Tyler Marshall basamaklardan inmeye başladı. Dev odaların ve balkonların önünden geçerek iniyorlardı. Dönerek aşağı, dönerek aşağı. Hava bazen çürük lahana kokusuyla doluyordu, bazense yanan mumlar gibi kokuyordu. Ara sıra çürümüşlüğün ıslak kokusu burnuna çarpıyordu. Yüz ellinci basamaktan sonra saymayı bıraktı. Bacaklarındaki kaslar yanıyor, dizleri titriyordu. Arkasından nefesi kesilerek gelen yaşlı adam iki kere sendelemiş, lanetler okuyarak eski tırabzana tutunmuştu.
Düş, yaşlı adam, dedi Ty içinden. Düş ve geber, düş ve geber.
Ama sonunda zemin kata ulaştılar. Kirli, cam bir tavanı olan yuvarlak bir odaya varmışlardı. Üstlerinde, gri gökyüzü, kirli bir torbaymış gibi sonsuzluğu kaplıyordu. Kırık saksılardan bitkiler sarkıyor, açgözlü duyargalarını kavuniçi, kırık tuğlalarla örülmüş zemin üzerine yayıyorlardı. Önlerinde iki açık kapı vardı. Kapıların ötesinde, etrafı asırlık ağaçlarla çevrilmiş kırık dökük bir teras görünüyordu. Ağaçlardan bazıları palmiyeydi. Bazıları -ip gibi sarkan dalları olanlar- söğüt ağacı olabilirdi. Diğerlerini bilmiyordu. Emin olduğu bir şey vardı: artık Wisconsin’de değillerdi.
Terasta çok iyi tanıdığı bir şey vardı. Kendi dünyasından bir şey. Tyler Marshall’ın gözleri, onu görünce yabancı bir yerde ailesinden biriyle karşılaşmış gibi yaşlarla doldu.
“Dur, maymun-çocuk.” Yaşlı adam nefes almakta iyiden iyiye zorlanıyor gibiydi. “Arkanı dön.”
Tyler arkasına döndüğünde yaşlı adamın gömleğinin önündeki kırmızı parlaklığın daha da genişlemiş olduğunu görerek memnun oldu. Kanlar, omrina kadar ilerlemişti ve bol, eski kot pantolonun beli de çamurumsu siyah bir renge dönmüştü. Ama elektrik tabancasını tutan eli bir kaya gibi sağlamdı
Lanet olsun sana, diye geçirdi içinden Ty. Lanet olsun sana.
Yaşlı adam çantasını küçük masanın üzerine koydu. Bir süre için olduğu yerde hareketsiz durup nefesini düzenlemeye çalıştı. Sonra çantayı karıştırarak -içinden metalik bir ses duyuldu- kahverengi bir şapka çıkardı. Sean Conery gibi adamların bazen filmlerde taktıkları türden bir şapkaydı. Yaşlı adam şapkayı ona uzattı.
“Tak şunu. Elimi yakalamaya çalışırsan seni kızartırım.”
Tyler şapkayı aldı. Süetin yumuşak dokunuşunu bekleyen parmaklan metale benzer, neredeyse teneke gibi bir dokuyla karşılaşınca şaşırdı. Elinde elektrik tabancasının çok hafif bir dozu gibi, nahoş bir titreşim hissetti. Yalvarırcasına yaşlı adama baktı. “Mecbur muyum?”
Burny elektrik tabancasını kaldırdı ve dişlerini göstererek sessizce sırıttı.
Ty gönülsüzce şapkayı başına geçirdi.
Az önce elinde hissettiği titreşim bu kez başını sardı. Bir an için hiçbir şey düşünemez oldu... sonra bu his geçti. Kaslarında garip bir yorgunluk hissediyor şakakları zonkluyordu...
“Özel çocuklara özel oyuncaklar,” dedi Burny. Özel cocuglara özel oyuncaglar, şeklinde söylemişti. Bay Munshun’un aptalca aksanı her zaman olduğu gibi araya girmiş, Henry’nin 911 kasetini dinlerken keşfettiği Güney Chicago aksanını bozmuştu. “Şimdi dışarı çıkabiliriz.”
Çünkü şapkayı taktığım sürece sorun çıkarmam, diye düşündü Ty, ama bu düşünce neredeyse belirir belirmez yok oldu. Göbek adını hatırlamaya çalıştı ama hatırlayamadı. Kötü karganın ismini bulmaya çalıştı ama onu da başaramadı, Corgi gibi bir şey miydi? Hayır, o bir tür köpekti. Şapkanın düşünmesini engellediğini anladı, zaten işlevi de bu olmalıydı.
Açık kapılardan geçip terasa çıktılar. Hava, Kara Ev’in arkasını kaplayan ağaçların ve çalıların yoğun kokusuyla ağırlaşmıştı, iç bayıltan bir kokuydu. Sanki et gibiydi. Gri gökyüzü neredeyse dokunulabilecek kadar alçak görünüyordu. Ty sülfür ve acımtırak, elektrikli, sulu bir şeyin kokusunu alıyordu. Makine gürültüleri burada daha da artmıştı.
Ty’ın kırık taşların üzerinde görüp tanıdığı şey bir golf arabasıydı. Tiger Woods modeli.
“Babam bunları satıyor,” dedi Ty. “Goltz’s’de, çalışıyor.”
“Bunun nereden geldiğini sanıyordun, kıç silici? Bin. Direksiyona geç.”
Ty şaşkınlıkla ona baktı. Mavi gözleri, muhtemelen şapkanın etkisiyle parlamıştı ve kafası karışmış görünüyordu. “Kullanabilecek yaşta değilim.”
“Becerirsin, merak etme. Bu oyuncağı bir bebek bile kullanabilir. Direksiyona geç!”
Ty söyleneni yaptı. Aslında bunlardan birini Goltz’s’ün otoparkında, yanında oturan babasının dikkatli gözetimi altında kullanmıştı. Bu iğrenç yaşlı adam, yaralı karnını tutup inleyerek daha önce babasının oturduğu yere geçti. Ama elektrik tabancası hâlâ diğer elindeydi ve Ty’a doğrultulmuştu.
Anahtar, yuvasında duruyordu. Ty motoru çalıştırdı. Hemen altlarındaki aküden bir tık sesi geldi. Konsoldaki yeşil ışık yandı. Şimdi Tyler’ın tek yapması gereken hızı arttıran pedala basmaktı. Ve elbette bir de direksiyona hâkim olması.
“Buraya kadar iyi,” dedi yaşlı adam. Sağ elini karnından kaldırdı ve kanlı parmağıyla işaret etti. Ty renkleri solmuş çakıllardan oluşmuş, evden uzaklaşan ağaçların ve çalıların istilasından önce muhtemelen araba yolu olarak kullanılıyordu- bir yol gördü. “Şimdi ilerle. Ve yavaş git. Hızlanırsan kızarırsın. Bir yere çarpmaya kalkarsan bileğini kırarım. Ondan sonra tek elle kullanmak zorunda kalırsın.”
Ty pedala bastı. Golf arabası öne fırladı. Yaşlı adam kıvrandı, bir küfür savurdu ve elektrik tabancasını tehditkâr bir tavırla Ty’a doğru salladı.
“Şapkayı çıkarsam daha kolay olurdu,” dedi Ty. “Lütfen, çıkarmama izin verirsen kesinlikle...”
“Olmaz! Şapka kalacak! Sürmeye devam et!”
Ty pedala yumuşakça bastı. Golf arabası terasın üzerinde ilerledi, kırık taşlar, yepyeni lastikleri altında ezilip un ufak oluyordu. Betondan ayrılıp çakıllı yola çıktıkları sırada önlerinde bir çıkıntı belirdi. Ağır yapraklar -nemli, terlemiş gibiydiler- Ty’ın kollarına sürtündüler. Ty olduğu yerde büzüldü. Golf arabası Savruldu. Burny hırlayarak tabancayı çocuğun beline dayadı.
“Bir daha olursa şoku yiyeceksin! Bundan şüphen olmasın!”
Biraz ileride, yolun üzerindeki otların arasında bir yılan kıvrılarak ilerliyordu. Onu gören Ty sıkılı dişleri arasından küçük bir çığlık attı. Yılanlardan hoşlanmazdı. Bayan Locher’ın okula getirdiği zararsız, küçük mısır yılanına bile okunmak istememişti. Karşısındakiyse, bir piton büyüklüğünde, yakut gözlü, sivri ağzından sipsivri dişleri görünen korkunç bir yılandı.
“İlerle! Sürmeye devam et!” Tabanca, burnuna doğru sallandı, ses kulaklarında hafifçe vızıldıyordu. Kulaklarının arkasında.
Yol sola kıvrılıyordu. Dokunaçları andıran dalları olan bir ağaç, üzerlerine doğru eğilmişti. Dokunaçların uçları Ty’ın omuzlarına ve tüyleri diken diken olmuş ensesine sürtündü.
Bizimmm çocuğumuzz...
Ty şapkaya rağmen bunu beyninin içinde duyabiliyordu. Ses cılız ve uzaktı ama oradaydı.
Bizimmmm çocuğumuızzz... evettt... bizimmmm...
Burny sırıtıyordu. “Onları duyuyorsun, değil mi? Senden hoşlandılar. Tıpkı benim gibi. Burada hepimiz dostuz, görmüyor musun?” Sırıtışı kayboldu ve yüzünü buruşturdu. Kanlı karnını tekrar tuttu. “Lanet olası yaşlı, aptal kör!” diyerek yutkundu.
Sonra aniden ağaçlar kesildi. Golf arabası kasvetli bir alanda ilerlemeye başladı. Çalılıklar seyrekleşti ve Ty ileride tamamen yok olduklarını ve taşlık, çıplak bir arazinin önlerinde uzandığını gördü: tepeler, iç karartıcı gri gökyüzü altında yükselip alçalıyordu. Dev boyutlarda kuşlar, havada tembelce daireler çiziyordu. Sarsak, çökük omuzlu bir yaratık, hızla yanlarında belirip Ty ne olduğunu tam olarak göremeden tekrar gözden kayboldu... görmek istediği de söylenemezdi zaten. Makinelerin gürültüleri artmış, toprak sarsılmaya başlamıştı. Kazık çakıcıların takırtısı, eski çarkların gıcırtısı, zincirlerin şıkırtısı. Tyler golf arabasının direksiyonunun titrediğini hissedebiliyordu. Biraz ötede çakıllı yol sona eriyor, geniş bir toprak yola dönüşüyordu. Yolun karşı tarafında beyaz taşlardan oluşmuş bir duvar vardı.
.”O duyduğun, Kızıl Kral’ın güç santralının sesi,” dedi Burny. Sesi gururluydu ama korktuğu da belliydi. “Büyük Kombinasyon. Kayışlarının üzerinde bir milyon çocuk öldü ve daha milyarlarcası ölecek. Ama senin yerin orası değil, Tyler. Senin bir geleceğin olabilir. Ama önce, sendeki payımı alacağım. Evet, alacağım.”
Kanlı bir el uzandı ve Tyler’ın kalçasının üst kısmını okşadı.
“İyi bir aracının hakkı yüzde ondur. Benim gibi yaşlı bir akbaba bile bunu bilir.”
Elini geri çekti. Bu iyi olmuştu çünkü Tyler çığlık atmanın eşiğine gelmişti ve içinden yükselen haykırışı sadece sevgili George Rathbun ile Miller Parkta oturduğunu hayal ederek engelleyebiliyordu. Çekilişe gerçekten katılmış olsaydım, diye düşündü, bunların hiçbiri olmazdı.
Ama bir yandan da bunun doğru olmayabileceğini düşünüyordu. Bazı şeylerin gerçekleşmesi engellenemezdi. Hepsi buydu.
O an tek umudu, bu yaşlı, korkunç yaratığın aklından geçenlerin gerçekleşmemesiydi.
“Sola dön,” diye homurdandı Burny arkasına yaslanarak. “Aşağı yukarı beş kilometre.” Tyler bu emir üzerine sola dönerken yerden yükselenin sis olabileciğini anladı. Yerden yükselmekte olan, dumandı.
“Sheol,” dedi Burny aklındakileri okumuş gibi. “Ve oraya giden tek yol bu, Conger Yolu. Yoldan ayrılırsan karşına sırf çığlıklarını duymak için seni parçalara ayıracak yaratıklar çıkar. Dostum seni götürmemi istediği yeri söyledi ama planlarda gücüg bir değişiklik olabilir.” Acıyla çarpılmış yüzünde somurtkan bir ifade belirdi. Ty bu ifadenin onu olağandışı bir şekilde aptal gösterdiğini düşündü. “Canımı yaktı. Bağırsaklarımı çekti. Ona güvenmiyorum.” Sonra korkunç bir şekilde şarkı söylemeye başladı. “Carl Bierstone Bay Munshun’a güvenmiyor! Artık güvenmiyor! Güvenmiyor!”
Ty hiçbir şey söylemedi. Tüm dikkatini golf arabasını Conger Yolu’nun ortasında tutmaya yöneltti. Riski göze alıp arkasına baktığında tropik yeşillikle sarılmış evin, üzeri aşınmış tepelerden ilkinin ardında gözden kaybolduğunu kördü.
“İstediğini yapacağız ama benim istediğim de olacak. Beni duyuyor musun, çocuk?” Ty hiçbir şey söylemeyince Burny elektrik tabancasını salladı. “Duyuyor musun dedim, kıç silici maymun?”
“Evet,” dedi Ty. “Evet, tabii.” Neden ölmüyorsun? Tanrım, oradaysan neden parmağınla bu yaşlı adamın çürümüş kalbine dokunup çarpmasını durdurmuyorsun?
Burny tekrar konuştuğunda sesi alaycıydı. “Karşıdaki duvara bakmıştın ama bence yeterince yakından göremedin. Tekrar baksan iyi olur.”
Tyler, yaralı yaşlı adamın ötesine baktı. Önce anlayamadı... sonra gördükleri beynine bir balyoz gibi indi. Conger Yolu’nun karşı kıyısında, sonsuza dek uzanıyormuş gibi görünen duvardaki büyük beyaz taşlar aslında taş değildi. Kafataslarıydı.
Neydi burası böyle? Annesini istiyordu! Eve gitmek istiyordu!
Ty tekrar ağlamaya başladı. Kumaş gibi görünen ama aslında olmayan Şapka altında beyni uğuldayarak, gözyaşları içinde golf arabasını ateşler diyarın, Sheol’ün içlerine doğru sürmeye devam etti.
Yardım -herhangi bir türü- hiç bu kadar uzak görünmemişti.
27
JACK VE DALE, Sand Bar’ın serin salonuna girdiklerinde, içerisinin üç kişi haricinde boş olduğunu gördüler. Beezer ve Doc, önlerinde alkolsüz içeceklerle barda duruyorlardı -Kıyamet Alameti, diye düşündü Jack. Geride, gölgeler içinde (biraz daha gerilese kendini mutfakta bulacaktı) duran Kokmuş Peynir, bardaki adamlara bakıyordu, iki motosikletliden kötü titreşimler yayılıyordu ve Kokmuş, onlara bulaşmak istemiyordu. Her şeyden önce, Doc ve Beezer’ı yanlarında Mouse, Sonny ve Kaiser Bill olmadan hiç görmemişti. Ve bir başka nokta da... ah, Tanrım, Kaliforniyalı dedektif ve lanet olası polis şefi gelmişlerdi.
Otomatik pikabın ışıkları yanmıyordu ve müzik sesi duyulmuyordu ama televizyon açıktı ve Jack, gündüz sineması kuşağında annesiyle Woody Strode’un bir filminin gösterildiğini gördüğünde pek şaşırtmadı. Filmin ismini düşündü ve bir süre sonra hatırladı: Execution Express.
“Bu işe karışmak istemezsin, Bea,” dedi Woody. Lily bu filmde batıya gelip, babasının katı yetiştirme tarzına isyanla kanunsuz işlere bulaşan Beatrice Lodge adında Boston’lu bir zengin kızını canlandırıyordu. “Bu, çetenin son işi olacağa benziyor.”
“Güzel,” dedi Lily. Sesi soğuk, bakışları taş gibi sertti. Görüntü kalitesi kötüydü, ama Lily her zamanki gibi karakterini müthiş bir başarıyla canlandırıyordu. Jack kendini tutamayarak hafifçe gülümsedi.
“Ne var?” diye sordu Dale. “Tüm dünya neredeyse altüst olacak, neye gülüyorsun?”
Televizyonda, Woody Strode, “Güzel mi? Tüm dünya neredeyse altüst olacak,” dedi.
Jack Sawyer yumuşak bir sesle konuştu. “Olabildiğince kalabalık gideceğiz. Burada olduğumuzu bilsinler.”
Mavi ekranda aynı sözleri Woody’ye tekrarladı. İdam Ekspresi’ne binmek üzerelerdi ve kafalar kopacaktı... iyi, kötü ve çirkin.
Dale aklı karışmış bir halde arkadaşına baktı.
“Repliklerinin çoğunu ezbere bilirim,” dedi Jack neredeyse özür diler bir tavırda. “O benim annemdi.”
Jack, Dale’in bir şey söylemesine fırsat vermeden (söyleyecek bir şey bulabildiği varsayılarak) barda oturan Doc ve Beezer’ın yanına gitti. Televizyonun yanındaki Kingsland Bira saatine baktı. 11:40. Güneşin tam tepede olması gerekiyordu, böyle durumlarda her zaman öğle vakti beklenirdi, değil mi?
“Jack,” dedi Beezer ve başını hafifçe salladı. “Nasıl gidiyor, ahbap?”
“Fena değil. Yüklü müsünüz?”
Doc yeleğinin önünü açarak bir tabancanın kabzasını gösterdi. “Bir Colt .9 aynısından Beez’de de var. iyi silah, ruhsatlı ve temiz.” Dale’e kısa bir bakış fırlattı. “Sanırım yolculuğa sen de katılıyorsun.”
“Burası benim kasabam,” dedi Dale. “Ve Balıkçı önceki gece eniştemi öldürdü. Jack’in anlattıklarını pek anladığım söylenemez, ama bildiklerim bana yeter. Ve Jack, Judy Marshall’ın oğlunu geri getirebilmemiz için bir şansımız olduğunu söylüyorsa, deneyelim derim.” Jack’e baktı. “Sana teşkilattan bir silah getirdim. Otomatik Ruger’lardan bir tane. Arabada duruyor.”
Jack dalgınca başını salladı. Silahları pek umursamıyordu, çünkü diğer tarafa geçtikleri an başka bir şeye dönüşeceklerini biliyordu. Belki mızraklara ya da sopalara. Hatta belki sapanlara. Evet, idam Ekspresi’ne bineceklerdi -Sawyer Çetesi’nin son yolculuğu- ama kendi yolculuklarının, altmışlı yıllarda çekilmiş bu eski filmde olduğundan çok farklı geçeceğini biliyordu. Yine de Ruger’ı yanına alacaktı. Bu tarafta ihtiyaç duyabilirdi. Hiç belli olmazdı, değil mi?
“Yola çıkıyor muyuz?” diye sordu Beezer, Jack’e. Gözleri çukurlarına kaçmış, parlaklığı kaybolmuştu. Jack, Beez’in önceki gece pek iyi uyuyamamış olduğunu düşündü. Saate tekrar baktı ve -tamamen batıl inançlarının yönlendirmesiyle- henüz Kara Ev’e gitmek istemediğine karar verdi. Sand Bar’dan, Kingsland Birası saatin kolları on ikinin üzerinde birleştiğinde ayrılacaklardı, daha önce değil.
“Az kaldı,” dedi. “Harita sende mi, Beez?”
“Evet, bende. Ama içimden bir ses, aslında ona ihtiyacın olmadığını söylüyor, yanılıyor muyum?”
“Belki,” dedi Jack. “Ama ne olur ne olmaz, her şeyi yanımda bulundurmak istiyorum. Yaş tahtaya basmamalıyız.”
Beezer başını salladı. “Buna itirazım yok. Ayı Kız’ı Idaho’ya, annesinin yanına gönderdim. Zavallı Mousie’ye olanlardan sonra ikna etmek için çok uğraşmam gerekmedi. Onu daha önce hiç geri göndermemiştim, dostum en zor zamanlarımızda, başımız dertteyken bile onu yanımdan ayırmamıştım Ama bu konuda içimde korkunç bir his var.” Bir anlığına durakladıktan sonra açıkça dile getirmeye karar verdi. “Hiçbirimiz geri dönemeyecekmişiz gibi geliyor.”
Jack, elini Beezer’ın geniş koluna koydu. “Vazgeçmek için hâlâ vaktin var. Gelmemeyi seçersen hakkındaki düşüncelerim değişmeyecektir.”
Beezer önüne baktı ve başını iki yana salladı. “Amy bazen rüyalarıma giriyor. Konuşuyoruz. Onun için savaşmazsam bir daha onunla nasıl konuşacağım? Hayır, dostum, sizinle geliyorum.”
Jack, Doc’a baktı.
“Beez haklı,” dedi Doc. “Bazen kaçmayıp savaşmaktan başka çare yoktur. Ayrıca, Mouse’un başına gelenlerden sonra...” Omuz silkti. “Ondan ne kapmış olabileceğimizi Tanrı bilir. Ya da evden. Geride kalsak bile ömrümüzün ne kadar olacağı belli değil.”
“Mouse’un sonu nasıl oldu?” diye sordu Jack.
Doc kısa bir kahkaha attı. “Tıpkı söylediği gibi. Sabah üç sularında Mouse’u küvetin deliğinden uğurladık. Ardında biraz saç ve köpükten başka hiçbir şey kalmadı.” Midesi kalkmış gibi yüzünü buruşturdu ve kolasından hızlı bir yudum aldı’.
“Bir şey yapacaksak hemen harekete geçelim,” diye patladı Dale.
Jack saate bir göz attı. 11:50 olmuştu. “Yakında.”
“Ölmekten korkmuyorum,” dedi Beezer aniden. “O iblis köpekten bile korkmuyorum. Vücuduna yeteri kadar kurşun yediğinde yaralanabiliyor, bunu gördük. Asıl sorun, o kahrolası yerin insanın içinde uyandırdığı his. Hava kalınlaşıyor. Başın ağrımaya başlıyor ve kaslar güçsüzleşiyor.” Sonra şaşırtıcı derecede iyi bir İngiliz aksanıyla ekledi. “Akşamdan kalmalıktan çok daha beter, sevgili dostum.”
“En kötüsü midemdi,” dedi Doc. “O ve...” Sessizleşti. Reçete üzerine yanlış yazdığı bir rakamla öldürdüğü Daisy Temperly hakkında hiç konuşmazdı, oysa Sand Bar’daki televizyonun ekranındaki sahte kovboylar kadar net gözlerinin önüne getirebiliyordu. Daisy, sarışındı. Kahverengi gözleri vardı. Bazen Jim Morrison’ın kahverengi gözlü bir kızla ilgili olan şarkısını söyleyerek onu acı çektiği sırada bile) güldürmeyi başarırdı.
“Mouse için geliyorum,” dedi Doc. “Buna mecburum. Ama o yer... hastalıklı. Bilmiyorsun, dostum. Anladığını sanıyorsun ama anlayamazsın.”
“Sandığından da iyi anlıyorum,” dedi Jack. Şimdi durup düşünme sırası onundu. Beezer ve Doc, Mouse’un ölmeden önce söylediği kelimeyi hatırlıyorlar mıydı? D’yamba’yı hatırlıyorlar mıydı? Orada olduklarına göre hatırlamaları gerekti, Jack kelimeyi yüksek sesle söylediğinde kitapların raftan kayıp davada asılı kaldığını görmüşlerdi... ama şimdi onlara soracak olsa akılları karışmış bir halde ya da sadece boş bakışlarla yüzüne bakacaklarından emindi. Bunun bir sebebi, d’yamba’yı hatırlamanın 35. karayolunun uğursuzluktan uzak kıvrımından ayrılarak Kara Ev’e giden o dar yol gibi çok güç olmasıydı. Bununla birlikte en önemli sebep, o kelimenin sadece kendili, yani Lily ve Phil’in oğlu, Jack Sawyer için söylenmiş olmasıydı. O farklı olduğu için Sawyer Çetesi’nin elebaşısıydı. Çünkü dünyalar arasında yolculuk etmişti.
Onlara bunun ne kadarını anlatmalıydı? Muhtemelen hiçbirini. Ama inanmaları gerekiyordu ve bunun için Mouse’un sözcüğünü kullanmalıydı. Kalbinin derinliklerinde, kelimeyi kullanırken çok dikkatli olması gerektiğini söyleyen bir ses vardı-d’yamfoa bir tabanca gibiydi; tamamen boşalmadan önce sadece kısıtlı sayıda ateşlenebilirdi ve onu Kara Ev’den bu kadar uzaktayken kullanma fikri hiç hoşuna gitmiyordu ama yine de yapacaktı. Çünkü inanmaları şarttı, inanmazlarsa Ty’ı kurtarmak için başladıkları cesur yolculuk, onlar için Kara Ev’in önünde dizlerinin üzerinde kusarak, burunları ve gözleri kanayarak, zehirli havaya dişlerini tükürerek sona erebilirdi. Jack onlara zehrin çoğunun kendi beyinlerinden kaynaklandığını söyleyebilirdi ama anlatmak bir işe yaramazdı, inanmaları gerekiyordu.
Ayrıca saat henüz 11:53’tü.
“Lester,” dedi.
Mutfak kapısının önünde, gölgeler içinden bakan barmen unutulmuş, öylece duruyordu. Kulak misafiri olmaya çalışmıyordu -söylenenleri duyabilmek için fazla uzaktaydı- ama hareket edip dikkat çekmekten özellikle kaçınıyordu. Ama şimdi dikkatler ona yönelmişti.
“Burada bal bulunur mu?” diye sordu Jack.
“B-bal mı?”
“Hani şu arıların yaptığından, Lester. Dolandırıcılar para yapar, arılar bal yapar.”
Lester’ın gözlerinde anladığına dair cılız bir ışık belirdi. “Evet, elbett Kentucky Getaways yapmak için bulundururum. Ayrıca...”
“Barın üzerine koy,” dedi Jack.
Dale sabırsızca kıpırdandı. “Jack, vaktimiz söylediğin kadar azsa...”
“Bu önemli.” Lester Moon’un barın üzerine küçük, plastik bir şişe bal koyuşunu izlerken aklına Henry geldi. Orada olabilse, Jack’in göstermek üzer olduğu mucizeye bayılırdı! Ama elbette, Henry için böyle bir mucize gerçekleştirmesine gerek olmazdı. Kelimenin kıymetli gücünün bir kısmını harcamak zorunda kalmazdı. Çünkü Henry, biri ona anahtarları vermeye cesaret edebilse -kahretsin, herkes korkaktı- Trempealeau’dan French Landing’e kadar araba kullanabileceğine inandığı gibi buna da kolayca inanırdı.
“Oraya getirebilirim,” dedi Lester cesurca. “Korkmuyorum.”
“Barın ucuna koyuver,” dedi Jack. “O yeter.”
Lester söyleneni yaptı. Plastik bal şişesi, ayı şeklindeydi. Öğleye altı dakika kala güneşinin bir huzmesi altında duruyordu. Televizyonda, silahlı çatışmalar başlamıştı. Jack buna aldırmadı. Her şeyi bir kenara bıraktı ve büyütecin ardındaki ışık noktacığı gibi tüm dikkatini yoğunlaştırdı. Bir an için bu yoğun konsantrasyonun boş kalmasına izin verdi, ardından tek bir kelimeyle doldurdu:
(D’YAMBA)
Hemen ardından alçak bir uğultu duydu. Sonra uğultu artarak vızıltıya dönüştü. Beezer, Doc ve Dale etraflarına baktılar. Bir dakika için hiçbir şey olmadı, sonra güneş ışıklarıyla aydınlanan kapı, karardı. Sanki çok küçük bir yağmur bulutu Sand Bar’ın kapısından içeri girmişti...
Kokmuş Peynir boğulurcasına bir çığlık attı ve sendeleyerek geriledi. “Eşekarıları!” diye bağırdı. “Bunlar eşekarısı! Kaçın!”
Ama eşekarısı değillerdi. Doc ve Lester Moon anlamayabilirdi ama hem Beezer, hem de Dale, kasaba çocuklarıydı. Anları gördüklerinde tanırlardı. Bu arada Jack sadece sürüye bakıyordu. Alnında ter damlacıkları belirmişti. Tüm gücüyle arılara yaptırmak istediğine konsantre olmuştu.
Arılar, bal şişesinin etrafını sardılar. Sayıları öyle çoktu ki şişe görünmez olmuştu. Vızıltıları arttı ve şişe yükselmeye başladı. Çok kötü bir izleme sistemi olan bir torpil gibi iki yana sallanıyordu. Sonra yavaşça, Sawyer Çetesi’ne yakklaştı. Küçük şişe, barın yirmi santim üzerinde, arılardan oluşmuş bir zemin üzerinde onlara doğru yaklaşıyordu.
Jack elini açarak uzattı. Şişe, eline kondu. Jack, parmaklarını kapattı. Paket yerine ulaşmıştı.
Arılar, bir süre başının çevresinde uçtu. Vızıltılar, Lily’nin haykırışıyla yansıyordu. “Uzun boylu serseriyi bana bırakın! Stella’nın ırzına geçen oydu!”
Sonra kapıdan çıkarak uçup gittiler.
Kingsland Bira saati, 11:57’yi gösteriyordu.
“Kutsal Meryem Ana,” diye fısıldadı Beezer. Gözleri irileşmiş, neredeyse yuvalarından fırlayacaktı.
“Görünüşe bakılırsa bizden sakladıkların varmış,” dedi Dale. Sesi hafifçe titriyordu.
Barın uzak tarafından yumuşak bir patırtı duyuldu. Lester “Kokmuş Peynir” Moon, hayatında ilk kez bayılmıştı.
“Artık gitme vakti,” dedi Jack. “Beez, sen ve Doc önden gidin. Dale ile onun arabasında, hemen ardınızda olacağız. Yolun girişine ve GİRİLMEZ levhasının yanına vardığınızda içeri girmeyin. Sadece motosikletlerinizi uygun bir yere bırakın. Yolun geri kalan kısmında arabayla gideceğiz, ama önce, burunlarımızın altına bundan bir parça süreceğiz.” Jack elindeki plastik şişeyi kaldırdı. Winnie-the-Pooh şeklindeki şişenin ortası, Lester’ın tutup rahatça sıkabilmesi için şişkindi. “Birazını burun deliklerimizin içine bile sürebiliriz. Biraz yapış yapış bir his verir ama sürekli kusmaktan iyidir.”
Dale’in gözlerinde anladığını ve onayladığını gösteren bir ifade belirdi. “Cinayet mahallinde burnun altına Vicks sürmek gibi,” dedi.
Pek öyle sayılmazdı ama Jack başını salladı. Çünkü önemli olan, inanmaktı.
“İşe yarayacak mı?” diye sordu Doc kuşkuyla.
“Evet,” diye cevapladı Jack. “Hâlâ kendinizi biraz rahatsız hissedeceksiniz, bundan hiç şüphem yok ama çok şiddetli olmayacak. Sonra... başka bir yere geçeceğiz. Ondan sonrası çok önemli.”
“Çocuğun evde olduğunu sanıyordum,” dedi Beez.
“Yerinin muhtemelen değiştirilmiş olduğunu düşünüyorum. Eve gelince... Ev bir tür kapı. Başka bir...” Dünyaya diyecekti ama orayı Ötedünya gibi bir başka dünya olarak göremiyordu. “Bir başka yere açılıyor.”
Televizyonda, Lily yaklaşık altı kurşundan ilkini yemişti. Bu kurşunları hatırlıyordu ve çocukken Jack bu sahneden nefret ederdi ama en azından Lily yere yığılırken de ateş ediyordu. Arkadaşına tecavüz eden uzun boylu da dahil bir çok serseriyi yanında götürüyordu ve bu iyiydi. Jack aynı şeyi yapabileceğini umdu. Ama en çok istediği, Tyler Marshall’ı anne ve babasına getirebilmekti
Dostları ilə paylaş: |