir arı sürüsünü arasında kalsa korkardı. Özellikle de bunlar gibi üstün bir ırka ait arılarsa; bunlar, süperarılardı, daha önce hiç görmediği kadar iriydiler, sarıları altın sarısı siyahlarıysa zifiri karanlık gibiydi. Ama Jack korkmuyordu. Sokacak olsalardı şimdiye kadar çoktan sokarlardı. Ve onları gördüğü anda bir zarar vermeye niyetleri olmadığını anlamıştı. Gövdelerinin dokunuşu çok yumuşak ve rahatlatıcıydı; vızıltılarıysa alçak ve uyumlu, bir Protestan ilahisi gibi huzurluydu, ilk birkaç saniyeden sonra Jack kendini onlara bıraktı.

Arılar iyice yaklaştılar ve vızıltılarının alçak uğultusu kulaklarını doldurdu. Bir vaaz ya da bir şarkı gibiydi. Bir an için tek görebildiği, oradan oraya uçuşan arıların ördüğü sık ağ oldu. Sonra arılar, yüzü hariç vücudunun her yerine kondular. Başını bir miğfer gibi sardılar. Kollarını, göğsünü, sırtını, bacaklarını bir battaniye gibi örttüler. Ayakkabılarının üzerine kondular ve bir an sonra ayakkabıları görünmez oldu. Sayılarına rağmen neredeyse hiç ağırlıkları yokmuş gibiydi. Jack’in vücudunun çıplak olan bölgeleri, yani elleri ve boynu, yumuşacık bir kaşmire sarılmış gibiydi. Jack Sawyer’ın tüm vücudu, altın sarısı ve siyah renkte, yoğun, tüy hafifliğinde bir örtüyle kaplanmıştı. Kollarını kaldırdığında arılar da onunla birlikte hareket etti.

Jack üzerleri arılarla kaplı arı yetiştiricilerinin fotoğraflarını görmüştü ama bu bir fotoğraf, o da bir arı yetiştiricisi değildi. Duyduğu haz -bu ziyaretin hiç beklenmedik olmasının da ayrı bir zevki vardı- onu şaşırtıyordu. Arılar onu sardığında Mouse’un korkunç ölümünü ve ertesi günün korkutucu görevini unutmuştu. Tek unutmadığı, Sophie’ydi; Doc ve Beezer’ın dışarı çıkıp bu olanları görmesini isterdi, ama en çok Sophie’nin görmesini istiyordu. Belki d’yamba sayesinde görebiliyordu. Biri Jack Sawyer’a huzur vermeye çalışıyor, iyiliğini istiyordu. Sevgi dolu, görünmez bir varlık, ona desteğini sunuyordu. Işıldayan sarı-siyah arı giysisi içindeki Jack gökyüzüne doğru bir adım atacak olsa uçabilecekmiş gibi hissediyordu. Arılar, onu vadilerin, küçük tepelerin üzerinden uçuracaklardı. Öte-dünya’daki kanatlı adamların Sophie’yi taşıdıkları gibi havada kalacaktı. Onu taşıyacak iki değil, iki bin kanat olacaktı, Jack bizim dünyamızda arıların gece çökmeden önce kovanlarına dönmelerini hatırladı. Günlük alışkanlıkları hatırlatılmış gibi arılar, Jack’in başmak gövdesinden, kollarından ve bacaklarından ayrıldılar. Yaşayan bir halı gibi bölüm bölüm değil de dörderli beşerli gruplar halinde ayrılıyorlar, biraz uzağında havada dönüyorlar, sonra Nailhouse Row’un iç kesimindeki evler üzerinden birer kurşun gibi doğuya doğru uçup karanlığın sonsuzluğunda kayboluyorlardı. Jack, vızıltılarının sona erdiğini ancak onu bırakıp gittiklerinde fark etti.

Tekrar kamyonetine doğru ilerlemeye başlamasından önceki birkaç saniye boyunca, birinin onu gözetlediğini hissetti. Yaşadığı... neydi? Bu sorunun cevabını, kamyonetin motorunu çalıştırıp gaz pedalına bastığında buldu: kucaklanmıştı.

Jack önünde uzanan gece boyunca bu kucaklamanın sıcaklığına ve tekrarlanmasına ne kadar çok ihtiyaç duyacağından bihaberdi.

Her şeyden önce, yorgunluktan bitkin düşmüş bir haldeydi.. Bir arı sürüsünce kucaklanmak gibi gerçeküstü bir olayla sonlanması gereken bir gün geçirmişti: Sophie, Wendell Green, Judy Marshall, Parkus -o afet, o şiddetli fırtına!- ve Mouse Baumann’ın tuhaf ölümü, tüm bunlar enerjisini tüketmiş, onu zorlukla nefes alır halde bırakmıştı. Vücudu, dinlenmek için adeta yalvarıyordu. French Landing’den ayrılıp geniş, karanlık kırsal alana girdiğinde bir an için yolun kenarına çekip yarım saat kestirmek için dayanılmaz bir istek duydu. Gittikçe kararan gece, tazeleyici bir uyku vaat ediyordu ve sorun da buydu: bütün geceyi kamyonette uyuyarak geçirebilirdi ve bu yüzden, formunun zirvesinde olması gereken günde tüm vücudu tutulmuş ve kaskatı olabilirdi.

Şu an, formunun zirvesinde olduğu söylenemezdi babası Phil Sawyer’ın söylediği gibi, uzaktan yakından ilgisi yoktu. Şu an, Phil Sawyer’ın bir başka deyimiyle, enerjisinin son demlerini tüketiyordu, ama Henry Leyden’a uğrayacak kadar uyanık kalmayı başarabilirdi. Henry, ESPN’den gelen adamla bir anlaşma yapmış olabilirdi belki daha büyük bir pazara girecek ve çuvalla para kazanacaktı. Onun gibi, Henry’nin de daha fazla paraya ihtiyacı yoktu aslında, hayatı mükemmel görünüyordu ama Jack, sevgili dostunun bir anda paraya boğulması fikrinden hoşlanıyordu. Harcayabilecek daha çok parası olan bir Henry’yi görmek isterdi. Kim bilir ne muhteşem giysiler satın alırdı! Jack, onunla New York’a gittiğini, Cariyle ya da St. Regis gibi lüks bir otelde kaldıklarını, yarım düzine erkek giyim mağazasını dolaştıklarını ve istediklerini yapmakta ona yardım ettiğini hayal etti.

Henry’ye hemen hemen- her şey yakışırdı. Nasıl olursa olsun, her giydiği onun üzerinde daha güzel görünürdü ama Henry’nin belirli, özel zevkleri vardı. Henry klasik, hatta eski moda denebilecek bir şıklığı tercih ederdi. Çoğunlukla ince çizgili, zarif ekose desenli, balık sırtı tüvitler giyerdi. Pamuklu, yünlü ve keten kumaşları severdi. Bazen papyon ya da fular takar, göğüs cebine de mendiller yerleştirirdi. Yumuşak, kaliteli deriden ayakkabılar, zarif botlar giyerdi. Asla spor ayakkabı ya da kot pantolon giymezdi ve Jack onu hiç, üzerinde yazı olan bir tişörtle görmemişti. Burada asıl soru, kör bir adamın nasıl olup da böyle ince bir giyim zevki geliştirdiğiydi.

Annesi, diye düşündü Jack, birden bu gerçeği kavrayarak. Elbette. Giyim zevkini annesinden almış olmalı.

Nedense, bu düşünce Jack’in gözlerini yaşarttı. Bu kadar yorulduğum zamanlarda çok duygusal oluyorum, dedi kendi kendine. Dikkat et, yoksa ipin ucunu kaçıracaksın. Ama bir sorunu tespit etmek, çözmek anlamına gelmiyordu ve kendi öğüdüne uyamıyordu. Henry Leyden’ın hayatı boyunca annesinin erkek giyimi üzerine olan fikirlerine saygı duyup bağlı kalması, Jack’e çok güzel ve dokunaklı geliyordu. Takdir edilesi bir sadakatin göstergesiydi, hiç dile getirilmemiş bir sadakat. Henry muhtemelen annesinden pek çok şey almıştı: pratik zekâsı, müzik aşkı, sağduyululuğu, hiçbir şekilde kendine acımaması. Jack bu son ikisinin muhteşem bir bileşim olduğunu düşündü; birlikte, cesareti doğuruyorlardı.

Henry gerçekten de çok cesurdu. Neredeyse korku nedir bilmezdi. Araba kullanmaktan bahsetmesi kulağa komik gelebilirdi ama Jack fırsat verildiği takdirde dostunun en yakındaki Chrysler’ın direksiyonuna geçip motoru çalıştırdıktan sonra otoyola çıkacağından hiç şüphe duymuyordu. Bu yüzden bayram edip hava atmaya kalkmazdı, bunlar karakterine uymazdı; Henry’den ön cama doğru başını sallayıp, “Mısırlar yılın bu zamanına göre oldukça iyi boy vermiş,” ya da “Duane’in sonunda evini boyamaya karar vermesine memnun oldum,” gibi cümleler söylemesi beklenirdi. Ve mısırlar gerçekten uzamış, Duane Updahl kısa bir zaman önce evini boyamış olurdu. Henry bu bilgileri gizemli algı sistemleri sayesinde edinirdi.

Jack, Kara Ev’den sağ çıkmayı başarırsa kamyonetiyle Henry’nin bir tur atmasını teklif etmeye karar verdi. Belki kendilerini burunüstü bir hendeğe girmiş bulurlardı, ama Henry’nin yüzündeki ifadeyi görmek buna değerdi doğrusu. Bir cumartesi günü öğleden sonra Henry’yi 93. karayoluna çıkarıp kamyonetini Logand Bar’a kadar sürmesine izin verecekti. Beezer ve Doc, vahşi köpekler tarafından parçalanmaz ve Kara Ev’e yaptıkları ziyaretten sağ salim çıkarlarsa mutlaka Henry ile sohbet etmek için bir fırsat bulmalıydılar. Garipti ama Henry ile çok iyi anlaşacaklarından ve sohbetlerinin tadına doyulmayacağından emindi. Beezer ve Doc, Henry’yle mutlaka tanımalıydılar, ona bayılacaklardı. Birkaç hafta sonra Henry’yi bir Harley’nin üzerinde Centralia’ya giderken görürse hiç şaşırmamalıydı.

Ah, Henry de onlarla Kara Ev’e gelebilseydi. Bu düşünce üzerine asla hayata geçirilemeyecek bir fikrin üzüntüsü, Jack’in yüreğini dağladı. Henry’nin çok cesur davranacağını ve hiç tereddüt etmeyeceğini biliyordu ama bu fikrin ona en cazip gelen tarafı, Henry ile daha sonra, yaptıkları üzerine uzun uzun konuşabilecek olmalarıydı. Bu sohbetler -yağan kar, çatıda birikirken birinin ya da diğerinin sıcak oturma odasında, içkilerini yudumlarken- harika olurdu ama Henry’yi bu şekilde tehlikeye atamazdı.

“Bunu düşünmek bile aptalca,” dedi Jack yüksek sesle ve Henry’ye karşı tamamen açık davranmadığı, kendi içine kapandığı için pişmanlık duyduğunu fark etti, aptallık edip inatla sessiz kalmayı tercih etmişti. Sorun, gelecekte anlatamayabilecekleri değil, geçmişte anlatmamayı seçtikleriydi. En başından itibaren Henry’ye karşı dürüst olmalıydı. Ona kırmızı tüylerden, kızılgerdan yumurtalarından ve giderek artan huzursuzluğundan bahsetmeliydi. Henry gözlerinin daha erken açılmasına yardım edebilir, Jack’e, onunkinden çok daha tehlikeli olan kendi körlüğünü ortadan kaldırmak için yol gösterebilirdi.

Bundan böyle o şekilde davranmamaya karar verdi. Artık sırlar olmayacaktı. Madem Henry’nin dostluğuna sahip olacak kadar şanslıydı, ona ne kadar değer verdiğini de göstermeliydi. Şu andan itibaren Henry’ye geçmişi dahil, her şeyi anlatacaktı: Ötedünya, Speedy Parker, Santa Monica Rıhtımı’ndaki ölü adam, Tyler Marshall’ın beysbol şapkası. Judy Marshall. Sophie. Evet, Henry’ye Sophie’den bahsetmeliydi... şimdiye kadar bahsetmeden nasıl durabilmişti? Henry onun adına çok mutlu olacaktı ve Jack bunu görmek için sabırsızlanıyordu. Henry’nin sevinci başka hiç kimseninkine benzemezdi; Henry sevinç gösterisine zarif, karizmatik, iyi kalpli bir dokunuş eklerdi ve bu şekilde Jack’in sevincini arttırır, ayrı bir tat katardı. Kelimenin tam anlamıyla inanılmaz, inanılmaz bir dosttu! Henry’yi onunla tanışmayan birine anlatmaya kalksa, karşısındaki duyduklarına inanmayabilirdi. Öyle biri, orada, tek başına yaşıyordu, ha? Ama öyleydi işte, Wisconsin, French Kasabası, Norway Vadisi’ndeki geniş, ıssız arazi içindeki evinde yapayalnız, Kasvetli Ev’in bir sonraki bölümünü dinlemeyi bekliyordu. Şimdiye kadar Jack’in geleceğini düşünerek mutfaktaki ve oturma odasındaki ışıkları, ölen sevgili karısının anısına saygı yapmakta olduğu gibi yakmıştı mutlaka.

Jack, öyle bir arkadaşım olduğuna göre pek fena biri sayılmam herhalde diye düşündü.

Ve sonra: Henry’yi gerçekten çok seviyorum, diye düşündü.

Karanlık olmasına rağmen şimdi her şey gözüne çok güzel görünüyordu. Geniş otoparkı içinde-, parlayan neon ışıklarıyla Sand Bar; 93. karayoluna döndüğünde kamyonetinin farlarının bir anlığına aydınlattığı sivri tepeli, içi geçmiş ağaçlar; upuzun, görünmeyen tarlalar; Roy’un Dükkânı’nın verandasında asılı, Noel süslemeleri gibi parlayan ampuller, ilk köprünün gıcırtısı ve vadinin derinliklerine uzanan keskin viraj. Yolun sol tarafında, yoldan oldukça uzakta, pencerelerinden sızan ışıkları karanlıkta dini törenlerde kullanılan mumlar gibi parlayan ilk çiftlik evi. Her şey bir başka anlam kazanmış, dile gelmiş gibiydi. Kutsal bir sessizliğe sarınmış kutsal bir koruda ilerliyordu Jack, Dale’in onu oraya ilk getirdiği günü hatırladı. O da kutsal bir gündü.

Jack farkında değildi, ama gözyaşları yanaklarından aşağı süzülüyordu. Kanı, damarlarında şakıyordu. Solgun çiftlik evleri, karanlıkta yarı gizlenmiş, hafifçe parlıyordu. Ve oraya geldiği ilk gün onu karşılayan yabani zambaklar, yola doğru başlarını uzatmışlardı. Yabani zambaklar, farların ışığı altında bir an ışıldadılar, sonra mırıltılar içinde geride kaldılar. Kaybolan konuşmaları, Henry Leyden’ın sıcak evine doğru hevesle ilerleyen lastiklerin seslerine karıştı. Jack ertesi gün ölebileceğini biliyordu ve bu da, yaşayabileceği son gece olabilirdi. Galip gelmeye mecbur olması, galip geleceği anlamına gelmiyordu, bunun farkındaydı; gururlu imparatorluklar ve asil çağlar mağlup olup yok olmuşlardı ve Kızıl Kral, Kule’den çıkıp kaos yaratabilir, hışmıyla tüm dünyaları altüst edebilirdi.

Kara Ev’de hepsi ölebilirdi: o, Beezer ve Doc. Bu gerçekleşirse Tyler Marshall, zamanın olmadığı Araf’ta bir küreğe zincirlenmiş bir köle ve bir Kırıcı olmakla kalmayacak, abbalahın tüm dünyaları yanan cesetlerle dolu fırınlara çevirmek için kullanacağı bir Süper-Kırıcı, nükleer güce sahip bir Kırıcı olacaktı. Bunun için cesedimi çiğnemesi gerekir, diye düşündü Jack. Sonra güldü, olacak olan zaten bu değil miydi?

Ne garip bir andı; aynı anda hem gülüyor, hem de gözyaşlarını siliyordu. Bu paradoks, birden kendini ikiye bölünmüş hissetmesine yol açtı. Güzellik ve dehşet, güzellik ve acı bu karmaşadan bir çıkış yolu yoktu. Jack fazlasıyla yorgundu ama dünyanın öz hassasiyetini, ölüme doğru durdurulamaz, sabit ilerleyişini veya tüm anlamının kaynağının bu hareket olduğunu fark edemeyecek kadar bitkin düşmemişti. Yürek sızlatan bu güzelliği görebiliyor musunuz? İyi bakın çünkü biran sonra kalbiniz duracak.

Altın arılar sürüsünün üzerine konup onu sarıp sarmalayışını hatırladı: onu bunun için rahatlatmaya çalışıyorlardı, yaptıkları tam olarak buydu. Şimdi daha iyi anlayabiliyordu. Yok olan lütufların lütfü. Sevdiğiniz ne varsa ona sıkıca sarılıp olanca gücünüzle sevmeliydiniz, çünkü bir gün onu kaybetmeniz kaçınılmazdı. Doğru gibi geliyordu, ama sanki bu, tüm gerçek değildi.

Karanlığın deyasa boşluğunda, Kızıl Kral’ın tüm dünyaları alevler içinde bırakacak felaketin fitilini ateşlemesi için elinde küçük bir çocuğu tutmakta olan dev gölgesini gördü. Parkus’un söylediği doğruydu: devi yok edemezdi ama çocuğu kurtarması mümkün olabilirdi.

Arılar, Ty Marshall’ı kurtar, demişlerdi.

Arılar, Henry Leyden’ı sev, demişlerdi.

Arılar, Sophie’yi sev, demişlerdi.

Bu, Jack için yeterince yakın, yeterince doğruydu. Arılara göre bunların hepsi, aynı cümleydi. Arılar bir başka cümle daha söylemiş olabilirlerdi: İşini yap, aynasız. Bu cümlenin diğerlerinden çok hafif bir farkı vardı. Eh, Jack’in niyeti de işini yapmaktı zaten. Böyle bir mucize bahşedilmişken başka türlü davranması imkânsızdı.

Henry’nin evine dönen yola girdiğinde kalbini bir sıcaklık sardı. Henry de ona bahşedilmiş bir başka mucize değil miydi?

O gece, harika dostu Henry Leyden’a unutamayacağı bir heyecan yaşatmaya neşeyle karar verdi. Henry’ye tüm hikâyeyi, on iki yaşındayken yaptığı uzun yolculuğu tüm ayrıntılarıyla anlatacaktı: Bombalanmış Bölge’yi, Mantıklı Richard’ı, Agincourt’u ve Tılsım’ı. Oatley Tap ve Gün Işığı Evi’ni de anlatmadan geçmeyecekti. Ve elbette Wolf’tan bahsedecekti! Henry, Wolf’a bayılacaktı; Wolf’u dinlemek ona büyük zevk verecekti. Yüzündeki şaşkın ifadeyi hayal edebiliyordu. Henry’ye o gece söyleyeceği her kelime, şimdiye kadar sessiz kaldığı için bir özür anlamı taşıyacaktı.

Ve tüm hikâyeyi, elinden geldiğince iyi bir şekilde anlatıp bitirdiğinde dünya, bu dünya değişecekti çünkü artık olanları, ondan başka biri daha öğrenecekti. Jack yalnızlığının yükselttiği barajın böylesine yok olması, ortadan kalkması sonucunda kendini nasıl hissedeceğini kestirmekte güçlük çekiyordu, ama sırlarını Henry’yle paylaşma düşüncesi bile içini büyük bir rahatlama umuduyla dolduruyordu.

Ama bu garipti... Henry ışıkları yakmamıştı, evi karanlık ve boş görünüyordu. Uyuyakalmış olmalıydı.

Jack gülümseyerek kontağı kapattı ve kamyonetten çıktı. Tecrübesine göre oturma odasına doğru üç adım atmasına kalmadan Henry yerinden doğrulacak ve hiç uyumamış gibi davranacaktı. Jack, bir keresinde onu yine böyle karanlıkta bulduğunda Henry, “Sadece gözlerimi dinlendiriyorum,” demişti. Acaba bu gece ne diyecekti? Lester Young-Charlie Parker doğum gününe bir kayıt planlıyordu ve bu şekilde daha iyi konsantre oluyordu? Balık kızartmaya niyetliydi ve yemeği karanlıkta pişirirse tadının farklı olup olmayacağını merak ediyordu? Her ne söylerse söylesin, Jack mazeretinin ilginç ve korkunç olacağını biliyordu. Ve belki ESPN ile yaptığı yeni anlaşmayı kutlarlardı!

“Henry?” Jack kapıyı tıklattı, sonra açtı ve başını içeri uzattı. “Henry, seni sahtekâr, uyuyor musun?”

Henry cevap vermedi ve Jack’in sorusu, sessizliğin derin boşluğunda kayboldu. Hiçbir şey göremiyordu. Oda, iki boyutlu bir siyahlıktan ibaretti “Hey, Henry, ben geldim. Ve sana anlatacak inanılmaz bir hikâyem var!”

Ölüm sessizliği sürüyordu. “Hey,” diye tekrar seslendi Jack ve içeri girdi. İçgüdüleri hemen o an çığlıklar atmaya başladı; git buradan, kaç, uzaklaş. Ama neden böyle hissediyordu? Burası Henry’nin eviydi; daha önce yüzlerce kez girmişti ve Henry’nin uyuyakalmış ya da Jack’in evine doğru yürüdüğünden emindi. Böyle düşününce, bunun çok akla yatkın olduğunu fark etti. Henry ESPN’den gelen temsilciyle muhteşem bir anlaşmaya varmıştı ve bunun verdiği heyecanla -Henry Leyden bile heyecanlanabilirdi, sadece anlamak için biraz daha dikkatli bakmak gerekiyordu- Jack’e uğrayıp sürpriz yapmak istemişti. Saat beş, altıyı bulduğunda Jack hâlâ gelmeyince, beklemeye karar vermiş olmalıydı. Ve şu an, muhtemelen kendi kanepesi yerine Jack’in kanepesi üzerinde uyuyordu.

Tüm bunlar makuldü ama Jack’in sinir uçlarından fışkıran alarm mesajlarını yok etmiyordu. Git! Çabuk uzaklaş! Burada olmak istemiyorsun!

Vadide ilerlerken içinde hissettiği yoğun duygular yok olmuştu, ama Jack fark etmemişti bile, o duygular çoktan geçmişin bir parçası haline gelmişti. Eğer hâlâ bir cinayet masası dedektifi olsaydı hemen o an silahını çekerdi. Jack, sessizce oturma odasına girdi. Burnuna iki güçlü koku geldi. Biri parfüm kokuşuydu, diğeriyse...

Diğer kokunun ne olduğunu biliyordu. Burada var oluşu, Henry’nin öldüğü anlamına geliyordu. Jack’in içinde, polis olmayan kısım, kan kokusunun bu anlama gelmeyebileceğini söylüyordu. Henry bir kavgada yaralanmış olabilir ve Balıkçı, Tyler Marshall’ı olduğu gibi onu da bir başka dünyaya götürmüş olabilirdi. Henry, ileride bir pazarlık unsuru ya da yem olarak kullanılmak üzere Ötedünya’da bir deliğe tıkılmış olabilirdi. O ve Ty yan yana, kurtarılmayı bekliyor olabilirlerdi.

Jack bunların hiçbirinin doğru olmadığını biliyordu. Henry ölmüştü. Balıkçı onu öldürmüştü. Cesedi bulmak onun göreviydi. O bir aynasızdı, öyle davranması gerekiyordu. Hayatta son yapmak istediğinin Henry’nin cesedini görmek olması bu görevi yapma zorunluluğunu ortadan kaldırmıyordu. Keder, birçok şekilde ortaya çıkabilirdi. Jack Sawyer’ın içinde o an büyümekte olan taş granitten yapılmış gibiydi. Adımlarını yavaşlatıyor, çenesini kilitliyordu. Sola doğru yürüyüp ışık düğmesine uzandığında, içindeki taşlaşmış keder, düğmenin yerini tıpkı Henry’nin yaptığı gibi eliyle koymuş gibi bulmasını sağladı.

Işıklar yandığında yüzü duvara dönük olduğu için odanın içini sadece göz ucuyla görebildi ve zararın korktuğu kadar büyük olmadığını düşündü. Bir lamba yere düşmüş, bir sandalye devrilmişti. Ama Jack odaya doğru döndüğünde Henry’nin oturma odasında gördüğü iki şey, retinasını adeta dağladı, ilki, karşıdaki krem rengi duvara yazılmış kırmızı slogan; ikincisiyse yerdeki inanılmaz miktarda kandı. Kan lekeleri, Henry’nin odadaki hareketlerinin haritası gibiydi. Yaralı bir hayvanın ardında bıraktığına benzer kan damlaları koridorda başlayıp etrafa saçılarak ilerliyor ve kanepenin arkasına varıp bir göl haline dönüşüyordu. Henry’nin bazen CD kutusunu üzerine koyup CD’lerini düzenlediği uzun, alçak masanın altındaki döşemenin üzerinde de büyük bir kan gölü vardı. Masadan tekrar koridora doğru yönelen başka kan izleri vardı. Görünüşe bakılırsa kendini masanın altından çıkabilecek kadar güvende hissettiği ana kadar Henry çok fazla kan kaybetmişti. Eğer o yöne gittiyse elbette.


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   44   45   46   47   48   49   50   51   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin